• Sonuç bulunamadı

İnsan  bedeni  acaba  sonlu  olmaya  zorunlu  mu?  Bir  başka  deyimle  beden  ebedi  hayata  kavuşabilir  mi? 

Bu sorunun cevabı iki farklı açıdan ele alınmış, tartışılmıştır. 

1‐ İnsan, Ademʹde sembolleşen bedeni ile ebedi hayat yaşarken, dünyanın sonlu hayatına mahkûm  edilmiştir (tüm kutsal kitapların konusu). 

2‐  İnsanın  maddesi  sonluluktan  kurtarılarak,  bedeni  ebedileştirilebilir  mi?  (genelde  tüm  bilimin  merakı). 

Bu konuları açıklığa kavuşturmak için önce hücrenin hayatındaki imkânları inceleyelim. 

1. HÜCRESEL ÖLÜMSÜZLÜK 

Hücrenin  varlık  maddesi  DNAʹdır.  Bu  madde  aslında  taşıdığı  şifreleri  sonsuza  dek  koruma  yeteneğindedir. Elbette çevre şartları imkân verirse. Bu imkânlar şunlardır : 

a) DNAʹdaki kayıcı hidrojenin devamlı dengesi : Canlı hayatında DNA dengesinin korunması için  bazı özellikler gerekmektedir. Bunlar : 

1. Çevreden bir miktar enerji alması. 

2. Bu hidrojeni su hidrojeni ile arada bir değiştirme. 

b)  DNAʹnın  devamlılığını  sağlamak  için  devamlı  çoğalma,  yayılarak  daha  iyi  şartlar  seçme  (bu  işlem için aminoasitlerine ihtiyaç vardır). 

c) Şifreleri koruma : DNA, türün şifrelerini sonuna kadar koruma gücüne sahiptir. Bu gerçeklerden  çıkan  toplu  sonuç,  DNA  hidrojeni  gerekli  enerjiyi  buldukça  (minimal  enerji)  sonsuza  dek  kendini  korur. Ne var ki dünyamız şartları bu imkânları sınırlı tutar. 

Hücre ihtiyarlamasının temel nedenleri ise şöyle özetlenebilir : 

a) Hücrenin çok çalışması, buna karşın çevreden su alış ‐ verişinde olsun, aminoasitierinde olsun,  gerekli ortamın olmayışı. 

b) Çok hassas bir elektrokimya dengesi olan hücre zarının niteliğini yitirmesi ve gerekli kimyasal  alış verişlerde hata yapması. 

c) Çalışmadan doğan veya çevreden gelen tahrip edici biyolojik zehirler ve fizik etkiler. 

Buradaki  yıpranma,  dünya  şartları  ile  yakından  ilgilidir.  Demek  ki  hücre  ve  hücre  zarı,  çevre  şartlarının etkisi ile yaşlanmakta ve sonlu olmaktadır. 

Mikrop ve hücrelerde dayanıklılık, dokuya göre daha çoktur. Bunlar, uzun yıllar kuşak değiştirerek  ya da statik duruma geçerek yüz binlerce sene yaşarlar. 

Hücrenin, görev yapmak ve üremek için kullandığı enerjiler konumuz dışındadır. 

Demek ki hücrede çok seçkin ortamlarda ölümsüzlük kabiliyeti vardır. Dünyamızda bu ortam çoğu  kez sınırlıdır. 

2. BİYOMANYETİK ALANLAR 

Yüksek  enerji  alanlarında  canlıların  fotoğrafları  çekildiğinde,  etraflarında  bir  ışık  hâlesi  görülür  (Krigan fotoları). 

Başlangıçta parapsikoloji bilim adamları bunu ruh olarak yorumladılar. Sonradan bu ışın hâleleri,  yaşayan canlılarda bir biyomanyetik alan olarak tüm bilim dünyasınca kabûl edildi. 

Bu  fotoğrafların  bilimsel  spekülasyonu  çok  yapılmıştır.  Bu  fotoğraflarla,  hastalık  ve  ölüm  öncesi  teşhisler için büyük çabalar sarf edildi. 

Bu konuda, bizce önemli olan bilimsel gerçek şunlardır : 

a)Tüm hücreler etrafında elektrostatik bir alan vardır. Bu alan hücre açısından onu koruyucudur. 

b)Tüm  moleküllerin  manyetik  rezonansları  vardır.  Buda  onların  devamlılıklarında  denge  sağlar  (sınırlı ölçüde). 

c)Tüm canlılarda (bitkiler dahil) geniş bir manyetik alan vardır. 

