• Sonuç bulunamadı

Aziz Agustinus’un Lütuf (Gratia) Kavramı

III. Aziz Agustinus

III.V. Aziz Agustinus’un Lütuf (Gratia) Kavramı

Lütuf kavramı, Agustinus düşüncesinde, ruhun irade melekesi vesilesiyle ilahi olana doğru yönelebilmesi sürecinde kesinlikle elzem olan Tanrısal yardıma verilen isimdir. Lütuf vesilesiyle, yani irade melekesini doğru ve sağlıklı bir şekilde çalışır hale getiren bu ilahi yardım sayesinde, kişi ruhunu teşkil eden mekanizmaların doğru ve en uyumlu bir şekilde çalışmasını deneyimler. Kişi bu deneyime, yani ruhsal mekanizma ve melekelerin (hafıza, anlayış ve iradenin) tam anlamıyla doğru bir hal ve yapıda olması durumuna, sadece kendi istek ve çalışmasıyla ulaşamaz. Lütuf vesilesiyle ruhun içine girdiği hal ilahi bir uyum ve işleyiş halidir; dolayısıyla, Agustinusçu bağlamda, bu hal kaynağını ilahi olanda bulmak durumundadır.

Buna göre lütuf, irade melekesinin yüzünü yukarıda bahsi geçen iyi (ve yüksek) şeylere dönebilmesi sürecinde en etkili faktör olarak ortaya çıkar. Lütuf olmaksızın kişi kendi iradesini şekillendiremez ve ona yön veremez; çünkü insanın aşağı (inferior) şeylere duyduğu

aşk (yani iradesinin bu yönde gösterdiği temayül) kendi istenci ile gerçekleşiyor olsa da, kökenini ilk günah anlayışında bulur. Yine de, değinildiği gibi, kişi eylemleri karşısında sorumluluk sahibidir; dolayısıyla bu eylemler ahlaki bir nitelik kazanır.261

Görüldüğü üzere, Agustinus’un ana çalışma alanı olarak ruhtaki irrasyonel güçler ya da özellikler ön plana çıkmaktadır (her ne kadar Agustinus kendisi için ilk başlangıç noktasını akıl ve varılacak nihai hedefi de bilgi olarak ifade etmiş olsa da). Bu irrasyonel topografyayı kazmaya devam eden Agustinus, salt bir sahih karar verme mekanizması olarak iradeyi kendi başına yeterli bulmayacaktır. Ve irade nihai görevini (yani “doğru şekilde istenç gösterme” eylemini) gerçekleştirebilmek için ilahi bir yardıma ihtiyaç duyacaktır. Çünkü Agustinus’a göre, iradenin doğru bir şekilde işleyebilmesi için onun uygun bir hal içinde olması gerekmektedir. Bu “halin” kendisi, daha önce belirtildiği gibi, aslında iradenin de tanımıdır. İyi ya da kötü durumda olan bir irade, ruhun diğer birimlerinin tüm çalışmasını etkiler. Dolayısıyla irade ve onun vasıtasıyla tüm ruh, iyi yönde bir dönüşüm yaşamak zorunluluğundadır. İşte bu ahlaki dönüşümün kaderi ilahi yardımın elindedir. İnsan ediminden tamamen bağımsız bir ilk günah anlayışı ile başlayan bir süreç, yine insan ediminden bağımsız ve onu aşan bir ilahi yardım ile sonlandırılabilir. Arada kalan ve karakteri (kaderi) bu iki unsura bağlı kılınmış irade kavramı ise tamamıyla insanın seçimlerine ve bunlara bağlı sorumluluğuna atıfta bulunmaktadır. De Civitate Dei (Tanrı’nın Şehri – The City of God) eserinin 14. kitabında Agustinus bu süreci şöyle anlatır:

Bundan önceki kitaplarda Tanrı’nın (insan ırkı yalnızca doğalarının benzerliği itibariyle birbirleriyle ilişkiye girebilsin arzusu ile diye değil, fakat aynı zamanda aralarındaki bağ üzerinden uyum ve barış içerisinde bir arada olabilsinler diye) tüm insanları tek bir bireyden meydana getirmekten hoşnut olduğunu; ve insanı, eğer ilk iki insan (ki onlardan birisi hiçlikten, diğeri ise bu hiçlikten yaratılandan meydana getirilmiştir) itaatsizlikleri yüzünden

