Akıl (Bilim Kaynağı)
Yüce Allah insanı yarattı ve ona bir bilgi kay
nağı verdi. İnsan bu bilgi kaynağını kullanarak bilgi elde edecek, bilgi üretecek ve sonra bu biri
kime göre hareket edecek ve işlerini yürütecektir.
Bu bilgi üretme kaynağı akıldır. Yalnız, insan akıl
dan ibaret değil, birçok değişik güçten oluşan bir yapıya sahiptir. Akıl bütün bu güçlerin üstünde yönetici bir konuma sahiptir. Bu güçler akla iz
lenimler getirir, akıl bu izlenimleri bilime çevirir ve hüküm kaynağı yapar, insana faydalı ve zararlı şeyleri gösterir.
İrade
Fakat, aklın yaptırım gücü yoktur. Yaptırım gücü iradeye aittir. İrade ise birçok gücün etkisi
altındadır. Bundan dolayı diğer güçlerin etkisi altın
da olan irade, aklı, doğru bildiğini yapamaz ve za
rarlı gördüğü şeyden kaçamaz durumda bırakabilir.
Aklın doğru düşünmesine karşılık, insana doğruyu yaptırmasına başka güçler irade vasıtasıyla engel olabilir. Bu hususta iradeyi etkisi altına alan, başka
ları tarafından zihne gönderilen izlenim ve bilgiler
dir. Bunlar tarihten, çevreden, öğreticiden ve top
lumdan gelmektedir. Bunlar o kadar etkili olurlar ki, akla yanlış izlenimler getirerek onu bazen yanlış hü
kümlere varacak kadar şaşırtırlar. Bazıları da aklın yanlış yapabileceğini ortaya atmalarına sebep olur.
Oysa akıl yanılmaz, yanılsa bile yanlışını kendisi bulur ve düzeltir. Aklın sağlam düşünebilmesi için, onu etki altına alan iradeyi bu izlenim ve bilgilerden kurtarıp kendi başına ve özüne göre hüküm verme yeteneğini, başka bir deyişle aklın saf ve arı olarak düşünmesini sağlamak lazımdır. Böyle düşünen akla aklıselim ve sağduyu denmektedir. Bu tür akıl, bü
tün insanlarda bulunur, insanı şaşırtmaz ve ona an
cak doğruyu gösterir. Mesela, akıl kişinin babasının katilini öldürmesini uygun bulmaz. Çünkü bilir ki, kişi katili öldürdüğü takdirde karşılığında kendisi de öldürülecektir. Sosyal tecrübe de budur. Ama yine de sosyal ve diğer etkenler, iradeyi rahat bırakmaz, onu öldürmeye zorlar. İrade de aklı hüküm verme
ye icbar eder ve ondan izin almaya çalışır. Ama akıl onun yanlış olduğunu söyleyerek geri çekilir. Böyle
ce irade, o yanlışı insana yaptırır ve akıl işlem dışına itilmiş olur.
Akıl-Vahiy
Hz. Muhammed de 610 yılında kendisine yüce Allah'tan vahiy gelene kadar sağduyusu ve aklıseli
mine göre hareket etti, iş yaptı ve yaptırdı. Kendisine gelen vahiy bilgisi, aklıselim bilgisinin dışında yeni bir bilgi kaynağı getirmiş ve aklıseliminin bilgisini de des
teklemeyi amaçlamıştır. Böylece insan iki bilgi kay
nağına sahip oldu. Bunlardan biri tabii bilgi kaynağı olan akıl, diğeri sözlü bilgi kaynağı olan vahiydir. Akıl genel bilgi kaynağı, vahiy ise özel bilgi kaynağıdır. Akıl her insana doğrudan verilmiş, vahiy ise özel kişiler ta
rafından bildirilmiştir. Bu noktada akıl ile vahiy ara
sında kişiye yükledikleri sorumluluk bakımından şu farklılık bulunmaktadır: İnsan, doğuştan zorunlu ola
rak akla göre sorumludur. Vahye göre sorumlu olmak ise, doğuştan değil, irade hürriyetine bağlıdır. İnsanın buradaki sorumluluğu irade hürriyetini kullanmasına bağlıdır. Vahiy bilgisinin bütün gücü ve görevi, aklı desteklemek ve aklı yan etkilerden kurtarıp saf, özüne göre hareket etmeye ve hüküm vermeye yöneltmek
tir. Vahiy, saf aklın doğru dediğine doğru, yanlış de
diğine de yanlış diyerek onu destekler. Böylece vahiy bir yandan aklın hükümlerinde sebat etmesini sağlar, diğer yandan da iradeyi yönlendirerek iman gücüyle eyleme geçmeye sevkeder. Vahiy, iradeyi yönlendirir, ama ona baskı yapmaz.
