• Sonuç bulunamadı

1.DERS (İman İslam İhsan)

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "1.DERS (İman İslam İhsan)"

Copied!
23
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

1.DERS (İman –İslam –İhsan)

CiBRiL HADiSi

Müttefakun aleyh bir hadis-i şerifte Hz.Ömer (ra) şunları anlatıyor:

“Allah Resûlü’nün huzurunda oturuyorduk. Beyaz elbiseler içinde tanımadığımız bir yabancı geldi. Üzerinde yolculuk alâmeti de yoktu.

Efendimiz’den izin istedi. ‘Yaklaşabilir miyim yâ Resûlallah?’ dedi. Ve bu ifadesini üç defa tekrar etti. Her izin alışta Allah Resûlü’ne biraz daha yaklaşıyordu. Sonra ellerini dizlerine koydu ve Efendimiz’e soru sormaya başladı:

‘İman nedir?’ Allah Resûlü cevap verdi:

‘İman, senin Allah’a, meleklere, kitaplarına, peygamberlerine, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine ve ahiret gününe inanmandır.’

‘İslâm nedir?’

‘Allah’tan başka ilâh olmadığına şehadet getirmen, namaz kılman, oruç tutman, zekât vermen ve hacca gitmen.’

‘İhsan nedir?’

‘Senin Allah’ı görüyor gibi kulluk etmen. Sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.’

Allah Resûlü’nün verdiği her cevaptan sonra yabancı

ََتْقَدَص

‘Doğru

söyledin!’ diyor ve Allah Resûlü’nü tasdik ediyordu. Biz ise olanları hayret

(2)

içinde seyrediyorduk. Ve içimizden, ‘Hem soruyor hem de tasdik ediyor!’

diye geçiriyorduk. Son olarak da kıyamet ile ilgili bir soru sordu:

‘Kıyamet ne zaman kopacak?’ dedi. Efendimiz bu soruya: ‘Şu anda kendisine soru sorulan, sorandan fazla bir şey bilmiyor.’ cevabını verdi.

Ardından da kıyamete ait bazı alâmetleri saydı.

Adam bunu da dinledikten sonra kalktı ve gitti. Birkaç kişi arkasından çıkıp baktı, fakat yolcu ortada görünmüyordu.

Allah Resûlü bize, bu gelenin kim olduğunu bilip bilmediğimizi sordu.

‘Allah ve Resûlü bilir.’ diye cevap verdik. Ve şöyle buyurdu: ‘O, Cibril’di. Size dininizi öğretmek için geldi.’) Buhârî, iman 37; tefsir (31) 2; Müslim, iman 5, 7;

Nesâî, iman 5, 6; İbn Mâce, mukaddime 9.(

Cibril bazı kere vahyi insan suretine bürünerek getirirdi. Bu vahiy şekli, Efendimiz’e de en hafif geleniydi. Sahabe onu Dıhyetü’l-Kelbî’ye benzetirdi. Hâlbuki o anda Dıhyeleşen Cibril’di…(VARLIĞIN METAFIZIK BOYUTU)

Hususî Bir Açıdan İman

Tarifler çerçevesinde veya bilim ve mârifet nazariyesi açısından iman;

“emn ü eman” kökünden türetilmiş, inanmak, güven vaad etmek, başkalarının emniyetini temin etmek.. ya da emin, güvenilir ve sağlam olmak mânâlarına gelen bir kelime. Allah’a inanmak, O’nu tasdik etmek ve doğrulamak, vicdanî itiraf ve kalbî iz’anda bulunmak da, dil geleneği açısından bu mübarek kelimeye yüklenen mânâlardan sadece birkaçı.

İman edene mü’min denir. Mü’min; tarifler çerçevesinde yukarıda

gördüğümüz hususların tam bir tasdikçisi ve temsilcisidir...Evet mü’min;

(3)

sağduyusu, basiret ve firaseti, vahiy ile aydınlanmış dupduru ve tertemiz aklı, engin ve objektif anlayışı, sağlam ve kuşatıcı görüşü, sorumlulukları adına titizlik ve duyarlılığı, kötülüklere karşı azim ve kararlılığı, bütün bir ömür boyu yücelikler peşinde olması ve yüksekleri kollaması, her zaman dipdiri tutabildiği hissi, şuuru ve iradesi, her şeyin özüne nüfuz edebilme hususundaki tecessüsü ve hâdiseleri yorumlamadaki derin idraki, Allah’a itimat edip güvenmesi ve insanlar arasında bir güven insanı olarak tanınıp bilinmesi, Hakk’ı gönülden tasdik edip her zaman O’na karşı vefalı kalabilmesi, emanette emin olarak tanınması ve herkesin her zaman başvuracağı bir emniyet insanı şeklinde hatırlanması, hatırlanıp maşerî vicdanca kabul görmesi, duyulup görüldüğü her yerde Hakk’ın yâd edilmesine vesile olması ve semtine uğrayanları hâliyle, diliyle O’na yönlendirmesi açısından “Mutlak zikir kemâline masruftur.” esasına binaen tam bir tasdik, iz’an ve temsil kahramanıdır.

Her inanan insan, aynı seviyede bir iman ve İslâm kahramanı olmasa da, her fert için inanma hissinin ne kadar önemli olduğu açıktır. Bir kere bu his, yaratılışı itibarıyla insanın tabiatında var olan en yüksek değerdir...

Küfrün ürperticiliğini ve imanın vaad ettiği huzuru, itminanı haykıran bir mü’mine gelince: “İmansız olan paslı yürek sinede yüktür.” (M. Âkif) der ve kestirir atar. Bu paslı yüreklerin pasını çözmeye karar vermiş bir gönül eri ise:

“Hakikî zevk, elemsiz lezzet, kedersiz sevinç yalnız imanda ve iman hakikatleri dairesindedir;(13.SÖZ) öyle ise, “Hayatın zevk ve lezzetini isteyenler, onu imanla hayatlandırmalı, farzları yerine getirmekle bezemeli ve günahlardan uzak durmakla korumalıdırlar;”

(Mesnevi-i Nuriye )

zira, “Bir kimse bâkî hayata tam yönelebildiği takdirde, dünyası ne kadar fena ve

sıkıntılı da olsa; o, bu dünyayı Cennet’in bir bekleme salonu mahiyetinde

(4)

gördüğünden her şeyi hoş karşılar, her şeye katlanır ve şükreder.”(SOZLER) der;

reçete mahiyetindeki sözleriyle ufkumuzu aydınlatır ve imanın büyüsünü gönüllerimize duyurur.

... Zira, “Her zaman imanda mânevî bir Cennetin, küfür ve dalâlette de mânevî bir Cehennemin mevcudiyeti söz konusudur..(15.SUA) evet, iman mânevî bir Tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıdığı gibi, küfür de içinde mânevî bir Cehennem tohumu saklamaktadır..(2.SOZ) Aslında bir ruh imanla kanatlanmışsa, artık o ne başka eşiğe baş koyar, ne de başkalarına dilencilik yapma zilletine düşer..

kimseden korkmaz, kimseye baş eğmez ve imanın gücü ölçüsünde her şeye karşı yiğitçe davranır.

Evet, “İman hem nurdur, hem kuvvettir; hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir ve hâdiselerin tazyikatından kurtularak her zaman mutlu olabilir.”(23.SöZ)

Çünkü, “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül de saadet-i dâreyni (dünya-ahiret mutluluğu) netice verir.” [23.SOZ] Böyle bir iman âbidesi, her zaman gönlünü, gökler ötesi âlemlere ulaşmak için bir helezon gibi kullanır ve onunla meleklerin, ruhanîlerin iç içe bulunduğu melekûtî derinliklerde kanat çırpar durur. ...

Hakikî mü’mini kendi derinlikleriyle görebilenler, onda Hakk’ı

hatırlar.. onun nefeslerini duyan İsa Mesih’e uğramış gibi canlanır ve onun

gönlünden yükselen sesleri dinleyenler, Beyan Sultanı’nın meclisine ermiş

gibi söz şarabıyla mest ü mahmur hâle gelir. Evet, iman ve imanın vaad

ettikleriyle donanımını tamamlamış bir ruhun, artık başka herhangi bir şeye

ihtiyacı kalmamıştır. Allah’a intisabı sayesinde o, aczi içinde Hakk’ın

kudretiyle güçlü, fakirliğiyle beraber O’nun servetiyle zengin ve

(5)

küçüklüğüne rağmen de ululardan bir uludur. Çünkü o, ihtiyar ve iradesinin yetersiz kaldığı noktada, Efendisinin sonsuz iradesine dayanır. Üstesinden gelemeyeceği konularda O’nun kudretine itimat eder.. dünyevî hayatı itibarıyla sarsıldığında, ebedî hayatının bağ ve bahçelerine sığınır.. ufkunu ölüm endişeleri sardığında, kendini ebedî hayatın ferah-feza iklimlerine atar.. akıl ve idrakiyle çözemediği problemler karşısında da, Kur’ân’ın “hall ü fasl” eden aydınlık iklimine müracaat eder.. ve hiçbir zaman yeis yaşamaz, boşluk hissetmez; karanlığın mütemadî olanıyla karşılaşmaz; hayatını bir zevk zemzemesi şeklinde duyar, yaşar ve ömrünü Yaradan’a şükürlerle yedi- yetmiş-yedi yüz veren başaklara çevirir.

