• Sonuç bulunamadı

Aydınlanma Çağı’nda İnsan Onuru

Belgede Yasak deliller ve insan onuru (sayfa 32-37)

D. İnsan Onuru Kavramının Tarihsel Gelişimi

4. Aydınlanma Çağı’nda İnsan Onuru

Ortaçağ ve öncesinde insan onuru, insanların statülerine bağlı olduğundan, herkesin eşit onura sahip olmadığı düşüncesi geçerliydi. Ancak Rönesans döneminde, insan onuru, herkesin sahip olduğu bir nitelik olarak görülmüş, herkesi kapsayan bir ideale dönüşmüştür.68

Rönesans ve aydınlanma hareketleri ile beraber, insan, başlı başına bir değer olarak görülmeye başlanmış ve bir özne haline getirilmiştir.69

Ortaçağ ile Yeniçağ arasında bir bağ kuran, teolojik yaklaşıma yeni argümanlar ekleyen Manetti’ ye göre, insan, Tanrının yarattıkları arasındaki en öncelikli varlık olup, doğası, kutsal olanla bağlıdır. ‘İnsanlar onurla doğarlar ve eşit

ölçüde onur sahibidirler’ görüşünü ortaya atan Manetti, onurun insanın erdeminden

kaynaklandığını vurgulamıştır.70

İtalyan Rönesans düşünürü olan Mirandola’ ya göre ise, insan onuru, insanın kendi kendini geliştirme iktidarı olup, öte yandan bireysel bir özgürlüktür.71

Bu düşünce ile Mirandola insan onuru ve özgürlük arasındaki bağlantıyı kuran ilk

67 Kapani 27-28. 68

Don Chamers and Ryunichi Ida, “On the International Legal Aspects on Human Dignity”, in Perspectives on Human Dignity: A Conversation, Springer, 2007: 158.

69 Bulut 8. 70 Lewis 94. 71

Pico Della Mirandola, “Oration On the Dignity of Man”, trans. Richard Hooker, <http://public.wsu.edu/~brians/world_civ/worldcivreader/world_civ_reader_1/pico.html>, 19.4.2012.

düşünür sayılmaktadır.72

Belirtmek gerekir ki, Rönesans düşünürleri insan onuru hakkında teolojik olmayan argümanlar geliştirirken, tümüyle Ortaçağ yaklaşımından da kopmuş değildirler.73

Bu çerçevede, Mirandola’ da Tanrıyı dışlamamış, insanın, değere Tanrı vasıtasıyla, yaradılıştan sahip olduğunu söylemiştir. Fakat Tanrı’nın insana özgürlük vererek kendi doğasını gerçekleştirmesini sağladığını belirterek, onurun, insanın istediği şeyi yapabilme yeteneğinden kaynaklandığını vurgulamış ve insan onuru kavramını salt teolojik bir kavram olmaktan çıkarmaya çalışmıştır.74

Hegel’ e göre, doğal toplumsal ve düşünsel açıdan, evren gerçeğini belirleyen unsur, mutlak akıldır.75

İnsan onuru ise, maddi koşullara ve durumlara bağlı olup, insan tarafından kazanılmak zorunda olan bir kavramdır.

Aydınlanma çağı ile beraber, politik ve ahlaki hiyerarşiler reddedilmeye başlanmıştır. Antik çağdan beri var olan, ancak kilisenin etkisinde kalmış olan doğal hukukun, aydınlanma çağı ile birlikte, laik bir karakterde yükselmesi, buna neden olmuştur.

Bu dönemde, doğal hukuktan kaynak alan, kişi hakları doktrini, iki temel varsayım üzerine kurulmuş; bunlardan ilki tabiat hali, ikinci ise toplum sözleşmesidir. Buna göre, insanlar toplum haline geçmeden önce tabiat halinde yaşıyorlardı. Tabiat halinde tam ve mutlak bir özgürlüğe sahiptiler. Sonradan aralarında bir sözleşme akdederek, siyasal topluluğu meydana getirdiler. Bunu yaparken de, bu topluluğu meydana getirebilmek için, gerekli ölçüde bazı özgürlüklerinden feragat ettiler. Ancak hak ve özgürlüklerinden en önemlilerini bu topluluğa devretmediler. Buradan çıkan sonuç; insanlar, devletten önce ve onun hukukundan üstün bir takım doğal haklara sahiptirler ve devlet bu haklara saygı göstermek zorundadır.76

Bu teori, özellikle, Pufendorf, Grotius, Locke ve Rousseau gibi sözleşmeci düşünürlerle devam etmiş ve geliştirilmiştir.

Pufendorf için onur, akıl neticesinde seçilen ve icra edilen insanın

72 Sulmasy 11. 73 Lewis 94. 74 Bulut 9. 75

Adil İzveren, Hukuk Felsefesi. (Ankara: Dokuz Eylül Üniversitesi Yayınları, 1994) 48-49. 76 Kapani 30.