Bu  üçüncü  madde  çok  önemlidir.  Zira  organizma  bütününün  senkron  çalışmasını  ispatlar  ki,  bu  alan  dalga  dalga  iç  organlara  kadar  yansır.  Bu  alanın  bazı  hastalıklarla  ilgisi  ta  eski  Çinʹden  beri  bilinmektedir (Akapunktur tedavisi). 

Bu  biyomanyetik  alanlarla  insanın  bedensel  gücü  arasında  ilgiler  aranmış,  bu  alanın  kuvvetli  olması  halinde  kişilerde  olağanüstü  etkiler  olabileceği  düşünülmüştür.  Bu  görüşler,  şifacılar  ve  falcılar  tarafından  istismar  edilmiştir.  Bize  göre  bu  alanın  asıl  özelliği  insanın  sonlu  ya  da  sonsuz  olması açısından önemlidir. 

Bu alanların güçlenmesi halinde insan bedeninde dış etkilere karşı direnç artar. Bu alan yeryüzünde  sınırlı ve zayıftır. Belki de sonluluğun bir nedeni olabilir. 

Yaşlanmada dış etkilere karşı dayanıklılığın azalması ciddi bir meseledir. Bu alanların hastalıklarda  azalması düşüncesi de bu yorumlara imkân vermektedir. 

Önceki  bölümlerde  gördüğümüz  gibi,  deri  altı  hayatımız,  hem  sağlık  hem  yaşlanma  açısından  âdeta en zayıf tarafımızdır. Sanki sonluluğun ilk işaretleri deri altından ve biyomanyetik alanlardan  gelir. 

Bu  gerçekler,  Âdem  ve  Havvaʹnın  cennet  (ebedi  hayat  evreni)  ten  kovulmasını  anlatan  «ağaçtan  meyve  tattıklarında  kendilerine  ayıp  yerleri  göründü,  cennet  yapraklarından  oralarını  örtmeye  koyuldular...,)( Aʹraf Sûresi, âyet 22 ) âyetinin bir hikmetini hatırlatıyor. 

Demek  insan  sonlu  olmadığı  hayatta  bir  başka  örtüyle  korunabiliyordu.  Bu  sistem  ya  özel  bir  biyomanyetik güç; ya da buna ilişkin özel deri olarak düşünülebilir. 

Bu noktada, insan bedeninin, sonsuza dek yaşama yeteneğinin olabileceğini; meselenin bilinmeyen  ihtiyarlık olayını durdurmaktan ibaret olduğunu savunan bilim adamı çoktur. 

İhtiyarlamanın  sırrı  ise  çözülmüş  değildir.  Bunlardan  en  önemlisi  mutlaka  biyomanyetik  alanda  zaaflara yol açan meselelerdir. 

Dünyamızın mikropları, zehirleri, ışınları elbette rol sahibidir yıpranmada. Beslenmenin önemi de  yaşlanmada  ciddi  bir  neden  sayılmaktadır.  Bazı  bilim  adamlarına  göre  beslenmenin  yanlışları  düzeltilirse ihtiyarlama belki de yavaşlar. 

3. GENETİK ŞİFRELER VE ÖLÜM 

Toprakta bir sonsuzluk sırrı vardır. Canlıları temsil eden genetik şifreler, toprağa düşünce yeniden  hayat bulur. Bitkiler, çıktığı günden beri toprak aracılığı ile ebedilik sırrı taşır. 

Bitkiler,  kendi  türleri  içindeki  özellikleri,  türden  türe  çekirdekleri  aracılığı  ile  aynen  geçirdiklerinden, garip bir ölümsüzlük kazanır. 

Bundan başka toprak, moleküller için de bir ölümsüzlük kaynağıdır. Ölen bir canlı, mikrop olsun,  bitki ve hayvan olsun toprak laboratuvarında mikroorganizmalar aracılığı ile ayrışır, moleküllerine  bölünür.  Bu  moleküller  yeniden  bitki  köklerinden,  havadan  canlı  varlıklara  yansır  ve  canlı  bedenlerde yeni macerasını sürdürür. 

Toprağın bu ölümsüzlük sırrı, onu moleküllerin anası haline getirmiştir. 