Mükemmel bir mü’min, sadece kendi donanım ve şahsî kıvamına da bağlı kalmaz; o, peygamberâne bir azimle herkese açılır, herkesi kucaklar ve kendini ihmal edecek ölçüde hayatını başkalarının dünyevî-uhrevî mutluluğuna bağlar ve hep bir sahabi gibi yaşar; yaşar da, tıpkı mumlar gibi özündeki aydınlatma usâresiyle sürekli çevresini nura gark eder ve kendine rağmen bir yol izler.. evet o hep, gece gibi karanlık iklimleri kollar.. zulmetlerle yaka paça olur.. her zaman par par yanar.. yandıkça içi “cız” eder boynu bükülür ama, ne sürekli yanması, ne de yanıp tükenmesi, onu başkalarını aydınlatmadan alıkoyamaz....

(Hususi Bir Açıdan İman, ISIGIN GORUNDUGU UFUK)

İman Nedir?

İman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrısını icmalen tasdik etmekten hasıl olan bir nurdur. (…) İman, Sa'd-ı Taftazanî'nin tefsirine göre; "Cenab-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur" denilmiştir. Öyleyse, iman, Şems-i Ezelîden vicdan-ı beşere ihsan edilen bir nur ve bir şuadır ki, vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırır. Ve bu sayede, bütün kâinatla bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur ve her şeyle kesb-i muarefe

(6)

eder. Ve insanın kalbinde öyle bir kuvve-i maneviye husule gelir ki, insan, o kuvvetle her musibete, her hadiseye karşı mukavemet edebilir. Ve öyle bir vüs'at ve genişlik verir ki, insan o vüs'atle geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir.

Ve keza, iman, Şems-i Ezelîden ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi, saadet-i ebediyeden de bir parıltıdır. Ve o parıltıyla, vicdanında bulunan bütün emel ve istidatlarının tohumları bir şecere-i tûbâ gibi neşvünemaya başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider. (İşaratü’l-İ’câz, Bakara suresi 3. ayetin tefsiri)

Tevhid iki çeşit olur:

Birisi âmiyâne tevhiddir ki, "Allah'ın şeriki yok ve bu kâinat O’nun mülküdür" der. Bu kısım tevhid sahiplerinin fikirce gaflet ve dalâlete düşmeleri korkusu vardır.

İkincisi hakikî tevhiddir ki, "Allah birdir, mülk O’nundur, vücut O’nundur, her şey O’nundur"

der; lâyetezelzel bir itikada sahiptirler. Bu kısım tevhid sahipleri, her şeyin üstünde Cenab-ı Hakk’ın sikkesini görür ve her şeyin cephesinde bulunan mührünü, damgasını okur. Ve bu sayede huzurî bir tevhid melekesi mâliki olurlar ki, dalâlet ve evhamın taarruzundan kurtulurlar.

(Mesnevi-i Nuriye, Lemalar) Taklidî İman

Taklit; başkasının fikir ve düşüncelerini doğruluğunu test etmeden kabullenmek, onun hal ve hareketlerini tekrarlamak, ona benzemeye çalışmak ve bir şeyin "kalp"ını yapmak demektir. Bir insanın, bir hocadan veya kitaptan okuyup öğrenmeden, anne-babasından ve çevresinden görüp işittiği şekilde inanmasına ve inandığı esasların doğruluk derecesini ve hakikatini araştırmadan onları kabul etmesine “taklîdî iman” denir.

Tahkik ise; bir şeyin doğru olup olmadığını araştırmak ve o hususta hakikata ulaşmak için çalışıp didinmek, cehd ve gayret göstermek demektir. İman esaslarının mahiyet ve hakikatini araştırıp soruşturduktan sonra yani tahkik sonucu ulaşılan imana da “tahkîkî iman” denir.

(“Kültür Müslümanlığı ve Tahkîkî İman”, Ümit Burcu, s. 191-204)

(7)

Hasılı, her insan kendi inanç, düşünce, anlayış ve iman dünyasını yeniden bizzat kendisi inşâ etmelidir ki imanıyla ayakta durabilsin. Yoksa, bir insan, başkaları tarafından kendisine empoze edilmiş bir inanç sistemiyle, yani taklidî imanla yerinde çok sağlam duramayabilir.

Nitekim, taklîdin hüküm fermâ olduğu bir dönemde, akide adına ortaya atılan bir kısım şüpheler karşısında sarsılmadık insan kalmamış, Hazreti Üstad'ın lâhikalarda dediği gibi, kırk kişiden otuzsekizi sarsılmıştı. Öyleyse, insanın çok sağlam kulplara tutunması, Urvetü’l-Vüskâ'ya sıkı sıkıya yapışması lazımdır ki o sapasağlam kulp da tahkîkî imandır. Aksi takdirde –Allah korusun- insan her an sarsılıp düşmekle karşı karşıyadır. (Ümit Burcu, “Kültür Müslümanlığı ve Tahkîkî İman”, s. 191-204

İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, îmân ve duadır. Küfür, insanı gâyet âciz bir canavar hayvan eder. (Sözler, “Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas, Dördüncü Nokta”, s. )

2-İMANIN SALİH AMELLERLE İNSAN TABİATININ ÖNEMLİ BİR DERİNLİĞİ HÂLİNE GELMESİ

İslâm'ın biri itikat, diğeri de bu itikadın amelî ciheti olmak üzere iki yönü vardır. İtikat;

İslam'ın temel iman esasları olan, Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe ve kadere inanma demektir. Bundan başka İslâm'ın bir de amelî ciheti vardır ki, ibadet ü taat ve evrad ü ezkar bu kategori içine girmektedir. İtikada ait meseleler, İslâm'ın kökü, ibadete müteallik hususlar ise dalları ve semereleri hükmündedir.

İbadet, bütün güç ve kuvveti ile itikada ait meselelerin blokajı ve onları inkişaf ettiren fakülteleridir. Zira dini hayatın kaymalardan korunması ve kollanması ancak ibadet ü taatle mümkündür. İnsan, ibadet ü taat olmazsa, kendi tabiatıyla bütünleşemez ve bunun neticesinde onun için, her zaman bir kısım değişik inhiraf noktalarından kaymalar söz konusu olabilir.

İbadet ü taat, insanda ikinci bir fıtrat meydana getirir ve işte bu ikinci fıtrat, insanın gerçek kimliğini oluşturur. Günümüzde eksikliği ciddî şekilde hissedilen bu durum, çok yaygın olarak kimlik arayışı veya kimlik bunalımı şeklinde kendini hissettirmektedir. Zannediyorum bizler, gerçek kimliğin ne olduğunu da bilmemekteyiz. Bir mü'min için kimlik, akide ile

(8)

alâkalı manzumeyi olduğu gibi kabul etmek, ibadet ü taatla bütünleşmek ve muamelatını da tarihten gelen sâbit şekliyle yerine getirmektir. İşte ibadet ü taat sayesinde inanılan bu nazari hakikatler, doğrudan doğruya pratiğe dönmekte ve dolayısıyla da insan tabiatıyla bütünleşmektedir.

İnsan, nazarî olarak inanılması gerekli olan bir kısım hakikatleri kabul edebilir. Ancak, ister ilim adına yapılan araştırmalarda, isterse inanç ve ibadet dünyasıyla alâkalı hususlarda olsun, mârifetullah ufkuna ulaşmak nazarî akılla değil; amelî akılla mümkün olacaktır.

Zira insan, inancını ancak ibadet ü taatla tabiatının bir parçası ve derinliği hâline getirebilir.

Bu sebeple ibadet ü taat yapmayan bir insanın inancı sığdır ve böyle bir insan her an inhiraf etmeye mahkûmdur. (Fasıldan Fasıla, 4/67-68)

***

Soru: İnsanın, iman ve mârifet dünyası adına karşılaşabileceği en büyük tehlikelerden birisinin de nazarî bilgilerle sınırlı kalıp amel ve ibadetlerin bir kültür şeklinde ele alınması olduğu ifade ediliyor. Böyle bir afet ve tehlikeden korunma adına dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

Bir insanın, gerek inanılması gerekli olan hususlarda, gerekse iman edilen o hususların hayata tatbiki diyebileceğimiz diyanetle alâkalı mevzularda başlangıç itibarıyla nazarî bir bilgisi mevcut olabilir. Zaten genellikle bir mübtedinin bilgisi, nazarî bilginin ötesine geçmez.