ölümlülüğü hak etmeselerdi, aralarından kimse ölmeyecek şekilde bir doğaya sahip olarak

yaratmış olduğunu belirtmiştik. Zira onlar vesilesiyle çok büyük bir günah işlenmiştir; öyle ki, bu sebeple insan doğası daha kötüye doğru, günaha yatkın ve ölüme tabi olacak şekilde, değiştirilmiştir. Ve bu değişim gelecek kuşaklara da aktarılmıştır. Böylece ölümün krallığı insanın üzerinde hüküm sürer. Öyle ki, bu günahın hak edilmiş cezası doğrudan ikinci ölüme

değin uzansın; bu ikinci ölüm ki, eğer Tanrı’nın hak edilmemiş lütfu bazılarını bu durumdan kurtarmazsa, artık bir sonu yoktur.262

Pasajda, insanlığın içinde bulunduğu tüm kötü duruma sebep olan Adem ve Havva’nın işlediği ilk günaha yapılan önemli vurgunun yanı sıra, “Tanrı’nın lütfu” ifadesi hayati bir öneme sahiptir. Belki daha da önemli olan ise söz konusu ifadenin hemen öncesinde bulunan “hak edilmemiş” (undeserved) sıfatıdır. Çünkü ilgili ilahi yardımın insanın eylem ve çalışmasından tamamen bağımsız olduğunu işaret eden ifade budur. Agustinus’un geç ya da olgunluk dönemi eserlerinden olan De Civitate Dei konu hakkındaki nihai düşüncelerini içerir. Agustinus burada insanı ilk günah üzerinden “suçlu” ilan eder ve muhtemel bir kurtuluşu Tanrı’nın lütfuna bağlı kılar. Bunun da ötesinde, ilgili kitapta Agustinus söz konusu kurtuluşun yalnızca “seçilmiş bir azınlık” için mümkün olabileceğini ifade eder. Diğerleri, yani seçilmiş azınlık dışındaki tüm insanlık ise lanetlenir. Bu, Agustinus düşüncesinde insanlığın toplu olarak lanetlenmesi, yani massa damnata fikridir. Agustinus lütuf ve lanet kavramlarının ilişkisini şu şekilde ifade eder:

Fakat sonsuz cezalandırma insan algısına ağır ve haksız bir şey gibi görünür. Çünkü ölümlü yapımızın zayıflığı içerisinde en yüksek ve saf bilgeliği aramak vardır; ki bu bilgelik vesilesiyle o ilk kural çiğneme sırasında ne kadar büyük bir kötülüğün (wickedness) tatbik edildiği görülebilir. İnsan Tanrı’da ne kadar çok mutluluk bulduysa, Tanrı’yı terk etmesi de o büyüklükte bir kötülüktü. Ve kim kendi içindeki, aksi halde ölümsüz olabilecek olan, iyiliği yok ettiyse, işte o sonsuz kötülüğü de hak etmiştir. İşte bu yüzden tüm insan ırkı topluca

lanetlenmiştir. Zira kötülüğe en başta geçit veren kim ise, kendisinde sanki bir kök gibi

bulunmakta olan tüm soyu ile birlikte cezalandırılmıştır; ki böylece kimse, rahmet (mercy) ve

hak edilmemiş lütuf vesilesiyle bir kurtarılma vuku bulmadığı sürece, bu adaletli ve münasip

cezadan muaf olmamıştır. Ve insan ırkı öyle tasnif edilmiştir ki, bazısında rahmet dolu lütuf, fakat geri kalanında ise adaletli ceza tesirini gösterir. Zira ikisi birden herkeste açığa

çıkarılamaz; çünkü eğer herkes adaletli lanetin cezası altında kalsaydı, kimsede Tanrı’nın kurtarıcı rahmeti görülemezdi. Diğer taraftan, eğer herkes karanlıktan ışığa aktarılsaydı, bu sefer cezanın ciddiyeti hiç kimsede açığa çıkmamış olurdu. Fakat ceza altında bırakılanlar cezadan kurtarılanlardan sayıca çok fazladır; öyle ki, böylece en başta herkese müstahak olan şey gösterilebilsin.263

262 Augustine, City of God. Kitap 14, Bölüm 1. çev. Marcus Dods. www.logoslibrary.org (çeviri ve italikler bana ait)

Bu noktada çok önemli bir husus, Agustinus’un Yunan felsefesine getirdiği eleştirilerden birine bu sefer kendisinin hedef olmasıdır. J.M. Rist takip edilerek Agustinus’un Yunan felsefesine getirdiği ana eleştiriler üç hatta toplanabilir. Rist’e göre Agustinus,

insanın bir yardım olmaksızın iyiye ulaşma kapasitesinde olduğunu reddeder; böylesi bir kapasiteye sahip birkaç insan olacağı ve önemli olanın da bu olduğu fikrinin getirdiği tavizi kabul etmez; ve Agustinus ahlaki kötülüğün doğasına dair kendi görüşünün, bu hayatta kurumsal bir ütopya inşa edilmesinin imkansız olduğu fikrini beraberinde getirdiğini öne sürer.264

