• Sonuç bulunamadı

Mahal Edebiyat Mart - Nisan 2021

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Mahal Edebiyat Mart - Nisan 2021"

Copied!
80
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

1 Mahal Edebiyat | Mart - Nisan 2021 |

(2)

59

POLİSİYESEVERLERİN YENİ ADRESİ

2 | Mahal Edebiyat | Mart - Nisan 2021

(3)

KÜNYE

Mahal Edebiyat’a gün geçtikçe artan desteğinizden dolayı ne kadar teşekkür etsek azdır. Yola çıkmaya karar verdiği- miz ilk günlerde bu kadar ilgi göreceğini hiç tahmin etmiyorduk. Ama katkıları- nızla bir yılda birçok şeyin üstesinden geldik. Gönderdiğiniz makaleleri, incele- meleri, öyküleri, denemeleri, şiirleri yayın kurulumuzun daimi ve misafir üyeleriyle büyük bir coşkuyla okuyor, elimizden gel- diğince her yazıyı gerek sitemizde gerekse de e-sayılarımızda yayımlamaya çalışıyo- ruz. Çünkü biz şuna inanıyoruz, yazmak yazarak gelişir ve burada herkese mahal var… Tabii her yazıyı olduğu gibi site- mizde veya sayılarımızda yayımlamamız mümkün değil. Belli başlı düzeltmelere ihtiyaç duyan yazıları yazarıyla iletişime geçip düzenliyoruz. Tarafımızca değer- lendirmesi olumsuz sonuçlanan yazıların yazarlarına da bunu uygun dille anlatıyo- ruz. Ama ne yazık ki yoğunluğumuzdan dolayı herkese eşit bir şekilde yaklaşıp her yazıya aynı titizlikle cevap veremi- yoruz. Bunun için de Mahal’den cevap alamayan değerli okurlarımızdan özür dileriz.

Mahal’in 8. sayısında dosya konusu Halk Edebiyatı. Bunun yanı sıra serbest temada yazılmış öykü, deneme ve şiirlere her zaman olduğu gibi bu sayımızda da yer veriyoruz. Geçtiğimiz ay ilkini düzenlediğimiz cümle kurma etkinliğini bu ay formatında değişikliğe giderek devam ettirdik: Instagram hesabımızdan sizlere sunulan fotoğraf hakkında yazılan kısa öykülerden üç tanesini seçtik. Ayrıca bu sayımızda ilk kez kitap eki sayfasını oluşturduk. Önümüzdeki aylarda da devam edecek. Unutmayın; burada herkese mahal var…

Bizi telefonunuzdan, tabletinizden, bilgisayarınızdan; canınız nerede istiyorsa internet gereksin gerekmesin her yerde, her zaman okuyabilirsiniz.

Yorumlarınızı bekliyoruz.

YAYIN SORUMLUSU Mete Karagöl İMTİYAZ SAHİBİ

Ferdi Örnek EDİTÖRLER Ferdi Örnek Mete Karagöl Oğuzhan Okuyucu

ÇİZİMLER

Kapak: Füsun Venceli İç Çizimler: Betül Haymanalı

Mahal Edebiyat’a yazı göndermek için;

mahaledebiyatsanat@gmail.com Mahal Edebiyat’ın sosyal medya

hesapları için;

Instagram: @mahaldergi Twitter: @mahaldergi

3 Mahal Edebiyat | Mart - Nisan 2021 |

(4)

İÇİNDEKİLER

DOSYA: HALK EDEBİYATI

İadeiitibar • 6 MAKALE

Aykar Sönmez

Halk Edebiyatı • 10 MAKALE

İrem Nur Türkoğlu

Destanların Teşekkül Evrelerinin

Dede Korkut Kitabı Üzerinde Yansımaları • 12 MAKALE Nurdan Şallı

Bizim Yunus, “Yunus Emre • 16 BİYOGRAFİ

Fatma Ozan

Eros Bade İçerse • 22 MİT

Aysun Venceli

XVI. ve XVII. Yüzyıl Âşık Tarzı Halk Şiiri

(Koşma-Semai) • 25 MAKALE

Burak Kamış

İçimde Bir Yangındır Aşık Veysel • 29 DENEME

Gülay Gürel

(5)