Genetik  şifreler  mikronla  bile  ölçülemeyecek  kadar  küçük  tohumcuklardır.  Meselâ  bir  incir  tanesinde  bile  genetik  şifre,  görünen  minik  tohumun  on  binde  biri  kadardır.  Çekirdekler 

Toprak,  işte  sinesinde  bu  minik  şifreleri  açan  esrarengiz  varlığını,  büyük  kimya  laboratuvarından  alır. Toprak içinde sayısı rakamla ifade edilemeyen mikroplar, kimya işçiliği yaparak toprağı canlı  bir laboratuvar qibi ayakta tutar. 

Bu müşâhedeler, biyologlara toprağa canlı gözü ile bakmasını öğretti. 

Kurʹanʹda toprağın canlı olduğu 14 asır önce bildirilmişti (Sûre‐i Yâsin, son bölüm) ʹ. 

Bu vesile ile nesillerin devamı için, Allahʹın verdiği üç temel yolun hatırlanmasında fayda vardır :  a) Çekirdekle tohumdan, toprakta gelişme ve ortaya çıkma : Bitki. 

b) Yumurta ile kendi kendine gelişme : Çeşitli hayvanlar. 

c) Anne karnında gelişip doğma. 

Demek ki bir genetik şifre çeşitli yollardan geliştiriliyor. Hatta yumurtada olduğu gibi, bir genetik  şifre kendi kendine bile gelişip canlıyı meydana getirmektedir. 

İnsanın genetik şifresinin çözülmesini Allah anne karnında murad etmiştir. 

Bu  şifrenin  çözülmesini,  bir  insanın  mikrondan  küçük  bir  şifreden  oluşmasını  Allah  isteseydi,  toprak laboratuvarından da geliştirirdi ki, topraktaki moleküler malzeme, fazlasıyla buna yeterlidir. 

İnsanın sınırlı sayısı ve anne karnındaki manevi işlemleri, onun gelişmesini anne karnına vermiştir. 

İnsanın, Âdemʹden son insana kadar beden şifrelerini bir bardağa doldurmak mümkündür. Ve bu  şifreleri toprağa serpseniz ve Allah istese hepsi de aynen bir insan bedeni geliştirir. Hem de en kısa  sürede. 

Allah  mahşerde  bu  emri  verecek  ve  insanların  şifreleri  yeni  bedenlerle  doğacaktır.  Elbette  diğer  madde ötesi bölümleri takılarak (ruh, gönül, nefs). (Yâsin Sûresi son bölüm). 

4. MADDENİN MAVERASI 

Madde,  çokluklar  âleminde,  sınırlara  fırlamış  sonlu  bir  görünümdür.  Bu  sonlu  nitelik,  başlarda  açıkladığım gibi onun mekânında zaman boyutunun varlığından doğmaktadır. 

Zaman,  maddeyi  çokluktan  tekliğe  tekrar  çeken  bir  mıknatıs  gibi,  onun  özüne  etki  yapmaktadır. 

Değişmeler ve ölüm hep bu bağın dalgalanmasından, raksından doğar. 

Ne  var  ki  madde,  insan  bedenine  ulaştığında  ondaki  teklik  unsurları  ile  yoğrulmakta  ve  teklikle  çokluk arası bir maveraya ulaşmaktadır. 

Bu  kez  ruh  ve  gönlün  madde  ötesi  teklik  sırları,  maddede  beden  hücrelerinde  parıldayınca,  zamanın  bedeni  tekliğe  iletme  etkisi  amacını  yitirmektedir.  Böylece  madde,  dalgalana  dalgalana 

bedende  yücelip  sonsuza  ulaşmaktadır.  Bu  maveradaki  hilkat  sırrı,  insan  bedeninin  madde  mekânları için ebedîleşmesini, ölümsüzleşmesini simgelemektedir. 

İşte  şeyanın  Âdemʹe  secde  etmeme  nedenlerinden  biri  de  bu  çetin  hilkat  sırrını  anlayamayışıdır. 

Çünkü şeytan bir çok şeyler biliyordu. Bunlardan biri de maddenin zamanla birlikte yürüdüğü ve  sonlu olduğu kuralı idi. 

O,  ruh  ve  gönül  (kalp)  sırrının  madde  bedenine  nakşolduğunu  ve  bedenin  bu  yüzden  yücelip  ölümsüzleştiğini fark edememişti. 

Mahşerde  insan  bedenine  bu  ölümsüzlük  yeniden  verilecektir. 

 

Ruh