• Sonuç bulunamadı

Amerikan Misyonerlerinin Osmanlı Topraklarındak

3. ATATÜRK DÖNEMİ ÖNCESİ TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİ

3.1. Osmanlı İle Amerika’nın Mağrib’de İlk Tanışması

3.2.4. Amerikan Misyonerlerinin Osmanlı Topraklarındak

Misyon ve misyoner kelimeleri, Latince kökenli olup, Missio kelimesinden alınmıştır. İngilizce, Fransızca ve Almanca gibi bazı dillerde müşterek olarak mission, missionary-missionaire ve missionar şeklinde kullanılmaktadır. Misyonun sözlük anlamı ise, yetki, vekalet, bir kişiye bir iş için yerilen özel görev anlamına gelmektedir. Misyoner kelimesi ise, yetkili, görevli kimse, görevli rahip ve papaz anlamına gelmektedir (Açıkses, 2003, 2).

Fakat bu iki kelime (misyon, misyoner) bugün özel anlamıyla ve yaygın olarak, Hıristiyan kiliselerinin, Hıristiyan olmayan ülkelerde bu dini yaymak maksadıyla kurdukları teşkilatlara misyon, buralarda görev yapanlara ise misyoner denilmektedir (Açıkses, 2003, 3).

Hıristiyan Misyonerlerin ilkeleri olarak kabul edilen Havarilerden günümüze gelinceye kadar, Hıristiyan Misyonerliği'nin geçirmiş olduğu gelişmelerle, esas itibariyle İncil’i öğretmek, Hıristiyan olmayanları bu dine kazandırmak veya belirli bir mezhepten (Hıristiyan mezheplerinden) olmayanları kendi mezhebine kazandırmak şeklinde algılanmış ve eğitim, sağlık ve matbaa vb. kuruluşlar açılarak bunlar kanalıyla uygulanmaya çalışılmıştır. Bu sebeple, Hıristiyan Misyonerler sadece Hıristiyan olmayanların çevresinde değil, kendi mezhebinden olmayan Hıristiyanların da etrafında teşkilatlanmışlardır (Açıkses, 2003, 4).

Amerika'dan Anadolu'ya ilk gelenler kaptanlar ve tüccarlardır. Bunları da Protestan Misyonerler takip etmiştir. Osmanlı Devleti topraklarında, özellikle Anadolu'da etkili olan Protestan Misyonerlerin kaynağı, kısaca Amerikan Board olarak adlandırılan "American Board of Commissioners For Foreign Mission" misyoner teşkilatı olmuştur. Protestanlığı önce Amerika'da yayarak büyük bir başarı elde eden misyonerler, daha sonra bu inancı dünyaya yaymak için Amerikan Board'ı kurmullardır. Bu dış ülkelere yönelik misyoner teşkilatı, yeterli alt yapı ve paranın sağlanmasından sonra 1810 yılında Amerika'nın Boston kentinde kurulmuştur. Bu kuruluş 1819 yılında Türkiye'yi de programına alarak, misyonerlerini buraya göndermeye başlamıştır (Polat, 1990, 629).

Türkiye'ye gelen Amerikalı Misyonerlerin çoğunluğunun mensubu bulunduğu, daha çok Protestan dindarların bağışlarıyla organize edilen Amerikan Board'ın tüzüğüne göre, misyonerlerin amaçları: "Dinsizler arasında Hıristiyanlığı yaymaktı” (Kocabaşoğlu, 1989, 17).

Amerikalı Misyonerler önce Müslümanları Hıristiyanlaştırmayı düşünmüşlerdir. Fakat bunun devletin kanunları ve dinin kuralları gereği pek mümkün olmayacağını anlamışlardır. Ayrıca Türkleri karşılarına almamak için de buna pek cesaret edememişlerdir (Açıkses, 2003, 36). Belki de onları temkinli davranmaya sevk eden, bu ilk çalışma metotları olmuştur. Bu sebeple, önce laik din eğitimini, kitapları kullanma şeklini, tıbbî ve diğer faydalı bilgileri vererek yerlerini sağlama aldıktan sonra bunları bir tarafa bırakıp dinî propagandaya (yasak operasyona) başlamışlardır (Açıkses, 2003, 39).