Mahal Edebiyat “Yeniden” • 32 ANI Mete Karagöl

Özgürlüğün Serbest

Piyasaso • 36 ÖYKÜ

Senur Ünver

Beşer Çıkmazı • 39 ŞİİR Yasin Uysal

Kuşatılan Bahtsızlık • 40 DENEME Fatma Korkmaz

Fotoğrafın Öyküsü • 42 ÖYKÜ

İki Yalnız Bir Doğru • 44 DENEME Akın Dursun

Berfin • 46 ÖYKÜ

Yasemin Seven Erangin Lacivert Uçurtma

Manifestosu • 51 ŞİİR Mustafa Ozan Seyfi

İyimserliğinizi Nasıl Alırsınız? Toksik mi?

Trajik mi? • 52 DENEME Anıl Çetinel Örselli

DENEMELER, ÖYKÜLER, ŞİİRLER...

Tımarhane Sakinlerine

Sevgililer Günü İzni • 54 ÖYKÜ Özgür Gümüşsoy

Geceyi Sakla Koynunda • 57 ŞİİR Merve Akyol

Kitap Eki • 58 LİSTE

Nihal Baysal

Kentin İtleri • 61 ÖYKÜ Varol Mengüverdi

Sessiz Hikâye • 64 DENEME Merve Turgut

Yolun Sonu: Eksik • 66 DENEME Utku Sızgın

İlk Siftah • 68 ÖYKÜ

Emre Anılmış

Peşinde • 71 ÖYKÜ

Onur Saflı

Haysiyetin Peşinde • 77 DENEME Oğuzhan Okuyucu

5 Mahal Edebiyat | Mart - Nisan 2021 |

(6)

d o s y a : h a l k e d e b i y a t ı

İadeiitibar

Aykar Sönmez

Şairim

Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası Ayak seslerinden tanırım

Ne zaman bir köy türküsü duysam Şairliğimden utanırım.

Entelektüel okurun kulağına uzanan bu dizeler yazılmak için Bedri Rahmi Eyüboğ- lu’nu bekledi. Hiç de kısa süren bir bekleyiş olmadı bu bekleyiş.

Tanzimat’la birlikte yeni bir kültüre ge- çiş sancılı olmuştur. Bu evrimin tamamına erdiğini söylemek de mümkün değildir üs- telik. Aslında çok daha öncesinde at üstün- de Orta Asya’nın steplerinden kopup gelen

“alp”ler ve kopuzlu “ozan”lar Anadolu’da

“âşık” ve “alperen” e dönüşürken zengin bir sözlü kültürü de atlarının terkisinde değilse de kolektif bilinçlerinde getirmişlerdi şüp- hesiz. İslam kültürü ile birleşip devriyeler, şathiyeler, ilahiler, nefeslerle yeni türlere ve biçimlere giren şiir ve sözlü kültür kulaktan kulağa genişlemişti. Bu kültürün etkisiyle daha çok tekkelerde kendini gösteren fakat halkı en kolay yoldan yakalayan tekke şiiri Eflâki Dede’nin aruzlu şiirleri ile başlamış Said Emre’nin hece ölçülü şiirleri on dör- düncü yüzyıla yayılmıştır. Sonraki yüzyılda kimler mi var?

Bilmek istersen seni Can içre ara canı Geç canından bul anı Sen seni bil sen seni

diyen Hacı Bayram Veli’den tutun da demi balçıktan yoğurdun yapdun Yapup da neylersin bundan sana ne Halk itdün insanı saldun cihane Salup da neylersin bundan sana ne Bakkal mısın teraziyi neylersin İşin gücün yokdur gönül eylersin Kulun günahını tartup neylersin Geçiver suçundan bundan sana ne

diyen Kaygusuz Abdal’a kadar bir dolu isim.