Bu, hafife alınacak bir mesele de değildir. Fakat eğer o ilk nazarî bilgi, aklî, zihnî, fikrî ceht ve gayretlerle, delil ve esaslarla sağlam bir blokaja oturtulmaz, iman edilen o hususlar amelle benliğe mâl edilip içselleştirilmezse, insan hep nazarî bilginin çeperleri içinde kalır, taklitle ömrünü sürdürür ve dolayısıyla hakikî mânâda Müslümanlığı hiçbir zaman tam olarak duyamaz, gerçek enginlik ve derinliğiyle onu idrak edip yaşayamaz. (…)

Böyle hazin bir tablonun en önemli sâiki, İslâm’ın amelî yanının ihmale uğrayışıdır.

Amel ihmal edilince sahip olunan nazarî imanla, iman esaslarının üssü’l-esası olan iman-ı billâh, hakikat-i ulûhiyet, –tabiri caizse– mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun bilinememiştir.

Din, Diyanetle İnsan Tabiatına Mâl Edilmeli

Bu sebeple bir kez daha ifade edelim ki, imana müteallik mevzuların arka planına nüfuz ederek onları sağlam bir zemine oturtma ve daha sonra da onların devam ve temâdisini sağlama diyanete bağlıdır. Evet, nazarînin bir yönüyle hakikat hâline gelmesi – Kant’ın, Saf Aklın Kritiği’nde ortaya koyduğu gibi– amelle mümkündür. Başka bir ifadeyle inanılan mevzuların hakikatine ulaşabilme ve onların inkişaf ettirilmesi amele mütevakkıftır. Unutulmaması gerekir ki, eğer insan nazarî olarak inandığı hususları amele döker ve o mevzularda derinleşme cehdi içinde bulunursa, Allah da (celle celâluhu) o insana emin güzergâhlarda yürüme imkânını lütfedip ona derinliğe doğru giden yolları ihsan eder.

Yoksa insan sadece nazarî planda kalır da inayet-i ilâhiyenin en büyük davetçisi olan amelî

(9)

sahaya müracaat etmezse yani dinini diyanetle taçlandırmazsa hep sığ kalmaya mahkûmdur. Aynı zamanda böyle bir insan, Allah bilgisi mevzuunda da her zaman kandırılıp aldatılabilecek bir noktada bulunuyor demektir. (Şekilcilik Ağındaki Dinî Hayat veya Kültür Müslümanlığı, Yaşatma İdeali)

***

Müslümanlık sadece ilim değildir, o hayattır. Yaşana yaşana fertle ve toplumla bütünleşir. Zaten inancını bu ölçüde yaşayarak tabiatlarının derinliği haline getirebilenler bu seviyeye ulaşır, ulûhiyet hakikatine yeni pencerelerle açılma fırsatı bulurlar.

Evet, imanın nazarî buuddan amelî buuda yükseltilmesi hem dünya hem de ukba hayatımız adına çok önemlidir. Bunu başarabildiğimiz takdirde iman bizim hayatımızın her karesine girmiş demektir, eğer ameller yerine getirilirken bu inanç derinliği hissedilmezse hem inanç yönünden hem de amelî yönden nifak başlar ve gün gelir insan -Allah korusun- münafık olur.

Öte yandan, bunu duyup tatmakla iş bitmiyor; hiç durmadan mücadeleye devam gerekir.

Zira bu makam veya hal, insanı gurur, kibir ve ucba sürükleyebilir ki bu inananları yeniden nazarî iman seviyesine düşürür. Mukarrebîne bakın; onların âdeta her zaman ulûhiyet tecellilerine doğrudan muhatap olduğunu görürsünüz; görürsünüz ama onlarda ucbdan, kibirden, gururdan eser yoktur. “Biz hiçbir şey yapamadık” derler, yürekleri ağızlarına gelir ve sürekli bu hal üzere yaşarlar. Kendilerini Allah’a doğru yükselen yarış pistinde hissederler bunlar. Hiçbir şeyle sarsılmazlar; sarsılmazlar çünkü nazarî imanları amelî imanla sağlam bir blokaja oturmuştur. İşte asıl ulaşılması gereken hedef de budur.

İnanması gerektiği ölçüde inanmamış/inanamamış olanlara, amelî zafiyet içinde bocalayanlara, tabir-i diğerle düşe kalka yürüyenlere gelince; belli ölçüde nefsanîliğin ve şeytanîliğin inhiraflarından kurtulmuş olsalar da iman benliklerine tam anlamıyla sinmemiştir bunların. İğreti bir elbise gibidir iman üzerlerinde. İmanını amelle benliğine sindiremeyenler, hiç kimseye hiçbir şey veremezler. Bu durumdan kurtulmak için insan maddî beslenmesine dikkat ettiği gibi mânevî beslenmesine de dikkat etmelidir. (Gurbet Ufuklari, 3/21)

***

İ'lem eyyühe'l-aziz! İmana ait bilgilerden sonra en lâzım ve en mühim a'mâl-i salihadır.

Sâlih amel ise, maddî ve mânevî hukuk-u ibâda tecavüz etmemekle, hukukullahı da bihakkın ifa etmekten ibarettir. (Mesnevî-i Nuriye - Hubâb - s.1323)

***

Kur’ân’a göre iman, olmazsa olmaz bir asıl ve bir esas; islâm ise onun, insan tabiatının bir derinliği haline gelmesinin biricik yoludur. (…) Burada şu hususu da hatırlatmakta yarar var: İmanın temeli ve mahall-i inkişafı kalb ve vicdan olmakla beraber,

(10)

İslâmiyet adına Allah nezdinde aranan diğer bir önemli esas da, vicdanî böyle bir kabulün yanında salih amel ve ahlâk-ı hasenedir. (…)

Evet, Müslüman olabilmek için, her türlü şirk ve şirk şâibesinden uzak durmak gerektiği gibi; samimiyetle kalbini Allah’a bağlama, ibadetlerini Allah’ı görüyor veya O’nun tarafından görülüyor olma mülâhazasıyla yerine getirme, içtimaî davranışlarını İslâm’ın öngördüğü ahlâk-ı hasene çerçevesinde ortaya koyma da islâmî ruhun insan hayatına değişik tecelli boyundaki yansımalarından ibarettir.

Aslında, Cibril hadisinde de ifade buyurulmuş olan, iman, İslâm ve ihsana ircâ edebileceğimiz yukarıdaki hususlar aynı hakikatin zâhir, bâtın farklılığı çerçevesinde, birbirinin lâzımı ve bir vâhidin –imanın temel esas olması mahfuz– ayrı ayrı derinliklerinden ibarettir. Bâtın zâhiri istemekte, onunla beslenmekte; zâhir de bâtına dayanıp onun üzerinde temellenmekte ve amelî olan, her zaman nazarînin ruhunu, özünü seslendirmektedir. (…)

Aslında İslâm, insanları hevâ ve heveslerinden kurtarıp Hakk’a ve Hakk’ın hidayetine bağlamak için gönderilmiş bir vaz’-ı ilâhîdir. Tabir-i diğerle o, insanları hayvaniyet mahpesinden, cismaniyet darlığından çıkarıp kalb ve ruhun ferah-fezâ ikliminde seyahate hazırlamak için gönderilmiş bir ilâhî kanunlar mecmuasıdır.. ve bu eşsiz nizamın ruhu iman, cesedi islâm, şuuru ihsan, unvan-ı muazzezi de dindir.(…)

Aslında bir şeye ne şekilde inanılmışsa bütün hareket ve faaliyetler de o inancın ruhuna uygun cereyan eder ve hey’et-i içtimaiye de işte bu tür tavır, davranış ve aktivitelerle şekillenir.

Bu itibarla da, sağlam iman eden ve imanını salih amellerle tabiatının bir derinliği hâline getiren her mü’min, hakikat aşığı, hakperest, adil, dürüst, emin, güzel ahlâk örneği, ilim ve mârifet yolcusu, dinin cazibe-i kudsiyesine sımsıkı bağlı ve milletlerarası muvazenede hâkim bir unsur olma tutkusuyla oturup kalkar/oturup kalkmalıdır ve bu mefkûreyi gerçekleştirmeden de bir an geri durmamalıdır. (…)

İman amel-i sâlihle desteklendiği, mü’min de ibadetle beslendiği nispette ancak Allah’a yakın durabilir, yakınlığını koruyabilir ve O’nun hoşnutluğunu kazanabilir.

Aksine, ibadetle beslenip desteklenmeyen bir iman kendi gücünü tam gösteremeyeceği gibi, ubudiyeti olmayan bir mü’minin de hiç devrilmeden hep ayakta kalabilmesi çok zordur.