Amerikan misyonerleri Osmanlı topraklarına ilk olarak 15 Ocak 1820 tarihinde ayak basmışlardır. Pliny Fısk ve Levi Parsons adlı bu ilk misyonerlerin görevleri Kudüs'ten başlayarak tüm dinsizleri, Müslümanları, Musevileri ve de sözde Hıristiyanları (bu kavrama Protestanların dışındaki tüm Hıristiyanlar girmektedir) doğru yola davet etmek şeklinde ise de asıl amaçları, bu konuda bakir bir alan olan Orta Doğu'nun kültürel sondajını yapmaktı (Kocabaşoğlu, 1989, 22; Harp Akademileri Komutanlığı, 1994, 9).

1830 yılı Mayısında Türk-Amerikan ilişkilerinin resmen başlaması ve bir yıl sonra da İstanbul'daki ABD diplomatik temsilciliğinin faaliyete geçmesi ile misyoner faaliyetleri de artmıştır. Malta'daki matbaa, uzun tartışmalardan sonra İzmir'e taşınmış, matbaanın İzmir'e taşınmasından kısa bir süre önce de ilk Amerikan Misyoner okulu Beyrut'ta açılmıştır. Daha sonra,1831 yılında Goodel adlı misyoner tarafından İstanbul'da Rumlar için dört okul açılmış, yaklaşık bir yıl içinde bu okulların sayısı 30'a çıkmıştır. İşin ilginç yanı, Misyoner Goodel, Aziz Bey adındaki bir Osmanlı memurunun gözetiminde, Osmanlı er ve erbaşlarına okuma-yazma öğretecek bu tip bir okul kurma girişiminde bile bulunmuştu (Harp Akademileri Komutanlığı, 1994, 10). Bu çerçevede Beyrut ve İstanbul’dan sonra 1835’te Trabzon, 1839’da Erzurum, 1849’da Antep’te, 1855’te Maraş, Adana, Halep, Tarsus, Antakya, Kilis ve 1850’de Selanik misyonları kurulmuştur (Erhan, 2001, 190).

Misyonerlerin Osmanlı İmparatorluğunun nüfuz alanına girmeleri, Amerikanın bölgede kendisine bir hayat alanı yaratmaya yönelişinin bir sonucudur. Misyoner olgusunun Amerikanın bu yönelişine en büyük katkısı tanıma ve tanıtma konusunda olmuştur. Tanımak, nüfuz edebilmek için, tanıtmak ise öncelikle bu nüfuz edişi haklı kılmak için bir zorunluluktu (Harp Akademileri Komutanlığı, 1994, 10).

Misyonerlere karşı ilk büyük tepki Lübnan’da ortaya çıkmıştı. Bölgede yaşayan Marunilerin dini lideri Patrik, 1841 baharında Suriye Valisi Zekeriya Paşa’ya müracaat edip, Amerikalı misyonerlerin yerel halkın aklını karıştırmak suretiyle dinlerini ve inançlarını değiştirdiklerini bildirerek, bölgeden çıkartılmalarını istemiştir. Bölgede Dürzilerle Maruniler arasında uzun yıllardır devam eden gerginlik Amerikalı misyonerlerin gelmesinden sonra tırmanmaya başlamıştır. Çünkü, Dürzilerle çok yakın ilişkiler içine giren misyonerler, onları Marunilere karşı kalkan olarak kullanmışlardır. Ortaya çıkan bu gerginlik kısa bir süre içinde çatışmaya dönüşmüş, 1841 sonbaharında Dürzi ve Maruniler arasında yaşanan kanlı olaylarda çok sayıda insan ölmüş, köyler ve kasabalar yakılmıştır. Aralarında Amerikalı misyonerlerin kilise ve okullarının da bulunduğu bir çok dini bina tahrip

edilmiş ve misyonerler bu ortamda Lübnan’ı terk ederek Beyrut’a sığınmışlardır (Erhan, 2001, 194).

Islahat Fermanı’nın ilan edilmesinden sonra, misyonerler faaliyetlerinde daha serbest hareket etmeye başlamışlardır. Böylece Osmanlı topraklarındaki misyon merkezlerinin sayıları artmış, misyonerler bu rahat ortamda, daha önce denedikleri ama çeşitli nedenlerle vazgeçtikleri, Müslümanların Hıristiyanlaştırılması işine tekrar ağırlık vermişlerdir. Ayrı bir Protestan milletinin kurulmasına izin verilmesi ve İngiltere, Prusya ve ABD elçiliklerinin girişimiyle Sultan’ın, Müslümanların din değiştirmesine karışmayacağını açıklamasından sonra, Amerikalı misyonerler Anadolu’daki Müslüman halkın Protestanlaştırılması için daha da cesaretlenmişlerdir (Erhan, 2001, 199).

