Hüseyin Rahmi Gürpınar
Gulyabani
Gulyabani’nin ilk baskısından bir çizim.
ÖNSÖZ
Hanımnineden Yazara Mektup Bey oğlum!
Romanlarınızı seve seve okuyan okurlarınızdan biri de benim. Hele bazılarını birçok defa okudum. Ve hâlâ da ca- nımın en sıkıntılı zamanlarında okur, size dua ederim. Fa- kat darılmayınız, bir-iki şikâyetim var. Meşrutiyetimizden sonra daha güzel, daha eğlenceli eserler okumaya hazırla- nırken durum pek umduğum gibi çıkmadı. Düşünce tarzı- mız değişti. Dilimiz hemen bambaşka bir şey oldu. Ala- frangalaştı. İnceldi. Bu değişim az çok sizin eserlerinizde de hissedildi. Eski hikâyeleriniz ile yenilerini tasvir, tasav- vur ve üslupça karşılaştırırsanız bu farkı onaylamaya siz de mecbur olursunuz. Birçoklarınca bu belki bir ilerleme belirtisidir. Fakat bu konudaki bazı düşüncelerimi açıkla- mama müsaade ediniz.
Sizin en büyük uzmanlık ve gücünüz, mahalle karıları- nı, hele aileler arasındaki çeneleri düşük kocakarıları söy- letmektedir. Milli ve gerçek bir felsefeyi bütün çıplaklığıyla o satırlarda gösterirsiniz. Serde kocakarılık var. Bendeniz de en çok o tür tasvirlerinizden hoşlanır ve zevk alırım.
Yeni edebiyat ve felsefe çığırına kapılıp kaleminizle cidden tat ve hoşluk kattığınız, size özgü olan o sırf milli ve sami- mi alanlardan pek uzaklaşırsanız edebi kişiliğinizi kaybet- menizden korkarım. Bu hem sizin hem de bizim için büyük bir kayıptır. Her romanınızda mutlaka benim gibi bir koca- karı bulup söyletmenizi bir yazma koşulu hükmüne koy- mak da istemiyorum. Ancak kendinize özgü olan alanlar- dan pek uzaklaşmamak daima en büyük sanat kaygınız olmalıdır. Bu alanları siz herkesten iyi bilir ve belirlersiniz.
12
Beni vaktiyle okuttular. Biraz mürekkep yalattılar. Her eserinizden az ve çok tat alırım. Fakat benim bir mera- kım vardır. Sevdiğim hikâyeleri kendi kendime okumam.
Yaşıtım birkaç hanımnineyi etrafıma toplayarak yüksek sesle onlara okurum. Romanın onların saf kavrayışlarını tatlandıran açık, samimi noktalarında bu zavallının da hazzına sınır olmaz. Fakat bizde ne yazık ki her hanımne- ne Şopenhaver’in dünyayı siyah gözlükle gösteren karam- sar felsefesini yansıtan satırlardan anlam çıkarabilecek bir zihin eğitimine sahip değildir.
İşte sizden bu okuma yazması olmayan hanımninele- rin sohbet çevrelerinde okunacak, yani bu tandır gülle- rini neşelendirecek bir hikâye yazmanızı rica ediyorum.
Düşünme yetenekleri gibi eğlenceleri de pek sınırlı olan bu zavallılara edeceğiniz bu hizmetin sevabı büyüktür.
Bu eseriniz romanla masal arasında bir şey olmalı- dır. İşte en büyük ustalığınız bu hikâyenizde görülecektir.
Çünkü ya masalı şimdiki romanlar sırasına yükseltmek derecesinde bir sanat gösterecek ya da değerini düşürme- den ve niteliğini eksiltmeden romanı masal derecesinde sadeleştireceksiniz. Kaleminizin gücüne güvenerek sizden bu harikayı bekliyoruz. İlmi, fenni ve toplumsal alanlardan kaçacaksınız. Konunuz esrarengiz cin, peri gariplikleri ya da bir çarşambakarısı, bir dev, bir gulyabani olacak… Olay o kadar merak verici bir ustalıkla düzenlenecek ki biz, hep sizi çok seven kocakarılar hikâyenin alt tarafı acaba ne çıkacak bekleyişiyle tandır başında titreşeceğiz. Zaten sar- sılmış sinirlerimizi bu merakla büsbütün titreteceksiniz.
