H ü s e y i n A t a y
mm m * • | ••*•!«•
Kur'an'a Göre Araştırmalar
V
A T A V Y
İÇİNDEKİLER
SUNUŞ 9
MEDENİ MİLLET 19
İSLAMI ANLAMA VE ANLATMA METODU 27 Akıl (Bilim Kaynağı) 27
İrade 27 Akıl-Vahiy 29
Hz. Muhammed'in İki Bilgi Kaynağı 29 Kur'an'ın Mevsukiyeti 30
Akıl Vahiy Elele 31 Sünnet Hakem 31 Akıl-Vahiy-Sünnet 32 İçtihatlar Nass Oluyor 33
Tarihî İki Tespit 33 Mezhepçilik-Mezhep 34
Mezhepçilerin İmamlarına Muhalefeti 36
Düşüncede Duraklama 36 Taklit 38
İçtihat Farzdır 38 Fakih 38
Düşüncede Gerileme 40
Fikrî ve Bedenî Tembelliğin Sebebi 41 Siyasetin İlme Hükmetmesi 41 İlimde-Dinde-Siyasette Çöküş 42 Medresenin Yıkılış Sebepleri 43 Çöküşün Tek Sebebi Dinî Zihniyet 45 Çıkış Yolu 47
MODERN İLİM VE KURAN-I KERİM İLİŞKİSİNDE METOT 63 KUR'AN'A GÖRE İNANÇ İLKELERİ 83
Dilde İman 83 İlim-İman İlişkisi 85
İman Esaslarının Kur'an'da Tespiti 92 Allah'a İman 95
Sonuç 101
ALLAH A İNANMAK 103
"NE MUTLU MÜSLÜMANIM" DİYENE 111 KURANIN TOPLUM FELSEFESİ 119 İSLAM AHLÂKI VE AİLE PLANLAMASI 139 İÇTİHAT 156
KURAN-I KERİMİ OKUMA VE KUDSİYET 161 Temizlik 162
Kutsallık 162 Saygı 169
Kur'an'ın Okunması 173
Fıkıh 173
Müçtehitlere Göre Kur'an Okumanın Şartları 186 Abdestli Olmak Şartı 187
Bilgide Doğruluğun Tespiti Metodu 193 İki Önemli Husus 205
Kur an ve Hadisi Anlamada İki Yol 208 KURAN-I KERİM'DE CEZALAR-UKUBAT 213
Takip Edilmesi Gereken Metot 222 KURBAN BAYRAMI 229
DİZİN 237
SUNUŞ
"Şüphesiz, bilgi ruhun gıdasıdır. Bu yüzden tıp
kı beden için gerekli olan yiyecek maddelerini top
tan satan tüccarların yaptığı gibi, sofist de sattığı şeyi övdüğü zaman bizi kandırmaması için dikkat
li olmalıyız. Çünkü tüccarlar, gerçekten yararlı mı, yoksa zararlı mı olduğunu bilmeden ve hiçbir ayrım yapmadan, sattıkları bütün malları överler. Malların alıcıları da neyin yararlı, neyin zararlı olduğunu bil
mez. Tıpkı bunun gibi, şehir şehir dolaşarak bilgi sa
tan kimseler de sattıkları bütün malları aynı şekilde överler. Ama dostum, onların çoğu bu malların insan ruhu üzerinde nasıl bir etki yapacağını gerçekten bil
mez. Bu yüzden neyin iyi, neyin kötü olduğunu bili
yorsan, Protagoras'ın ya da başka birinin sattığı bir bilgiyi rahatça satın alabilirsin. Ama dostum, neyin iyi neyin kötü olduğunu bilmiyorsan, o zaman dur ve
en değerli şeyini bir şans oyununda tehlikeye atma.
Çünkü bilgi satın almak, yiyecek ve içecek satın al
maktan çok daha tehlikelidir."1
Platon demek istiyor ki, sözünü dinlediğin kişi dışında onun sözünün doğruluğunu ölçecek bir ölçün varsa herkesi, şüpheci Protagoras'ı da dinle. Buna göre sözünü dinlediğin kişi dışında bir ölçü istiyorsan, bu hususta İslam'ın getirdiği ölçü Kur andır. Kuranın öl
çüsü de akıldır. İşte akıl ve Kur an, ikisi beraber insa
nın yegane objektif doğruluk ölçüsüdür. Bilindiği gibi Protagoras sofistlerin ilkidir. Ona göre ölçü insandır.
Var olanların ve var olmayanların ölçüsü insandır.2 Bu, İslam'da birtakım sufilerin de ilimden kaçmak için kullandıkları ölçüdür. Bu ölçüye göre insan neye doğru diyorsa o doğrudur; neye yanlış diyorsa o yan
lıştır. Tasavvufta, tarikatlarda ise, ölçü şeyh efendidir.
Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır, şeklindeki saçmalık gibi. İşte bu Protagoras'ın sofist görüşüdür.3
Bu, insanların birbirlerinden ayrıldıkları hususlar
da, haklı ve haksız olanları birbirinden ayıracak nesnel bir doğruluk ölçüsü olmadığı biçiminde yorumlanır.4
Platonun burada anlattığı, gerçek bilginin nasıl olmadığıdır. Bir söze, filan kimsenin sözüdür diye inanılmaması gerektiğini; ister tüccar, ister öğretmen,
1 Erich Fromm, Erdem ve Mutluluk, s. 11; Platon, Protagoras, 10-11 (313 d, e-314 a, b).
2 Bertrand Russell, A History Of Western Philosophy, s.77, New York, 1945; Dagobert D. Runes, Dictionary of Philosophy, s.257, Amerika, 1961.
3 İslam'da kullanılan sufilik ile bu sofist ilişkisini ele almak gerekir.
4 Bertnard Russell, A.g.y.
ister şeyh, ister önder, ister başkan, ister siyasi, ister idareci, ister muhalefet, ister iktidar vb. olsun, tek başına, o kimsenin sözüdür diye herhangi birinin sözünün, kendi mesleğiyle ilgili bile olsa, doğruluğu
na hükmedilemez. Sözün doğruluğunun, söyleyenin dışında nesnel, objektif bir ölçüye göre değerlendiril
mesi şarttır. Böyle nesnel bir ölçüsü olmayan sözün doğruluğuna hükmedilemez. Platon burada doğru
luk ölçüsü vermiyor. Neyin nesnel bir doğru olarak değerlendirileceğine dair bir öneri sunmuyor ve belli bir ölçek zikretmiyor. Buna şöyle bir cevap vermek mümkündür: Platona göre, doğru bilgiye ulaşmanın ilk yolu, kişinin öğrendiklerine dışarıdan nesnel bir doğrulama ölçüsü bulmaya çalışması ve şüpheleri
nin peşinden giderek doğruları aramaya koyulması
dır. Diğer insanlarla bu objektif ölçüde birleşebileceği için ortak bir doğruya ulaşacaktır. İnsan, bunu aklıyla yapacaktır. O hâlde kişi aklına başvuracaktır. Ancak, bu noktada tehlikeli olan, herkesin kendi aklına baş
vurması hâlinde, aklını daha önce elde ettiği bilgilere göre düşünmeye zorlaması sonucu aklın serbestçe hüküm verememesi ihtimalidir. Bundan dolayı Pla
ton, kişinin ilk önce aklındaki bilgilerin doğru olup olmadığını sorgulayarak işe başlamasını, doğru bil
giye ulaşmanın en doğru yöntemi olarak görmüştür.
Buna göre denebilir ki, Platon saf, önyargısız aklı ve onun işlevi olan düşünceyi doğruluk ölçüsü almıştır.
İşte buna İslam düşüncesine göre şöyle cevap verilebilir: Allah insanı yarattı, ona akıl verdi ve bir de peşinden vahiy (Kur an) gönderdi. İnsan akıl ve
Kur an ile doğruyu bulacaktır. Bu ikisi de nesnel ölçü
lerdir. İnsanın bütün bildiklerini, duyduklarını, din
lediklerini bu iki ölçüye vurarak bu iki ölçünün ortak verdiği bilgiyi temel ilke alıp öğrendiklerinin yanlış veya doğru olduğunu bilme imkânı vardır. Kur an, bunun için vardır. İnsanı akla döndürmek için Kur an baştan aşağı emir ve önerilerde bulunmaktadır. Buna göre insan, her türlü bilgiyi elde etmekten korkmaz.
Akıl hem bilgi üretir, hem de bilgiyi değerlendirir.
Kur an hem aklı destekler, hem de iyiyi ve doğru
yu yapmayı teşvik eder ve ödüllendirerek yaptırım sağlar. Akıldışı çabaların direnme gücünü aşmak ve akıldışı tutkuların köleliğinden kurtulmak, ancak aklın ve Kuranın ölçüsü ile mümkün olur ve insana yakışan da budur.
Kur'an, insanı Ömer'in, Ali'nin, Veli'nin, Sa- id'in, Ahmet'in, Mehmet'in, Hasanın, Hüseyin'in, Esad'ın, ananın, babanın, atanın fikir ve inanç köle
si olmaktan kurtarmak ve böylece onu şartsız ve ön koşulsuz olarak akla çağırmak için gelmiştir. Kur'an, insanın akla başvurarak kendi hedeflerine ulaşabile
ceğini söyler. Burada önemli olan insanı akla çağıran Kur'an olduğu için, akıl ona başvurmadan da iş yap
mayacağına inanır. Kur'an, aklı özgürce çalışmaya çağırıyor, akla aklın almayacağı bir şey de önermiyor.
O hâlde, Kurana çağıran da akla çağırıyor, demektir.
İkisi birbirinden ayrılmazlar. Bundan dolayı Kurana başvurmayan veya başvurmak istemeyen, Kur'an'ı ben anlamam diyen kimse, bilmeden Kur'an'ı red
dediyor, bunda şüphe yok. Kur'an hiç kimseye sen
anlamazsın, git falancaya sor diye kendisinden baş
ka bir doğruluk ölçüsü göstermiyor. Kuran diyor ki;
Onların gönülleri vardır, onlarla anlamazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidir, belki daha da sapkındırlar.5 Bu ayetin karşısında her insan ken
dini toparlamalı, aklını başına almalı, değil midir?
