• Sonuç bulunamadı

Genel perspektif olarak Türkiye’ye ilişkin yayımlanan 13 adet AB Komisyonu İlerleme Raporu’na bakıldığında; vurgulanan tek nokta ilerlemenin sınırlı düzeyde kalmasıyla ilişkili olup; tam üyeliği ertelemek için koz olarak kullanılmaktadır. Ancak AB ve Türkiye arasında ilişkilerin tam üyelikle sonuçlanabilmesi için ilerlemenin gerçekleşmesi yanı sıra ön koşul olarak AB’nin lokomotifi olan Fransa ve Almanya başta olmak üzere kimi AB üyesi ülkelerin Türkiye’ye yönelik dışlayıcı tutumlarının değişmesi gerekmektedir. Çünkü Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’in ve Almanya başbakanı Merkel’in liderliğinde bir kısım Avrupalı liderlerin her fırsatta Türkiye’nin üyeliğine karşı olduklarını açıklamaları ve “imtiyazlı ortaklık “ gibi hangi alanlarda nasıl bir birliktelik öngördüğü teklif sahiplerince netleştirilmemiş alternatifler geliştirmeleri Türkiye’nin AB sürecinde motivasyonunu kaybetmesine neden olmaktadır.9 Kasım 2010’da yayımlanan AB Komisyonu aday ülkelerle ilgili yıllık İlerleme raporunun yayımlanan kamuoyunda ses getirmesi bunun en bariz örneğidir.

239 Ayrıntılı bilgi için bkz: (internet), Council of Europe, http://www.conventions.coe.int/Treaty/

Commun/ChercheSig.asp?NT=1488CM=8&DF=26/03/06&CL=ENG.

Avrupa Birliği Jean Monnet ve Robert Schuman’ın “çeşitlilik içinde birlik” anlayışına uygun düşecek biçimde davranmak için kimlik/kültür olarak kucaklayıcı bir çehreye bürünmesi gerekmektedir.

Avrupa Birliğinden tam üyeliğin gerçekleşmesi kapsamında beklentilerinden ilki Türkiye’nin azınlıkları tanıma konusundaki tutumunu eleştirmekten vazgeçmesidir.240 1990 sonrasından,Türkiye ‘nin AB’ye üyelik sürecinin hızlandığı dönemden, günümüze kadar Avrupa ülkelerin 1923 yılından bu yana sorun olmaktan çıkmış azınlıkları tanıma konusunu Türkiye’nin önüne sürekli çıkarılmaktadır.Ancak Türkiye Lozan Antlaşması’na göre gayrımüslimlik ölçütüne göre belirlenen azınlık anlayışı çerçevesinde Ermeniler,Rumlar ve Yahudileri azınlık statüsünde saymış, bunların dışında kalan etnik,dini ve dilsel kültürler,Türk ve devletin asli unsuru olarak kabul edilmişlerdir. Bunların dışında ülkesinde azınlıklar olup olmadığına karar verecek olan Türkiye’dir.

Uluslar arası hukukta azınlık hakları ve azınlıkların korunması konusunda ortak bir görüş birliğine varılamamasının da etkisiyle, Birlik henüz kendi içerisinde bu konuda ortak bir politika belirleyememektedir. 1990 yılındaki AGİT toplantısı sonucunda hazırlanan Kopenhang Belgesi’ne göre

“azınlıklar konusunda her ülkenin durumuna ve anayasal sistemlerine göre farklı yaklaşımları bulunabileceği” ve 1991 yılında onaylanan Cenevre Uzmanlar Raporu’na göre “her etnik, kültürel, dilsel veya dinsel farkın azınlık yaratmayacağı” belirtilmiştir. Avrupa Birliği’nin en etkili ülkelerinden birisi olan Fransa ülkesinde azınlık bulunduğunu, BM nezdindeki Fransız temsilcisinin 1976’da İnsan hakları bölümü Başkanlığı’na yazdığı bir mektupta ve 5 Mart 1991 tarihinde BM Ekonomik ve Sosyal Konseyi( ECOSOC) çerçevesinde yayımlanan E/CN.4.1991 rumuzlu belge’de “Fransız halkının, etnik özelliklere dayanan hiçbir ayrımı kabul etmeyeceğini” belirttiği üzere kabul etmemektedir. Bu anlayış çerçevesinde Fransa Anayasa Mahkemesi “ Fransa hükümeti Fransa halkının bileşeni Korsika halkının oluşturduğu