İşte sizden bunu bekliyoruz. Rica bizden lütuf sizden…
Baki1 çok dualar, övgüler evladım…
Okurlarınızdan Bir Hanımnine 1 Baki: Mektuplarda kullanılan “geri kalanı…” anlamında kalıplaş-
mış söz.
Cevap Muhterem hanımefendi hazretleri,
Beni seven siz hanımninelerimi memnun etmek için olmayacak bir şeyi mümkün kılmak cüretine kalkıştım.
Fakat bu zor işe ilk giriştiğimde çektiğim zorlukları tarif edemem. Çünkü ömrümde cin, peri görmedim. İnsana tür- lü türlü cilveler gösteren bu hayat şimdiye kadar beni bir dev, bir gulyabani bir çarşambakarısının görülme zevki ya da sohbetiyle şereflendirmedi. Böyle bir lütuf göstermedi.
Talihin bu iznine eriştiklerine yeminlerle güvence veren bazı kimselere tesadüf ettim. Bunlar cin, peri, cadı, hatta gulyabani gördüklerini büyük ciddiyetle iddia ediyorlar.
Fakat ifadelerinin içtenliğine rağmen bu kişilerin sözlerine inanamadım. İçlerinde yalan söylemeyecekleri de var. Bu gibilerinin ani bir görme yanılsamasına uğramış oldukları sonucuna varmakta tereddüt etmem. Basın özgürlüğünün ardından “ispiritizma”ya ve ruhlarla ilişkilere dair birçok eserler yayımlandı. Tuhaf şeylere karşı daima susamışçası- na rağbet gösteren halk, bu eserlerden beklediği iç ferahlı- ğına eremedi. Arkadan “Nat Pinkerton” yetişti. Olağanüstü işleri pek de peri işinden geri kalmayan Amerikalı bu hayali usta hafiyeden sonra basın alanına bir gulyabani de ben salıverirsem zaten siyasetin dağdağasıyla bitkin düşen oku- yucuların zihinlerini büsbütün karıştırmış olmaz mıyım?
Hanımefendi hazretleri, romanlar hakkında söylediğiniz sade fakat faydalı düşüncelerin derin bir araştırma ürünü olduğu görülüyor. Hanım okuyucularımın içinde sizin gibi erdemli kimselerin bulunduğunu görmek, acizlerince ger- çekten övünç ve sevinç nedenidir. Tavsiyenize uyarak masa- lı şimdiki romanlar mertebesine yükseltmeye ya da romanı -niteliğini bozmadan- masal derecesinde sadeleştirmeye
14
uğraştım. Meydana şu eser geldi. Bu hikâyede tuhaflıklar ve doğaüstü olaylara susamış zihinleri memnun edecek boy ve heybette bir gulyabani ile bir alay da cin ve peri var.
Eserin yazılışı sırasında bu tuhaf ve korkutucu yaratıklar ile o kadar meşgul oldum ki bazı akşamlar ev halkı derin uyku- dayken gecenin sessizliği içinde bana yazı odamda gürültü- ler patırtılar oluyor gibi gelirdi.
Kendi kendime, “İşte periler geldi. Roman müsveddeleri içinde haklarındaki nitelemelerimden memnun olmadıkla- rı sayfaları alıp götürüyorlar” derdim. Sabahleyin kalkın- ca ilk işim aceleyle müsveddelerimi saymak olurdu. Bütün kâğıtlarımı numara sırasıyla tamam bulunca, “Oh hele dokunmamışlar” diye geniş bir nefes alırdım.
Hikâyeme fenni, ilmi, toplumsal kuramlar karıştırma- mamı tavsiye ediyorsunuz. Zaten dev, gulyabani, çarşam- bakarısı gibi halkın hayalgücünün ürünü tuhaflıklar bilim ve fen sınırları içine sokulamaz. Bunların yakalarından tutup da bir ameliyathaneden, bir laboratuvardan içeri sok- mak, bir “fizyolojist”in, bir kimyagerin, bir operatörün, bir bilginin, fen adamının huzuruna çıkarmak mümkün olsa, soyları sopları, asılları fasılları, ıcıkları cıcıkları hakkında kesin bilgi edinilir, halk arasında leh ve aleyhlerinde dola- şan söylentilere artık son verilirdi. Bilim, konularını yerin altına inerek, göklere çıkarak teleskoplarla, mikroskoplarla her yerde, her zerrede arıyor. Bu tuhaf yaratıkların, bu yaba- nilerin aslı olsa elbette bunlardan birini çalyaka eder, üzer- lerinde mikrobik aşı işlemleri yaptığı tavşanlar, fareler gibi kafese kordu.