Buna göre benim şeyhim, efendim, başkanım şöyle söyledi, ben ona uyarım, demek çok yanlıştır; bazı âlimler böyle söylemeyi şirk saymış ve saymaktadır.
Ama insanın bilmediğini gidip birinden öğrenmesi, bütün insanlık tarihi boyunca süregelen bir gele
nek ve sünneti beşeriyedir. Bilmediğini öğrenmek ayrı şeydir; Allah'ın sözünü dinlemeyip başkasının sözüne uymak ve doğruluğunu sorgulamadan onu uygulamak ayrı şeydir. Kur'an ayrıca, bilmiyorsanız, bilenlere sorun6 buyruğunu vermek suretiyle insanı bilgi edinmeye teşvik etmiştir.
İslam'ın inanç, bilim ve kültür tarihinde şunu tespit etmiş oluyoruz: Hz. Peygamberden sonra (dört halife de dâhil) öyle yanlışlar yapılmıştır ki, bunların bir kısmı Kurana, büyük bir kısmı da ha
dise dayandırılmıştır. İlk üç asırda bu yanlışlar bü
yük çalkantılara sebep olmuş, bazı büyük sahabe
nin yaptığı yanlışlar ve verdiği sözden vazgeçmeleri günümüze kadar kanayan yaralar açmıştır. Ancak bu esnada müslümanlar, istediklerini söyleyebilme imkânına henüz sahip idiler. Bu üç asırda çok ham,
5 Araf 7/179.
6 Enbiya 21/7.
işlenmemiş ve bakir olan ilk nesil müslüman toplu
mu, İslam düşüncesinde ve teknesinde önceki me
deniyetlerden gelen bilim ve kültürleri yoğurup yep
yeni bir medeniyet kurmaya muvaffak oldu. Fakat ilk üç asırdan sonra, önceki ve sonraki yanlışlar din oldu. Bu yanlışların düzeltilmesi yoluna gidilmedi ve bu yanlışlar başka yanlışları peşlerine taktı. Böylece on dört asırda yapılan yanlışlar doğruları ezdi geçti.
Doğrusu, bu on dört asır içinde doğrular da vardı. İlk üç asırda doğrular çoğunluktaydı ve söylediği doğru
yu yapanlar hâkim durumdaydılar. Önemli bir husus, bu dönemde kimin doğru, kimin yanlış söylediğini anlayanların çok olmasıdır. İkinci önemli bir nokta ise, genellikle insanlar doğruyu da yanlışı da bilerek söylüyorlardı.
Ama ilk üç asırdan sonra herkes hep doğru söylediğine ve yaptığına inanmaya başladı. Böylece yanlışlar doğru inançlar olarak söylendi ve kitaplara geçti. Herkesin doğruluk ölçüsü, şeyhi veya hocası oldu. Hiç kimse bir doğruluk ölçüsü aramaya gitme
di. Çünkü sorgulamayı, şüphe etmeyi küfür ve din
den çıkma saydılar. Böylece müslümanlar dar boğaza girdi. Bugün müslümanlar, en eski medeniyetlerin ve kendi medeniyetlerinin, dünyanın en verimli yeraltı ve yerüstü nimetleriyle dolu topraklarında oturduk
ları hâlde, en geri milletler düzeyinde, karınları aç, birbirinin kuyusunu kazarak ve düşmanlarına öncü
lük ederek yaşamaktadırlar. İlk asırdaki müslümanlar doğruyu söylediklerinde onu uygulamaya özen göste
riyorlardı. Yalan söylediklerinde de ondan sakınmaya
çalışıyorlardı. Üç asırdan sonra, giderek bayağılaşa- rak, tersine çalıştılar ve hâlâ çalışıyorlar. Doğru olarak kabul ettiklerini yapmamaya ve yanlış kabul ettikleri
ni yapmaya önem veriyorlar. Bu çok dejenere olmuş ahlâki tutum hâlâ bütün hızıyla sürüyor.
Bu on dört asır boyunca din hâline gelen ve gelmeyen yanlışlardan kurtulma imkânı vardır. İşte zaten Kur an da bunun için Allah tarafından ko
runmaya alınmıştır. Her çıkmazda insanoğlu ona başvursun, doğrudan saptığı noktaları düzeltsin, yanlışlarını görsün, canlı, cansız ve ölü sevicilikten kurtularak önce Allah a ve sonra yalnız kendine gü
vensin diye.
Bu ruhu Kur'an'dan aldığım için insanları Kur'ana çağırıyorum. Kur'anın on dört asır önce getirdiği ruh ve felsefeye çağırıyorum. Kur'an on dört asır önce nasıl bir yapılanma ve oluşmaya se
bep olduysa, ondan daha sağlam ve daha sağlıklı bir yapılanmaya sebep olacak ruhu ve felsefesindeki di
namikliği saklıyor ve bu işlevi yerine getirecek tüken
mez gücünü koruyor, yeter ki o güce erişilsin.
İki yüz yıldan beri İslam dünyası, aczini ve ye
tersizliğini anlayarak içinde bulunduğu çarkı kırıp, dar boğazı aşıp düzlüğe çıkmaya çalışıyor. Ancak bu konuda hâlâ başarıya ulaşılamamıştır. Bu işe so
yunanların başarısızlıklarını, hep yeni bir şey üret- meksizin geçmişin kutsal sayılan değerlerini yaşat
ma ve yaşama peşinde olmalarını ve kendilerinden farklı düşünenlere karşı tepki ile hareket etmele
rine bağlıyorum. Aşağılık duygusuna kapılmış ve
kaptırılmışlar. Bunun için de şaşkınlık içinde aceleyle neticeye varmak isterken bacakları birbirine dolanı
yor. Siyasiler ile ıslahatçılar ayrı telden çaldıkları için ıslahatçı âlimler bütün topluma etki etmede başarı
sız kalmışlardır. Sonra siyasilerle halk çoğunluktay
ken âlimler bir ülkede bir veya iki kişiyi geçmemiştir.
Mesela Mısır, yüz sene sonra bugün M. Abduh'un aşılamak istediği İslamî ilimden ve ruhtan geridir de daha ileri değildir.
Bizden öncekiler de ıslah için Kur ana çağırmış, ama aynı zamanda Kur anın dışında da doğrular ol
duğunu ve bunların da doğruluk ölçüsü olarak alın
ması gerektiğini savunmuş, böylece geleneği ve kül
türü sorgulamaya gitmemiş ve yanlışları tespit edip Kur ana göre düzeltme imkânı bulamamışlardır, diye düşünüyorum. Bundan dolayı akıl ve Kuranın dışın
da bir ölçü kabul etmemek üzere her şeyi Kur andan başlatmaya çağırıyorum. On dört asır içindeki doğru
ları ve yanlışları gelenek ve tarihî olaylar içinde değil, Kur ana başvurarak ortaya koymanın en doğru yol olduğuna inanıyorum. Bunun için Kur ana dayana
rak içtihat eden, fikir üreten herkesi de yine Kur ana başvurarak denetlemek zorunluluğu vardır. Bu hem Kur anın, hem İslam hukuk felsefesinin (usuli'l-fıkh ilmi) temel ilkesidir. Kur an dışında hiçbir ilim oto
ritesi kabul etmemek üzere yapılanmaya Kur andan başlamak ve yeniden oluşmaya koyulmak; işte bunun İslam'ın temel amacı olduğuna inanarak çalışmak en büyük ibadettir. Ben bunu öğrenciliğim esnasında (1950-1954) kavradım ve 1960'da doktora çalışmamda
Kur anda kadere iman olmadığını tespit etmekle baş
lattım. Otuz dört sene sonra başka bir araştırmacı da hadiste kadere iman olmadığını tespit etti.
Bugüne kadar, Kur an ve hadislere hep mezhep kurucularının gözüyle bakılmıştır. Bugün de öyle.
Bugün İslam toplumlarının geri kalma nedeni Kur an değil mezhep kurucularının ve fakihlerin bize tanıt
tığı İslam'dır. Doğrudan Kurana başvurmakla bu yanlışlardan kurtulabiliriz. Belki o zaman bir zihni
yet değişimi mümkün olur. İslam ülkelerinin içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulmaları, İslam kaynakla
rına çok yönlü ve farklı açılardan bakmalarıyla müm
kündür.7 Çünkü, Kur'an üzerinde derin derin düşü
nülmek için indirilmiştir. O, bir müjde ve uyarmadır.
İnsanlık tarihinin en ibret verici olay ve hatıralarını bünyesinde barındırmaktadır. İçinde hiçbir kuşku ve çelişki yoktur. İnsanları düşünmeye sevketmek için gelmiştir.8
Öyle görülüyor ki, en zor iş ve en zor ibadet dü
şünmektir. Düşünen önce ilim yapar; ilim üzerinde düşünürse felsefe yapar. Düşünmek demek, felsefe yapmak demektir. Felsefe yapmak en zor sanattır.
Felsefe okumak felsefe yapmak değildir. Bakıyorum da İhsan Turgut'un felsefe yaptığını görüyorum.
Çünkü herhangi bir meseleyi ele aldığında, onu fel
sefe yaparak, onun felsefesini yaparak çözümlüyor.
Ele aldığı konuyu herhangi bir filozofun düşünce
7 İhsan Turgut, Bir Zihniyetin Çözümlemesi (İslam'a Yeniden Bakmak), s.26-27, İzmir, 1994.
8 Yaşar Nuri Öztürk, Kuranın Temel Kavramları, s.327, İstan
bul, 1991.
kalıbına sokarak izah etmiyor. Kendi düşünce yete
neğine göre açıklıyor. Bence felsefe yapmak budur.