Önde gelen misyonerlerden Tillman C. Trowbridge 1858’de Anadolu’ya yaptığı bir geziden sonra kaleme aldığı “Ermenistan’da Bir Geziden Notlar” başlığını taşıyan raporunda özetle şu bilgilere yer vermekteydi: “Türklerin gerek insan olarak kendileri, gerekse tüm toplumsal kurumları ilkeldir. Bunun bir nedeni ırksal, bir nedeni de dînîdir. Türkler Hıristiyanlaştırılmadıkça kurtuluş yoktur.” (Kocabaşoğlu, 1989, 74)

Bu görüşten yola çıkan Amerikalı misyonerler Müslüman halka yönelik çabalarına ağırlık vermişlerdir. 1858’de Doğu Anadolu’da ilk kez Türk ve Kürtlere yönelik dini toplantılar düzenlenmiş, 1859’da Sivas, Diyarbakır ve Kayseri valilerinin din değiştirenlerin cezalandırılmayacağını resmen açıklamaları bu bölgedeki Hıristiyanlaştırma olaylarının sayısını artırmıştır (Erhan, 2001, 200).

Görünürdeki amacı dinsel, ana amacı ise ekonomik, siyasal, kültürel özellikler ortaya koyan misyoner faaliyet, matbaa, hastane, okul gibi modern kurumlar ekseninde yürütülmüştür. Okul, misyoner faaliyetin bir vitrini olmuştur. 19. Yüzyılın sonuna gelindiğinde, Osmanlı İmparatorluğunda ilkokuldan yüksek okula kadar oldukça gelişmiş bir Amerikan eğitim olgusu meydana gelmiştir. 1900 yılında, yalnızca Anadolu'da (İstanbul dahil) 400'ü aşkın okulda, 17500 dolaylarında öğrencinin okuyor olması küçümsenemez. Bu sayı tüm İmparatorlukta eğitim gören yabancıların üçte biridir. Yine tüm

İmparatorlukta 1913-1914 yıllarında yüksek okul ve liselerin sayısı 69, buralarda okuyan öğrenci sayısı ise 6800 dolaylarındadır. Bu niceliksel yönün yanında, Amerikan okullarının niteliksel yönünden de bir takım özellikleri vardır. Bu okullar tüm dinsel kılıflarına rağmen pozitif ve liberal bir eğitim veriyorlar, yabancı dil bilgisinin yanısıra, yörenin sosyo-ekonomik özelliklerine ve yerli halkın beklentilerine uygun olarak, ihtiyaca yönelik bir müfredat uyguluyorlardı. Örneğin; İstanbul ve İzmir'de dil, kültür ve ticaret derslerine daha fazla ağırlık veriliyor, buna karşılık Anadolu'daki bir şehirde iş eğitimi ön plana çıkıyordu. Ayrıca, kız çocukların eğitimine de büyük katkılarda bulunmuşlardır. Kurtuluş Savaşı'nın başlangıç yıllarında Amerikan mandasına talip olan bir grup insanın bu değerlendirmesinde hiç kuşkusuz Amerikan okullarının rolü ve payı büyük olmuştur (Harp Akademileri Komutanlığı, 1994, 11).

3.3. Birinci Dünya Savaşı ve Ulusal Mücadele Dönemi Arasında İlişkiler (1914 -1920)

Amerika'da 1912 seçimlerinde, yani Balkan Savaşları'nın başladığı bir sırada, Woodrow Wilson Başkan seçilmiş bulunuyordu. Kendisi aynı zamanda bir tarih hocasıydı. Bundan dolayı olsa gerek, Wilson Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılacağına kesin gözüyle bakmaktaydı (Armaoğlu, 1997, 632).