İkinci madde (yani Yunan felsefi elitizmine karşı Hıristiyanlığın toplu bir kurtuluş vaadi) sadece Agustinus’un değil, bir “kurtuluş dini” olarak Hıristiyanlığın genel argümanlarından biridir. Fakat görünen tabloda Agustinus bu iddiaya ters düşmektedir zira alıntıda açıkça işaret edildiği gibi, söz konusu olan toplu bir kurtuluştan ziyade, bir “toplu mahkumiyettir”. Kariyerinin ileri dönemlerinde Agustinus kurtuluşun demokratikleşmesi fikrinden katiyetle uzaklaşmaktadır. Oysa bu “demokratikleşme” fikri (yani ilahi bilginin ve mutluluğun sonunda herkes için mümkün olması düşüncesi) Hıristiyanlığın Yunan felsefi geleneğiyle girdiği tartışmalarda en çarpıcı argümanlardan birisiydi.265

Yukarıda Justinus’un kitabından yapılan alıntıda şahit olunduğu gibi, İsa Yunanlıların Logos’una karşılık gelecek şekilde zuhur etmiştir. Fakat İsa ile yaşanan şeyin farkı, bu Logos’un artık (Yunan entelektüel elitizminden farklı olarak) herkes için bir kurtuluş vaat etmesidir. Çoğu Yunan felsefe okulu nihai bilgi ve mutluluk durumunu insanın kendi üzerinde yaptığı çalışma ya da “kendini bilme” süreci, kısaca arete (mükemmellik) kavram ve eylemiyle ilişkilendirmekteydi. Paralel olarak, söz konusu ruh ve karakter dönüşümü insan eylemine bağımlıydı. Ve Rist’in ifadelerinde görüldüğü gibi, Agustinus da bu tarz bir dönüşümün başarılı olabileceğini öngörüyordu; fakat itiraz ettiği nokta bunun gerçekleştirilmesinin yalnızca kabiliyetli bir “azınlık” tarafından başarılabileceğiydi: felsefi elitizm ile de kasıt bu idi.

264

Rist, Ancient Though Baptized, s.48. 265 bkz. Justinus, Second Apology, Bölüm.10.

Agustinus’un Eski Yunan ile ilişkisi onun Platonculuk özelindeki ifadeleri ile daha iyi anlaşılabilir. Bölümün başında belirtildiği gibi, Agustinus Platonculuk karşısında olumlu görüşler beslediğini belirtir ve bu felsefeden bizzat etkilendiğini açıkça ifade eder. Fakat Agustinus genel olarak felsefeye karşı eleştirilerine Platonculuk özelinde de devam eder. Bunların en önemlisi yine, yukarıda Justinus üzerinden hatırlanan, İsa Mesih’in yeri ve pozisyonudur. Agustinus’a göre insan ruhu, Platon’un ve Plotinos’un düşündüğünün tersine, “yaratılmış” bir şeydir ve bu anlamıyla bedensel olandan bir farklılık arz etmez. Agustinus’a göre ruhun bedenden üstün olduğu yan onun soyut ve akılsal olma özelliğidir; ruh yalnızca bu bağlamda ilahi akla, bedene oranla, daha yakın-benzer bir doğaya sahiptir. Fakat yine de insan ruhu Tanrı ile kesinlikle aynı doğaya sahip değildir; dolayısıyla o ilahi bir varlık olarak adlandırılamaz. Yalnızca ileride, Tanrısal lütuf neticesinde, ruh ilahi olma özelliği kazanabilme ihtimaline sahiptir.

Bu bağlamda, Agustinus’a göre insan ruhu ile Tanrı arasında bir iletişimi ve buna bağlı olarak ruhun ilahi bir özellik kazanmasını sağlayacak olan “aracı” bir güce ihtiyaç vardır. Ve bu güç de, kendisi de Tanrı’yla bir ve aynı şey olan Oğul’un (başka bir deyişle Hakikat’in, Logos’un ya da Söz/Kelam’ın) ete kemiğe bürünerek dünyaya inmesi vesilesiyle insanlığa şefaat eder. İnsan işlediği ilk günah itibariyle yoldan çıkmış bir iradeye sahip olduğundan insan ruhu yanlışa ve kötüye meyletmekten uzaklaşamaz. İşte bu bağlamda, Dihle’nin ifadesiyle, Agustinus için tevazunun (humility) eşlik ettiği günah ya da ahlaksızlık (vice), gururun (pride) eşlik ettiği erdemden çok daha üstündür.266