Hz. Muhammed'in İki Bilgi Kaynağı
Hz. Muhammed e vahiy gelmeye başladıktan sonra da akıl işlevini yitirmemiş, daha hür ve baskısız
bir alanda eylemde bulunmaya devam etmiştir. Çün
kü vahiy, aklın önüne konan engelleri aşmada yol ve yöntem göstermek için gelmiştir, yoksa aklı insana yol göstermekten alıkoymamıştır. Vahiy gelince akıl iki iş yüklenmiştir: Bunlardan biri vahyi anlamak, diğeri de vahyin dışında kalan hususlarda yol bul
maya devam etmektir. Akıl, nasıl beş duyu ile elde ettiği bilgilerden ve deneylerden istifade etmiş ise, vahiyden de üç şey kazanmıştır: Bilgi kaynağı olarak yeni bir bilgi, yöntem ve amaç. Kur an, bilgi verirken bu bilginin amacını ve kullanım tarzını, yolunu da göstermektedir.
Kur'an'ın Mevsukiyeti
Yüce Allah, tarih boyunca insanoğluna bu iki bilgi kaynağını esirgemeden vermiştir. Ne var ki, insanoğlu tarih boyunca kendisine verilen vahiy bil
gisini olduğu gibi muhafaza ederek nesilden nesile aktarma imkânına sahip olmadığı için gerçek vahyin kaybolmasına sebep olmuştur.
Yüce Allah, insanoğlunun kendisine verilen bu ilahi mesajı koruyamadığını, tarihî tecrübe yoluyla insanoğluna gösterdikten sonra Hz. Muhammed'e indirdiği ve tüm tarihî vahyin özeti olan Kur anı ko
ruma işini üzerine almıştır. Hz. Muhammed bundan dolayı son ilahi tebliğci ve Kur an da Allah'ın yeryü
züne son mesajı olmuştur. İnsanoğluna verilmesi ge
reken bilgi kaynakları olarak tabii vahiy olan akıl ve sözlü vahiy olan Kur'an insana yol, yordam göster
mek için yeterli görülmüştür.
Akıl Vahiy Elele
Hz. Muhammed vahiy almaya başladıktan son
ra, İslam dini iki kaynağa -akıl ve vahiy- dayanarak oluşmaya başlıyor. Hz. Muhammed'in ölümüne ka
dar, bu iki kaynak beraberce kol kola yardımlaşarak yürüyorlar. Bunlardan birini diğerinden daha üstün ve daha kutsal tutmak, İslam'ın temeline dinamit koy
mak demektir. Ancak şu var ki, birinin tıkandığı yerde öteki ona yardım etmiştir. Bunun için hiçbir zaman biri önder durumunda olmamış, biri sıkışınca ötekine başvurulmuştur. Çünkü her ikisi de Allah vergisidir.