Ah hanımnineciğim dürbünlerden, Kodak makinelerin- den, her türlü teknik izlemeden kaçan gulyabaniyi ben, âciz bir romancı nerede yakalayıp da gerçek nitelikleriyle gözü- nüzün önüne koyabileceğim? Bendenize pek zor bir görev yüklüyorsunuz. Fakat güzel hatırınız için işte bu olmayacak işe saldırıyorum. Şu hikâyemde bu doğaüstü yaratıklarla sizi görüştüreceğim. Başka ülkelerin romancılarınca rağbet
15
kazanmak konusunda edebi güç yeterli sayılır. Ancak bizde itibara erişmek için “huddam sahibi1” olmak gerekiyor.
Fen adamlarının ve ciddiyet sahibi kimselerin eleştiren ve azarlayan bakışlarını üzerimize çekmeksizin sizi manevi âlemin kendimce olan sırlarında dolaştırdıktan sonra yine maddi dünyamıza döneceğiz. Roman bir tuhaflıklar toplamı olmakla birlikte yirminci medeniyet yüzyılının zihinler için belirlediği akla uygunluk sınırları içinde sonuçlanacak…
Hanımnine affedersiniz, beni çok sıktınız ama buna da eyvallah… Peki, dediğiniz gibi olsun…
Hikâyenin sizi heyecandan titretecek kadar meraklı olmasını istiyorsunuz. Bazı sayfalarda eğer kalp çarpıntını- zın şiddetinden tandır mangalını devirmez veyahut bozayı üstünüze dökmezseniz her türlü azarınıza razıyım.
Yazım sırasında iyi saatte olsunlar rüyama girdiler.
Bakalım okuduktan sonra size neler olacak? Baki saygılar.
Hüseyin Rahmi
Hanımninenin şu mektubu düşüncelerimin önüne kendim- ce gidilmemiş bir hikâyeler alanı açtı. “Garaib Faturası”2 külliyatını oluşturmaya teşvik nedeni oldu. Bu külliyat ala- nına uygun düşecek konularda hikâyeler yazılacak fakat
“Garaib Faturası” yalnız gulyabani ve benzeri doğaüstü yaratıkları temsille sınırlı değildir. Durumlarının garipliği
“gul3”lerden, cinlerden fazla, dolayısıyla bu fatura arasına girmeye hak kazanmış pek çok insan da vardır…
1 Huddam sahibi olmak: Kendisine hizmet eden cinlere sahip olmak.
2 Gulyabani, Hüseyin Rahmi’nin “Garaib Faturası Külliyatı” adını verdiği dizinin birinci hikâyesi olarak yayımlanmıştır. Dizinin ikin- ci hikâyesi Cadı’dır.
3 Gul: Hortlak, şeytan, karakoncolos. Gulyabani sözcüğü, çöl gulü an- lamına gelen “gul-i beyabani”nin bozulmuş biçimidir.
1
Muhsine Hanım
Bu saf, muhterem kadın, kınalı saçlarının üzerine kundakla- dığı çimen yeşili tırtıl oyalı, koyu şarap rengi yemenisiyle, par- mak dikişli lacivert lahurakiden1 geniş hırkasıyla, etrafı kırmı- zı kaytan çevrili aba mestleriyle hâlâ gözümün önündedir.
Çocukluğumda, o zaman yaşı altmışı geçkindi.
Fakat kemerlilikleri ortalarına doğru eğri büğrü olmuş porsuk kaşlarının üzerine rastık şerbeti gezdirmek, gerdan- da, yanakta rengi uçmuş eski benlerini tazelemek, kirpiksiz göz kenarlarını “sürme” ile gölgelendirmek alışkanlığında, güzellikten emekli olduktan sonra da hâlâ ayak diriyordu.