özgürlüğünü ifade etmektedir. Pufendorf, tüm insanların insan olması nedeniyle aynı yeteneklere sahip olduğunu söyleyerek, onur kavramı ile insanların eşitliği düşüncesi arasında bağlantı kurmuştur.77

Bu düşünceler sonucunda, doğal hukuk, ilahi hukuktan ayrılmış, insanların doğuştan eşit ve özgür oldukları vurgulanmış, dolayısıyla insan haklarının devlet tarafından yaratılmadığı anlayışı benimsenerek, insan, toplum ve devlet dışında bir değere sahip olmuştur.78

Bu değer, aydınlanma düşüncesi içinde kendini, özellikle Kant’ la beraber, insan onuru biçiminde somutlaştırmıştır.79

Kant’ta onur, insan otonomisi üzerine temellendirilmiştir. İnsan kendi rasyonel özgürlüğünün yasasına ayrılmaz biçimde bağlıdır ve burada, insan, kendi aklı tarafından yapılandırılan, otonom bir özne olarak anlaşılmalıdır. Ancak, bu otonomi, keyfilik ve kuralsızlık anlamına gelmemektedir. Burada, insanın dünyasındaki özel konumu ortaya çıkmaktadır; bunun içinde de insanın otonomisi oluşmaktadır.80

Otonom bir özne olan insan, aynı zamanda ahlaklı bir varlıktır ve bu çerçevede, nasıl kendi aklının buyruklarına uygun eylemde bulunma özgürlüğüne sahipse, aynı şekilde evrensel ahlak ilkelerine de riayet etmek zorundadır.81

Kant, insanın daima kendine yönelik bir amaç olarak anlaşılması gerektiği yönündeki tezleri sonucunda onur kavramını geliştirir. Kant, bu niteliği her türlü ödülün üstünde bir gerçeklik olarak kabul eder ve buna eşdeğer bir şeyin bulunmadığını ifade eder. Burada, kendi içinde mutlak bir değere sahip bir varlığın davranışı söz konusudur. Kant’a göre, insan, akıllı bir varlık ve kendine yönelik bir amaç olarak görülmelidir. Bu bakış açısında insan, bir kişi olur. İnsan akıllı bir varlık olduğundan dolayı, özgür olarak ahlaki davranmalı ve bu onun otonomunu oluşturmalıdır. Otonom ve ahlaki bir özne olarak insan ve dolayısıyla tüm insanlar eşit bir onura sahiptir ve bu da insan haklarını kendi içinde taşır. Bu nedenle, insanın

77 Şimşek 23. 78 Bulut 10. 79

Ayrıntılı olarak, bkn. Immanuel Kant, Pratik Aklın Eleştirisi, Çev: İsmet Zeki Eyüboğlu, (İstanbul: Say Yayınları, 2008); Immanuel Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Çev: Mete Tuncay, (İstanbul: Türkiye Felsefe Kurumu, 2009).

Ayrıca Kantizm ve insan onuru hakkında bkn., Türkbağ 2132-2133. 80

Lewis 95; Bulut 10; Heinzmann 60. 81 Işıktaç 191.

kendi parçalanmadan, insan hakları da parçalanmaz.82

İnsan hakları kavramının temelini oluşturan insan onuru da, bu anlayışın ürünü olarak ortaya çıkar.

Kant felsefesinde,83 insan, gerek diğer insanlar ve gerekse kendisi tarafından her zaman ve her yerde bir amaç olarak muamele görmek zorundadır. İşte burada insanın onuru bulunmakta ve insan onuru bu anlayış içerisinde ifade edilmektedir. Kant’a göre, insan, karakterinin pratik yönü ile dış dünya olayları karşısında davranışlarda bulunurken, akılcı yönü ile dış olayları etkilemektedir. İnsana düşünebilme yeteneğinin sağladığı irade özgürlüğü ise, ona aynı zamanda bir ahlaki öz kazandırmaktadır. Bu, dünyadaki tek mutlak değer olarak, iyi ve mutlak salt irade de görülmektedir. Kendi kendinin ereği olan akıl sahibi insan, kendi yasasını kurabilirse, bu durumda gerçek onurunu ve değerini kazanabilir.84

Sonuç olarak Kant’ a göre onur, akıl ve ahlak bağlamında belirli sınırlayıcı taleplerin ve gereklerin icrasıdır. Her insan, yalnızca insan olarak yaratılması sayesinde, yaratıldığı şekliyle ya da davrandığı şekilde onura sahip değildir. Onur, ahlaki otonomi kavramı ile beraber ele alınmalıdır.85

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi de, Kant’ın yaklaşımına benzer şekilde, insanın haklarla donatılmış saygın ve onurlu bir varlık oluşunu, onun akıl ve vicdan sahibi olmasına bağlamıştır.

