• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM

3.2. TÜRKİYE’DE ORDU

3.2.4. Asker – Sivil İlişkisi

Tarihsel süreçte devlet kademelerinde ordu kurumunun etkisi ve ordunun etkisini artırma çabası tartışılmaz bir gerçektir. Özellikle yeniçerilerin kaldırılıp, modern bir ordunun kurulması aşamasından itibaren eğitimli ve ideolojik olarak asker kendini yenilemiş, çökmekte olan bir imparatorlukta tek ayak ta kalan bir kurum haline gelmiştir.

Güçlenen ordu II. Abdülhamid döneminden bu yana giderek artan özerk olma isteği; kökenleri ne olursa olsun siyasileri rahatsız etmekte ve asker üzerindeki kontrolü ve yetkilerini kaybetmemek için onları tedbir almaya itmektedir. Asker ise yeni bir eğitim anlayışıyla yetiştirilmiş dünyayı ve özellikle batıyı bilen eski askeri anlayışların terk edilmesi gerektiğini düşünen, devletin nasıl olması ve nasıl yönetilmesi gerektiği

konusunda fikirleri olan yeni bir sınıf olarak siyaseti de yönlendirmek istemekteydi.

(Çelik,2008:135) Osmanlı devletinde İttihat ve Terakki’nin iktidar olduğu dönemde tüm çabalara rağmen siyasal iktidar ve iktidar arasında ilişkiler karmaşık bir hal almış ve giderek yozlaşmaya başlamıştı. Aslında devlet ordunun sadece kendi alanında kalabilmesi temin için çok daha önceden tedbirler almaya çalışmış, böylece askerin sivil hayata karışmaması için kanunlar yoluyla düzenlemeler yapmıştır. Tüm bu yasaklamalara rağmen Meşrutiyeti ilan ettirmiş bir güç olan askeri siyasallaşma akımından uzak kalabilmesi zordur. Osmanlı devletinde 1843 tarihli yasanın çıkmasıyla başlayan süreç TBMM kurulmasının ardından da devam etmiştir. (Çelik, 2008: 81)

İmparatorluğun yıkılma süreci içerisinde, askeri bürokratlar, imparatorluğu ayakta tutabilmenin ve yeniden güçlü kalabilmenin arayışı içinde kendilerini modernleşmenin ve aydınlanmanın öncüleri gibi görmeye başlamışlardır. Böylece ideolojik olarak Batı tipi bir toplum yaratma aracı askerler için siyasete karışmanın bir gerekçesini oluşturmuştur. Cumhuriyete kadar devam eden tarihsel süreç içerisinde asker bürokratların siyasal eylemlerinde hep bu misyon egemen olmuştur. Bu misyon ve gelenek Cumhuriyet tarihi boyunca devam etmiştir. Çok partili siyasi hayata geçişe kadar ki dönem içerisinde iktidarı elinde bulunduran cumhuriyet seçkinleri resmi ideoloji doğrultusunda modernleşme projesini hayata geçirmeye çalışmışlardır. (Erdem, 2005:755)

Cumhuriyetle birlikte ordunun Mustafa Kemal ve ekibinin denetimine girmesinin ardından devlet, hükümet ve ordu arasındaki ilişkiler uyum içinde yürümeye başladı, rejimi tehdit eden birçok iç olayda silahlı kuvvetler kullanıldı. Rejim oturtulması amacıyla, çok parti hayata geçilmesi yolunda da ordu siyasal alana doğrudan müdahalelere başladı. Bu dönemde askerler siyasal alana ve toplumsal yaşama müdahale bilincini geliştirirken ordunun eylemlerini meşru gören bir anlayış da toplum içinde egemenlik kurdu. Ordu devletin bir ideolojik bir aygıtı olarak sivil hayatta çalışmalara başladı.

Cumhuriyet döneminde orduya olan ihtiyaç Mustafa Kemal tarafından orduyu kendine bağlamaya çalışırken uzun vadede ordu siyasi müdahalelerden sakınabilmekte ise de siyasi alanda özerkliğini genişletebilmekte ve adeta siyasi alanın üzerinde bir şemsiye oluşturmaya başlamıştır. Milli mücadele döneminde askeri ve sivil otorite

ilişkilerini tanımlayan koruyucu modelin iki sayacağı olduğunu ortaya koymaktadır.