Sonra felsefe yapmak çoğunluğun anladığı gibi me
tafizik meselelerle uğraşmaktan ibaret değil, aynı zamanda herhangi sosyal, hukuki, siyasi, ahlâki bir meseleyi alıp felsefi biçimde tutarlı ve mantıklı bir şekilde açıklamak, yorumlamaktır. Ben felsefeyi böy
le anlıyorum. Bundan dolayı da insanları, düşünmeye alışsınlar, düşünme yetenekleri gelişsin, hem Allah, hem kâinat, hem de kendileri üzerinde düşünsünler de düşünen insan olsunlar diye Kurana çağırıyorum.
Çünkü düşünmeyen, insan sayılmaz ve medeniyet de kuramaz. Okumamış insan da düşünür, ama en önemlisi okumuş insanların düşünmesidir. Okumuş adam ilim yapar ve ilim yapan düşünürse felsefe ya
par. İşte Kur an, insanı önce âlim, sonra da filozof yapmak üzere, Allah'tan ona gelen bir rehberdir. Oku ve düşün! Bu ikisi namazdan daha büyük ibadettir.
MEDENİ MİLLET*
Medeniyet kavramını tartışmaya girmeden önce bu kavramın, herkesin kabul edebileceği en geniş anla
mını şu iki kelime ile ifade ederek sözümüze başlamak istiyoruz: Medeniyet, ilimde ve teknikte çağın gerek
tirdiği düzeyde, kendine yetecek durumda olmaktır.
Bir milletin ilim ve teknik düzeyi kendisine yetmiyor
sa, o milletin çağın gerisinde kaldığına hükmedilir.
Cihanşümul medeniyetlerin iki ana karak
terinin, onlara cihanşümullük kazandırdığı ileri sürülmektedir.
a) Bütün ilim ve sanatlara el atmaları,
b) Evreni izah etmeye çalışarak felsefe yapmaları.
Bir milletin felsefesi ve filozofu yoksa, onun dünya çapında bir medeniyet kuramamasına Roma İmparatorluğu örnek verilebilir. Bertrand Russell,
* 1992, Ankara.
Romanın felsefesi olmadığını söyler, biz de bunun için, Romanın cihanşümul bir medeniyet kurama
dığını söylüyoruz. Aynı şekilde, bir dinin medeniyet dini olabilmesi için, çağın gereklerine cevap verebil
mesi gerekir. Bu da o dinin felsefesi ve filozofu olma
sını şart kılar. Çünkü bir dinin medeniyet dini ola
bilmesi için, onu bulunduğu çağın gereklerine göre anlatabilecek ve yorumlayabilecek filozof, âlim ve düşünürleri olması gerekir. Bulunduğu çağın gereği
ne göre anlatılamayan bir din, o çağın dinî sorunları
nı çözecek durumda olamaz.
İslam medeniyetinin cihanşümul olması, dü
şünür, âlim ve filozoflarının, kendi zamanlarının bütün ilim ve sanat dalları ile felsefesine yönel
meleri ve evrenin felsefesini yapmış olmalarından kaynaklanır. Ebu Hanife (767m.) hukukta, Cabir b.
Hayyan (815m.) kimyada, Harezmi (850m.) ma
tematikte, Kindi (873m.) felsefede, Ebu Zekeriya Razi (925m.) felsefe ve tıpta, İbn Meserre (931m.) matematikte, Maturidi (944m.) din felsefesinde, Farabi (950m.) felsefede (metafizik ve siyaset fel
sefesi), İbn Heysem (965m.) fizikte, İbn Miskeveyh (1030m.) tıp ve ahlâkta, İbn Sina (1037m.) felsefe ve tıpta, Biruni (1038m.) matematik ve astronomi
de, İmam Cüveyni (1085m.) din felsefesinde, Ga
zali ( İ l l i m . ) felsefe ve ahlâkta, İbn Mace (1138m.) felsefede, İbn Tufeyl (1185m.) felsefede, İbn Rüşd (1198m.) felsefede, İbn Nefis (1288m.) kimya ve tıpta, İbn Kemal Paşa (1534m.) felsefede yeni fikir
ler ileri sürmüşlerdir.
İslam medeniyeti bu gibi filozof, âlim ve düşü
nürler tarafından kuruldu ve devam ettirildi. Farabi de dâhil, bunların hiçbiri yunanca bilmezdi. Hepsi yunanca ve diğer dillerden yapılan doğru tercümele
re dayanarak felsefe yaptılar ve medeniyet kurdular.
Ama bu eserleri tercüme edenler filozof değildi ve sayılmadı. Her ilim, en çok da felsefe birikim ister.
İşte tercümenin rolü budur .
Abbasi halifesi Memun "Beytu'l-Hikme" ilimler akademisini kurmakla İslam medeniyetinin temelini atmış oldu. Memun, Bizans İmparatoru ile anlaşa
rak, İstanbul'daki eserlerin kopyalarını aldırmış ve arapçaya tercüme ettirmişti. Farabi ve İbn Sina yu
nanca bilmedikleri hâlde, ilim ve felsefelerini dünya
ya kabul ettirmişlerdir. Benzer şekilde şimdi de Kül
tür Bakanlığının bir tercümeler bürosu veya benzer bir akademi açması çok isabetli olur.
Milletimizin bir medeniyet kurabilmesi veya dünya medeniyetine bir katkıda bulunabilmesi için, yabancı dillerde yapılmış ve yapılmakta olan ilim, sanat ve felsefe alanındaki eserlerin anında türkçeye tercüme edilmesine büyük önem vermek gerekmek
tedir. Fransızca yazılan bir kitabın ingilizce tercüme
si, fransızca aslından daha önce basılabiliyor.
Tarih boyunca İslam dünyasının ilim ve düşün
ce dönemleri şöyledir:
a) 7-11. asırlar, doğuş ve yükselme dönemi;
b) 12-16. asırlar, duraklama dönemi;
c) 17-20. asırlar, gerileme dönemidir .
Türkiye dâhil, bütün İslam dünyası, 17-18.
asırlarda çökmeye ve gerilemeye başlayan medrese
nin ilim ve din anlayışının etkisinde kalmaya devam etmektedir. 1774'de Osmanlı devleti teknik ilimler
de geri kaldığını anlamış, medresenin dışında bir teknik okul (Mühendishane-i Bahriyeyi Hümayun) açmak zorunda kalmıştı. Oysa bunu medrese aç
malıydı. Ama, bu medresenin umurunda değildi. O zamandan bu yana medrese ve temsilcileri sosyal bi
limler, hukuk ve felsefede geri kaldıklarını hâlâ itiraf edememektedirler. İki asrı aşan bu süreç içinde batı tekniği ile aramızdaki mesafenin daha da açıldığına benim kanıtım şudur: Türkiye Cumhuriyeti o zaman ve hattâ Birinci Cihan Savaşında Avrupa'ya karşı da
yandığımız kadar şimdi dayanabilir miyiz? Hatta her sahada kaç gün ve kaç saat dayanabiliriz? İki asırlık kalkınma çabasını buna göre değerlendirmeliyiz.
Zihniyet ve düşüncenin doğması, gelişmesi ve yükselmesi felsefe okumakla değil, felsefe yapmak
la gerçekleşir. Türkiye'de felsefe okunduğundan bile şüphelenmek gerekmektedir. Milletin düşünce, eko
nomi, siyaset, kültür ve şahsiyet sömürüsünden kur
tulması için her türlü ilim ve sanatın yanı sıra felse
feye büyük önem vermek zorunludur. Ancak felsefe yapmakla demokrasi kurulabilir. Felsefe ile demokra
si arasındaki ilişki lazım - melzum ilişkisidir. Birin
cisinin olduğu yerde diğeri de vardır, olmadığı yerde diğeri de yoktur. Her ikisinin tek ana öğesi düşünme hürriyetidir.
İslam'da düşünmek farzdır. Düşünme hürriye
ti olmadan düşünce olamayacağına göre, İslam'da
düşünme hürriyeti olmalıdır ki, düşünmek farz kı
lınmış olsun. Gazali İslam toplumundaki felsefe düşmanlığını dinî bir inanç ilkesi olarak anlatmıştır.
Günümüzde onun bu iddiasında başarılı olmasının sıkıntısı çekiliyor. Birçok kimse düşünce hürriyetin
den bahsetmektedir. Ancak herkes yalnız kendisi gibi düşünmeye izin vermekte ve yalnız kendisi gibi düşünmeyi meşru saymaktadır.
İslam'da idareci ve siyasiler bu tek tip düşünce ilkesini, şahsî saltanatlarını ve keyfî idarelerini sür
dürmenin yegane dayanağı gördüler, felsefeye ve hür düşünmeye imkân vermek asla işlerine gelmedi.
17. asrın medresesinin tek tip düşünce ve anlayışına karşı çıkan tanzimatçılar ve medreseyi tarihe gömen cumhuriyetçiler, çok acıklıdır ki, tek tip düşünce il
kesini olduğu gibi uygulamaya devam etmişlerdir.
İsim değişti, ama zihniyet değişmedi. 1892'de fikir hürriyeti ne kadar varsa, 1992'de de o kadar mevcut
tur. Askerî ihtilallerin kaynağı, tek tip düşünmenin sorumlusu olan sivil idaredir. Hür düşünce üzerin
deki baskı neticesinde zihinler çalışmaz hâle geldi ve dumura uğradılar. Bugün hür düşünce kanunla yasak ve dinle haram sayılmaktadır.
O hâlde, milletin ilerlemesi ve medeniyet sahibi olması için, felsefe yapmaya önem verilmelidir. Bu da bütün yönleri ile hür düşünmeye izin vermekle olur.
Demokrasi herkesin fikrini serbestçe söylemesi ise, onu geliştirecek ve yükseltecek yol felsefe okumak ve felsefe yapmaktan geçer.
İleride daha teferruatlı listeler vermek üzere
şimdilik şu maddelerin öncelikle ele alınıp tercüme edilmeleri doğru olur ve çalışmaya hemen başlanma
sını kolaylaştırır:
1. İlim ve sanat eserleri.