Kocası Hacı Hasan Efendi’ye çekici görünmek konu- sundaki bu süslenme alışkanlığına takılmaktan kendilerini alamayan komşu hanımlara, “Kardeşler, viran evi gösteren biraz boya, biraz badana, biraz temizlik, derlilik topluluk- tur” karşılığında bulunurdu.
Onun etli vücuduyla romatizmalı kalçaları üzerinde sen- deleye sendeleye “of” diyerek, “Bana da yer açın cadaloz- lar” şakasıyla tandır başında bir yer alışı vardı.
Cuma ve pazartesi kış geceleri Aksaray’daki evimizde büyük bir “boza” eğlencesi kurulurdu. Eğlencenin ruhu, en büyük konuşmacısı, en tatlı hikâyecisi Muhsine Hanım’dı.
Biz orada bulunanlar dört gözle gelişini beklerdik. O, ken- dine olan bu düşkünlük ve merakımızı bildiğinden ziyaret saatini kasten geciktirir, en sonra gelir, varlığından yok- sun kalmak endişesiyle bir süre yüreklerimizi oynatırdı.
Gelişinden ümidi kesme ıstıraplarıyla bizi epeyce üzdükten sonra nihayet kapı tokmağı “tak” derdi. Onun kocası Hacı Efendi’nin tek darbeden ibaret bir kapı çalışı vardı. Gelen 1 Lahuraki: Lahur taklidi olarak yapılan kumaşın Rum şivesiyle te-
laffuzu.
18
onlar olduğunu hep anlar, bütün masal heveslisi çoluk ço- cuk sevinçle merdivenlere karşılamaya koşuşurduk.
Muhsine Hanım avluya girince, “Hacı pek gecikme” tem- bihiyle kocasını savdıktan sonra mavi zemin üzerine iri sarı sopalı, ipekleri sağılmış Şam işi eski çarşafının yukarı kısmı- nı omzundan aşağı atar, eteklerine basarak yuvar yuvar yürür, hemen koltuklayıp tandır başındaki saygın yerine oturtur- duk. Artık bütün gözler büyük bir merak ve bekleyişle onun buruşuk dudaklarına dikilirdi.
Masalcı hanım kendini ağır satmak için türlü tereddüt ve ağırdan alma zeminlerinde dolaşarak, “Bu gece boğaz ağrım var. Yutkunamıyorum. Hâlim yok. Bir akşam da siz söyle- yiniz ben dinleyeyim” nazlarından sonra, birçok ricalardan sonra bir bardak boza başlangıcıyla hikâyeye girişirdi. Bo- zanın mezesi olan leblebilerini dudaklarının ortasını mer- kez alarak alt, üst çenelerinden oluşan yüz kısmını buruş- turarak bu sabit nokta etrafında dolaştıra dolaştıra tuhaf kasıl- malarla çiğneyerek biraz göz süzüklüğüyle başlardı.
Hikâyenin heyecan verici yerlerinde başıyla birlikte ku- laklarındaki, enseden pamuk ipliğiyle birbirine bağlı iki kü- çük yaprak arasından sarkmış ufacık armuda benzeyen Mev- levi sikkeli küçük küpeleri heybetli bir biçimde titrerdi.
Onun hikâyeleri içinde en meşhuru, en meraklısı “gul- yabani” olayı idi. Bu bir masal değil, bir gerçek olay, genç- liğinde Muhsine Hanım’ın başından geçen tuhaf ve üzücü bir maceraydı.
Bunu kendisinden dinlediğim gibi hikâye edeceğim.
Fakat anlatanın saf ve sade dili, olayın bütün noktaları ve incelikleriyle satırlara geçirilmesine uygun olmadığı için gerek görüldükçe asılda olmayan özel terimleri kullanmak zorunda kaldığımı açıklamak zorundayım.
Yani Muhsine Hanım’dan dinlediğimi kendi hikâye dilimle yazacağım. Bazı cümlelerin anlatanın saf ağzından çıktığına şaşıracak okurlarımın itiraz ihtimallerine karşı bu kayda gerek gördüm.
İşte olay...