240 Ayrıntılı bilgi için bkz: (internet), Council of Europe, http://www.conventions.coe.int/Treaty/

Commun/ChercheSig.asp?NT=1488CM=8&DF=26/03/06&CL=ENG.

yaşayan kültürel ve tarihsel topluluğun,kültürel kimliğini korumasına ve özgül ekonomik ve sosyal çıkarlarının müdafaasına ilişkin hakların güvence altına alınır” şeklindeki Korsika’nın statüsü ile ilgili yasayı Korsika’nın ayrı bir birim olarak kabulü sonucunu doğuracağı gerekçesiyle iptal etmiştir.Ülkenin üniter bir devlet olmasından hareketle, kültürel ve etnik farklılıkların tanınmasına hoşgörü göstermektedir.

Avrupa Birliği’nin diğer lokomotif ülkesi olan Almanya 1995 tarihli Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkları Koruma Çerçeve Antlaşması’nı 1998 yılında imzalarken “ Çerçeve antlaşmanın ulusal azınlık kavramına ilişkin bir tanım içermemektedir.O nedenle antlaşmanın kabulünden sonra kimlere uygulanacağını belirlemek, anlaşmaya taraf olan devletlere ait bir haktır.”

Kaydını düşerek, ülkesinde bulunan azınlıkları belirleme yetkisinin kendisine ait olduğunu belirtmiş ve bu kapsamda Alman vatandaşı olan Danimarkalılar ile Sorb halkını ulusal azınlık kabul ettiğini vurgulamıştır ki, azınlık haklarının sadece Alman yurttaşı olan ve bölgelerinde çok uzun süredir yaşayan insanlara tanınabileceğini savunmaktadır.

Üye devletlerin yaklaşımları ve uygulamalarından da görüldüğü gibi, her üye devlet kendi içinde bulunduğu şartları dikkate alarak en uygun politikayı uygulamaktadır.Bu da birlik içinde üye sayısı kadar farklı uygulamaya sebep olmaktadır. 241 İç politika ile dış politikanın birbiriyle tutarlı olmadığı,adeta çifte standart uygulayan AB,azınlıkların korunması konusunda, kendi içerisinde hiçbir zaman ulaşamadığı standartları aday ülkelerden ve üçüncü ülkelerden talep etmemelidir.

İkinci olarak Avrupa Birliği “kültürel haklar” bağlamında her etnik grubun anadilinde yayın ve eğitim hakkının tanınmasını talep etmektedir.Ancak bu husus, ülkede yeni azınlıkların yaratılmasına zemin hazırlamaktadır.Kimi zaman “azınlık hakları” kimi zaman da “bireysel haklar”

adı altında sunulan “Kürtçe televizyon yayını” ve “Kürtçe eğitim hakkı” istek dayatmalarında bu konuda gelinen noktayı göz ardı etmemeleridir.242Nitekim

241 DALYANCI, a.g.e., s:108,109.

242 GÜLER, a.g.e., s:53,54.

03 Ekim 2001 tarihinde Meclis’te kabul edilerek,17 Ekim 2001 tarihinde yürürlüğe giren “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun” kapsamında;Anayasanın “Düşünceyi açıklama ve Yayma Hürriyeti “ başlıklı 26’ıncı maddesinde değişiklik yapılarak, “düşüncenin açıklanmasında ve yayılmasında kanunla yasaklanmış herhangi bir dil kullanılamaz” ibaresi metinden çıkarılmıştır.Ayrıca, Anayasanın “Basın Hürriyeti” başlıklı 28’inci maddesi de değiştirilerek, “kanunla yasaklanmış herhangi bir dilde yayın yapılamaz”

ibaresi, madde metninden çıkarılmış ve böylece farklı dil,lehçe ve ağızlarda yayın yapılabilmesine imkan tanınmıştır.243