Birbirlerini bütünlerler. Kuranın akla çok değer ver
diğini yine akıl ortaya koyar ve anlar. Hz. Muham
med'in vahyin dışında kalan bütün iş ve hareketleri akıl tarafından tanzim edilmişti. Demek ki, Hz. Pey
gamber zamanında (632m.) İslam dininin bilgi ve hü
küm kaynağı akıl ve vahiy idi. Akıl Kur'an'ı yorumlu
yor ve bu noktada Kurana bağlı kalıyor, diğer yandan da Kuranın amacına uygun olarak Kuranın hüküm vermeyip boş bıraktığı alanları dolduruyordu. Hem Peygamber, hem de sahabe her konuyu genellikle Kurana dayandırıyor, Kuranın dışında kalan husus
larda ise içtihat ediyor, yani aklını kullanıyorlardı.
Sünnet Hakem
Muaviye'nin iktidarından (30h./660m.) Ömer b.
Abdülaziz'in iktidarının sonuna kadar olan dönemde (101h./719m.) bilgi ve hüküm kaynağı Kur'an ve sün
net olmuş ise de zamanla sünnet Kur ana hakem ko
numuna yükselmiş, akıl bir kenara itilmiştir. Sünnet
hakem olup Kuranın önüne geçince bu dönemde ha
dis revaçta olmuş, bu düşüncenin aşağı tabakalarda da kabul görmesiyle hadis uydurulmaya başlanmıştır.
Bu durumun din için tehlikeli olduğunu gören ile
ri görüşlü düşünürlerden birisi olan Halife Ömer b.
Abdülaziz, hadisin yazılmasına resmi emir çıkarmış, böylece uydurma hadisin önüne geçmeye çalışmıştır.
Akıl-Vahiy-Sünnet
Ömer b. Abdülaziz'in zamanından Ahmed b.
Hanbel'in (241h./855m.) zamanına kadar geçen süre içinde büyük insanlar ve müçtehitler yetişmiştir.
Bunlar aklı Hz. Peygamber zamanındaki mevkiine koymaya çalışmışlar ve bir dereceye kadar başarı göstermişlerdir. Bu dönemde bu müçtehitlerin uy
guladıkları metot aslında iki kaynağa dayanıyordu.
Kur an yani vahiy ve akıl ki, içtihat anlamındadır.
Böylece Hz. Peygamberin ve dört halifenin meto
duna göre hareket etmiş ve içtihatlarını ortaya koy
muşlardır. Hadisi Kuranın temel hükümleri dışında
ki feri hükümlerin açıklanmasında kullanmışlardır.
Ancak hakem Kur an ve akıldı. Bu dönemde yetişen büyük müçtehitlerin içtihatları ve fikirleri İslam'ın ilke ve esaslarına göre ileri sürülmüş ve üretilmiş olduğu düşünürlerce genel kabul görmüştür. Bunun
la beraber, aralarında içtihat ve fikir ayrılıkları, hür düşüncenin ve aklın anlayışının doğal sonucudur.
Buna göre de zıt fikir ve içtihatlardan birisinin yan
lış olması mantıkî düşünmenin gereği olduğu gibi ittifak ettikleri fikir ve içtihatlarda da yanlış yapmış
olabileceklerini düşünmek bilimin ve hür düşünme ihtimalinin bir gereği olarak kabul edilmelidir.
İçtihatlar Nass Oluyor
Ahmed b. Hanbel'in ölümü (241h./855m.) ile İbn Kemal Paşanın ölümü (941h./1534m.) arasında
ki döneme tarihi, kültürel, ilmî ve düşünsel açılardan duraklama ve donuklaşma dönemi demek doğru
dur. Aslında buna geleneksel deyimiyle taklit döne
mi denmektedir. Bu dönemde imam müçtehitlerin sözleri, içtihatları esas bilgi ve hüküm kabul edilmiş, Kur'an ve hadise ancak bunları meşrulaştırmak ve desteklemek için başvurulmuştur. Böylece Kur'an ve hadis doğruluk kriteri olmaktan çıkmış ve akıl da sadece iddiaları desteklemek için alet olarak maşa gibi kullanılmıştır. İnsanlar bu mezhep imamlarının taraftarları tarafından sahiplenilerek bölünmüş ve mezhepler aşılmaz çelik çitlerle çevrilmiştir. Halkın mezhep değiştirmesi, din değiştirmede olduğu gibi resmî kayıtlarla yapılır hâle gelmiştir.