On altıncı yüzyıl, Osmanlının gürlemeye başladığı zamanlardır ve şiir sadece tekke şiiri olarak değil bazen fetihlerden, yiğitlik- ten bazen de beşeri aşktan dem vuran bir halk şiiri olmuştur.

Hakkın kandilinde gizli sır idim Anamın beline indirdin beni Ak mürekkep idim kızıl kan ettin Türlü irenglere yandırdın beni

diye başlayan şiiriyle hayatın bütün mace- rasını döküp

(7)

7 Mahal Edebiyat | Mart - Nisan 2021 |

Karac’oğlan der ki yaktın yandırdın Ecel şerbetini verdin kandırdın Emreyledin Azrail’i gönderdin

Hiç de doğmamışa döndürdün beni

ile bitiren Karacaoğlan, Köroğlu ile beraber en bilinenidir bu asrın elbette.

On yedinci yüzyıla geldiğimizde bir yan- dan tekke şiiri sürerken bir yandan içinde şık Ömer, Ercişli Emrah, Kayıkçı Kul Mus- tafa’nın da olduğu bir sürü saz şairi sözlü kültürü yaşatmaya devam ederler. Bu yüz- yıla da Gevheri ile selam verelim:

Garip turna bizi senden sorana Şimdi bir yavruya kuldur diyesin Aşkın zincirini takmış boynuna Devr içinde Mecnun olur diyesin Terk eylemiş eşi ile dostunu Abdal olmuş eğne almış postunu Gelen geçen çiğner oldu üstünü Ayaklar altında yoldur diyesin.

On sekizinci yüzyıl için kaynaklar, saz şairlerinin divan şiirinden çokça etkilen- diklerini bu sebeple kendi kaynaklarından, onları saz şairi yapan topraktan uzak kal- dıklarını sayıca az olmamalarına rağmen lo- komotif halk şairlerinin olmadığını belirtir.

Büyük değişimin hızını artırdığı yüzyıl olan on dokuzuncu yüzyılın zengin kadro- sunda kimler yoktur ki. Dadaloğlu, Erzu- rumlu Emrah, şık Şenlik, Bayburtlu Zihni, Gedai, Seyrani, Sümmani…

Vardım ki yurdundan ayağ göçürmüş Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı

Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş Sakiler meclisten çekmiş ayağı…….

Bayburtlu Zihni

Belimizde kılıcımız kirmani Taşı deler mızrağımın temreni Hakkımızda devlet etmiş fermanı

Ferman padişahın dağlar bizimdir…

Dadaloğlu Eyvah fukaranın beli büküldü

Meded ticaretin gücüne kaldık İyiler âlemden göçtü çekildi

Bizler zamanenin piçine kaldık…

Seyrani Tanpınar, Yunus Divanı’nı “Anadolu leh- çesinin kendisini idraki” olarak tanımlar.

Fakat İslam kültürüne parça parça geçiş süreci yerli bir kültürün oluşmasını da en- gellemiştir ona göre. Divan şiiri geleneği za- man zaman halk şiirine göndermeler yapsa da Arap-Fars geleneğinin yoğun etkisinde- dir. Nedim’in halka yakın söyleyiş çabala- rından sonra artan “zevk bozulması” Na- bi’den beri üzerinde çalışılan fakat bir türlü bulunamayan yerli icat arzusu, vakit geçir- mek için bir yarenlik edası, kurumuş pınar- larıyla çırçıplak kalmış bir şiirdir on doku- zuncu asrın şiiri. Fakat bu durum sadece klasik şiir için geçerli değildir,der Tanpınar;