Bunlardan ilki silahlı kuvvetlerin devlet mekanizması için de özerkleşme hali ikincisi ise ordunun kendi içindeki merkezileşme halidir. Özerk alan hem askeri otoritenin askeri politika iç ve dış siyaset konusunda belirleyici rolünden hem bu rolü aracı bir siyasi kurum olmadan doğrudan anlayabilmesinden beslenir. Merkezileşme hali yetkilerin dağıtılmadığı tersine tek elde toplulaştığı askeri yapı ve politikaya işaret eder.

(Bayramoğlu,2004: 63-64) Yani kendi içinde aşırı merkezi yapı oluşturulur. Bu durum orduyu rahat siyasal ve toplumsal alanda rahat hareketlere sebep olmakta kendince gerekli gördüğü durumlarda sivil kanattan bağımsız olarak müdahalelere kadar yol açabilmektedir. böyle müdahaleci durum Tek partili otoriter yönetim boyunca, ülke doğrudan dolayı sivil-asker bürokratlardan oluşan devletçi seçkinler tarafından yönetildiğinden görülmemiştir. Bu dönem içerisinde askerler yönetime el koyma ihtiyacı hissetmemişlerdir. (Erdem,2005:756)

1927–1944 yılları arasında asker sivil ilişikçilerinde bir istikrar dönemi yaşanmış ve bu durum Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın emekliye sevk edildiği 1944 yılına kadar sürmüştür. (Çelik,2008:128) Ancak ne zaman ki çok partili siyasi hayata dolayısıyla selden de olsa demokrasiye geçilmiş o zaman sorunlar ortaya çıkmıştır. Sivil otoriteyle askeri otorite arasında gerilimler su yüzüne çıkmaya başlamıştır. Nitekim ordu vazifesinin bir gereği olarak modernleşme noktasından saptığı iddiasıyla DP iktidarını alaşağı etmiş ve fiilen yönetime el koymuştur. O günden bugüne bu gelenek kesintisiz biçimde devam etmiştir. Türk anayasa tarihinde ilk kez 1961 anayasasıyla TSK’ya devlet düzeni içerisinde ayrıcalıklı bir yer verilmiş, TSK sivil otorite karşısında özerk bir konuma oturtulmuştur. Askeri müdahalenin yansıması olan 1961 anayasası ile asker-sivil ilişkilerinde asker egemenliğini pekiştirici ve sağlamlaştırıcı hukuki garantiler ve düzenlemeler ele alınmıştır. 1961 anayasasının 1971 değişiklikleriyle TSK’nın sivil otorite karşısındaki, özerk konumu güçlendirilmiştir.

1982 anayasasıyla askerlerin üstün konumları daha da pekiştirilmiştir. ( Erdem,2005:

756-757)

27 Mayıs 1960 ihtilali ile onu takip eden 1961 anayasasında askeri otorite –sivil otorite ilişkiler açısından önemli gelişmeler olmuş, gelişmeler merkezileşme sürecini yasal açıdan olmasa bile fiili açıdan sekteye uğratmıştır. ihtilal ile bozulmuş rütbe

piramidi düzeltilmiş,emir komuta mekanizmaları kontrol altına tutulmuş, askeri otoritenin başbakana bağlanmış, MGK oluşturulmuş ve bir anayasal organ haline gelmiştir..tür düzenlemelerle askerin merkezileşme süreci artmıştır.12 Mart darbesinin askeri ve sivil otorite arasındaki ilişkileri muhtıraya endeksli anayasa değişikleriyle gelen kalıcı ve önemli üç sonuç çıkarır: (Bayramoğlu,2004:79)

· Askeri yargı sivil yargı alanına genişlemiştir.

· Bir anayasa değişikliğiyle Milli Güvenlik Kurulu’nun işlevi ve temsil ağırlığı artırılmıştır.

· Silahlı Kuvvetlerin elinde bulunan devlet mallarının aleni şekilde denetlenmesi sona erdirilmiş ve bu denetlemenin usullerinin milli savunma hizmetlerinin gerektirdiği gizlilik esaslarına uyun olarak kanunla düzenlenmiştir.