Öte yandan, 2002 ve 2003 yıllarında 3984 sayılı Kanun’da yapılan bir dizi değişiklikle, Kürtçe dahil Türkçe dışındaki bazı dillerde yayın yapma yasağına son verilmiştir.244 “Cumhuriyet’in Anayasa’da belirtilen temel niteliklerine, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne” aykırı olmamak suretiyle, “kamu ve özel radyo ve televizyon kuruluşlarınca Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerde de” yayın yapılmasının önü açılmıştır. AB ile uyum sürecinin günü kurtarmaya yönelik yama usulü reform yapma uygulamasının tipik bir örneğiyle, 4. maddede yer alan anadilde yayın yasağı kaldırılmadan anadilde yayın hakkı tanınmış, aynı yasada birbirleriyle çelişen hükümlerin yer almasına yol açılmıştır. 26 Mart 2002 tarihli 4748 sayılı yasa gereği; Basın Kanunu’nun 16’ıncı maddesinin 5’inci fıkrasındaki “kanunla yasaklanmış herhangi bir dilde yayın yapılmasına “ilişkin hüküm kaldırılmıştır.

03 Ağustos 2002 tarihli 4771 sayılı yasa kapsamında ise; Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi Kanununda yapılan değişiklikle Türk vatandaşlarınca geleneksel olarak kullanılan farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesindeki sınırlamalar kaldırılmış, Radyo Televizyon Kurumları Kuruluş ve Yayın

243 TEZCAN, “Helsinki’den 3 Ekim’e…”, s:18; AKDOĞAN, a.g.e , s:78.

244 Bu yayının sadece TRT’de yapılmasına izin verilmiştir.

Kanunu’nda yapılan değişiklikle de, bu dillerde ve lehçelerde yayın yapılmasına imkan tanınmıştır.245

15 Temmuz 2003 tarihli 4298 sayılı yasa gereği; Radyo ve Televizyon Kurumları Kuruluş ve Yayın Kanunu’nda yeniden değişikliğe giderek, bu çerçevede Türk vatandaşlarınca günlük yaşamda geleneksel olarak kullanılan farklı dil ve lehçelerde yayın yapılması imkanının hem kamu hem de özel radyo ve televizyon kuruluşları vasıtasıyla sağlanması yasal güvenceye kavuşturulmuştur. Ayrıca Nüfus kanununda değişikliğe gidilerek çocuklara bazı isimlerin konulamayacağına ilişkin yasak kaldırılmıştır.246

Ayrıca, 2002 ve 2003 tarihli reformlarla yapılan yasal değişiklikleri yürürlüğe koymak üzere hazırlanan 25 Ocak 2004 tarihli yönetmelik, yasada öngörülmeyen sınırlamalar getirmiştir. Öncelikle, yönetmelik, yasada tanınan anadilde yayın yapma hakkının kapsamını Kürtçenin Zazaca ve Kırmançi lehçeleri ile Boşnakça, Arapça ve Çerkezce olmak üzere devletin belirlediği beş dille sınırlamıştır. Hangi esaslara dayanılarak belirlendiği belirtilmeyen bu dil ve lehçelere tanınan anadilde yayın hakkının, Lazca gibi diğer dillere de tanınmamış olması, herhangi bir meşru gerekçeye dayanmayan keyfi ve ayrımcı bir uygulamadır. Yönetmelik, yayın yapma hakkını radyoda günde 60 dakikayı aşmamak üzere haftada toplam beş saat, televizyonda ise günde 45 dakikayı aşmamak üzere haftada toplam dört saatle sınırlamıştır. Bu yayınlar, sadece yetişkinler için haber, müzik ve geleneksel kültürün tanıtımına yönelik olabilir. Buna karşılık, bu dil ve lehçelerin öğretilmesine yönelik yayın yapılamaz. Yönetmelik ayrıca, içerik ve süre açısından birebir olmak kaydıyla radyolarda yayının peşi sıra, televizyonlarda ise yayın sırasında alt yazıyla Türkçe tercüme zorunluluğu getirmektedir.