2. Metafizik, ahlâk felsefesi, din felsefesi, antro
poloji, sosyoloji, felsefe tarihi, hukuk felsefesi, teoloji (kelam) ile ilgili eserler.
3. Mantık, bilgi teorisi, semantik, dil felsefesi ile ilgili eserler.
4. Siyaset felsefesi, demokrasi ve düşünce hür
riyeti, kültürel ve tarihî eserler, davranış felsefesi ile ilgili eserler.
5. Aristoteles'in metafiziği, ahlâk ilmi ve siyaseti.
6. Kindi'nin felsefî eserleri.
7. Farabi'nin bütün eserleri.
8. İbn Sina'nın felsefî ve mantık eserleri.
9. Özellikle İbn Sina'nın Metafizik'inin İzmir Tire Kütüphanesindeki Fatih Sultan Mehmed'in okuması için özel yazıldığı kaydı bulunan, çok güzel, Kur'an-ı Kerim gibi yaldızlı yazma nüshasının tıpkı
basım olarak basmalıdır. Bu, Fatih'in kültürünün ne düzeyde olduğunun dünyaya tanıtılması bakımın
dan önemi tartışmasız kabul edilecek bir husustur.
10. Farabi için dünya çapında sempozyum ya
pacak bir komisyon kurulmalıdır. Bu komisyon, bazı âlimlere Farabi'nin eserlerini tahkik ve istedik
leri (hâkim oldukları) dile tercüme etmelerini teklif etmelidir. Bu eserler türkçeye de tercüme edilerek Farabi'nin bütün eserleri birarada (külliyat-basic works) basılmalıdır.
11. Merhum Hasan Ali Yücel tarafından tercü
meleri yaptırılmış olan klasik eserler tekrar gözden geçirilerek fihristli ve indeksli bir şekilde yeniden basılmalıdır.
12. Dünya klasikleri içinde başta gelen Kur'an-ı Kerim'in tercümesinin yayınlanması Kültür Bakanlı
ğınca ele alınmalıdır. Kur'an-ı Kerim'in iyi ve düzgün, herkesin anlayabileceği bir türkçe ile tercüme edil
miş, bazı ayeti kerimelere kısa ve makul açıklamalar yapılmış bir baskısı, müslüman türklere hem dinle
rini asıl kaynaktan öğrenip hurafelerden kurtulma, hem de düşünce ufuklarını genişletme imkânı vere
cektir. Diyanet İşleri Başkanlığının ve başkalarının yayımladığı Kur'an-ı Kerim tercümeleri hem yeterli değildir, hem de bu yayınlar daha iyi tercümeler için mani olmamalıdır.
13. İbn Sina'nın felsefesini en iyi anlayan ve ona şerhler yazan Yavuz Sultan Selim'in şeyhu'l-islamı İbn Kemal Paşanın felsefî risaleleri tahkik ve tercü
me edilip yayımlanmalıdır.
14. Yahudilerin ortaçağda en büyük filozofu ve İslam felsefesinin batıya etkisine sebep olup Spi- noza'ya tesir eden Musa b. Meymun'un en önemli eseri olan Delaletu'l-Hairin (Şaşkınlara Rehber-The Guide of the Perplexed) adlı eserini ibranca harfler
den arapçaya çevirdim ve dünyada ilk defa Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından arapça olarak basıldı (1974). Yahudilerin Türkiye'ye göçle
rinin 500. yılı kutlamalarında, bu eserin aslı ile bir
likte türkçeye çevirisinin de sunulmasının, bir türk
tarafından arapçasının tahkik ve basımı yanında Kültür Bakanlığınca türkçe tercümesinin de basıl
masının ilme ve düşünce tarihine büyük bir hizmet olacağında şüphe yoktur.
15. Tercüme edilen eserlerin sayfa yanlarına as
lının sayfa numaraları konmalıdır. Bu, okuyanın aslı
na müracaat etmesini kolaylaştırır.
Not: "Kamu Kurum ve Kuruluşlarına Ödenecek Telif ve İşlenme Ücretleri Hakkındaki Yönetmelik"
2 Mart 1987 Resmî Gazete 19388'in 6. maddesi
nin 2-i fıkrası şöyle olmalıdır:
i) Eleştirmeli basım: birden fazla eski harfli türkçe veya arapça nüshanın karşılaştırılması sonu
cu oluşturulan metin ve eleştirmeli basım (edisyon kritik) tahkikinde yabancı dilde bir veya iki yazma nüshaya dayananlar tercüme gibi, daha fazla nüshaya dayananlar ise telif gibi değerlendirilir.
İSLAM'I ANLAMA VE ANLATMA METODU
Akıl (Bilim Kaynağı)
Yüce Allah insanı yarattı ve ona bir bilgi kay
nağı verdi. İnsan bu bilgi kaynağını kullanarak bilgi elde edecek, bilgi üretecek ve sonra bu biri
kime göre hareket edecek ve işlerini yürütecektir.
Bu bilgi üretme kaynağı akıldır. Yalnız, insan akıl
dan ibaret değil, birçok değişik güçten oluşan bir yapıya sahiptir. Akıl bütün bu güçlerin üstünde yönetici bir konuma sahiptir. Bu güçler akla iz
lenimler getirir, akıl bu izlenimleri bilime çevirir ve hüküm kaynağı yapar, insana faydalı ve zararlı şeyleri gösterir.
İrade
Fakat, aklın yaptırım gücü yoktur. Yaptırım gücü iradeye aittir. İrade ise birçok gücün etkisi
altındadır. Bundan dolayı diğer güçlerin etkisi altın
da olan irade, aklı, doğru bildiğini yapamaz ve za
rarlı gördüğü şeyden kaçamaz durumda bırakabilir.
Aklın doğru düşünmesine karşılık, insana doğruyu yaptırmasına başka güçler irade vasıtasıyla engel olabilir. Bu hususta iradeyi etkisi altına alan, başka
ları tarafından zihne gönderilen izlenim ve bilgiler
dir. Bunlar tarihten, çevreden, öğreticiden ve top
lumdan gelmektedir. Bunlar o kadar etkili olurlar ki, akla yanlış izlenimler getirerek onu bazen yanlış hü
kümlere varacak kadar şaşırtırlar. Bazıları da aklın yanlış yapabileceğini ortaya atmalarına sebep olur.
Oysa akıl yanılmaz, yanılsa bile yanlışını kendisi bulur ve düzeltir. Aklın sağlam düşünebilmesi için, onu etki altına alan iradeyi bu izlenim ve bilgilerden kurtarıp kendi başına ve özüne göre hüküm verme yeteneğini, başka bir deyişle aklın saf ve arı olarak düşünmesini sağlamak lazımdır. Böyle düşünen akla aklıselim ve sağduyu denmektedir. Bu tür akıl, bü
tün insanlarda bulunur, insanı şaşırtmaz ve ona an
cak doğruyu gösterir. Mesela, akıl kişinin babasının katilini öldürmesini uygun bulmaz. Çünkü bilir ki, kişi katili öldürdüğü takdirde karşılığında kendisi de öldürülecektir. Sosyal tecrübe de budur. Ama yine de sosyal ve diğer etkenler, iradeyi rahat bırakmaz, onu öldürmeye zorlar. İrade de aklı hüküm verme
ye icbar eder ve ondan izin almaya çalışır. Ama akıl onun yanlış olduğunu söyleyerek geri çekilir. Böyle
ce irade, o yanlışı insana yaptırır ve akıl işlem dışına itilmiş olur.
Akıl-Vahiy
Hz. Muhammed de 610 yılında kendisine yüce Allah'tan vahiy gelene kadar sağduyusu ve aklıseli
mine göre hareket etti, iş yaptı ve yaptırdı. Kendisine gelen vahiy bilgisi, aklıselim bilgisinin dışında yeni bir bilgi kaynağı getirmiş ve aklıseliminin bilgisini de des
teklemeyi amaçlamıştır. Böylece insan iki bilgi kay
nağına sahip oldu. Bunlardan biri tabii bilgi kaynağı olan akıl, diğeri sözlü bilgi kaynağı olan vahiydir. Akıl genel bilgi kaynağı, vahiy ise özel bilgi kaynağıdır. Akıl her insana doğrudan verilmiş, vahiy ise özel kişiler ta
rafından bildirilmiştir. Bu noktada akıl ile vahiy ara
sında kişiye yükledikleri sorumluluk bakımından şu farklılık bulunmaktadır: İnsan, doğuştan zorunlu ola
rak akla göre sorumludur. Vahye göre sorumlu olmak ise, doğuştan değil, irade hürriyetine bağlıdır. İnsanın buradaki sorumluluğu irade hürriyetini kullanmasına bağlıdır. Vahiy bilgisinin bütün gücü ve görevi, aklı desteklemek ve aklı yan etkilerden kurtarıp saf, özüne göre hareket etmeye ve hüküm vermeye yöneltmek
tir. Vahiy, saf aklın doğru dediğine doğru, yanlış de
diğine de yanlış diyerek onu destekler. Böylece vahiy bir yandan aklın hükümlerinde sebat etmesini sağlar, diğer yandan da iradeyi yönlendirerek iman gücüyle eyleme geçmeye sevkeder. Vahiy, iradeyi yönlendirir, ama ona baskı yapmaz.
Hz. Muhammed'in İki Bilgi Kaynağı
Hz. Muhammed e vahiy gelmeye başladıktan sonra da akıl işlevini yitirmemiş, daha hür ve baskısız
bir alanda eylemde bulunmaya devam etmiştir. Çün
kü vahiy, aklın önüne konan engelleri aşmada yol ve yöntem göstermek için gelmiştir, yoksa aklı insana yol göstermekten alıkoymamıştır. Vahiy gelince akıl iki iş yüklenmiştir: Bunlardan biri vahyi anlamak, diğeri de vahyin dışında kalan hususlarda yol bul
maya devam etmektir. Akıl, nasıl beş duyu ile elde ettiği bilgilerden ve deneylerden istifade etmiş ise, vahiyden de üç şey kazanmıştır: Bilgi kaynağı olarak yeni bir bilgi, yöntem ve amaç. Kur an, bilgi verirken bu bilginin amacını ve kullanım tarzını, yolunu da göstermektedir.