halk şiiri de klasik şiire benzemeye çalıştığı için aynı talihi paylaşmaktadır. Böylece yeni şiir, bu iki şiirden beslenen bir şiir olacak- tır. Kadı Burhaneddin’le başladığını kabul ettiğimiz divan şiiri bu yüzyıla dek yalnızca Arapça ve Farsçanın değil, çeşitli akımların etkisinde kalmış kimi zaman dili iyiden iyiye süslü, sanatlı ve ağır bir üsluba bürünür- ken kimi zaman sadeleşme, “basit”leşme çabalarıyla arayışlara girmiştir. Bu arayış- larında halk kültüründen ve şiirinden ken- dine bir yol aramış ancak yine de elit şiir olarak kalmıştır.

Edebiyat, baştan ayağa değişen tüm kül- tür dünyası içinde yerini almaya ve bir yan- dan da kültüre yöne vermeye çalışırken halk şiiri zengin, bereketli bir toprak gibi bekle- mektedir. Bir imparatorluk tüm dünyanın gözleri önünde çökmektedir. Aydın kesim kültürel bir metamorfozun ihtiyacıyla yeni kapıları zorlarken halk şiiri de zaman za- man konu olmuştur. Cönklere girememiş, yazıyla sabitlenememiş nice şiir Anadolu in- sanının yarasına merhem olup kültürü dile kilim gibi ilmek ilmek işlemiştir ama “aydın”

ın ilgi odağı, başvuru kaynağı olamamıştır.

Tanzimat şairlerinden Namık Kemal ve Ziya Paşa meşhur tartışmalarını bu konu üzerinden yapmışlardır. Yüzünü Batı’ya döndüğü ve halk edebiyatını yücelttiği Şiir ve İnşa makalesinde “Hele bir kere rağbet o cihete dönsün az vakitte ne şairler ne kâtip- ler yetişir ki hayret verir.” demişken daha

(8)

sonra yaklaşık on yılda hazırladığı Harabat adlı antolojisinde halk edebiyatını az kül- türlü divan edebiyatını ise gelişmiş kültürlü zümrelerin edebiyatları olarak görür. Kendi yetişme tarzını örnek vererek küçük yaşta halk edebiyatı, belli bir düzeye gelince ise divan edebiyatı okunması gerektiğine inanır ve Harabat’ın ön sözünde şöyle der:

…Verdi bana evvela merakı Meydan şuarasının nühakı

Meydan şairlerinin (halk şairlerini kaste- diyor) eşek anırtıları bana önce bir merak verdiler derken halk şiirini küçümsediği aşikârdır. Tanzimat’ın ikilemini en derin ya- şayan şair aslında bu sayede, halk edebiyatı üzerinde düşünmek gerektiğini hatırlatmış- tır. Bu dönem sanatçıları yeni kültürün ko- nularını şiirlerinde işlerken halk kültürüne inmeye vakit bulamamışlardı diyebiliriz. Si- yasi sosyal, kültürel, askeri alanda ve eği- timde yapılan yeniliklerle uğraşıp yukarıdan başlayarak toplumu yeniden yapılandırma çabasına girmek kolay değildi elbette. Üste- lik bu devirde edebiyat, halkı eğitmekte bir araç olarak görülmekteydi ve hiç olmazsa bu sebeple ilde sadeleşme bir “niyet” olarak gözükmekteydi. Örneğin bu dönemde,Akif Paşa’nın hece ölçülü mersiyesi dikkat çe- ken bir eser olmuştur. Ardından Şinasi’nin atasözü derlemesi halk kültürüne duyulan ilginin ve bir kaynak arayışının göstergesi- dir. Namık Kemal de kimi oyunlarında hece ölçüsü ile yazdığı şiirlere yer vermiştir. Son- raki devirlerde Servetifünun yepyeni bir tarz ortaya koyarken Fecri ti, halka “inme”yi bir hedef gibi koysa da imparatorluğun kar- man çorman olmuş alt ve üst yapısı içinde hedefine bir adım olsun yaklaşamamıştır.