30 Temmuz 2003 tarihli 4963 sayılı yasa gereği; Yabancı Dil Eğitimi ve öğretimi ile Türk vatandaşlarının Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkında Kanun’da değişikliğe gidilmiş ve bu çerçevede Türk vatandaşlarının farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesine yönelik ayrı bir bina

245 TEZCAN, “Helsinki’den 3 Ekim’e…”, s:18; AKDOĞAN, a.g.e, s:79.

246 TEZCAN, “Helsinki’den 3 Ekim’e…, s:18; AKDOĞAN, a.g.e, s:79.

tahsis edilmeksizin, mevcut kurslarda öğrenimine imkan tanınmıştır.2004 yılında ulusal televizyon kanalı TRT’de Kürtçe dahil yerel dil ve lehçelerde yayın yapılmış, radyolarda Kürtçe yayına izin verilmiştir.247

2954 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon (TRT) Kanunu’nun 21.

maddesinde Haziran 2008’de yapılan bir değişiklik, TRT’de Türkçe dışında farklı dil ve lehçelerde de yayın yapılabilmesinin önünü açmıştır. Bu değişikliğe binaen 24 saat Kürtçe yayın yapmak üzere kurulmuş olan TRT 6 (Şeş), 1 Ocak 2009’da yayın hayatına başlamıştır. Ancak, TRT yasasında yapılan değişikliğin TRT bürokrasisine takdir yetkisi tanımış olması, ileride TRT yönetiminde gerçekleşecek bir değişikliğin TRT 6’nın (Şeş) sürekliliğini tehlikeye atabileceği yönünde Kürt kamuoyunda endişeler yaratmıştır.248

Anayasa ya da yasalar çerçevesinde de olsa en ufak bir sınırlamayı kaldıramayan ve bu sebeple AB raporlarında yeterli görülmeyen düzenlemeler ile birliğin bu konudaki mevcut uygulamaları birbiriyle çelişmektedir.

Üçüncü olarak dini kurumların hukuki varlıklarının tanınmasını istemektedir. 249 Ancak,dini eğitim veren Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması,Fener Rum patriğine Vatikan benzeri bir yapılanma içerisine girerek bütün dünyada görev yapacak din adamlarını bir merkezde, kendi kontrolünde yetiştirmek adına ekümenik vasfını elde etmesi mümkün değildir.

Çünkü Lozan Antlaşması’nın azınlıklara imtiyaz değil, Müslüman halkla eşit muamele görme hakkı tanımıştır ve Anayasanın ikinci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir devlet olarak nitelenmesi ve bunun gereği olarak dini öğretim yapan özel okul açmanın yasak olmasından kaynaklanmaktadır. Yine anayasanın 24’inci maddesinde “din ve ahlak eğitim öğretimi devletin gözetim ve denetimi altında yapılır” ibaresiyle 130’uncu maddesindeki “kanunda gösterilen usul ve esaslara göre kazanç amacına yönelik olmak şartı ile vakıflar tarafından devletin gözetim ve denetimine tabi yüksek öğretim

247 Kürtçe Kanala Vize, Akşam Gazetesi, 30 Mayıs 2008, s:11; “TRT’de Kürtçe Kanala Kürt Kökenli Yönetici, Sabah Gazetesi, 03 Haziran 2008, s:17.