Onun içindir ki Kur’ân-ı Kerim, hemen her zaman, imanın ardından amel-i sâlihi zikreder, bir rükn-ü aslî olan tasdîk-i kalb bâtınının yanında “a’mâl bi’l-erkân” zâhirini hatırlatır ve iç- dış münasebetlerimizi sağlama bağlama hususunda sık sık tenbihte bulunur; bulunur zira iman, amel için olmazsa olmaz biricik esas, amel de imanın suru, serası, şahidi ve sigortasıdır.

İmandan kaynaklanmayan iyi davranışlar bir kısım rastlantıya işlerdir ve temâdîleri de kat’iyen söz konusu değildir.. ve hele asla istikbal vaad etmezler. Amelsiz iman da tamamen

(11)

desteksiz, sarsılıp yıkılmaya maruz, inkişafı imkânsız ve bir mânâda nazarî bazı kabullerden ibaret sopsoğuk bir taklittir. Din-i hak da dediğimiz İslâm; bu iki hakikatin bütün usul ve fürûuna yürekten inanmanın yanında, Kur’ân’la gelen her sorumluluğu uygulamanın muazzez unvanıdır. (İslam’a İcmali Bir Bakış, Kendi Dunyamiza Dogru)

***

ملا َنيِقَّتُمْلِل ىًدُه ِهيِف َبْيَر َلا ُباَتِكْلا َكِلَذ * َنوُقِفْنُي ْمُهاَنْقَزَر اَّمِمَو َةَلاَّصلا َنوُميِقُيَو ِبْيَغْلاِب َنوُنِم ْؤُي َنيِذَّلا *

Elif, Lâm, Mîm. * İşte Kitap! Şüphe yoktur onda. Rehberdir müttakîlere! * O müttakiler ki görünmeyen âleme inanırlar. Namazlarını tam dikkatle ifa ederler. Kendilerine ihsan ettiğimiz nimetlerden hayır yolunda infak ederler. (Bakara sûresi, 2/1-3)

***

ُقِزُر اَمَّلُك ُراَهْنَلأا اَهِت ْحَت ْنِم يِرْجَت ٍتاَّنَج ْمُهَل َّنَأ ِتاَحِلاَّصلا اوُلِمَعَو اوُنَمآ َنيِذَّلا ِرِّشَبَو َق اًق ْزِر ٍةَرَمَث ْنِم اَهْنِم او

اَذَه اوُلا

َنوُدِلاَخ اَهيِف ْمُهَو ٌةَرَّهَطُم ٌجاَو ْزَأ اَهيِف ْمُهَلَو اًهِباَشَتُم ِهِب اوُتُأَو ُلْبَق ْنِم اَنْقِزُر يِذَّلا İman edip Salih amel yapanları müjdele: Onlara içinden ırmaklar akan cennetler vardır.

Öyle cennetler ki ne zaman, meyvelerinden kendilerine birşey ikram edilirse: “Bu, daha önce de dünyada yediğimiz şey!” diyecekler. Oysa bu, onların aynısı olmayıp, benzeri olarak kendilerine sunulacaktır. Orada onların tertemiz eşleri de olacak ve onlar orada devamlı kalacaklardır.

(Bakara sûresi, 2/25)

***

ْمِهِّبَر َدْنِع ْمُهُر ْجَأ ْمُهَل َةاَكَّزلا اُوَتآَو َةَلاَّصلا اوُماَقَأَو ِتاَحِلاَّصلا اوُلِمَعَو اوُنَمآ َنيِذَّلا َّنِإ َنوُنَز ْحَي ْمُه َلاَو ْمِهْيَلَع ٌٌ ْوَخ َلاَو

İman eden, Salih amel yapanların, namazı hakkıyla ifa eden, zekât verenlerin...İşte onların, Rab’leri nezdinde mükâfatları vardır.Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

(Bakara sûresi 2/277)

***

ٌميِظَع ٌر ْجَأَو ٌةَرِفْغَم ْمُهَل ِتاَحِلاَّصلا اوُلِمَعَو اوُنَمآ َنيِذَّلا ُالله َدَعَو Allah iman edip Salih amel yapanları affedip kendilerine büyük mükâfat vermeyi vâd etmiştir. (Maide sûresi, 5/9)

***

يِف ُراَهْنَلأا ُمِهِت ْحَت ْنِم يِرْجَت ْمِهِناَميِإِب ْمُهُّبَر ْمِهيِدْهَي ِتاَحِلاَّصلا اوُلِمَعَو اوُنَمآ َنيِذَّلا َّنِإ ِميِعَّنلا ِتاَّنَج

İman edip Salih amel yapanları ise onların Rabbi, imanları sebebiyle kendilerini, içlerinden ırmaklar akan, o nimet dolu cennetlerdeki mutluluklara erdirir. (Yunus sûresi, 10/9)

***

ًلاَمَع َنَس ْحَأ ْنَم َر ْجَأ ُعيِضُن َلا اَّنِإ ِتاَحِلاَّصلا اوُلِمَعَو اوُنَمآ َنيِذَّلا َّنِإ İman edip Salih amel yapanlara gelince, şu bir gerçek ki Biz güzel iş yapanların işlerini asla zayi etmeyiz. (Kehf sûresi, 18/30)

***

(12)

اوُنَمآ َنيِذَّلا َّنِإ ًلاُزُن ِس ْوَدْرِفْلا ُتاَّنَج ْمُهَل ْتَناَك ِتاَحِلاَّصلا اوُلِمَعَو

İman edip Salih amel yapanlara gelince, onlara da konak olarak Firdevs cennetleri hazırlandı. (Kehf sûresi, 18/107)

***

اً دُو ُنَم ْحَّرلا ُمُهَل ُلَع ْجَيَس ِتاَحِلاَّصلا اوُلِمَعَو اوُنَمآ َنيِذَّلا َّنِإ İman edip, Salih amel yapanları Rahman, (hem Allah, hem de mahluklar nezdinde) sevimli kılacaktır. (Meryem sûresi, 19/96)

***

َعَو ْمُكْنِم اوُنَمآ َنيِذَّلا ُالله َدَعَو ِد ْمُهَل َّنَنِّكَمُيَلَو ْمِهِلْبَق ْنِم َنيِذَّلا َفَلْخَتْسا اَمَك ِضْرَلأا يِف ْمُهَّنَفِلْخَتْسَيَل ِتاَحِلاَّصلا اوُلِم

ُمُهَني

َو اًئْيَش يِب َنوُكِرْشُي َلا يِنَنوُدُبْعَي اًنْمَأ ْمِهِفْوَخ ِدْعَب ْنِم ْمُهَّنَلِّدَبُيَلَو ْمُهَل ىَضَت ْرا يِذَّلا َنوُقِساَفْلا ُمُه َكِئَلوُأَف َكِلَذ َدْعَب َرَفَك ْنَم

Allah içinizden iman edip Salih amel işleyenlere kesin olarak vaad buyurur ki: Daha önce müminleri dünyada hakim kıldığı gibi kendilerini de hakim kılacak, kendileri için beğenip seçtiği İslâm dinini tatbik etme gücü verecek ve yaşadıkları korkulu dönemin arkasından, kendilerini tam bir güvene erdirecektir. Çünkü onlar, yalnız Bana ibadet edip hiçbir şeyi Bana şerik yapmazlar. Artık bundan sonra kim küfrana saparsa, işte onlar yoldan çıkıp Allah’a karşı gelmiş olurlar. (Nur sûresi,24/55)

***

ِرْصَعْلاَو ٍرْسُخ يِفَل َناَسْنِلإا َّنِإ*

ِرْبَّصلاِب اْوَصاَوَتَو ِّقَحْلاِب اْوَصاَوَتَو ِتاَحِلاَّصلا اوُلِمَعَو اوُنَمآ َنيِذَّلا َّلاِإ*

Yemin ederim zamana:* İnsanlar hüsranda.* Ancak şunlar müstesna:İman edip Salih amel yapanlar, bir de birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler. (Asr sûresi, 10/1-3)

***

َنوُحِلْفُت ْمُكَّلَعَل َرْيَخْلا اوُلَعْفاَو ْمُكَّبَر اوُدُبْعاَو اوُدُجْساَو اوُعَك ْرا اوُنَمآ َنيِذَّلا اَهُّيَأ اَي Ey iman edenler! Rükû edin, secde edin, hasılı yalnız Rabbinize ibadet edin, hayırlar işleyin ki felaha eresiniz. (Hac sûresi, 22/77)

***

ِب ٌريِبَخ َالله َّنِإ َالله اوُقَّتاَو ٍدَغِل ْتَمَّدَق اَم ٌسْفَن ْرُظْنَتْلَو َالله اوُقَّتا اوُنَمآ َنيِذَّلا اَهُّيَأ اَي َنوُلَمْعَت اَم

Ey iman edenler! Allah’ın azabına mâruz kalmaktan korunun. Herkes yarın âhireti için ne gönderdiğine dikkat etsin. Allah’ın azabına dûçar olmaktan korunun. Çünkü Allah yaptığınız her şeyden haberdardır. (Haşr sûresi, 59/18)

***

ثَّرَو ُمَلْعَي اَمِب َلِمَع ْنَم

ْمَلْعَي ْمَل اَم َمْلِع ُالله ُه "Kim bildiklerini pratiğe dönüştürürse, Allah ona

bilmediklerinin ilmini ihsan eder." (Hilyetü'l-evliya, 10/15) Yani Allah onların bildiği biri bin yapar, bildiklerine bereket katar ve onlara bilmediklerini de öğretir. Semâdan gelen ilham

esintilerini onların kalplerini âdetâ bir semâ haline getirir.. ve onlar bu bildiklerini harfiyen tatbik

(13)

etmekle, semâya doğru yükselen “kelime-i tayyibe” merkûbunu bulur ve yükseldikçe yükselir.