2
Ağlatıcı Bir Yol
Muhsine Hanım ilk bozayı içip ikincisinin, leblebisiyle bir- likte çiçekliğin önüne konulmasını söyledikten sonra başladı.
Gençliğimde hoppaca bir kızdım. Fakat rabbim saklasın şimdikiler gibi erkeklere ne dirseklerimi açıp gösterdim, ne göğsümü. Dünyayı Konya’yı bilmezdim. Anam babam erken öldü. “Fukaralık” ayıp değil ya, bana mal mülk olarak zerre bırakmadılar. Genç yaşımda komşu ellerine kaldım. Eş dost cö- mertliğini esirgemedi. Herkes hâlince birer hediye verdi. Eşya düzdüler, beni tellediler pulladılar, herifin birine verdiler.
Kör olası pek sarhoş ve soysuz çıktı. O arı, ben çiçek. O burgu, ben tahta. Rabbimin günü haşlar. Canımı yakar. “Ye- meğin tuzu çok olmuş” der, döver. “Mintanımı çarpık biçmiş- sin der” döver. Kısacası tamı tamına üç sene dayağını yedim, kahrını çektim. Artık illallah canıma tak dedi. Bir gün o ev- de yokken bohçamı bağladım, kaçtım, boşandım kurtuldum.
Bana ettiği yanına kalmadı. Kendisi de meyhane sedirinde can verdi, gitti.
Taze dul kaldım. İsteyenler çok oldu. Fakat kocadan canım yandı. Şimdiki kocam Hacı’yı buluncaya kadar. Neler çektim, neler… Bir süre kimseye varmadım. Elde yok, avuç- ta yok. Ne ile geçineyim? Sığındığım el evlerinde insanı kırk yıl isterler mi? Bir kibar konağına hizmetçiliğe gitme- ye karar verdim. Öyle bir yer bulundu. Gittim. Haftasında beyefendi beni merdiven aralığında sıkıştırdı. Kaçayım diyorum. Herif ızbandut gibi kuvvetli. Kollarının arasından kurtulamıyorum. Bağırsan çağırsan olmaz. Ne ise helali hoş olmasın beyefendi benden birkaç öpücük aldı. Ertesi günü oradan tası tarağı topladım, kaçtım. Yine öyle iki elim böğ- rümde açıkta kaldım. Bir zaman daha orada burada sürün-
20
dükten sonra benim küçüklüğümü tanıyan bir ana dostu Ayşe Hanım vardı. Geldi, beni buldu.
Yüzümü gözümü okşayıp öperek dedi ki, “Kızım senin bu yaşta böyle kimsesizliğine yoksuzluğuna yüreğim par- çalanıyor. Sana uygun bir yer buldum. Gider misin?”
“Temiz, ırz ehli bir yer olduktan sonra niçin gitmeye- yim anacığım?”
“Aa… Irzlarına yerden göğe kadar kefilim. Aylık da gayet dolgun, görülecek çok iş de yok ama…”
“Ee, aması ne oluyor?”
“Sana verecek bazı nasihatlerim var. Bunlardan bir harf dışarı çıkmayacaksın…”
“Eğer istediğim gibi bir kapı ise vereceğin talimattan dışarı çıkmam. Emin ol…”
“Bu gideceğin yerde bir gözünü kör, bir kulağını sağır edeceksin. Gördüğün şeylerin aslını öğrenmek merakına kalkışmayacaksın. Elinde olmayarak sezdiklerini dışarıya söylemeyeceksin. Onlar parada pulda değil, gayet güve- nilir bir kadın arıyorlar. Dişini sıkar da oturur, kendini onlara beğendirip güvenlerini kazanabilirsen birkaç sene içinde oradan zengin olur çıkarsın. Bir ev alıp başcağızını sokarsın. Bir yurdun olduktan sonra bekâr dikişi diksen geçinip gidersin.”
“Ay korkarım. Orası böyle pek esrarlı bir yer mi?”
“Bak, şimdiden merak etmeye başladın. Nene lazım senin âlemin esrarı…”
“Ah anacığım, merak etmemek insanın elinde mi?
İnsan mı öldürüyorlar? Hırsızlık mı ediyorlar? Ne yapıyor- lar? Orası bir batakhane midir? Nedir?”