Kur'an'ın Mevsukiyeti
Yüce Allah, tarih boyunca insanoğluna bu iki bilgi kaynağını esirgemeden vermiştir. Ne var ki, insanoğlu tarih boyunca kendisine verilen vahiy bil
gisini olduğu gibi muhafaza ederek nesilden nesile aktarma imkânına sahip olmadığı için gerçek vahyin kaybolmasına sebep olmuştur.
Yüce Allah, insanoğlunun kendisine verilen bu ilahi mesajı koruyamadığını, tarihî tecrübe yoluyla insanoğluna gösterdikten sonra Hz. Muhammed'e indirdiği ve tüm tarihî vahyin özeti olan Kur anı ko
ruma işini üzerine almıştır. Hz. Muhammed bundan dolayı son ilahi tebliğci ve Kur an da Allah'ın yeryü
züne son mesajı olmuştur. İnsanoğluna verilmesi ge
reken bilgi kaynakları olarak tabii vahiy olan akıl ve sözlü vahiy olan Kur'an insana yol, yordam göster
mek için yeterli görülmüştür.
Akıl Vahiy Elele
Hz. Muhammed vahiy almaya başladıktan son
ra, İslam dini iki kaynağa -akıl ve vahiy- dayanarak oluşmaya başlıyor. Hz. Muhammed'in ölümüne ka
dar, bu iki kaynak beraberce kol kola yardımlaşarak yürüyorlar. Bunlardan birini diğerinden daha üstün ve daha kutsal tutmak, İslam'ın temeline dinamit koy
mak demektir. Ancak şu var ki, birinin tıkandığı yerde öteki ona yardım etmiştir. Bunun için hiçbir zaman biri önder durumunda olmamış, biri sıkışınca ötekine başvurulmuştur. Çünkü her ikisi de Allah vergisidir.
Birbirlerini bütünlerler. Kuranın akla çok değer ver
diğini yine akıl ortaya koyar ve anlar. Hz. Muham
med'in vahyin dışında kalan bütün iş ve hareketleri akıl tarafından tanzim edilmişti. Demek ki, Hz. Pey
gamber zamanında (632m.) İslam dininin bilgi ve hü
küm kaynağı akıl ve vahiy idi. Akıl Kur'an'ı yorumlu
yor ve bu noktada Kurana bağlı kalıyor, diğer yandan da Kuranın amacına uygun olarak Kuranın hüküm vermeyip boş bıraktığı alanları dolduruyordu. Hem Peygamber, hem de sahabe her konuyu genellikle Kurana dayandırıyor, Kuranın dışında kalan husus
larda ise içtihat ediyor, yani aklını kullanıyorlardı.
Sünnet Hakem
Muaviye'nin iktidarından (30h./660m.) Ömer b.
Abdülaziz'in iktidarının sonuna kadar olan dönemde (101h./719m.) bilgi ve hüküm kaynağı Kur'an ve sün
net olmuş ise de zamanla sünnet Kur ana hakem ko
numuna yükselmiş, akıl bir kenara itilmiştir. Sünnet
hakem olup Kuranın önüne geçince bu dönemde ha
dis revaçta olmuş, bu düşüncenin aşağı tabakalarda da kabul görmesiyle hadis uydurulmaya başlanmıştır.
Bu durumun din için tehlikeli olduğunu gören ile
ri görüşlü düşünürlerden birisi olan Halife Ömer b.
Abdülaziz, hadisin yazılmasına resmi emir çıkarmış, böylece uydurma hadisin önüne geçmeye çalışmıştır.
Akıl-Vahiy-Sünnet
Ömer b. Abdülaziz'in zamanından Ahmed b.
Hanbel'in (241h./855m.) zamanına kadar geçen süre içinde büyük insanlar ve müçtehitler yetişmiştir.
Bunlar aklı Hz. Peygamber zamanındaki mevkiine koymaya çalışmışlar ve bir dereceye kadar başarı göstermişlerdir. Bu dönemde bu müçtehitlerin uy
guladıkları metot aslında iki kaynağa dayanıyordu.
Kur an yani vahiy ve akıl ki, içtihat anlamındadır.
Böylece Hz. Peygamberin ve dört halifenin meto
duna göre hareket etmiş ve içtihatlarını ortaya koy
muşlardır. Hadisi Kuranın temel hükümleri dışında
ki feri hükümlerin açıklanmasında kullanmışlardır.
Ancak hakem Kur an ve akıldı. Bu dönemde yetişen büyük müçtehitlerin içtihatları ve fikirleri İslam'ın ilke ve esaslarına göre ileri sürülmüş ve üretilmiş olduğu düşünürlerce genel kabul görmüştür. Bunun
la beraber, aralarında içtihat ve fikir ayrılıkları, hür düşüncenin ve aklın anlayışının doğal sonucudur.
Buna göre de zıt fikir ve içtihatlardan birisinin yan
lış olması mantıkî düşünmenin gereği olduğu gibi ittifak ettikleri fikir ve içtihatlarda da yanlış yapmış
olabileceklerini düşünmek bilimin ve hür düşünme ihtimalinin bir gereği olarak kabul edilmelidir.
İçtihatlar Nass Oluyor
Ahmed b. Hanbel'in ölümü (241h./855m.) ile İbn Kemal Paşanın ölümü (941h./1534m.) arasında
ki döneme tarihi, kültürel, ilmî ve düşünsel açılardan duraklama ve donuklaşma dönemi demek doğru
dur. Aslında buna geleneksel deyimiyle taklit döne
mi denmektedir. Bu dönemde imam müçtehitlerin sözleri, içtihatları esas bilgi ve hüküm kabul edilmiş, Kur'an ve hadise ancak bunları meşrulaştırmak ve desteklemek için başvurulmuştur. Böylece Kur'an ve hadis doğruluk kriteri olmaktan çıkmış ve akıl da sadece iddiaları desteklemek için alet olarak maşa gibi kullanılmıştır. İnsanlar bu mezhep imamlarının taraftarları tarafından sahiplenilerek bölünmüş ve mezhepler aşılmaz çelik çitlerle çevrilmiştir. Halkın mezhep değiştirmesi, din değiştirmede olduğu gibi resmî kayıtlarla yapılır hâle gelmiştir.
Tarihî İki Tespit
Şunu tespit etmiş bulunmaktayım: Bu dönemde Kur'an ve hadise dönülüp mezhep müçtehitlerinin yanlış olan fikirleri düzeltilmemiştir. Daha önce söy
lediğimiz gibi, mezhep imamlarının ve müçtehitlerin sözleri ve hükümleri bütünüyle doğru ve değişmez kabul edilmiştir. Kur'an ve hadis karşısında yanlış ol
dukları açıkça görülen ve sabit olan hükümler tevil edilerek meşrulaştırılmıştır. Bize göre bir yanlışı tevil
etmek, onun yanlışlığını kabul etmemek ve ona yan
lış hükmünü vermekten kaçınmaktır. Hâlbuki tak
litçilerin bu tutumu mezhep imamlarının ilkelerine aykırı idi. Asıl hastalık ise, bu körü körüne taklidin hâlâ devam ediyor olmasıdır.
İkinci tespitim şudur: Bir mezhebin âlimleri ve mukallitleri diğer mezhepleri de okuyup öğrenmiş- lerse de hiçbiri kendi mezhebindeki yanlış bir hükmü diğer mezhepteki doğru bir hükümle düzeltme cihe
tine gitmemiştir. Eğer bu iki tespitime aykırı hüküm verenler olmuşsa onları istisna etmeye hazırım. Bu
rada İbn Rüşd, Beyhaki, İbn Kayyım gibi bazı âlim
leri bu tespitimin dışında tutmak istiyorum. Bu say
dıklarım ve İbn Hazm, bazı fer'i meselelerde ıslahat yapmak istemişlerdir. Ama kabul görmemişlerdir. Bu dönemde daha geniş bilgi birikimine sahip olanlar da vardır, ama fikrî bir üretime gitmeden kendi mez
heplerini tekrarlayıp durmuşlardır. Ayrıca mezhep
ler arasındaki ihtilaflar dolayısıyla birbirlerini yoldan çıkmak, sapmak, şaşkın olmak ve hattâ cehennemlik olmakla itham etmekten çekinmemişlerdir.
Mezhepçilik-Mezhep
Mezhepçilik ile fikir ayrılığını yani mezhebi bir
birine karıştırmamak gerekir. Mezhepçilik, bir fikre sırf filan mezhebin fikri olduğu için sımsıkı sarılıp farklı görüşlerle mücadele etmektir. Bu taklitçilikten başka bir şey değildir. Taklit edilen düşüncenin deli
lini bilmek insanı taklitçi olmaktan kurtarmaz. İmam Gazali buna delili taklit etmek der ve delili taklit ile
hükmü taklit arasında fark olmadığını ifade eder.
Fikir yani mezhep sahibi olmak şahsiyet ifade eder ve şarttır, ama mezhepçilik yasaktır. Mezhep sahibi olmak, fikir sahibinin kendi ilmi anlayışı ile bir fikri elde etmesi ve şahsiyet sahibi olmasıdır. Bunda yanıl
ması önemli değildir. Fikri kendisi ürettiği için yanlış olduğunu anlayabilir, buna bağlı olarak da onu dü
zeltme imkânına sahiptir. Çünkü fikrinin maliki ken
disidir, mülkünde istediği gibi tasarruf hakkı vardır ve bu hakkı kullanabilir. Ama mukallit ve mezhepçi savunduğu fikrin sahibi değildir. Onun için benimse
diği fikir üzerinde tasarrufta bulunamaz ve onu dü
zeltemez. Zamanımızda mezhepçilik o safhaya geldi ki mezhepsizler dinsizliğin köprüsüdür' şeklindeki slogan ile İslam dünyası bir süre çalkalanıp durdu.