248 CANATAN, “Avrupa Ülkelerinin Azınlık Politikalarında…”, s:166.

249 KURUBAŞ, Avrupa Birliği’nin Azınlıklara…s.233

kurumları kurulabilir” hükmüne rağmen, Patrikhane’nin bir vakıf hüviyetinden olmamasından dolayı ona bağlı bir özel yüksek öğretim kurumunun açılması mümkün değildir. Bunun yanı sıra Türk milli eğitiminin genel amaç ve temel ilkelerinin 1973 yılında kabul edilen Milli Eğitim Temel Kanunu ve 1981 yılında çıkarılan Yüksek Öğretim Kanunu ile belirlenmiş olması ve hangi derece ve türde olursa olsun okul programının bu genel amaç ve temel ilkelere uygun olarak geliştirilmesinin zorunlu olması,Ruhban Okulunun Patrikhane veya onun himayesindeki bir vakıf marifetiyle, dini kıyafetli ve Türk Milli eğitimi ve mevzuatından özerk bir şekilde, yüksek öğretim kurumu olarak yeniden açılması mümkün değildir ve AB bu ısrarlı tutumunu bırakmalıdır.

AB, Türkiye’deki azınlık unsurlarının en büyük probleminin mal edinimi konusunda olduğunu vurgulamaktadır.250 Azınlık vakıflarının mal edinimi konusu Osmanlı devleti’nden bu yana süregelen bir sorun olmuştur. Osmanlı vatandaşı olan Rum,Ermeni,Yahudi ve diğer gayrımüslimler tarafından Osmanlı döneminde kurulan, özellikle kiliselerin yaşaması ve tamirinin sağlanması için faaliyet gösteren ve padişah fermanıyla kurulan Vakıflara 1912 tarihli “Eşhası Hükmiye’nin Emvali Gayrimenkuleye Tasarruflarına Mahsus Kanunu Muvakkat” ile gayrimenkul edinme hakkı verilmiştir. Lozan Antlaşması’nın 42/3 Maddesi’ne göre Türk Hükümeti, azınlıkların Türkiye’deki vakıflarına, din ve hayır isleri kurumlarına her türlü kolaylığı ve izni sağlamaktaydı.Bu madde gereğince, 5 Haziran 1935 tarihinde kabul edilen 2762 sayılı Vakıflar Kanunu ile azınlık vakıflarına tüzel kişilik tanınmış ve bu kanunun 44. Maddesi ile vakıflara envanterlerindeki malların bildirilmesi zorunluluğu getirilmekteydi. 1974 yılında, Yargıtay’ın aldığı bir kararla, vakıfların yeni mal edinemeyeceği hükme bağlanarak beyanname verilen 1936 yılından itibaren vefat eden gayrimüslimlerce bağlı oldukları vakıflara bağışlanan malların geri alınmasına karar verildi(Evren, 2005:104) ve bunun neticesinde azınlık vakıflarının 1936 yılından sonra edindiği mallar bedelsiz

250 Yalçın AKDOĞAN, Kırk Yıllık Düş: Avrupa Birliği’nin Siyasal Geleceği ve Türkiye, Alfa Yayınları, İstanbul, 2004, s:70,78.

olarak eski sahiplerine, onlar ölmüşse mirasçılarına, mirasçıları da yoksa hazineye teslim edildi.

AB üyelik sürecinde kabul edilen Uyum Yasaları kapsamında; 2002 yılında kabul edilen 4771 sayılı yasa ile azınlık vakıflarının vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın dini, hayri, sosyal, eğitsel, sıhhi ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere Bakanlar Kurulu kararıyla taşınmaz mal edinebilecekleri ve bunlar üzerinde tasarrufta bulunabilecekleri düzenlenmiştir. Ancak, 4771 sayılı yasa, azınlıkların mal edinimini Bakanlar Kurulu kararına bağlaması dolayısıyla eleştirilmiş ve yerine 2003 yılında 4778 sayılı yasa kabul edilmiştir. 4778 sayılı yasa, azınlık vakıflarının mal edinmesi için Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün iznini yeterli kılmıştır.

