• Sonuç bulunamadı

Çalışan annenin sıkıntılarının olması kadar, çalışan annesi olan çocukların durumları da sıkıntılıdır. Yaşamlarının geri getirilemeyecek çağlarının çok özel anlarını annelerinden uzakta yaşayan çocuklar, bu paylaşımlardan yoksun oldukları için psikolojik sorunlar yaşayabilmektedirler.

Çalışan annenin sıkıntı çeken evladı kadar, çalışan bir eşe sahip olan erkeklerin de yaşamlarının değiştiği ortadadır. Aslında “Üç çocuk” söylemi onları da ilgilendirmekte ancak, çocuğun dünyaya getirilmesini sağlayacak olan (istekli ya da gönülsüz-zoraki)

annedir. Bu yüzden bu çalışma kapsamında babalara söz verilmemiştir. Aslında onların da bu konudaki görüşleri yeni bir tez çalışmasının konusunu teşkil edebilecek düzeyde farklılık ve yeni açılımlar gösterebilecektir.

Burada bizim söz konusu ettiğimiz çalışan anneler, zamanlarının çoğunu çocuklarından ve evlerinden uzakta geçirmek zorunda kalanlardır. Yani yaptığı işten ötürü: evlerini, eşlerini ve çok daha önemlisi çocuklarını ihmal eden çalışan kadınlardır.

Bebeğin ilk üç yılındaki beklentisi karnının doyurulması, altının temizlenmesi ve belki de en önemlisi sevilme ve kabul görme gibi temel ihtiyaçlarının karşılanmasıdır.

Ayrılma anksiyetesi (korkusu); bebeğin kendisini koruyup kollayan, bakımını yapan kişinin, yani annenin yokluğunda, öz varlığının tehlikede olduğunu hissetmesidir (Paktuna Keskin, 2009:14). Öz varlığının tehlikede olduğunu düşünen bebek, F.A.’nın 11 aylık bebeği gibi saçlarını koparıp yemeye çalışarak sağlıksız olduğunu gösterir.

Yapılan bilimsel araştırmalar gösteriyor ki: yaşamının ilk üç yılında çocuk bakıma muhtaçtır ve bu bakım en iyi ancak annesi tarafından sağlanır. Bu üç yılı kapsayan zaman zarfında annenin yokluğu çocuk için yaşamın sonu olarak algılanır ve anksiyeteye neden olur.

Çocuğun anneden ayrılması halinde çocuğun hissettiği ayrılma anksiyetesi yaşamın ilk üç yılında ortaya çıkarken; annenin çocuğundan ayrılması halinde, annede ortaya çıktığı öne sürülen kaybetme anksiyetesinin, yaşam boyu sürdüğü öne sürülebilir (Paktuna Keskin, 2009:13). Bu durum seksen dört yaşındaki bir annenin, atmış yaşındaki kızını uğurlarken pencereden onu hala gözetiyor olmasıyla örneklendirilebilir.

Bebeklik ve ilk çocukluk devresinde sevgisiz, şefkatsiz geçen yıllar, çocuk üzerinde silinmez izler bırakmaktadır. Hayatının bu devrelerinde sevgiden mahrum kalma, hiçbir zaman yeniden kazanılmamaktadır. Yetişkin çağa geldiğinde, bu sevgi açlığı, çeşitli belirtilerle tekrar ortaya çıkmaktadır (Saygılı ve Çankırılı, 2006:30). Çocuğun bu dönemi mümkün olduğunca anne ile geçirmesi önerilmekte, anne yok ise onun kadar şefkat gösterecek başka bir yakını tarafından bakımı sağlanmalıdır.

Çocukla annenin ilk zamanlarını bir arada geçirmeleri bu kadar önemli olmasına karşın çoğu zaman da eldeki imkansızlıklardan ötürü bu birliktelik sağlanamamıştır.

Doç. Dr. Nuran Elmacı ile Yrd. Doç. Dr. Remzi Oto yaptıkları ortak çalışmalarında (Mart, 1996)Diyarbakır Sümerbank iplik fabrikasında vardiyalı olarak çalışan kadınları konu edinmişlerdir. Burada fabrika yöneticilerinin görüşlerine de yer verilmiştir.

“Zorunluluk bazı sağlıksız uygulamaları da neden olmaktadır. Birkaç işçimiz çocuklarını haftalık veya birkaç günlük sürelerle annelerine bırakmaktadırlar. Bir işçimiz çocuğunu Elazığ’daki eltisine, bir işçimiz ise İzmir’deki annesine yollamıştır.”

Görüşmecilerden mimar C.B.’nin çocuğu annesinin evde kaldığı dönemde “Anne, keşke benim okula gittiğim dönemde evde olsaydın. Eve geldiğimde kapıyı bana sen açsaydın.” Diye sitemini yıllar sonra dile getirmiştir. Yine görüşmecilerden A.K.’nin ablasının kızı, kendisine özenerek kendi annesinin de çalışmasını istemiştir. Kadın bir müddet çalıştıktan sonra küçük kız, artık evde sıcak yemek bulamadığı için isyan eder hale gelmiştir. Başta annesinin para kazanıyor olması çok cazip gelmiştir. İstedikleri de eksiksiz alınmıştır. Ancak bir süre sonra her istediğinin alınmasıyla elde ettiği mutluluğun yaşayamadığı anne sevgisini teselli etmeye yetmediğini görmüştür.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

ÇALIŞAN KADININ “ÜÇ ÇOCUK” SÖYLEM ALGISI

Sabiha Paktuna Keskin, “Anne İş’te” adlı çalışmasında çalışan annelerin deneyimlerine yer vermiştir. “Bulaşıkları kim yıkayıp, yemekleri kim pişirecek, kim çamaşır yıkayacaktı? Ben kaç parçaya bölünecektim?” diyen bir annenin feryadı bütün çalışan kadınların derdine tercüman olacak sözlerdi. Örnek vakadaki çalışan anne, çocuğunun belki de bütün ihtiyaçlarını karşılıyor fakat onunla bir göz teması kuracak vakti bulamıyordu. Buradaki beş yaşındaki çocuk, “Gözlerime bak da konuş anne!” diye isyanını dile getiriyordu.

“Refah devleti desteğinin eksikliği, iki beladan biriyle (ya da ikisiyle birlikte) sonuçlanır: Çok az çocuk ve/veya çok az işçi ve çok az aile geliri” (Esping-Andersen, 2011:228). Refah devletinin desteği olmaksızın kadın da çalışmak zorunda kalır. Çalışmaya ihtiyacı olan kadın için de doğum yapmak daima lüks bir istek olarak kalacaktır. Dünyaya getireceği çocuğun geleceğine dair endişeleri olan kadın, çocuk doğurmamayı tercih edecektir.

Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın yaptığı bir çalışmada ortaya çıkan bir gerçek şöyledir:

Burada çocuk sahibi olmanın literatürde pek bahsi geçmeyen önemli bir işlevi ortaya çıkmaktadır. O da, çocuğun eşler arasındaki bağı güçlendirici ve kadının kocasının gözünde statü ve değerini yükseltici işlevidir (Kağıtçıbaşı, 1982:86). Bu da Türk kadınımızın acı bir gerçeğidir. Dünyada başka yerlerde de rastlamak mümkündür bu anlayışa. Kocasının gözünde değerini artırmak için doğum yapmak, ya da kendine daha fazla değer verileceğini bilerek, dünyaya getireceği çocuğun erkek olmasını ısrarla tanrıdan dilemek bir kadın için onur kırıcı olsa gerek.