Doğrusu mezhepçilik ve taklitçilik siyasi idarenin çok işine yaramaktadır. Bir mezhebe bağlı insanlar kolay
ca susturulmuşlardır. Mezhepçilik farklı boyutlarda ortaya çıkmaktadır. Günümüzde bazı müftülerin mezhepçiliğe karşı çıkanları sapıklıkla suçlamaları ne kadar da ilginçtir. Bu durum, din öğütü verenle
rin ve sözle dinî irşatta bulunanların hâkim zihniyeti temsil ettiğini gösterir. Tarih, İslam toplumlarının zihnî kölelikten kurtulamadıklarına şahittir. Bunu şöyle bir deyimle ifade etmek yerinde olur: Müslü
man toplumlar, önce kendileri köleliği benimsediler, sonra da yabancılara köle olmaya yatkın hâle geldi
ler. Müslümanların yabancıların boyunduruğundan kurtulmak için önce kendi kendilerine benimsedik
leri boyunduruktan kurtulmaları şarttır. İslam tarihi
göstermektedir ki, mezheplerden önceki müslüman¬
lık (ilk üç asır müslümanlığı) mezhepçilikten sonraki müslümanlıktan daha onurlu ve haysiyetlidir. Çünkü onlar hür fikirli idiler. Sonrakiler köle fikirli oldular.
Mezhepçilerin İmamlarına Muhalefeti
Diğer ilmî bir müşahedem de şudur: Fıkıh kitap
larını gözden geçirdiğiniz zaman, özellikle hanefilerin en meşhur kitabı olan el-Hidaye'ye bakınca, imamla
rın sözlerinin tartışıldığını ve bir imamın içtihadının ötekinin lehine veya aleyhine delil getirildiğini gö
rürsünüz. Bu yöntem, İslam'ın temeline, Kurana ve felsefesine aykırıdır. Kimse bunun farkında değildir, farkında olanlar da seslerini çıkarmamaktadırlar. Bu, aynı zamanda imamların tutum ve yöntemlerine de aykırıdır. Bu, aslında imamların sözlerini ve içtihat
larını Kur'an seviyesine çıkararak onlar gibi kutsal metin saymaktan başka bir şey değildir. Oysa doğ
ru metot ve tutum, imam-müçtehitlerin sözlerini değil, delillerini tartışmak olmalıdır. Ancak bazen imamların delillerini de tartıştıkları görülmektedir.
Bu durum davamızı inkâra yetmez. Çünkü bunları imamların sözlerini desteklemek için yardımcı ola
rak zikretmektedirler. Ancak, bunda da taklitçidirler.
Zira imamların delillerini tekrarlamaktadırlar.
Düşüncede Duraklama
Bu döneme taklit, mezhepçilik ve duraklama dönemi denmektedir. Buradaki taklit kavramına, kısa da olsa bir açıklık getirmek gerekmektedir. Taklidin
sözlük manası boyuna tasma takmak, hamail, ger
danlık takmak, birinin fiil ve hareketinin aynısını yapmaya veya ona benzemeye çalışmaktır.1 Kur anda bu kökten türeyen 'mekalid' (anahtarlar, hazineler) ve 'kalâid' (gerdanlıklar, tasmalar, takmalar) kelime
leri kullanılmıştır.2 Türkçedeki kilit kelimesinin de (aslında kilid olmalıdır) bu kökten geldiğine kaniyiz.3 Arapçada bu kökten türemiş bulunan iklîd kelimesi (çoğulu ekâlîd, eklâd) anahtar, miftah anlamında yal
nız kapalı bir şeyi açmak anlamında değil, açık kapı
yı, hazineyi kilitlemek, kapamak, korumak anlamına da gelmektedir. Türkçede baştaki (i) düşmüş ve 'kilid' olmuştur.4
Taklidin İslam hukuk felsefesi yani usuli'l-fıkh ilmine göre terim anlamı şudur: Delilsiz olarak baş
kasının sözüne göre iş yapmak; sözü, delil olmayan ve delil sayılmayanın sözüne göre hareket etmek;
neye dayanarak söylendiği bilinmeyen bir düşün
ceyi doğru kabul etmek. Hepsinden daha uygun görülen tanım ise; delile dayanmayan bir kimsenin sözünü delil kabul etmek şeklindedir.5 Delili taklit de taklittir.
1 El-Mucemül-Vasit 2/760; Ragıb İsfehani, Müfredatul-Kur'an, 422, Mısır, 1940; İbn Faris, Mu cem Mekayısıl-Luga 5/17, Mısır, 1366h.;
Ş. Sami, Kamus-ı Türkî, 427.
2 Maide 5/12; Zümer 39/63.
3 Muhammed Ali Şevkanî, İrşâdu'l-Fuhûl, 233, Mısır, 1347h.
4 Ş. Sami bu kelimeyi (kâf) ile yazıp kilit olarak Yunancadan gel
diğini söylemektedir. James W. Redhouse, Turkish-Eng. Lex. (s. 1569¬
70)de hem türkçe hem yunanca demiştir.
5 Muhammed Ali Şevkani, İrşâdu'l-Fuhûl, 233.
Taklit
Bu tanıma göre, müçtehit imamların sözlerini Kur ana dayanmadan kabul etmek taklittir. Mezhep imamlarının delilsiz sözlerine uyana mukallit denir.
Taklit kelimesinin sözlükte yer alan mânâsına göre, bu şu demek olur: Bir söze, sırf filan imamın sözü olduğu için uymak ve taklit etmek dinde yasaklan
mıştır. Böyle mukallid olduğunu iddia ve kabul eden kimse taklit ettiği imamın, müçtehidin fikrini boynu
na bir tasma gibi takmış demektir. Şüphesiz buradaki tasma kurbanlık hayvanlara takılan maddi bir tasma değil, daha ağır ve kötü anlamda zihne vurulmuş bir bukağıdır. Bir insan bunu nasıl kabul eder? Evet, şaşı
lacak şey, ama on bir asırdır sürdürülen mezhepçilik bundan başka bir şey değildir.
İçtihat Farzdır
İlim adamlarının, bir cemaatin feri (fıkhî) me
selelerde bile taklidin asla caiz olmadığını söyleme
lerinin yanı sıra Karafi de İmam Malik gibi âlimlerin içtihadın farz, taklidin de batıl (saçma) olduğunu söylediklerini naklediyor. İbn Hazm ise taklidin ya
sak olduğu hususunda ittifak (icma) olduğunu ileri sürmüştür. Dört imam, insanları hem kendilerini, hem de başkalarını taklit etmekten menetmişlerdir.6
Fakih
Fıkıh kitaplarına bakıldığı zaman, tâbi oldukları mezhep imamlarından daha geniş kültüre ve ihatalı
6 Şevkani, A.g.e., 236.
bilgiye sahip fıkıh yazarları görülmektedir. Şimdi usul ilmine sahip birinden bunlara fakih denmeyeceğini öğrenmek, gerçekten durumu değerlendirmek ve geniş malumat sahibi bu zatlara ne sıfat verileceğini tayin etmek zor olmaktadır. Eğer bu zatlar kendileri
ne fakih diyorlarsa, müçtehit olduklarını ve mukallit olmadıklarını söylemiş oluyorlar. Eğer kendilerini mukallit sayıyorlarsa, o zaman onlara fakih denme
yeceği şöyle açıklanmıştır:
Amelî, şerî hükümleri tafsilatlı delillerine göre emek verilen bir şekilde bilmeye fıkıh, denir. 'Taf
silatlı' kelimesi ile mukallidin fıkhî meseleleri bil
mesine fıkıh değil taklit deneceği anlatılmaktadır.
Çünkü fukaha fakihin çoğuludur ve fakih, fıkhın kendisinde meleke hâlinde bulunan kimseye denir.
Fıkıh kitaplarını anlayan kimseye ise fâkih (anlayan) denir.7 Fıkhın şu tanımı esas kabul edilebilir: Ayrı ayrı delillerden giderek elde edilen şerî, ferî hüküm
leri bilmeye fıkıh denir.8 Fakih müçtehit anlamında hüküm üreten, istinbat eden, hüküm ortaya ko
yan kimsedir. Müçtehit imamların dışında Kurana ve akla dayanarak içtihat eden kimselere de fakih denmesi doğrudur. Bu iki kaynağa değil de, imam
ların sözlerine dayanarak fikir ileri sürenlere fakih denmemektedir. Çünkü imamların içtihatları şerî delil -Kur'an, sünnet- sayılmaz. Ancak, maalesef
7 Cemaleddin Ebû Muhammed Abdurrahim Esnevî, et-Tem- hîd, 50-51 Tahkikli, 984.
8 İbn Hacip, Muhtasar Münteha, 4, İstanbul, 1307h. (Adud şer
hi ile); Şevkanî, İrşâdu'l-Fuhûl, 3, Mısır, 1347h.; Ebu'l-Bereket Nesefi, Keşfu'l-Esrâr Şerhu 1-Menâr, 1/6, Mısır, 1306h.
fakih olmayanlar tarafından delil sayılmaktadır ve bunun için imamların sözleri şerî delil yerine kona
rak Kur an ve hadis arka plana itilmiştir. Herhangi bir kimsenin müçtehit olmasına veya olmamasına başkası hüküm verme hakkına sahip değildir. Böyle bir hüküm aslında bir tür içtihat sayılır. Bu nokta
dan bakılınca, imamların dışında fukaha dediğimiz zatlara, kendi mezheplerinin imamlarının içtihat
larını başka imamların fikirlerine tercih etme hür
riyetlerini kullanmalarında, onlara bir tür müçtehit denebilmesinin iki şartı olduğu kabul edilmektedir.