2008 tarihli ve 5737 sayılı yeni yasa kapsamında ise;

- Gayrimüslim cemaat vakıflarının mensuplarının, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olması kabul edilmiş,251

- Yeni vakıfların, vakıf senetlerinde yazılı amaçlarını gerçekleştirmek üzere Genel Müdürlüğe beyanda bulunmak şartıyla şube ve temsilcilik açabilmelerinin önü açılmış,252

- Yabancıların, Türkiye’de, hukukî ve fiilî mütekabiliyet esasına göre yeni vakıf kurabilmelerine izin verilmiş,253

- Vakıfların izin almaksızın mal edinebilmelerine ve malları üzerinde her türlü tasarrufta bulunabilmelerine imkan tanınmış,254

- Vakıfların vakıf senetlerinde yer almak kaydıyla, amaç veya faaliyetleri doğrultusunda, uluslararası faaliyet ve işbirliğinde bulunabilmeleri, yurt dışında şube ve temsilcilik açabilmeleri, üst kuruluşlar kurabilmeleri ve yurt dışında kurulmuş kuruluşlara üye olabilmelerine izin verilmiş,255

251 5737 sayılı Vakıflar Yasası, Madde 2,3.

252 5737 sayılı Vakıflar Yasası, Madde 5.

253 5737 sayılı Vakıflar Yasası, Madde 5/2.

254 5737 sayılı Vakıflar Yasası, Madde 12.

255 5737 sayılı Vakıflar Yasası, Madde 25.

- Vakıfların; yurt içi ve yurt dışındaki kişi, kurum ve kuruluşlardan ayni ve nakdi bağış ve yardım alabilmeleri, yurt içi ve yurt dışındaki benzer amaçlı vakıf ve derneklere ayni ve nakdi bağış ve yardımda bulunabilmeleri hükme bağlanmış,256

- Vakıfların vakfa gelir temin etmek amacıyla, Genel Müdürlüğe bilgi vermek şartıyla iktisadî işletme ve şirket kurabilmeleri ve kurulmuş şirketlere ortak olabilmeleri mümkün kılınmış,257

- Cemaat vakıflarının; 1936 Beyannamelerinde kayıtlı olup, halen tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda

kayıtlı olan taşınmazları ile 1936 Beyannamesinden sonra cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı halde, mal edinememe gerekçesiyle halen; Hazine veya Genel Müdürlük ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlarının Kanun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren (18) ay içinde müracaat edilmesi halinde, cemaat vakıfları adına tescillerinin yapılacağı hükme bağlanmıştır. Görüldüğü üzere, gerek AB üyelik süreci kapsamında çıkarılan yasalar, gerekse 2008 yılında onaylanan yasa, içerdiği hükümler itibariyle Lozan Antlaşması’na, ulusal çıkarlara ve ülke birlik ve bütünlüğüne aykırılık teşkil etmektedir.

Bu kapsamda, yasa “azınlık vakıfları” ifadesini kullanmamakta,

“cemaat vakıfları” ibaresine yer vermektedir. Cemaat vakıfları azınlık vakıflarından daha geniş bir anlam ifade etmekte olup, gayrimüslim vatandaşlarımızın kurdukları vakıfları da içine almaktadır. Yasa bu niteliği itibariyle, Türkiye’de yeni azınlıklar meydana getirmekte, Lozan Antlaşması ile tanınan Rum, Ermeni ve Yahudilere ait vakıfların dışında, azınlık statüsünde kabul edilmeyen Süryani, Keldani, Gürcü ve Bulgar vakıfları da yasa kapsamında sayılmaktadır.258

256 5737 sayılı Vakıflar Yasası, Madde 25.

257 5737 sayılı Vakıflar Yasası, Madde 26.

258 5737 sayılı Vakıflar Yasası, Geçici Madde 7.