Tarihî İki Tespit
Şunu tespit etmiş bulunmaktayım: Bu dönemde Kur'an ve hadise dönülüp mezhep müçtehitlerinin yanlış olan fikirleri düzeltilmemiştir. Daha önce söy
lediğimiz gibi, mezhep imamlarının ve müçtehitlerin sözleri ve hükümleri bütünüyle doğru ve değişmez kabul edilmiştir. Kur'an ve hadis karşısında yanlış ol
dukları açıkça görülen ve sabit olan hükümler tevil edilerek meşrulaştırılmıştır. Bize göre bir yanlışı tevil
etmek, onun yanlışlığını kabul etmemek ve ona yan
lış hükmünü vermekten kaçınmaktır. Hâlbuki tak
litçilerin bu tutumu mezhep imamlarının ilkelerine aykırı idi. Asıl hastalık ise, bu körü körüne taklidin hâlâ devam ediyor olmasıdır.
İkinci tespitim şudur: Bir mezhebin âlimleri ve mukallitleri diğer mezhepleri de okuyup öğrenmiş-lerse de hiçbiri kendi mezhebindeki yanlış bir hükmü diğer mezhepteki doğru bir hükümle düzeltme cihe
tine gitmemiştir. Eğer bu iki tespitime aykırı hüküm verenler olmuşsa onları istisna etmeye hazırım. Bu
rada İbn Rüşd, Beyhaki, İbn Kayyım gibi bazı âlim
leri bu tespitimin dışında tutmak istiyorum. Bu say
dıklarım ve İbn Hazm, bazı fer'i meselelerde ıslahat yapmak istemişlerdir. Ama kabul görmemişlerdir. Bu dönemde daha geniş bilgi birikimine sahip olanlar da vardır, ama fikrî bir üretime gitmeden kendi mez
heplerini tekrarlayıp durmuşlardır. Ayrıca mezhep
ler arasındaki ihtilaflar dolayısıyla birbirlerini yoldan çıkmak, sapmak, şaşkın olmak ve hattâ cehennemlik olmakla itham etmekten çekinmemişlerdir.
Mezhepçilik-Mezhep
Mezhepçilik ile fikir ayrılığını yani mezhebi bir
birine karıştırmamak gerekir. Mezhepçilik, bir fikre sırf filan mezhebin fikri olduğu için sımsıkı sarılıp farklı görüşlerle mücadele etmektir. Bu taklitçilikten başka bir şey değildir. Taklit edilen düşüncenin deli
lini bilmek insanı taklitçi olmaktan kurtarmaz. İmam Gazali buna delili taklit etmek der ve delili taklit ile
hükmü taklit arasında fark olmadığını ifade eder.
Fikir yani mezhep sahibi olmak şahsiyet ifade eder ve şarttır, ama mezhepçilik yasaktır. Mezhep sahibi olmak, fikir sahibinin kendi ilmi anlayışı ile bir fikri elde etmesi ve şahsiyet sahibi olmasıdır. Bunda yanıl
ması önemli değildir. Fikri kendisi ürettiği için yanlış olduğunu anlayabilir, buna bağlı olarak da onu dü
zeltme imkânına sahiptir. Çünkü fikrinin maliki ken
disidir, mülkünde istediği gibi tasarruf hakkı vardır ve bu hakkı kullanabilir. Ama mukallit ve mezhepçi savunduğu fikrin sahibi değildir. Onun için benimse
diği fikir üzerinde tasarrufta bulunamaz ve onu dü
zeltemez. Zamanımızda mezhepçilik o safhaya geldi ki mezhepsizler dinsizliğin köprüsüdür' şeklindeki slogan ile İslam dünyası bir süre çalkalanıp durdu.