“Çılgın, şimdi ağzına tokadı vururum. Aklına getirdi- ğin şeylere bak. Ben seni hiç öyle yerlere götürür müyüm?
Bunlar gayet zengin, gayet terbiyeli, gayet kişizade şeyler.
Terbiyeli, tedbirli, ağzı sıkı, aklı başında bir hizmetçi arı- yorlar.”
21
“O kadar ağzı sıkı olmaya neden lüzum var”
“Bazı kibar konaklarında içerideki şeylerin dışarıya sız- dığını istemezler. Çalçene birtakım mahalle karıları hizmet- çiyiz diye oraya buraya gidiyorlar. Aldıklarını bulduklarını rast geldikleri yerde söyleyerek lakırdı tellallığı ediyorlar.
Bu dediğim yerde bu türlü çaçaron istemiyorlar. Durum bundan ibaret.”
“Bu konak nerede?”
“Üsküdar’dan biraz ötede…”
“Aa, demek ki denizaşırı…”
“Acemistan’a gidecek değilsin kızım. Üsküdar nere- de? Şuracıkta burnumuzun dibinde. Sana hem yağlı bir kapı bulmalı hem de semt mi beğendirmeli? Boğaziçi’ne, Bulgurlu’ya gitmeyiz diyen Arap aşçılar gibi sen de ahmak- lık etme… Her hâllerine ben kefilim diyorum. Beğenmezsen durmazsın. Seni pençikle1 halayıklığa satmıyorum ya? Yı- kan, temizlen, arlan, paklan. En yeni elbiseni giy. Şöyle ağır- başlı, tirendaz, cilasun bir hizmetçi hâline gir. Vallahi az zamanda orada donanır, tövbe yoksulu olursun. Boğazın yemek, üstün esvap, cebin para görür. Oradan bana bir hiz- metçi ısmarladılar. Anan rüyama girdi. Sen aklıma geldin.
Sonra bana dua edersin.”
Ayşe Hanım’ın bu inandırıcı sözleri ve zorlamaları karşısında teklifini kabul ettim ve ertesi günü gitmek için hazır bulunmaya söz verdim.
Sabah oldu. Erkenden Ayşe Hanım geldi. Bahçekapısı’na indik. Bir kayığa bindik. Niçin herkesle beraber büyük kayığa binmediğimizi Ayşe Hanım’dan sordum.
“Bu kadar meraklı olma kızım. Her hesabımı sana söy- lemeye mecbur değilim” cevabını verdi.
Üsküdar’a çıktık. O tarihte Üsküdar’da şimdiki fayton- 1 Pençik: Sahiplik hakkını göstermek üzere köle sahibine verilen
senet.
22
lar, talikalar1 yoktu. İki yüksek makas üzerine oturtulmuş, her tarafı pencereli karpuz şeklinde yuvarlak arabalar vardı. Ayşe Hanım beni bir kenara çekti.
“Sen burada dur” tembihinde bulunduktan sonra gitti.
Bu arabacılardan biriyle pazarlık etti. Arabayı neresi için tut- tuğunu işitemedim. Biz yan yana yuvarlak, antika bir çekme- ceye benzeyen bu arabaya kurulduk.
Çarşıdan geçerken bir bakkal dükkânı önünde durduk.
Ekmek, peynir aldık.
“Anneciğim, gideceğimiz konakta yiyecek yok mu?
Yahut pek uzak mı gideceğiz?”
“Aman kırk merak karı, sus. Adım başında bana ahret sualleri sorma. Kır havasıyla şimdi acıkırız. Safra bastırmak için aldım” dedi.
Ben Üsküdar’ı ömrümde ilk defa görüyordum. Çarşıyı geçtik. Etrafı kırlık mezarlık uzun bir yoldan gidiyorduk. Bir çeşmeye tesadüf ettik. Zincirli bakır tastan doya doya su içtik. Araba bir yokuşa saldırdı. Git git bitmez. Git git bitmez.
Mevsim yaz sonuydu. Biraz sıcak vardı.
Ulu bir çınarın altında uyuyan yeşil bir türbenin önün- de eğlendik. Ayşe Hanım elini kaldırdı. Mırıl mırıl okudu.