(Sonsuz Nur, 1/93)

***

Güzel davranışlar, salih ameller ve ibadetler, bir süre sonra insanın tabiatı haline gelerek onu, mücerret bilgiyle ulaşılamayan noktalara ulaştırır. Mücerret bilgi ve malûmat, insanı hiçbir zaman, amelin, yaşamanın, tecrübe etmenin ve ibadetin yükselttiği seviyeye yükseltemez.

Tecrübe ve uygulamadan yoksun, amel ve ibadetten mahrum bir insan, kütüphaneler dolusu kitap okusa da, vicdanında duyulması gerekenleri kat’iyen duyamaz; sadece delillere dayanarak kafasına yerleştirmeye çalıştığı bir ulûhiyet telakkisiyle hiçbir zaman imana ilişen problemlerden kurtulamaz. Öyleyse, vicdan mekanizmasını işlettirmek ve ondan semere almak için insan “salih amel”e yapışmalı, çokça ibadet etmeli, ibadeti tabiatının bir yanı haline getirmelidir. İmanın, akıldan ziyade kalbe oturması ya da en az akıl kadar kalbin de işletilmesi, ibadetle cilalanması ve neticede kalb ve kafa izdivacının sağlanması şarttır. Yoksa, iman zayıf bir lehimle tutturulmuş gibi olur. O da, namüsait şartlar altında birden bire eriyiverir, kırılır gider. İşte, tahkike ulaşmak, belki senelerce sürecek olan bir ibadet cehd u gayretine bağlıdır. Fakat, böyle bir cehd neticesinde tahkîkî iman hedefine ulaşan bir kulun karşısına bin tane şeytan bin çeşit hile ve oyunla çıksa da -Allah’ın izniyle- ona hiçbir zarar dokunmaz. (Ümit Burcu, 194-195)

***

Meselelerin nazarî yanında bir icmal ve düzlük mülahazası hâkimdir; matlup olan, onların amelî planda tafsile ulaştırılmalarıdır. Yalnız fikir hâlinde bulunan ve tatbik sahasına çıkarılmamış olan bir bilgi, inkişaf ettirilmedikçe, pratiğe dökülmedikçe ve fiilî olarak ortaya koyulmadıkça asıl tesirini icra edemez ve semeredâr olamaz.

Nazarînin bir kısmı belli ölçekte bir kıymeti hâizdir; diğer bir kısmı ise, çok kıymetlidir.

Mesela; iman pek değerli bir nazarîdir; fakat, onun da bir inkişaf alanı vardır. O alan sâlih ameldir; onun derinliği ise ihsan şuuruna ulaşmaktır. İman çok ehemmiyetli olsa da, onun vaadettikleri ancak amelle bilinir; iman, amel sayesinde inkişaf ettirilmeyince, duyulması lazım gelenler duyulamaz, sezilmesi gerekenler sezilemez ve imanın hakiki tadına varılamaz. Bu itibarla, önce iman amelle tafsile ulaştırılmalı, sonra sâlih amelde sebat edilmeli ve derinleşme peşine düşülmeli; akabinde ise, canlılığın hep korunması ve hiç heyecan yorgunluğu yaşanmaması için o amele sürekli yenilenmeler, renkler ve farklı desenler katılmalıdır.

...Fakat, madem ki, ilahî ahlak meseleyi sadece plan ve programda bırakmıyor, onu inkişaf yörüngesine çekip amelîye irca ediyor; öyleyse, insan da sadece nazarîde kalmamalı, faydalı bulduğu plan ve projeleri mutlaka amelîye taşımalıdır. Evet, her işin arızaya meydan vermeyecek şekilde inceden inceye planlanması, kontrol altına alınması ve sonra da mutlaka

(14)

amelîye taşınması hem inancın gereğidir, hem âdet-i ilahiyeye mutabakatın remzidir ve hem de ilahî ahlakla tahalluk etmenin ifadesidir. . (Vuslat Muştusu, s. 233-242)

Ayrıca bkz.: İslam Düşüncesinin Ana Karakteristiği, KDD, s. 61, 71; Kendi Değerlerine Bigâne Nesiller, SÇ, s. 128-129; S, Ekim-2005; Nazariden Ameliye İlahi Ahlak, Vuslat Muştusu, s. 255-265; Vicdan, KZT, 3/231; Tebettül, KZT, 4/201; Sohbet-i Canan, 2/158; Fasıldan Fasıla- 1, s. 86-87; Soru: Güzel vasıfları fıtratımıza mâl etme hususunda nasıl bir yol izlemeliyiz?

Prizma, 2/18-21

(15)

2- İHSAN

(TARİFİ)

İhsan; lügat itibarı ile iki şekilde kullanılır:

Biri “ُ هَنَس ْحَأ ” dur ki; bir şeyi güzel ve mükemmel yaptı, ihsan şuuru ile davrandı, hep mükemmeli takip etti; diğeri ise “ُ ِهْيَلِا َنَسْحَأ”dir ki; iyilik etti, ihsan ve cemilede bulundu mânâlarına gelir.

(KUR'ÂN’DAKİ KULLANIMI)

Her iki anlam da, Kur’ân’da ve Sünnet’te nazar-ı itibara alınmış, yer yer bunlardan birisine, zaman zaman da her ikisine birden tevcihte bulunularak telvine gidilmiştir ki, Hazreti Yûsuf’un (alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm) ihsan şuurunu tescil bölümünde buna işaret edilmişti. . ( Sûre-i Yûsuf’un sıddîk kahramanı, mübarek ismine izâfe edilen sûrede tam beş defa ihsan ehli olarak zikredilir ki;( Yûsuf sûresi, 12/22, 36, 56, 78, 90) bu, ُyer-gök, dost- düşman, Yaratan-yaratılan herkesin, O’nun yakîn, muhâsebe ve murâkabesine şehadeti demektir)

(Hakikat ehlince ihsan)

Hakikat ehlince ihsan; hak ölçülerine göre iyi düşünme, iyi şeyler plânlama, iyi işlere mukayyet kalma ve kullukla alâkalı bütün davranışların, Allah’ın nazarına arz edilmesi şuuruyla, fevkalâde bir titizlik içinde temsil edilmesinden ibaret kalbî bir ameldir.

...

Evet,

َكاَرَ ي ُهَّنِإَف ُهاَرَ ت ْنُكَت ْمَل ْنِإَف ُهاَرَ ت َكَّنَأَك َللها َدُبْعَ ت ْنَأ ُناَسْحِلإَا ُ

“İhsan, görüyormuşçasına senin, Allah’a ibadet etmendir; sen O’nu görmesen de O seni görüyordur.”( Buhârî, iman 37; Müslim, iman 7; Ebû Dâvûd, sünnet 16.) hakikatince, yapılan her şeyi arızasız ve Cenâb- ı “Şâhid-i Ezelî”nin nazarına arz edilebilecek şekilde,i inanarak, duyarak, irade, his, şuur ve lâtîfe-i rabbâniye buudları ile yerine getirmek bir esas, bir temel prensip ve hakikat erlerince ulaşılması gerekli olan bir ufuk; başkalarına karşı iyilik duygusu, iyilik düşüncesi ve iyi davranmak ise, insan ruhu ile bütünleşmiş böyle bir ihsan şuurunun zuhûru, taşması ve intişârıdır ki; birinci şıkkın tabiî neticesi Mâlâyaniyatı Terk İslâm’ın Güzelliğindendirii ve ihsana programlanmış bir vicdanın programlandığı şeyi ifade etmesinden ibarettir.

Bu mânâdaki, ihsanın insanlara bakan yanını, َكِسْفَ نِل ُّبِحُت اَم َكيِخَِلِ ُ ب ح تُْنَأ“Kendin için sevdiğini kardeşin için de sevmen” [ Buhârî, iman 7; Müslim, iman 71] düstûru... hadis-i şerifleri ifade etmektedir.