Doğrusu mezhepçilik ve taklitçilik siyasi idarenin çok işine yaramaktadır. Bir mezhebe bağlı insanlar kolay
ca susturulmuşlardır. Mezhepçilik farklı boyutlarda ortaya çıkmaktadır. Günümüzde bazı müftülerin mezhepçiliğe karşı çıkanları sapıklıkla suçlamaları ne kadar da ilginçtir. Bu durum, din öğütü verenle
rin ve sözle dinî irşatta bulunanların hâkim zihniyeti temsil ettiğini gösterir. Tarih, İslam toplumlarının zihnî kölelikten kurtulamadıklarına şahittir. Bunu şöyle bir deyimle ifade etmek yerinde olur: Müslü
man toplumlar, önce kendileri köleliği benimsediler, sonra da yabancılara köle olmaya yatkın hâle geldi
ler. Müslümanların yabancıların boyunduruğundan kurtulmak için önce kendi kendilerine benimsedik
leri boyunduruktan kurtulmaları şarttır. İslam tarihi
göstermektedir ki, mezheplerden önceki müslüman¬
lık (ilk üç asır müslümanlığı) mezhepçilikten sonraki müslümanlıktan daha onurlu ve haysiyetlidir. Çünkü onlar hür fikirli idiler. Sonrakiler köle fikirli oldular.
Mezhepçilerin İmamlarına Muhalefeti
Diğer ilmî bir müşahedem de şudur: Fıkıh kitap
larını gözden geçirdiğiniz zaman, özellikle hanefilerin en meşhur kitabı olan el-Hidaye'ye bakınca, imamla
rın sözlerinin tartışıldığını ve bir imamın içtihadının ötekinin lehine veya aleyhine delil getirildiğini gö
rürsünüz. Bu yöntem, İslam'ın temeline, Kurana ve felsefesine aykırıdır. Kimse bunun farkında değildir, farkında olanlar da seslerini çıkarmamaktadırlar. Bu, aynı zamanda imamların tutum ve yöntemlerine de aykırıdır. Bu, aslında imamların sözlerini ve içtihat
larını Kur'an seviyesine çıkararak onlar gibi kutsal metin saymaktan başka bir şey değildir. Oysa doğ
ru metot ve tutum, imam-müçtehitlerin sözlerini değil, delillerini tartışmak olmalıdır. Ancak bazen imamların delillerini de tartıştıkları görülmektedir.
Bu durum davamızı inkâra yetmez. Çünkü bunları imamların sözlerini desteklemek için yardımcı ola
rak zikretmektedirler. Ancak, bunda da taklitçidirler.
Zira imamların delillerini tekrarlamaktadırlar.
Düşüncede Duraklama
Bu döneme taklit, mezhepçilik ve duraklama dönemi denmektedir. Buradaki taklit kavramına, kısa da olsa bir açıklık getirmek gerekmektedir. Taklidin
sözlük manası boyuna tasma takmak, hamail, ger
danlık takmak, birinin fiil ve hareketinin aynısını yapmaya veya ona benzemeye çalışmaktır.1 Kur anda bu kökten türeyen 'mekalid' (anahtarlar, hazineler) ve 'kalâid' (gerdanlıklar, tasmalar, takmalar) kelime
leri kullanılmıştır.2 Türkçedeki kilit kelimesinin de (aslında kilid olmalıdır) bu kökten geldiğine kaniyiz.3 Arapçada bu kökten türemiş bulunan iklîd kelimesi (çoğulu ekâlîd, eklâd) anahtar, miftah anlamında yal
nız kapalı bir şeyi açmak anlamında değil, açık kapı
yı, hazineyi kilitlemek, kapamak, korumak anlamına da gelmektedir. Türkçede baştaki (i) düşmüş ve 'kilid' olmuştur.4
Taklidin İslam hukuk felsefesi yani usuli'l-fıkh ilmine göre terim anlamı şudur: Delilsiz olarak baş
kasının sözüne göre iş yapmak; sözü, delil olmayan ve delil sayılmayanın sözüne göre hareket etmek;
neye dayanarak söylendiği bilinmeyen bir düşün
ceyi doğru kabul etmek. Hepsinden daha uygun görülen tanım ise; delile dayanmayan bir kimsenin sözünü delil kabul etmek şeklindedir.5 Delili taklit de taklittir.