Osmanlı Devleti de Almanya'nın yanında savaşa katılmış olmasına rağmen, Amerika ile ilişkilerinde çok dikkatli davranmaya özen göstermiştir. Ancak Amerika 2 Nisan 1917'de Almanya'ya savaş ilân edince, Almanya da Osmanlı Devleti'nin Amerika'ya savaş ilân etmesi için baskı yapmaya başlamıştır (Armaoğlu, 1997, 632). Osmanlı İmparatorluğu, o savaşta Almanya'nın müttefikiydi ve müttefikine karşı savaşa başlayan bu devletle normal ilişkilerini sürdürememiştir (Şimşir, 1977, 277). Bu baskılar üzerine Osmanlı Devleti, Amerika'ya savaş ilân etmeyip sadece, 20 Nisan 1917’de, Amerika ile diplomatik ilişkilerini kesmiştir (Armaoğlu, 1997, 632; Armaoğlu, 1991, 19; Kurat, 1959, 40; Tuğlacı, 1987, 353). İki Devlet arasında savaş hali doğmamış, yalnız ilişkiler kesilmiştir. Bundan sonra Türkiye'deki Amerikan

haklarını artık İsveç gözetecek, Amerika'daki Türk haklarını koruma görevi ise İspanya tarafından yürütülecekti (Şimşir, 1977, 277). Osmanlı Hariciye Nazırı, diplomatik ilişkilerin kesildiğini Amerikan elçisine bildirirken, esasında ilişkilerde herhangi bir değişiklik olmayacağını ve Türkiye'deki Amerikan okulları ve diğer kuruluşların eskisi gibi faaliyetlerine devam edeceği hususunda güvence vermiştir (Armaoğlu, 1997, 632).

ABD’nin I. Dünya Savaşına girmesi ve Fransa’ya büyük bir asker çıkarması Osmanlı Devleti’ni birinci derecede etkilemişti. Zira Amerika’nın Fransa’ya çıkması üzerine İngiltere burada tuttuğu kuvvetlerini Ortadoğu’ya çekmiş ve Irak’la Filistin cephelerinde Türk kuvvetlerinin karşısında sayısal bir denge sağlanmıştı (Sözüöz, 1992, 17).

Amerika savaşa katıldıktan sonra, Wilson da, barış konusundaki fikirlerini oluşturmaya ve bu çerçevede de Osmanlı İmparatorluğu konusunu ele almaya başlamıştır. Bu konuda vardığı ilk sonuç, Boğazlar'ın Osmanlı Devleti'nin elinden alınması ve İmparatorluk sınırları içindeki Türk'ten başka diğer unsurlara "özerklik" verilmesi olmuştur. Bilindiği gibi barışın diğer tüm sorunlarının çözümü hakkındaki fikirlerini de Başkan Wilson, 1918 Ocak ayında yayınladığı meşhur 14 Nokta'sında açıklamıştır. Yine bilindiği gibi bu 14 Nokta'nın 12 ncisi Osmanlı İmparatorluğuna ait bulunuyordu. Bu maddede üç unsur bulunmaktaydı: Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olan kısımlarının egemenliği, azınlıklara özerklik verilmesi ve Çanakkale Boğazı'nın, devamlı olarak, bütün devletlerin gemilerine açık olması (Armaoğlu, 1997, 632).

Wilson’un 1918 beyannamesi ile birlikte iki devlet arasında Anadolu’da Türklerin hakim olduğu bölgenin yine Türklerin egemenliğinde kalacağını ön görmesinden ötürü küçük bir yakınlaşma oldu. Fakat Osmanlı Devletini ilgilendiren 12. Maddenin Amerikalılar ve Batılılar tarafından farklı bakış açıları ile yeniden yorumlanmasından sonra, Anadolu topraklarının parçalanarak bağımsız Ermenistan kurulması, kıyı bölgelerin Yunanistan’a devredilmesi gibi önemli durumlar ortaya çıkmıştır. İstanbul’un 13 Kasım 1918’de İtilaf Devletleri tarafından işgaline Amerika’nın da katılması Wilson’un Osmanlı Devleti’ne karşı izlediği tutumun daha gerçekçi olarak anlaşılmasını sağlamıştır. Amerika 1919 Ocak ayında açılan Paris Barış

Konferansı’na, Osmanlı devleti açısından böyle bir politika ile girmiştir (Armaoğlu, 1997, 633).

1917'de kesilen Türk-Amerikan ilişkilerinin yeniden kurulması ve normale dönüşmesi 1927 sonunu bulmuştur. Oysa Türkiye, yıllar yılı kıyasıya savaştığı ülkelerle daha önce normal ilişkiler kurabilmişti. Birbirleriyle hiç savaşmamış Türkiye ile Amerika arasında normal diplomatik ilişkilerin kurulmasının bu kadar gecikmesi ilginç bir konudur (Şimşir, 1977, 277-278).