İhsan şuuru, salih bir dairenin (kısır döngü karşıtı olarak kullanıyorum) kapısını açan sırlı bir anahtar gibidiriii. O kapıyı açan ve o aydınlık koridora adımını atan insan, yürüyen merdivenlere binmiş gibi, kendini sihirli bir yükselişin hele- zonunda bulur. Bir de, bu mazhariyetiyle beraber, iradesinin hakkını verip kendi de yürüyüşünü devam ettirirse, her adımda iki basamak birden yükselir ki;

zannediyorum,

ُ ناَس ْح لإْاُ لا إُ ناَس ْحلإْا ُ ءاَزَجُْلَه

“İhsanın mükâfatı da başka değil yine ihsandır.” (Rahman sûresi, 55/60) ilâhî beyânı da işte bunu hatırlatmaktadır. Nitekim bir gün, Hazreti Sâdık u Masduk bu âyeti okumuş ve ashabına sormuştu: “Biliyor musunuz Rabbiniz bununla ne anlatmak istiyor?”

Ashab: Allah ve Resûlü bilir; cevabını verince, O da sözlerine şöyle devam etmişti:

(16)

َّنَجْلا َّلاِإ ِديِحْوَّ تلاِب ِهْيَلَع

ُة ُتْمَعْ نَأ ْنَم ُءاَزَج ْلَه :ُلوُقَ ي

‘Benim kendisine iman ve tevhidi ihsan eylediğim kimsenin mükâfatı başka değil cennettir..!’ diyor.”( el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/372; ed-Deylemî, el-Müsned 4/337; İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azîm 4/279)

ْا يِف اَنَ تَبِقاَع ْنِسْحَأ َّمُهَّللَا لُك ِروُمُلِ

ِةَرِخلآا ِباَذَعَو اَيْ نُّدلا ِيْزِخ ْنِم اَنْرِجَأَو اَه َكيِصاَعَم َنْيَ بَو اَنَ نْ يَ ب ِهِب ُلوُحَت اَم َكِتَيْشَخ ْنِم اَنَل ْمِسْقا َّمُهَّللَاiv

لَصَو لَسَو يَس ىَلَع ْم يَس اَنِد َنيِعَمْجَأ ِهِبْحَصَو ِهِلآ ىَلَعَو ٍدَّمَحُم َنيِنِسْحُمْلا ِد

AYAKLARIMIZI KAYDIRMA ALLAHIM!..

Soru: Allah’ın rızasına yürüyen bir insanın, tökezlememeye ve düşmemeye çok dikkat ederek aşması gereken kayma noktaları nelerdir? Bazı kaygan zeminlerde sürçsek ve hatta düşsek bile kalkıp yolumuza devam edebilmemiz için neler tavsiye edersiniz?

İman, İslam ve İhsan

Bildiğiniz gibi, bir gün Cebrail aleyhisselâm, insan suretinde Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına gelmiş; iman, İslâm, ihsan ve kıyamet alâmetleri ile alakalı bazı sorular sormuştur. Cebrail aleyhisselam’ın bizzat soru sorduğu ve cevaplarını tasdik ettiği bu ziyaretin anlatıldığı hadis-i şerif “Cibril hadîsi” olarak anılmaktadır. Hazreti Cibril-i Emin onların yanından ayrılınca Peygamber Efendimiz “O Cibrîl’di. Size dininizi öğretmeye gelmişti”

buyurmuşlardır. Bu hadis-i şerifte geçen iman, İslam ve ihsan üçlüsü de titiz yaşama adına çok önemlidir; çünkü, dini öğretmek için gelen Vahiy Meleği özellikle bu üç hususu sormuş ve Peygamber Efendimiz de bunların bütününe “din” demiştir.

İman hakikatinin, tesirini tam olarak ortaya koyması ancak İslam’la mümkündür. İman, işlene işlene insanın tabiatına mal olup, onun davranışlarını belirleyen ve yönlendiren bir derinlik hâline gelince hakikî iman hasıl olur. Aksi taktirde, Allah’ın adem-i mevcudiyetine mesnetmiş gibi ortaya konan bazı şeyleri yıkarak ve sadece birkaç delile dayanarak ulaştığınız ya da atalarınızın size telkin ettiği iman nazarî bir imandır. Öyle bir iman sayesinde “Allah vardır”

dersiniz ama o meselenin hakikatini araştırmadığınız sürece kalbinizin derinliklerine kök salacak ciddi bir irfana da ulaşamazsınız. Oysa ki, nazarî iman, amel vesilesiyle insan tabiatının onu yönlendiren bir derinliği haline gelmelidir. O duruma gelinceye kadar da insan için tehlike ihtimali çoktur. Tehlike ihtimalini azaltmanın yolu ise İslam esaslarına bağlılıktır.

Aslında, İslam esasları sadece beş tane değildir. Mehâsin-i ahlâkı bütün fakülteleriyle yaşamak da İslam’ın bir şartıdır. Bir müslümanın mesâvi-i ahlâktan içtinab etmesi de lazımdır.

Hazreti İmam-ı Gazalî, İhyâ’sında bazı mevzuları mühlikât (helak eden, felakete sürükleyen hususlar) ve münciyât (kurtaran, felaha götüren ameller) başlıkları altında serdediyor. İşte, İslam bunların hepsine riayet etmek ve bu riayeti de bir yönüyle bir iç istek haline getirmek demektir. Öyleyse, bir müslüman, dinin emirleri mevzuunda da, yasakları konusunda da çok titiz davranmalı; emirleri yapmanın ve yasaklardan içtinab etmenin tiryakisi olmalı; bu hususta, adeta uyuşturucuya kendisini kaptıran ve ondan vazgeçemeyen bağımlı bir insan gibi yaşamalıdır. Bir vakit namazı kaçırma tehlikesiyle yüz yüze kalsa, “Acaba namazım mı önce kaçar, aklım mı?” diyecek kadar o meselenin delisi olmalıdır. Bir uçağa bineceği zaman, her şeyden evvel, namazını orada da hakkıyla eda etmenin hesabını yaparak binmeli; şehirler arası

(17)

bir yolculuğa çıkarken “Vakti geldiğinde namazımı farz, vacip ve sünnetine riayet ederek eda edeceğim; ben yemeğimden, çayımdan vazgeçebilirim ama namazımdan taviz veremem.” düşüncesiyle dopdolu olarak çıkmalıdır. Seyahat sırasındaki namazlarının birinden az bir taviz verse o seyahatini de bereketsiz kabul etmelidir. Bu, dinin tiryakisi olma demektir. Öbürü ise, taklitten kurtulamamayı, iğreti durmayı gösterir. Öyle iğreti duran bir insan da tehlikeli bir zeminde ve mâil-i inhidamdır; o her an yıkılıp gidebilir.

Evet, imanını amelle takviye edecek ve İslam sayesinde derin bir marifete ereceksin. Fakat, onunla da yetinmeyecek, ihsan ufkuna yürüyeceksin. Salih amellere yapışacak ve ibadetlerin hakkını vereceksin ama bunları yaparken Allah’ı görüyor gibi bir hâli yakalayacaksın. Secdede başını yere koyduğun an, sanki Allah’ın arşının önüne başını koyuyormuşsun gibi bir temkinle hareket edeceksin.

Her davranışının şuurluca olmasına özen gösterecek, her hareketine şuur vizesi soracak, onun referansını almayan hareket ve davranışları hiç yokmuş gibi sayacaksın. Ayakta dururken kendi kendine “Aman dikkatli dur, şu anda huzurdasın, Arşın bir tarafına dokunabilirsin.” diyeceksin.

Rükua giderken, secde ederken.. hep bir dikkat ve teyakkuz insanı olarak davranacaksın. Bu ihsan şuurunun zirvesidir. Bunu yapamıyorsan bile hiç olmazsa avamca ihsan duygusuyla dolacaksın. İbadetlerini, O’nun tarafından görülüyor olma mülahazasıyla eda edeceksin. Yani, sen O’nu görüyormuş gibi bir ruh hâletine giremeyebilirsin; günahların vardır, ufkun kapalıdır, bundan dolayı o meseleyi gerektiği şekilde duyamıyor olabilirsin. Fakat, hiç unutmamalısın, O seni görüyor. Evet sen, seni gören bir Rabb’in karşısında olduğuna inanmamışsan, Cenâbı Allah’a tam inanmamışsın demektir. Öyle bir iman arızalı ve problemlidir.