Bu şartlardan biri, diğer imamların içtihatlarını iyi bilmek, kavramak; diğeri de, seçme hürriyetinde ta
rafgir olmamak, hakka ihlaslı olmaktır. Böyle olan
lara mezhebin içinde mezhep imamının fikirlerine açıklama getirme anlamında, mezhepte müçtehit değil, mezhepler arası müçtehit denebilir. Ama böy
le mezheplerden mezhep beğenene de pek az rastla
nabilir. Aslında bunu yapabilecek zat, ancak içtihat
ların kaynaklarına indiği zaman bu niteliği alır ki, o zaman da müçtehit unvanına hak kazanır. O hâlde sonuç olarak fakih, ne denmek istendiğini anlayana, fâkih ise ne dendiğini anlayana denir.
Düşüncede Gerileme
Yedi asır (241-934h.) süren bu mezhepçilik, taklit, duraklama döneminde yetişen âlimler kendi imamlarının içtihatları ve başka imamların fikirlerini de anlamış, tartışmış ve yorumlamışlardır. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, birbirlerinden istifade ederek
kendi mezheplerindeki bir hükmü değiştirme yönü
ne gidememişlerdir. Mezhepçilik bu kadar sağlam aşılmaz surlarla ve kırılmaz çemberlerle çevrilmiştir.
Bugün hâlâ bu dava sürdürülmekte ve müslü
manlar bu kalelerin içinde sıkışıp kalmaktadır. Kale
lere temiz hava delikleri açmak isteyenlere düşman
ca bakılmakta ve engellenmeye çalışılmaktadır.
Fikri ve Bedenî Tembelliğin Sebebi
Bu duraklama, taklit ve mezhepçilik dönemi
nin bu kadar uzun sürmesinin bize göre iki sebebe dayandırılması mümkündür: Birinci sebep, bu yedi asır boyunca bütün dünya coğrafyasında İslam mil
letlerinden daha güçlü veya onlarla boy ölçüşecek güçte siyasi bir otoritenin olmamasıdır. Bu süreç içinde müslümanlar hem doğuya, hem batıya hâkim idiler. Kendi kendilerine yetmelerinin yanında dış ve yabancı milletlere hem teknik ve ilim, hem de idare bakımından üstün durumda bulunmaktaydılar. Yeni bir şey icat etmeye ve üretmeye ihtiyaç duymuyor
lardı, oysa icat ve keşifler bir ihtiyaçtan doğar. Daha ileri gitme çabasında en büyük etken, üstün olma ihtiyacıdır.
Siyasetin İlme Hükmetmesi
İkinci sebep, siyasetin ilme hükmetmesidir.
Siyaset yeni bir fikrin ortaya atılmasına ve yeni so
runlara veya devam eden sorunlara yeni bir çözüm getirilmesine karşı çıkıyordu. Bugün de İslam dün
yasında siyasetin bilime tasallutu (saldırısı) devam
etmektedir. Aslında bu uzun mezhepçilik döne
minde, kökten bir değişim ve çözüme muhtaç olan kurumlar mevcuttu. Onlar çözüm bekliyorlardı.
Dediğimiz gibi siyasi otorite buna izin vermiyordu.
Yeniden yapılanma fikrine sahip olanlar, etkilerine göre cezaya çarptırılıyor, hapse atılıyor, kovuluyor
lardı. Beş asır önce olduğu gibi (934-1413h./1527- 1992m.) şimdi de, baskıcı bir zihniyetin sıkıntısını müslüman siyasetçiler değil, müslüman âlimler çe
kiyor. Eskiler gibi şimdikiler de, din âlimini de, diğer ilim adamını da istedikleri doğrultuda kullanıp iste
diklerini devre dışı bırakabiliyorlar.
İlimde-Dinde-Siyasette Çöküş
İslam dünyasının ilmen çöküş dönemi İbn Ke
mal Paşa'dan (934h./1527m.) başlar ve zamanımıza kadar (1993m./1413h.) devam eder.
Burada bir noktaya açıklık getirmek gerekmek
tedir. İbn Kemal Paşa zamanından 1774 yılına kadar ilim adamı medreselerde yetişti. Burada kastedilen yalnız din adamı değildir. Zamanında okutulan bü
tün ilimler medreselerde okutulduğu için 1774 yı
lına kadar ilim adamı denince bu sözcük, her bilim dalına ait bilim adamını kapsar (ilahiyatçı, hukukçu (fakih), astronom, fizikçi vs.). İbn Kemal Paşadan sonra ilim çöküşe geçti, demekle medreselerdeki öğretimin gevşediğini, bozulduğunu, bilgi seviyesi
nin düştüğünü kastediyoruz. Bundan önceki döne
me duraklama, taklit ve mezhepçilik diyoruz. Yani duraklama dönemi ile çöküş dönemi arasındaki fark
şudur: Duraklama döneminde yetişen âlimler oku
duklarını anlıyor ve bazen de ince eleştiriler ve cüzi yorumlar —kendi mezhepleri içinde— ortaya koya
biliyorlardı. Çöküş döneminde ise, yetişen âlimler okuduğunu anlamıyor, daha önce yazılanların söz
lük manalarını aşamıyor, böylece düşünce seviyesi düşüyor ve artık medreseden şikayetler gittikçe yo
ğunluk kazanıyordu.
Medresenin Yıkılış Sebepleri
a) Altı yaşındaki çocukları müderris (profesör doktor) unvanı ile tayin ederek maaşa bağlıyorlardı.
Fen, felsefe ve kelam ilimleri medrese programla
rından çıkarıldığı için, 1774 yılında medrese dışın
da Deniz Mühendislik Okulu açılmıştı. Oysa bunun medresenin bünyesinde açılması gerekirdi. Çünkü yegane öğretim kurumu medrese idi. Burada şuna dikkat çekmek gerekir: Siyaset, ilme tasallut ede ede ilmi yıktığı gibi sonunda kendini de yıkmıştır. Ama artık dünya siyaseti değişmeye başlamış ve Osmanlı İmparatorluğu tek güç olmaktan çıkarak arka arka
ya yenilgilere uğramaya başlayınca dış düşmanların başarılarının teknik ilimlere sahip olmalarına da
yandığı var sayımı ortaya çıkmışıtr. Siyaset medre
seyi ıslah edemeyeceğini bildiği için de, medreseyi bir kenara iterek teknik eğitim yapmak üzere teknik okullar açmaya başlamıştır. On dokuzuncu asırda medresenin dışında, yeni ilimleri tahsil eden okullar çoğaldı. Medresenin bel kemiğini teşkil eden fıkıh öğretiminde de medrese yetersiz görüldüğünden
sırasıyla hâkimleri yetiştiren Nüvvâb ve Kudat (ka
dılar) okulları açıldı. Medresedeki tahsil böylece geriledikçe geriledi. Medrese 1914'de kendini ıslah etmeye yöneldi ise de geç kalmıştı, kervana yetişe
medi ve kaldırıldı.
b) Medrese 1774'den önce fen, hikmet (felsefe) ve kelam ilimlerini dışlayarak kendini yalnız fıkha vermişti. Zamanla fıkıh anlayışı da zayıflayarak ge
riledi. Medreseler, ıslah edilerek (1914), istenen nok
taya ulaşamadan kapandığı için 1774'de medresenin ilim ve din anlayışı medrese vârisleri tarafından ol
duğu gibi korunmaya alınmıştır. Bu ilim ve din zihni
yeti daha kötü bir durumda hâlâ devam etmektedir.
İslam toplumlarındaki bu çökmüş geleneksel ilim ve din anlayışını yaşatmaya çalışan resmî ve gayri resmî kurumlar bulunmaktadır. Medreseli zihniyetin en çok direttiği alan fıkıhtır. Tarihsel fıkhi mezhepçilik, eski fıkıh anlayışının yerine yeni bir fıkıh anlayışı ge
tirmenin şiddetle karşısındadır. İslam toplumu o ka
dar cahil bırakılmıştır ki, İslam'dan önceki dönemler
deki din dışı, akıldışı, ilim dışı ve ahlâk dışı hurafeler toplumun alt kesimlerinde ve yüksek sosyetesinde din olarak yayılmaktadır.
c) 1774'den bu yana yapılmakta olan teknik öğ
retim amacına ulaşamamıştır. O zamandan beri, din ilimleri resmen devreden çıkarılmış bulunmaktadır.
Teknik ilimlere sözde ve fiilen bunca emek ve servet akıtıldığı hâlde bu yatırımların neden amacına ulaşa
madığını kimse sorgulamıyor ve sorgulama cesareti
ni gösteremiyor. Biz sorguluyor uz.
Çöküşün Tek Sebebi Dinî Zihniyet
İki asırdan beri teknikte ve modern ilimlerde kal- kınamayışımızın sebeplerini din ve ilim, başka bir de
yişle dinî ilim zihniyetinde bulmak istiyorum. On ye
dinci asırda çöküşe geçen din ve dinî ilim zihniyeti hem dindar kesimde, hem de fikren dine karşı olan kesimde öyle etkili bir şekilde sürüyor ki, sadece bu iki kutupta
ki insanların değil, bütün vatandaşların hareketlerinde, davranış ve fiillerinde açıkça ortaya çıkıyor.
Bu zihniyetin mahiyetini ve amacını iyi teşhis edip belirlemek, bir zorunluluk olarak ortada durmaktadır.