Üyelik için Türkiye’den bu tür taleplerde bulunan Avrupa Birliği’nin 1 Ocak 1981 tarihinden bu yana üyesi olan Yunanistan’da bu konularla ilgili uygulamalara baktığımızda su manzara ile karsılaşmaktayız:259

Yunanistan, başkentinde ibadete açık durumda cami bulunmayan tek Avrupa ülkesidir ve Atina’daki Osmanlı döneminden kalan camilerden birisinin ibadete açılması üyelikten 25 yıl sonra ilk kez Yunanistan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyannis tarafından söz konusu edilmektedir.260 Lozan Antlaşması’nın 40. Maddesi’nde Türk Azınlığa verilen, giderlerini kendileri karşılamak üzere, her türlü hayır kurumları, dinsel ve sosyal kurumlar, her türlü okullar ve buna benzer kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinlerini serbestçe yapma’ haklarından birisi olan kendi vakıflarını yönetme hakkı 1967 yılındaki Albaylar Cuntası döneminden itibaren, Müslüman Türk Azınlığına sosyal dayanışma ve yardımlaşmayı sağlayan vakıfların yönetimine Yunan yöneticilerin atanmasıyla ellerinden alınmıştır. Ayrıca, sürekli olarak Türklerin kendi müftülerini serbestçe seçmeleri engellenmekte, seçilen müftülere hapis cezaları verilmekte Yunan Hükümetinin tayin ettiği müftülerin görev yapmasına izin verilmekte, camilerin onarımına müsaade edilmemekte ve Oniki Ada’da yasayan Müslüman Türklere ait vakıfların taşınmaz malları, camiler dahil olmak üzere, hibe yoluyla özel mülkiyete verilmekte, Rodos ve İstanköy’deki camilerin altında bar ve meyhanelerin açılmasına göz yumulmaktadır.

Görüldüğü üzere Lozan Antlaşması hükümlerine dahi uymayan Yunanistan’a ne adaylık sürecinde ne de birlik üyesi olduktan sonra tepki göstermeyen Avrupa Birliği, Türkiye’den Lozan Antlaşması gereği yaptıklarından çok daha fazlasını talep ederek çifte standardın en güzel örneklerinden birini sergilemektedir .

259 KARLUK,a.g.e.,s.20

260 2005 yılına kadar faaliyetlerine devam eden Yunanistan/Batı Trakya’daki İskeçe Türk Derneği, Gümülcine Türk Derneği ve Batı Trakya Türk Derneği’nin faaliyetlerine isminde “Türk” kelimesinin geçmesi dolayısıyla sırasıyla son verilmiştir.

Dördüncü olarak AB kültürel çeşitliliğin sağlanması için ve kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşların kültürel haklarının teminat altına alınması için eğitim alanında bu hakların kullanılmasını engelleyen her türlü yasal hükmün kaldırılarak Türkçe dışındaki dillerle yapılan eğitime etkili bir erişimin sağlanması istenmektedir.03 Ağustos 2002 tarihli 4771 sayılı yasa kapsamında ise; Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi Kanununda yapılan değişiklikle Türk vatandaşlarınca geleneksel olarak kullanılan farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesindeki sınırlamalar kaldırılmış, Radyo Televizyon Kurumları Kuruluş ve Yayın Kanunu’nda yapılan değişiklikle de, bu dillerde ve lehçelerde yayın yapılmasına imkan tanınmıştır.

Ayrıca, 29 Mayıs 2008 tarihinde, TRT Yasasının “farklı dil ve lehçelerde yayın yapılabileceği” ile ilgili 21’inci maddesine, “TRT’nin de farklı dil ve lehçelerde yayın yapabileceği” hükmünün eklenmesiyle ilgili önerinin,

Ayrıca, 29 Mayıs 2008 tarihinde, TRT Yasasının “farklı dil ve lehçelerde yayın yapılabileceği” ile ilgili 21’inci maddesine, “TRT’nin de farklı dil ve lehçelerde yayın yapabileceği” hükmünün eklenmesiyle ilgili önerinin,