Oysa, kaymalara karşı koyabilmek için sağdan-soldan destekli bir imana ihtiyaç vardır. Her zaman Hakk’ın huzurunda bulunuyor olma mülâhazasıyla sürekli temkin ve istikamet kollama.. ya da konumunun gerektirdiği mârifet ve şuurla “Ben bir hakir kulum, her nefesimde, her an-ı seyyâlemde muhtaç olduğum Mevlâ’dan nasıl gaflet ederim.” diyerek, hep uyanık, hep mahviyet içinde, hep gözü Hakk’ın kapısının aralığında ve mevsimi gelince iltifat göreceği düşüncesiyle sürekli ümitli, herhangi bir itaba uğrayacağı endişesiyle de kalbi güvercinlerin kalbi gibi tir tir titrer vaziyette olma hâli sağlam bir imanın neticesidir. Böyle bir iman, İslam ve ihsan şuuru, Kur’ân’ın “Kim ihsan şuuruyla yüzünü (kendini) Allah’a teslim ederse muhakkak ki o en sağlam kulpa sarılmıştır.” (Lokman, 31/22) diyerek ifade buyurduğu “ Urvetü’l-vüska”, yani, k opmayan, kırılmayan, parçalanmayan, kendisine tutunanı yolun zikzaklarında düşürüp bırakmayan, en sağlam kulp, Rabbe karşı güven ve emniyet bağı mesabesindedir. (KIRIK TESTİ – 07-03-2005)

i Amellerin Allah’a arz ediyor şekilde yapılması

Zât-ı Uluhiyet’e karşı ciddiyet, her zaman Cenâb-ı Hakk’ın murâdını takip etme ve O’nun tarafından takip edilme mülâhazasıyla iç ve dış bütünlüğü içinde, hayatı ve davranışları

(18)

ciddî bir çizgide sürdürme şeklinde olur. Bu da ancak, Cenâb-ı Hakk’ın, insanın her hâline nâzır bulunduğuna; yani onun sözlerini duyar ve işitir, ahvâlini bilir ve değerlendirir, yaptıklarını görür ve kaydeder olduğuna inanmakla gerçekleşebilir. İnsanlar bazı durumlarda böyle bir görülüp gözetilmeyi muvakkaten unutabilirler; meselâ, yemek yerken, çay içerken kendi âlemlerine dalabilirler… Yatakta o murakabe havasından uzaklaşabilirler. O anlarda, Cenâb-ı Hakk’ın azametine uygun ve kulların küçüklüğüne münasip şekilde Allah’ı hatırlama, ihsan şuuruyla dolma söz konusu olmayabilir. Gerçi, “akrabu’l-mukarrabîn” dediğimiz daha halis kullar, o türlü hallerde bile temkinli davranırlar. Fakat, Allah, bazı beşerî hallerdeki öyle bir nisyanı ve geçici bir unutmayı bağışlayacağını vâd etmiştir. Belki onlardan dolayı da istiğfar edip Allah’a yeniden teveccühte bulunmak gerekir ama herkesin her yerde aynı ölçüde ciddiyet ortaya koyamayacağı da bir realitedir.

Hak ölçülerine göre iyi düşünen, iyi şeyler plânlayan, iyi işlere bağlı kalan ve bütün sözlerini, hareketlerini, davranışlarını Allah’ın nazarına arz ediyor olma şuuruyla, fevkalâde bir titizlik içinde ortaya koyan insanlar kâmil manâda ciddî insanlardır. Onlar kiminle otururlarsa otursunlar –Hazreti Mevlânâ edasıyla– “Arkadaş, dikkat et! Burada bizi yalnız sanma, bizden başka gizli biri daha var!” der ve o zaviyeden hareket ederler. Zaten Kur’an da öyle demiyor mu: “Görmez misin ki Allah göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini bilir! Biraraya gelip gizlice fısıldaşan üç kişinin dördüncüleri mutlaka Allah’tır. Beş kişi gizli konuşsa altıncıları mutlaka Allah’tır. Bundan ister daha az, ister daha çok olsunlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, mutlaka O, kendileriyle beraberdir. O, ileride kıyamet gününde, yapmış oldukları işleri onlara tek tek bildirecek, dilerse karşılığını da verecektir. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilir.”

(Mücâdile, 58/7) Evet, biz hiçbir zaman yalnız değiliz; bizi her an gören, halimizi bilen, tavırlarımızı değerlendiren ve niyetlerimize göre kalblerimize teveccühte bulunan bir Rabbimiz var. İşte, bu hakikati kim, ne kadar kavrar ve kimin marifeti ne ölçüde olursa, onun söz, tavır, hal ve davranışları da o ölçüde ciddiyet televvünlü olur. (İkindi Yağmurları, s. 203-204)

ii İki Cihan Serveri buyuruyor ki: “Müslümanın İslâmiyetine ait güzelliklerindendir malayaniyi terketmesi...”

...

Hadîste; mü’minin İslâmiyetinin, ihsan ve itkana ulaşabilmesinin sırrından bahsedilmektedir. Yani pratikte ve dış yönü itibariyle, sağlam, arızasız ve kusursuz bir seviyeye; iç yönü itibariyle de ihsan sırrını temsile ulaşmış bir mü’min, mutlak surette, mâlâyaniyatı terk etmelidir.. terkeder de...

İçteki Ciddiyet Dışa Akseder

Ciddiyetsiz ve lâubâli insanların, ibadetlerinde de ciddiyet yoktur. Böyle bir insan, belki namaza durduğu zaman ciddi gibi görünebilir; fakat eğer, iç dünyasında, kalb ve vicdanında ciddiliğe ulaşamamışsa, o sadece yıldız görünme sevdasında bir ateş böceğidir. Uzun zaman da böyle görünebilmesi mümkün değildir. Karakterler gizlenemez. Her insan, er veya geç karakterinin muktezasını mutlaka yerine getirir. Meğer ki ciddiyet onda değişmeyen bir karakter haline gelmiş olsun! ...

Meseleyi şöyle toparlayabiliriz: İçte ihsan olmalı ki, dışta itkan olsun! Dış, daima içten destek almalıdır. İnsanın iç dünyası ciddi olmalı ki, bu onun dış dünyasına da sirayet etsin.

(19)

Hz. Ömer, hilafet makamına tavsiye edilen büyük bir sahabi için şöyle demiştir:“ Denilen kişi her yönüyle hilafete layıktır. Ancak şakası biraz fazladır. Halbuki hilafet, bütünüyle ciddiyet isteyen bir meseledir.”

İnsanları idare durumunda hilafet, ciddiyet ister de, yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’ın temsilcisi olma ma’nâsına hilafet ciddiyet iktiza etmez mi?

Allah huzurunda, O’nun boynu tasmalı bir kulu olma mevzuunda gerekli ciddiyeti elde edememiş bir insan, diğer hususlarda nasıl ciddi olabilir ki?

...

Her İşte İtkan (ihsan itkanı netice verir)

İnsanın vicdanını, böyle bir ihsan şuuru sardığında, artık onun davranışlarına itkan hâkim olur. Zaten Cenâb-ı Hakk da, işin sağlam yapılmasını istemekte ve sağlam işi sevmektedir.

O, Kur’ân’da diyor ki : “De ki: Amel edin! Amelinizi Allah da, Rasûlü de, mü’minler de görecektir. Sonra görüleni de görülmeyeni de bilen Allah’a döndürüleceksiniz. O da size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” (Tevbe, 9/105).

Yani yapılan bütün ameller, Allah’ın, Rasûlü’nün ve vicdanları hüşyar mü’minlerin teftişinden geçecektir. Onun için her amel, teftişe göre yapılmalıdır ki, sahibini utandırmasın. Bu da, yapılan amelin çok sağlam yapılmasını zarûri kılmaktadır. Böyle bir amele muvaffak olabilmek de, ancak içten “ihsan”a ulaşmakla mümkündür. İnsan, iç âlemi itibariyle böyle derinleşebildiği ölçüde, davranışları da çok mükemmel olacak ve bu insan, asla laubâliliklere düşmeyecektir. Böylece de İslâm’ın güzelliklerini elde etmiş, başka bir ifadeyle, güzel olan İslâm’ı yaşamış, zatında güzel olan İslâmiyetin güzelliğine uygun bir kemalat arşına taht kurmuş olacaktır.