12 Mart düzenlemeleriyle başlayan daha sonra devam edecek bu eğilim silahlı kuvvetleri sadece denetim dışına itmekle kalmamış sorumsuz konumu kuvvetlendirilmiş bu oranda da merkezileşme ve özerkleşme sürecini beslemiştir. (Bayramoğlu,,2004: 81)

12 Eylül 1980 askeri müdahalesi gelindiğinde ise, yasal sonuçlar itibariyle hem devletin işleyişini her yönüyle militerleşmesini hem askeri otoritenin etkileri hem askeri özerkliğin adeta mutlaklaşmasını ifade eden bir aşamadır. Bu dönem silahlı kuvvetlerin anayasa yapmanın yani kurucu iktidar olmanın ötesine geçip kurumlaştırıcı yani yasa koyucu iktidar haline dönüştüğü bir dönemdir. (Bayramoğlu, 2004: 82) Özgürlükler ve siyaset alanının daralması ve devletleştirilmesi bir yandan sivil otorite –askeri otorite ilişkilerine açık bir şekilde yansımış diğer yandan bu daralma ve devletleşme askeri vesait modeliyle pekiştirilmiştir. (Bayramoğlu,2004: 84-85) 1982 anayasası döneminde askeri otoritenin alanı genişlemiş ve özerkliği artmıştır. Sıkıyönetim uygulamaları bu durumu pekiştirmiş, MGK ile iç ve dış siyasete yön veren ve müdahale eden bir konum halini almıştır.

Ordunun hükümet darbesi ya da ihtilal yolu ile politikaya müdahalesi hiçbir zaman ani ve münferit bir olay şeklinde tecelli etmemiştir. Bu hareket genel olarak bir iç huzursuzluk devresini izler. Bu gibi zamanlarda sivil yetkililerin kendileri de silahlı

kuvvetlere bel bağlar hale gelir. (Dankwart,1970: 25)Daha geniş bir perspektif içinde mütalaa edildiğinde görülüyor ki askeri bir ihtilal sivil hükümet ile asker sınıfı arasında sosyal bünye kültür özellikleri ve siyasi amaç bakımından gittikçe artan bir ayrılığın neticesidir. Çok dikkate değer ki Türk tarihini incelemekte olduğumuz devresi zarfında ihtilaf askerlerden ziyade sivillerin siyasi tutumlarındaki değişiklik yüzünden meydana gelmiş ya da şiddetlenmiştir. Ve nihayet politikaya askerin müdahalesi sivillerin siyasi değişiklik yollarını tıkamakla büsbütün süratlenmiş olur.(Dankwart,1970: 27-28)

Askerlerin politikadaki icraatı ve sonra bu sahneden çekilmeleri büyük ölçüde sivil gruplarla kurdukları münasebetlere bağlıdır. 1908 ve 1919’da bu münasebetler başlangıçtan itibaren samimi bir esas üzerine kurulmuştu. İttihat Ve Terakki Cemiyeti sivil-asker ittifakından doğmuş bir hareketti. Kemalist hareketi de daha ziyade İttihat ve Terakkinin mirası olan Müdafai-i Hukuk Cemiyetlerinin geniş sivil tabakasından çıkmış ve askerde bunun zirvesini teşkil etmişti. 1960’ın Milli Birlik Komitesi ise bunun tersine tamamıyla askeri bir grup idi. Aydın sınıf arasında Menderes’e karşı yaygın bir hoşnutsuzluk ihtilal için ilk heyecan verici desteği teşkil etmişti. 1908 ve 1960 hükümet darbelerinin her ikisi de tek kurşunla askeri müdahale nazariyesi diyebileceğimiz yolda uygulanmıştı. Her ikisinde de askerler daimi olarak iktidar sandalyesine oturmak niyeti beslemeden sınırlı ve belirli siyasi amaçlar takibi suretiyle işe başlamışlardır. 1960 ihtilalcileri ise daha başlangıçtan itibaren yeni bir anayasa gereği üzerinde ısrarla durmuşlar ve ısrarla durmuşlar ve hukuk bilgilerinin böyle bir vesikayı masalarının gözünden derhal çıkarmamaları ya da bir ay içinde düzenleyememeleri hayretle karşılamışlardır. 1960 ve 1961’de Milli Birlik Komitesinde üye bulunan binbaşı ve yarbayların siyasi nitelikleri ile yüksek rütbeli subaylara emir vermeleri gibi anormal durumlar çok gerginlik yaratmıştır. 1923’ten 1960 kadar olduğu gibi askerlerin merkezi siyaset sahnesinde çekilmiş oldukları çağda dahi baştanbaşa politika sistemi içinde gizli bir askeri nüfus ve tesir hissedilmekteydi. (Dankwart,1970: 33-34)