1 El-Mucemül-Vasit 2/760; Ragıb İsfehani, Müfredatul-Kur'an, 422, Mısır, 1940; İbn Faris, Mu cem Mekayısıl-Luga 5/17, Mısır, 1366h.;
Ş. Sami, Kamus-ı Türkî, 427.
2 Maide 5/12; Zümer 39/63.
3 Muhammed Ali Şevkanî, İrşâdu'l-Fuhûl, 233, Mısır, 1347h.
4 Ş. Sami bu kelimeyi (kâf) ile yazıp kilit olarak Yunancadan gel
diğini söylemektedir. James W. Redhouse, Turkish-Eng. Lex. (s. 1569¬
70)de hem türkçe hem yunanca demiştir.
5 Muhammed Ali Şevkani, İrşâdu'l-Fuhûl, 233.
Taklit
Bu tanıma göre, müçtehit imamların sözlerini Kur ana dayanmadan kabul etmek taklittir. Mezhep imamlarının delilsiz sözlerine uyana mukallit denir.
Taklit kelimesinin sözlükte yer alan mânâsına göre, bu şu demek olur: Bir söze, sırf filan imamın sözü olduğu için uymak ve taklit etmek dinde yasaklan
mıştır. Böyle mukallid olduğunu iddia ve kabul eden kimse taklit ettiği imamın, müçtehidin fikrini boynu
na bir tasma gibi takmış demektir. Şüphesiz buradaki tasma kurbanlık hayvanlara takılan maddi bir tasma değil, daha ağır ve kötü anlamda zihne vurulmuş bir bukağıdır. Bir insan bunu nasıl kabul eder? Evet, şaşı
lacak şey, ama on bir asırdır sürdürülen mezhepçilik bundan başka bir şey değildir.
İçtihat Farzdır
İlim adamlarının, bir cemaatin feri (fıkhî) me
selelerde bile taklidin asla caiz olmadığını söyleme
lerinin yanı sıra Karafi de İmam Malik gibi âlimlerin içtihadın farz, taklidin de batıl (saçma) olduğunu söylediklerini naklediyor. İbn Hazm ise taklidin ya
sak olduğu hususunda ittifak (icma) olduğunu ileri sürmüştür. Dört imam, insanları hem kendilerini, hem de başkalarını taklit etmekten menetmişlerdir.6
Fakih
Fıkıh kitaplarına bakıldığı zaman, tâbi oldukları mezhep imamlarından daha geniş kültüre ve ihatalı
6 Şevkani, A.g.e., 236.
bilgiye sahip fıkıh yazarları görülmektedir. Şimdi usul ilmine sahip birinden bunlara fakih denmeyeceğini öğrenmek, gerçekten durumu değerlendirmek ve geniş malumat sahibi bu zatlara ne sıfat verileceğini tayin etmek zor olmaktadır. Eğer bu zatlar kendileri
ne fakih diyorlarsa, müçtehit olduklarını ve mukallit olmadıklarını söylemiş oluyorlar. Eğer kendilerini mukallit sayıyorlarsa, o zaman onlara fakih denme
yeceği şöyle açıklanmıştır:
Amelî, şerî hükümleri tafsilatlı delillerine göre emek verilen bir şekilde bilmeye fıkıh, denir. 'Taf
silatlı' kelimesi ile mukallidin fıkhî meseleleri bil
mesine fıkıh değil taklit deneceği anlatılmaktadır.
Çünkü fukaha fakihin çoğuludur ve fakih, fıkhın kendisinde meleke hâlinde bulunan kimseye denir.