“Malayani”, insanı hiçbir zaman alâkadar etmeyen, gereksiz ve onun ne bugünü ne de yarını için hiçbir faydası olmayan lüzumsuz şeylerle meşgul olması demektir. Öyle ki, meşgul olduğu şeylerin, ne şahsına, ne ailesine ne de milletine hiçbir faydası yoktur. İşte İslâmiyetteki güzellikleri yakalayabilmiş biri aynı zamanda laubalilikten de uzaklaşmış demektir. Öyleyse bu hadîs, aynı zamanda insana, ne yapması gerektiğini de öğretmektedir. İnsan daima, yüce ve yüksek meselelerle meşgul olmalı, uğraştığı her mesele ya doğrudan doğruya, ya da dolayısıyla, hem kendine, hem ailesine hem de cemiyete faydalı bulunmalıdır. Bir cihetle, ciddi insan olmanın tarifi de budur... (Sonsuz Nur, 1/301-305)

iii . Farklı bir zaviyeden iman, İslam ve ihsan birbirini tamamlayan üç unsurdur. Gerçi usulde öyle bir yaklaşım yok ama iman bir mü’min için zaruriyattan (mutlaka olması gereken, olmazsa olmaz şartlardan) ise şayet, amel-i salih hâciyat (zaruriyata göre daha geri plânda kalan ama olmasına ihtiyaç duyulan şartlar), ihsan da tekmiliyattandır (zaruriyat ve haciyattan sonra gelen tamamlayıcı, kemale erdirici hususlar). Onun için bence üçünün iman mefhumu çerçevesinde ele alınması gerekir. (KIRIK TESTİ – 04-08-2003)

(20)

iv Acz, fakr, ihtiyaç, şevk, şükür mesleğinin gereği budur. İnsanın, sürekli kendisinin bir sıfır olduğu mülahazasıyla yaşaması.. Onun için Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:

Allahümme ahsin akibetena fi’l-umuri kulliha ve ecirna min hızyi’d-dünya ve azabi’l-ahirah- Allahım, yapıp edegeldiğimiz bütün işlerimizin neticesini hayırlı ve güzel eyle. Bizleri dünyada rezil rüsvay olmaktan ve ahiret azabından koru.” “Ahsin akibetena-sonumuzu hayır eyle”, akıbetimizi ihsan televvünlü eyle, diyor. Yani, en büyük lütufta o zaman bulun bize, gözümüzü aç. Bizleri Sana kulluk yapıyor olma zirvesine ulaştır. Varlığını benliğimize bütün enginliği ile duyur. Ve başka şeylere ihtiyaç bırakmayacak şekilde kendinle bizi doyur. Amin KIRIK TESTİ – 08-04-2002

(21)

İMAN İSLAM İHSAN :DİN

İslam, insanları hayvaniyet mahpesinden, cismaniyet darlığından çıkarıp kalb ve ruhun ferah-fezâ ikliminde seyahate hazırlamak için gönderilmiş bir ilâhî kanunlar mecmuasıdır.. ve bu eşsiz nizamın ruhu iman, cesedi islâm, şuuru ihsan, unvan-ı muazzezi de dindir. (İslam’a İcmali Bir Bakış, Kendi Dünyamıza Doğru)

ِنَع يِنْرِبْخَأ

ِناَميِ ْلْا : RUHU-İMAN ْمُكَنيِّد ْمُكُمِّ لَعُ ي ْمُكاَتَأ

ِنَع يِنْرِبْخَأَف

ِم َلَ ْسِ ْلْا : CESEDİ-İSLÂM UNVAN-I MUAZZEZİ-DİN

ِنَع يِنْرِبْخَأَف

ِنا َسْحِ ْلْا : ŞUURU-İHSAN

***

Merkezi tutanlar hayat şiirini besteler; arkadakiler de, onu en tatlı melodilerle seslendirmeye çalışırlar. Merkezdekiler, “sûr”u dudağında şaha kalkmış İsrafil gibi çevrelerine ruh ve diriliş üflerler; arkadakiler de, bu ruha ceset giydirerek onu hayatın her ünitesinde en canlı heykeller hâlinde temsil etmeye çalışırlar.

(Yararlı Ruhlar veya Vicdan Topluluğu, Aralık-1986)

***

RUHUMUZUN

(İMAN)

HEYKELİNİ

(İSLAM)

İKAME EDERKEN

(İHSAN)

(Ocak-1994)

***

Onlar, sık sık ahd ü peymanlarını yeniler ve Allah’ın kendilerine lütfettiği maddî-

mânevî her çeşit nimeti; şeâiri ihyâ mânâsına ruhlarının âbidelerini ikame etme

yolunda harcarlar. (Günümüzün Karasevdalıları, Eylül-2002)

(22)

VAAZLARIN YÖRÜNGESİ CİBRİL HADİSİ

Erkân-ı İmaniye (120 hafta): ِِناَميِ إلْا ِ ِنَعِيِنإرِبإخَأ

 Tevhid Delilleri: Allah’a iman (14.2.1975-16.5.1975/14 hafta)

 Nübüvvet serisi : Peygamberlere İman (11.7.1975-18.6.1976/38 hafta)

 Kur’ân vaazları: Kitaplara İman (25.6.1976-4.11.1977/40 hafta)

 Haşir vaazları: Ahirete İman (11.11.1977-10.3.1978/13 hafta)

 Melekût Alemi vaazları: Meleklere İman (17.3.1978-2.6.1978/11 hafta)

 Kader vaazları: Kadere İman (9.6.1978-4.8.1978/4 hafta)

Esasât-ı İslamiye (48 hafta): ِِم َلَ إسِ إلْا ِ ِنَعِيِنإرِبإخَأَف

 İslam esaslarına giriş ve kelime-i şehadet (11.8.1978)

 Namaz (25.8.1978-13.10.1978/9 hafta)

 Hac (20.10.1978-12.11.1978/5 hafta)

 Zekat (24.11.1978-16.2.1979/8 hafta)

İçtimai ve İktisadi Yapımız (23.2.1979-21.9.1979/26 hafta)

 Oruç (28.9.1979-19.10.1979/4 hafta)

Müeyyidat (25 hafta): ِِم َلَ إسِ إلْا ِ ِنَعِيِنإرِبإخَأَف

 Müeyyidata giriş (26.10.1979)

 İrşad -Tebliğ, Emr-i bilmaruf Nehy-i anil münker (2.11.1979- 11.1.1980/11 hafta)

 Cihad (18.1.1980-25.4.1980/14 hafta) Hutbeler: ِِنا َسإحِ إلْا ِ ِنَعِيِنإرِبإخَأَف

Ahlakî Mülahazalar (14 hafta) : ِِنا َسإحِ إلْا ِ ِنَعِيِنإرِبإخَأَف

 Ahlakî Mülahazalar (2.5.1980-5.9.1980/14 hafta)

 Ahlak-ı âliyeye giriş

 Hz. Muhammed'in (sas) güzel ahlakı

(23)

 Ahlak-ı Aliyeden dilin muvazenesi. Dilde sırat-ı müstakimi

 Sözde fuhuş ve sövüp sayma, lanet

 Suizan ve gıybet

 Söz getirip götürmek.

 Kuvve-i şeheviyede sırat-ı müstakim

 Kuvve-i gadabiyede sırat-ı müstakim

 Ahlak-ı seyyieden kıskançlık ve haset.

 Kibir ve ucb …

Pazar Vaazları (34 hafta) : ِِنا َسإحِ إلْا ِ ِنَعِيِنإرِبإخَأَف

(19.11.1989-16.6.1991/34 hafta)

 Takva

 İman-ı billah, marifetullah, vicdan ve kalb kültürü

 Marifetullah, mehafet ve mehabetullah (işfak).

 Hizmet insanlarının ahlakı ve kültürü.

 Marifet-i İlahiyenin ehemmiyeti.

 Muhasebe, murakabe.

 Fütüvvet.

 Sabır

 Havf ve Reca

 Hicret ve mukaddes göç

 Keşke’ler

 Allah'ın (c.c.) sonsuz merhameti.

 İnsanlık, sevgi, muhabbet, mürüvvet, şefkat ve merhamet

 Yaşatma İdeali

 Muhammedi ahlak.

 Gözyaşları

 Yakin

 Ana-Baba Hakkı

 İrade İnsanı

 Ruh İnsanı

 Kalb İnsanı

Referanslar

Benzer Belgeler

A)- ءامرم ت اَّمملم ف Meddi Muttasıl şeklinde (hemze uzatılmadan durulur). B) ‘TERAE’ kelimesinde vakıf yapılmaz. C) Meddi Arız şeklinde durulur. Ayetinde geçen

Yahudi takvimine göre Tişri ayının on beşinde, Yom Kipur’dan beş gün sonra başlar.. Bu bayramı İsrail’deki Yahudiler yedi, İsrail dışındaki Yahudiler sekiz

Çölde Sayım, 30: 12, Ama kocası bunları duyduğu gün engel olursa, kadının adadığı bütün adaklar ve kendini altına soktuğu yükümlülük geçerli sayılmayacak. Kocası

Sülasi fiilin başına ( َ ت ) eklenmesi ve orta harfin şeddelenmesi ile elde edilir.. - Fakülteden iki sene önce

Bu kalıp ile iki kişi arasında ortaklık bildiren mufâ‘ale kalıbı arasındaki fark şöyle özetlenebilir: Mufâ’ale kalıbının fâili hem gramer hem anlam bakımından

Atık yonetim planı için ilçe belediyeleriyle yaptığı işbirliğini kamuyla paylaşıyor

Şimdi Allah Teala’nın gerçek hükümdar, ve her şeyin sahibi olduğunu, O’ndan başka kimsenin buna gücü yetmediğini bildiğin halde, böyle düşünmek sana yakışır

Bağlamıyla anlam kazanan ت ُ ﺎ ﺤَ ﺼ ﱠﺎﻟِ ﻟ ﻓَﺎ (fe’s-sâlihatu) kelimesi zımnen “zaten olması gereken hâl üzere olan kadınlar” anlamına veya