Bu hususta belirli nitelikleri tespit etmeye çalışalım:
a) Çok düşük seviyede taklitçidir. Taklitte bile maharet göstermeyi önemsemez. Doğu ve batı tak
litçileri aynıdır.
b) İnsana değer vermez. İnsanı köle gibi kullan
maya çalışır. Onun kendi yaşadığı hayat standardının altında bir yaşam sürmesini ister ve her an kendisine muhtaç olmasına dikkat eder. Bu hususta doğucular ve batıcılar arasında fark yoktur.
c) Şahsiyet düşmanıdırlar, her sahada bilgiçlik taslar ve ukalâlık ederler, başkalarının kendilerinden fazla bilgi sahibi olmasına tahammül edemezler, şah
siyetleri incinir.
d) Muhaliflerine azılı düşman muamelesi yapar ve hayat hakkı tanımazlar.
e) Bildikleri şeyleri kaset gibi tekrarlayıp durur
lar. İlmi överler, ama ilim adamına düşmanlık ederler.
f) Sözlerinde durmaz ve verdikleri sözleri yerine getirmezler. Sözleriyle işleri çelişkilidir.
g) Ahlâklarını, hareket ve davranışlarını menfa
atlerine göre ayarlarlar.
h) Kabahatleri hep başkalarına atarlar, becerik
sizliklerini hep muhaliflerine yüklerler.
ı) Dinin, milletin, devletin menfaatlerini kendi menfaatleri içinde görürler, kendileri ne kadar şahsî fayda sağlayacaksa devlet işine o kadar önem verirler.
j) Bunların dindarlıklarına da dinsizliklerine de güvenilmez.
İşte toplumu idare eden zihniyet, asırlar boyun
ca böyle olmuştur. Günümüzde vurgunculuk o kadar ileri gitmiştir ki, sıradan halkın zihni bile felç olmuş gibi, ne düşüneceğini bilmiyor. Aslında bütün bu olumsuzluklar, hedefsiz yokluğa (nihilizm), uçuruma koşuş, her sahadaki beceriksizliklerle hız almaktadır.
Biz bunların biricik sebebini dinî anlayış ve zih
niyette aramakla şunu ortaya koymak istiyoruz: Bü
tün bunlar ancak din ile düzelir ve yoluna girer. Ne var ki, beş asır önce çöküşe geçen fukahanın din an
layışına göre değil, Kur anın getirdiği din eğitimine önem vermekle olacağına inancımız tamdır.
İslam milletleri hâlâ fukahanın anlattığı ve onun
la on bir asır İslam dünyasını yönettiği din ve ilim an
layışına sarılarak günümüzün genç müslümanlarını tedirgin etmekte ve onları bunalıma sokmaktadırlar.
Bu zihniyete teknikle karşı çıkılmak istenmiş ise de iki asırlık deneme başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Çün
kü, bu yapılırken insanı ve onun ruhunu mutlu kılan din ihmal edilmiştir. Tekniğe teknik, felsefeye felse
fe, ilme ilim ve dine din ile karşı çıkılırsa ve ıslaha
gidilirse, gerçekliği ve geçerliliği ölçüsünde başarı sağlanabilir. Şimdi, bu çöküşe geçen fukahanın din anlayışına alternatif, gerçekçi ve geçerli bir din anla
yışı ile karşı çıkılıp düzeltilirse din, insanlara müspet yönde hizmet etmeye devam eder ve insanları bu dünyada huzura kavuşturur. Biz burada fukahanın dini anlayışında günlük, haftalık, yıllık ve ömürlük meseleler arasından acilen düzeltilmesini gerekli gördüğümüz birkaç meseleye temas etmeden önce usul hakkında bir iki kaideye değinmek istiyoruz.
Çıkış Yolu
A) Birinci usul kaidesi şu olmalıdır: Mezhep imamlarının usul-metot-kaideleri ve ilkeleri olduğu gibi kabul edilmeyip geçerli olup olmadıkları tekrar gözden geçirilmelidir.
B) Hz. Peygamberin sünneti ve hadisleri tekrar sınıflanmak ve hiçbir zaman Kur ana ilave yapmak için ona eş tutulmamalıdır .
1) İmam Şafii'nin şu görüşü iyi incelenip anla
şılmalıdır: "Hz. Peygamberin söylediği her şey ancak Kur andan anladığıdır."9
2) Hz. Peygamberin idareci, kadı ve bir insan olarak söylediği sözler ayrı ayrı değerlendirilmelidir.
3) Hz. Peygamberin sözleri ve sünnetleri arasın
daki ihtilaf ve tenakuzlara neshi sokmadan, her birini bulunduğu şartlar içinde ayrı ayrı değerlendirmeli ve her birinin topluma veya toplumun bir durumuna cevap vereceği düşünülmelidir.
9 Mennel-Kattan, Ulumul-Kur'an, 330.
4) Hz. Peygamberin sözleri ve sünnetleri söy
lendikleri şartlar içinde değerlendirilip aynen örnek alınmayarak söyleniş amaçları tespit edilmeli ve de
ğişik ihtimallere gitmeye cevaz verilmelidir.
5) Hz. Peygamberin sözleri ve sünnetlerine da
yanarak imamların verdikleri hükümleri ve yaptıkları değerlendirmeleri yeniden değerlendirmeye alma
lı, başka hükümler çıkarmaya gayret etmeli ve fikir üretmelidir.
6) Hz. Peygamberin kimi sözlerinde yanıldığını ortaya koymakla ne sahabe dinden çıkmış, ne de Hz.
Peygamberin peygamberliğinden bir şey eksilmiştir.
Sahabenin döneminde yanlış olduğu ortaya kona
mamış olan bir hadisin sonradan yanlış olduğunun anlaşılması ile insan dinden çıkmayacağı gibi, Hz.
Peygamberin peygamberliğinden de bir şey eksilme
yeceği kabul edilmelidir.
C) Sahabenin sözlerinin hiçbir surette Hz. Pey
gamberin sözleriyle denk tutulmaması gerektiği ve bunu mutlaka peygamberden duymuş olabileceği gibi yanlış bir kural ile tevile de asla gidilmemelidir.
D) Rivayetlerdeki ihtilafa önem verilmeli ve ih
timal olan yerde istidlale gidilmeyeceği kaidesi yü
rütülerek hadisin doğruluğu ve sağlamlığı şüphe ile karşılanmalıdır.
E) Hadis âlimlerinin ve fukahanın hadislere çok müsamahalı baktıklarını, mevzu olan hadise çoğu kez zayıf demekle onu sahih olmaya yaklaştırıp bir nebze de olsa hadise meşruluk tanıdıkları göz önüne alınmalıdır.
F) Her râvinin ideolojisi, siyasi tutumu, anlayışı, tahsil durumu ve çevresi incelenerek rivayetleri ona göre ele alınmalıdır. Sahih denilen her hadis sahih ol
mayabilir, kaidesi unutulmamalıdır. İslam en büyük sıkıntıyı hadisten çekti, hâlâ da çekmektedir.
G) İmamların sözlerine değil, delillerine bakıl
malı ve delilleri de ayrıca teraziye vurulmalıdır.
H) Yeni usul kaideleri koyma yönüne gidilmesi düşünülmeli ve buna iyi niyetle cesaret edilmelidir.
Şimdi değişmesi gereken birkaç fıkhi meseleden örnekler verelim:
1. Günde beş vakit farz namazların önünde ve sonunda bulunan, önceleri nafile sonraları da sünne
ti müekkede denilen fazla namazların yerlerini değiş
tirmeli ve bunların nafile olduğu, nafilenin de zamanı, mekânı ve sayısı olmadığı ortaya konulmalıdır. Nafile namazın, hiçbir işi-gücü olmayan yaşlı veya genç in
sanları meşgul etmek üzere meşru oldukları açık açık anlatılmalıdır. Vazifeye, derse, otobüse, dükkana, işe zamanında gitmenin farz namazdan daha çok farz olduğu, gecikildiği dakikaya tekabül eden kazancın haksız kazanç olduğu vurgulanmalıdır.
2. Cuma günleri iki ezandan biri içtihâdîdir ve artık gereksizdir, kaldırılmalıdır. Zuhru âhir diye uy
durulan namaz kaldırılmalıdır. İbadetlerde içtihat olmaz, dendiği hâlde bu yanlış uygulamanın aklî ve naklî delili yoktur. Zamanımızda saniyenin bile bü
tün hayatı durdurduğu her an yaşanan bir durum ol
duğu için saniyeye bile değer verilerek, şeklî ve vakitli ibadetler ona göre ayarlanmalıdır.
3. Müslümanların hâlâ haysiyet ve şerefi ile oy
nayan üçten dokuza yani bir sözle üç boşu verme hükmünün yanlışlığı açıkça anlatılmalıdır. Hâlâ yay
gın bir boşanma usulü olan bu yol, Hz. Ömer'in bir içtihadına dayanmaktadır, geçersizliği vurgulanma
lıdır. Sonra fıkıh kitaplarında da böyle bir boşanma ifadesi yoktur. Yemin hükmü verilip yemin kefareti cezası verilebilir.
Fukaha istediği zaman hadis ve ayetlere istediği manayı verip, tevil getirdiği hâlde on dört asırdır, aile
leri perişan eden bu boşama şeklinin yanlış olduğu ve geçerli olmadığı, bütün sonuçlarının İslam'a aykırı ol
duğu anlatılmalı ve halkın şerefine önem verilmelidir.
Bir içtihattan dolayı geçmişten günümüze kentlerde bile bu gibi boşanmalara rastlanmakta, fıkıh kitapları mutlaka ayrılmayı öngörmekte ise de kafasız ve ah
lâksızlar hülleyi çözüm yolu olarak göstermektedirler.
Adamın hemen pişman olması da karısını boşamaya niyetli olmadığını göstermektedir. Bir ailenin yıkılma
ması ve şerefinin bir içtihatten daha kıymetli olduğunu kabul etmeyenler, Kur'andaki, şeref ve izzetin müslü¬
manlara ait olduğunu anlamayanlar, ancak münafık
lardır,10 hükmüne girmektedirler. Boşanmanın, ancak iki şahidin huzurunda olabileceği iyi anlatılmalıdır.11
4. Millet bu kadar geri kalmışken, fabrikası, si
lahı, savaş uçağı, yolu, okulu, okuyacak kitabı, yurdu ve gece on ikiye veya sabaha kadar açık kütüphane
si yokken nafile olarak hacca ve umreye milyonlar
1 0 Münafikun 63/8.
11 Talak 65/2.