Fıkıh kitaplarını anlayan kimseye ise fâkih (anlayan) denir.7 Fıkhın şu tanımı esas kabul edilebilir: Ayrı ayrı delillerden giderek elde edilen şerî, ferî hüküm
leri bilmeye fıkıh denir.8 Fakih müçtehit anlamında hüküm üreten, istinbat eden, hüküm ortaya ko
yan kimsedir. Müçtehit imamların dışında Kurana ve akla dayanarak içtihat eden kimselere de fakih denmesi doğrudur. Bu iki kaynağa değil de, imam
ların sözlerine dayanarak fikir ileri sürenlere fakih denmemektedir. Çünkü imamların içtihatları şerî delil -Kur'an, sünnet- sayılmaz. Ancak, maalesef
7 Cemaleddin Ebû Muhammed Abdurrahim Esnevî, et-Tem-hîd, 50-51 Tahkikli, 984.
8 İbn Hacip, Muhtasar Münteha, 4, İstanbul, 1307h. (Adud şer
hi ile); Şevkanî, İrşâdu'l-Fuhûl, 3, Mısır, 1347h.; Ebu'l-Bereket Nesefi, Keşfu'l-Esrâr Şerhu 1-Menâr, 1/6, Mısır, 1306h.
fakih olmayanlar tarafından delil sayılmaktadır ve bunun için imamların sözleri şerî delil yerine kona
rak Kur an ve hadis arka plana itilmiştir. Herhangi bir kimsenin müçtehit olmasına veya olmamasına başkası hüküm verme hakkına sahip değildir. Böyle bir hüküm aslında bir tür içtihat sayılır. Bu nokta
dan bakılınca, imamların dışında fukaha dediğimiz zatlara, kendi mezheplerinin imamlarının içtihat
larını başka imamların fikirlerine tercih etme hür
riyetlerini kullanmalarında, onlara bir tür müçtehit denebilmesinin iki şartı olduğu kabul edilmektedir.
Bu şartlardan biri, diğer imamların içtihatlarını iyi bilmek, kavramak; diğeri de, seçme hürriyetinde ta
rafgir olmamak, hakka ihlaslı olmaktır. Böyle olan
lara mezhebin içinde mezhep imamının fikirlerine açıklama getirme anlamında, mezhepte müçtehit değil, mezhepler arası müçtehit denebilir. Ama böy
le mezheplerden mezhep beğenene de pek az rastla
nabilir. Aslında bunu yapabilecek zat, ancak içtihat
ların kaynaklarına indiği zaman bu niteliği alır ki, o zaman da müçtehit unvanına hak kazanır. O hâlde sonuç olarak fakih, ne denmek istendiğini anlayana, fâkih ise ne dendiğini anlayana denir.
Düşüncede Gerileme
Yedi asır (241-934h.) süren bu mezhepçilik, taklit, duraklama döneminde yetişen âlimler kendi imamlarının içtihatları ve başka imamların fikirlerini de anlamış, tartışmış ve yorumlamışlardır. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, birbirlerinden istifade ederek
kendi mezheplerindeki bir hükmü değiştirme yönü
ne gidememişlerdir. Mezhepçilik bu kadar sağlam aşılmaz surlarla ve kırılmaz çemberlerle çevrilmiştir.
Bugün hâlâ bu dava sürdürülmekte ve müslü
manlar bu kalelerin içinde sıkışıp kalmaktadır. Kale
lere temiz hava delikleri açmak isteyenlere düşman
ca bakılmakta ve engellenmeye çalışılmaktadır.
Fikri ve Bedenî Tembelliğin Sebebi
Bu duraklama, taklit ve mezhepçilik dönemi
nin bu kadar uzun sürmesinin bize göre iki sebebe dayandırılması mümkündür: Birinci sebep, bu yedi asır boyunca bütün dünya coğrafyasında İslam mil
letlerinden daha güçlü veya onlarla boy ölçüşecek güçte siyasi bir otoritenin olmamasıdır. Bu süreç
letlerinden daha güçlü veya onlarla boy ölçüşecek güçte siyasi bir otoritenin olmamasıdır. Bu süreç