Agustinus’un felsefeye dair eleştirilerinde bu nokta çok mühimdir zira bu tarz bir düşünceye göre, artık kişinin kendi başına kendi üzerinde çalışmasına dair (kısaca arete, yani erdeme dair) her türlü tasavvur, en sonunda kendini kibirli bir faaliyet ile eşanlamlı olarak bulmak durumundadır. Dolayısıyla, Agustinus’a göre, yapılması elzem olan şey ilk önce İsa

Mesih’in insanlığın kurtuluşu konusundaki önemine iman etmek ve böylece kibirden uzaklaşıp tevazu sahibi olarak kurtuluşu beklemektir.267

Agustinus’un tüm bunlardan bahsederken hedefi akılsal olarak belli bir seviyenin üstündeki felsefecilerin söz konusu kurtuluşa kendi başlarına ulaşabileceklerine dair düşüncedir. Bu, yukarıda belirtilen sebeplerden dolayı imkansız olduğu gibi, insanlar arasında belirli bir ayrımı temel alan bir düşüncedir. İsa Mesih belirli bir insan topluluğu için değil, tersine tüm insanlık (felsefeci ya da değil) yeryüzüne inmiştir.

Fakat tüm bunlar sonrasında görülür ki, Agustinus da çalıştığı Kutsal Kitap yorumları ışığında kendi ayrıcalıklı azınlık kavramını oluşturmaya gitmektedir. Teolojik incelemeleri sonrasında Agustinus, lütfun manalı ve ehemmiyetli bir mefhum olabilmesi için söz konusu azınlık fikrinin elzem olduğuna kanaat getirir. Zira belli bir yol ya da uğraşı takip eden herkes amacına ulaşacak ise bu ilahi yardım manasını kaybedecek; Tanrı da salt nesnel ve de zorunlu (necessary) bir sürecin bir parçası olmakla kalacaktır. Ve bu düşünce zincirinin sonucu olarak, yukarıda alıntılandığı üzere, Agustinus “lanetlenmiş” bir insan ırkı ve doğası anlayışına varır. Seçilmiş azınlık, söz konusu bu lanetlemiş topluluk anlayışı içerisinde bir değere ve anlama kavuşabilecek bir kavram olarak öne çıkar.

Yunan geleneğinde, en azından Plotinos ile ele alındığı şekliyle, hiç de kolay bir süreç olmasa da, kişinin kendi üzerinde çalışıp bilgelik yolunu izlemesi mümkün görünür. Fakat Agustinus’un “içe dönüş” kavramı ile (Plotinos’un “içe dönüşünden” farklı olarak) “içeride” olduğu düşünülen ne var ise başat bir kuvvet olan irade kavramına bağımlı kılınır. Zira Agustinusçu bağlamda içe dönüldüğünde karşılaşılan mekan, akli melekelerin (yani hafıza ve anlayışın) yanısıra bunların beraber çalışmak durumunda olduğu irade melekesini de içerir. Plotinos’ta ruhun akli kısmına yapılan dönüşe benzer bir faaliyetin gerçekleşebilmesi, Agustinus’ta irade melekesinin sıhhatli çalışabiliyor oluşuna bağlıdır. Bu sihhatli çalışma

durumu ruhun diğer melekelerinin işlevselliğine etki eder. Diğer bir deyişle, irade doğru faaliyeti mümkün kılacak yönde hareket edemiyor ise bu aynı zamanda akli melekelerin gerçekleştireceği akılsal faaliyetin de doğru yönde hareket edecek bir yapıya sahip olamayacağı anlamına gelmektedir.

Bunun da ötesinde, insan eylemi için en belirleyici unsur olan irade, kendi hesabına Tanrı’nın lütfuna bağımlı kılınır. Böylece, bu lütuf sadece—aslında sözkonusu lütfu “hak etmemiş”— bir seçilmiş azınlığa verildiğinden insanın kendi edimlerini belirleyebilme yetisi büyük oranda ortadan kalkmış olur. Zira Agustinusçu psikolojide insan edimine dair her şeyin kendisine bağlandığı irade melekesinin karakteri ve kaderi Tanrı’nın lütfuna bağlanmıştır.

Bu noktada, lütuf kavramının Agustinus düşüncesindeki hayati konumunu gördükten sonra, daha önce ele alınan içsellik, irade kavramlarının da yardımları ışığında bilgi mefhumunun Agustinus’un düşüncesindeki genel yeri incelenebilir.