“Allah şefaatine nail etsin” duasıyla ellerini yüzüne sürdü.
Ben de Rabbim kabul etsin, namaz surelerinden bildikleri- mi okudum.
Yine yola düzüldük. Artık evler seyrele seyrele hemen yok oldu. Tamamıyla bir kırlıktan gidiyorduk. Arada bir öküz arabasına, atlı eşekli adamlara tesadüf ediyorduk.
Arabada sallana sallana içim bağrım birbirine karıştı.
“Daha çok var mı?” diye sordum. Ayşe Hanım’ın sus- masına karşılık arabacı, “Dur bakalım, daha yeni yola düzüldük” cevabıyla korkumu artırdı.
Artık gide gide insana değil, ine cine bile tesadüf ede- 1 Talika: Dört tekerlekli, üstü kapalı at arabası.
23
mez olduk. Gözlerimizin önünde dağlar tepeler açıldıkça açılıyordu. Ah alnımın kara yazıları, bu karı acaba beni nerelere götürüyordu?
Benim ona sorduğum sorulara cevap yerine Ayşe Hanım hafiften, “Açıl dağlar açıl, yâri göreyim” nakaratlı bir türkü tutturdu. O söylüyor, ben gözyaşlarımı kalbime içirerek sessizce ağlıyordum.
Hayvan yoruluyor arada bir dinleniyorduk. Uzaktan denizleri, bayırları gördükçe bütün bütün garipseyerek artık kendimi tutamaz oldum.
Ayşe Hanım hiddetlendi. “Ah bebeciğim, emziğini mi istiyorsun? Koskoca kadın böyle hüngür hüngür ağlama- ya sıkılmıyor musun? Merhametten maraz hasıl olur, der- ler ya, çok doğru bir lakırdı imiş. Artık bir kere yola çıktık.
Ağlasan da gideceğiz, bayılsan da gideceğiz. Ben bu kadar masraf ettim. Geri dönmem olamaz. Bu paraları kimden ala- cağım? Bari sus da arabacıyı kendine güldürme…” azarla- rında bulundu. O çölde ağlamak sızlamak ne para eder? Et- rafıma bakındım. Tamamıyla bu kadının eline, insafına kal- mış olduğumu anladım. Arkamızdan İstanbul, Üsküdar kay- bolmuştu.
Bir süre daha gittik. Uzaktan bir köy göründü. Kendimi hemen arabadan atıp o tarafa kaçmak istedim.
Bu telaşımı gören Ayşe Hanım küçümseyen bir gülüş- le, “Muhsine, deliliği bırak. Sen çağda taze bir kadın tek başına bu ıssız yerlerden o köye kadar nasıl gider? Kendini hancılara, bağcılara ziyafet mi çekeceksin? O köyü buradan öyle görüp de yakın bir yer zannetme. Orası bir saat sürer.”
Teşebbüsümün pek delice olduğunu anlayarak niyetim- den vazgeçtim. Fakat bir türlü kederimi yatıştırmayı başa- ramadım. Ellerimi yüzüme kapayarak hıçkıra hıçkıra ağlı- yordum. Beni satmaya mı, öldürmeye mi, işte her nereye ise götüren o kadın bu yürek çarpıntılarımdan biraz insafa geldi.
24
Yüzünü, sesini tatlılaştırarak, “Benim gibi bir ana dos- tundan sana hiçbir fenalık gelmez. Korkma, seni boğazla- maya götürmüyorum. Tırınk tırınk ay başlarında yüz tane kuruş alması kolay mı? İstanbul’da böyle bir kapı bulmak mümkün mü? Ne yapalım? Cenabıhak işte sana böyle tak- dir etmiş. Kısmetini böyle biraz uzacık yerden verecek.
Yapacağım iyiliğe beni pişman etme. Çok şükür işte altı- mızda araba… Geldik. Çok bir yer kalmadı. Beğenip de oturursan ne âlâ. Hoşlanmazsan yine beraber döneriz. Ben seni zorla orada zincirlere bağlayıp bırakmayacağım ya!”
Bu sözlerden sonra azıcık yüreğime su serpilir gibi oldu.
Sustum. Sessiz bir tevekkülle etrafıma bakmaya başladım.
Yine dere tepe demeyip gidiyorduk.