Yirminci yüzyılda, Kantçı görüşü devam ettiren, Leonard Nelson’a göre ise, insan onurunu öncelikli olarak oluşturan, insanın akıllı bir varlık olarak, hatalarının üstesinden gelebilecek bir eğitim seviyesine kadar kendini yükseltebilecek olan kapasitesidir. Akıllı bir varlık olarak insanın, kendi hayatına bir anlam katabilme yeteneği, insan onuru kavramı ile özdeş sayılır. Nelson, şu cümle ile insan onurunu açıklamaya çalışmıştır; ‘İnsan onuru, insanın, kendi kaderini tayin edebilme

yeteneğinden kaynaklanmaktadır.’ 86 82 Heinzmann 61. 83 Bloch 66. 84 İzveren 46. 85 Şimşek 25. 86 Spiegelberg 50.

Modern felsefeci Alan Gewirth ise, Kant’ın izinden giderek, kendi anlatımıyla, ‘unsur ve kurumların kişileri aşağılaması, onlara sanki hiç bir hakları

ya da onurları yokmuş gibi davranılması yasaktır.’ demekte ve bu da çoğu zaman,

bireysel otonomluğun ve birey olmanın korunması gereken, en önde gelen değerler olarak önemini vurgulayan insan hakları kuramlarının başlangıç noktasını oluşturmuştur.87

On dokuzuncu yüzyıla dönersek, endüstrinin gelişmesi sonucunda ortaya çıkan işçi sınıfı, kendilerinin işverenler tarafından sömürüldüğünü ileri sürmüşlerdir.88

Marx,89 işçinin sömürülmesinin aynı zamanda, onun onurunu da ihlal ettiğini ve bu bağlamda özgürlüğünün elinden alındığını söylemiştir. Marx’ a göre, birey toplumsal bir varlıktır. Marx, insanı, ilişkiler içinde insan olarak değerlendirir. Bu nedenle, ‘insan toplumu’ ndan söz eder. İnsan, diğer insanlarla ve doğa ile ilişkisinde insandır.90

Marxist teoriye göre, insan haklarının kaynağı da insan doğası değil, bireyin toplum içerisindeki ve tüm bunların ötesinde kamusal üretim sürecindeki yeri ve işlevidir. Haklar, devlet tarafından tanınmakta olup, insan haklarının asıl kökeni, soyut hak ve özgürlük ilanlarında değil, söz konusu toplumun ekonomik gelişmesi çerçevesinde temin edilen gerçek nitelikli güvencelerdir. Bu bağlamda insan hakları ve özgürlükleri açıkça sınıfsal niteliği ile tanımlanabilir.91

Bu bağlamda Lassalle, emekçi sınıfın maddi durumunun düzeltilmesi ve gerçek anlamda insan onuruna yaraşır bir mevcudiyeti elde etmeleri konusunda yardım edilmesinin zorunlu olduğunu ifade etmiştir. Lassalle, bireysel ve aile yaşamının devamı için maddi koşulların sağlanması ve garanti edilmesini, insan onuruna yaraşır bir yaşamın temel koşulu olarak kabul etmiştir.

87 Alan Gerwith, “Are There Any Absolute Rights?”, Theories of Rights. (Oxford: Oxford University Press, 1984) 91-109, aktaran; Andrew Clapham, The Universal Declaration of Human Rights. (Oxford: Oxford University Press, 2007) 22.

88 Şimşek 26. 89 Bloch 181. 90Hüsnü Öndül, “İnsan Onuru,” <http://www.ihd.org.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=939:insanonuru&catid=47: makaleler&Itemid=125>, 6.5.2012. 91 Ensaroğlu 11-12.

Proudhon ise, bu düşünceyi biraz daha ileri taşımış ve insan onuru ile adalet kavramı arasında ilişki kurmuştur. Proudhon’a göre, bu anlamda adaletin gerçekleşmesi, her insan tarafından talep edilebilir ve insan, diğer insanların onuruna tıpkı kendi onuru gibi saygı göstermek zorundadır. Bu çerçevede, tüm insanların eşit kapsamda onura sahip olması gerektiği görüşü ortaya çıkmıştır.92

Eklemek gerekir ki, 19. yüzyılda, yukarıda belirtilen, insan onuru lehine ortaya çıkan düşüncelerin tersine, Nasyonal Sosyalist hareketlerin öncüsü olan Adolf Hitler’ in görüşüne göre, ‘Devlet, amaç için yalnızca bir araçtır. Amaç ise insanın

ırksal mevcudiyetini korumaktır. Irkçı dünya anlayışı, ırkların eşitliğine değil, farklılığına ve farklı değerlere sahip olduğuna inanır.’ Bu anlayış doğrultusunda,

insanların eşit olduğu görüşü yıkılmış, insan hakları ve insan onuru ihlallerinin en ağırları bu rejim sırasında yaşanmıştır.93

Belgede Yasak deliller ve insan onuru (sayfa 32-37)