Ancak bu devirlere ait şiirlerde halk edebi- yatı etkisi görülmese de halk edebiyatı üze- rine yazılar kaleme alındığını ve bu yazılar- da hece ölçüsünün “ rabıta-i milliye” olarak görüldüğünü de belirtmeliyiz. Henüz pra- tiğe dökülen bir şiir anlayışı yoksa da beş on yıl sonra oluşacak siyasi koşullara uy- gun edebiyata bir hazırlık gibidir bu yazılar.

Nihayet Avrupa’da ve Balkanlar’da gelişen milliyetçilik fikrinin Osmanlıyı da etkilediği Balkan Savaşı ve Genç Kalemler dergisi ile

başlayan Milli Edebiyat hareketi milli bir dil ve edebiyat anlayışının sınırlarını çizer. Yü- zünü direkt Anadolu’ya, milli değerlere ve halka dönen bu hareketle dil sadeleşir, halk söyleyişleri, Anadolu ve insanı şiire girer.

Anadolu efsanelerine, masallara, Dede Ko- kut Hikâyelerine ve milli nazım birimi dört- lüğe dönülür ve milli ölçü olan hece ölçüsü, hükmü ele alır. Türklüğe dair ne varsa bu- lup çıkarmak gerektiğinden hareket ederek Türk folkloru araştırılır. Mehmet Emin Yur- dakul heceli şiirler yazar. Bu şiirler Anadolu ve halkını görmek gerektiğinden bahseder.

Ali Canip Türk şairlerinin Türk menkıbe- lerini, Türk mitolojisini, folklorunu bilmesi gerektiğini belirtir. Sonra Rıza Tevfik, Ömer Bedrettin Uşaklı, Beş Hececiler, Kemalettin Kamu aynı yoldan aynı kaygılarla yürürler.

Üstelik bu sadece şekil özellikleri ve belli konularla sınırlı kalmaz. Örneğin Rıza Fili- zok, Faruk Nafiz’i kimi söyleyişlerinde Kara- caoğlan’a yakın bulur:

Yolcuyum bir kuru yaprak misali Rüzgârın önüne katılmışım ben Gönlünü yorarak bütün bütüne Benzedin sararmış yaban gülüne.

Faruk Nafiz’i ses ve imajlarıyla, tabiatı kullanış biçimiyle Cahit Sıtkı’yı hece vezni- ni kullanış biçimleriyle ve ses tekrarlarıyla.

halk şiirine benzetir.

Modern şiirimizde çığır açan şairlerden Orhan Veli Yol Türküleri’nde halk şiiri ge- leneğinden faydalanır. Maniler, türküler, tekerlemeler malzemedir şiirine günlük dili kullanan şairin. Devrinde tartışmalara se- bep olan bir şair olsa da milli edebiyatla başlayan halk şiirine prestij iadesi süreci Orhan Veli ile sağlam bir adam atmıştır di- yebiliriz.

Günümüz şirini irdelesek hangi şairde bulmayız bir halk söyleyişi? Üst dilin hege- monyasıyla yıllarca hüküm süren elit edebi- yat dili biraz da halka yaklaşmakla başlat- mamış mıdır bugünkü şiire dönüşümünü?

Fakat elbette ve nihayetinde halk şiiri, halk kültürü kendini kendi özünden mayalaması ve var etmesiyle “kentsoylu” edebiyattan ay- rıdır. Yüzyıllarca birbirine paralel büyüyen

(9)

9 Mahal Edebiyat | Mart - Nisan 2021 |

bu iki dal elbette farklı yataklarda akmakta- dır. Ancak günümüzde paralelliğin ötesinde birbirleri için makbul birer kaynak oldukla- rı da su götürmez. Okurlar için ise gelinen nokta belki şudur: Üst dilli bir edebiyatsever günümüzde artık “meydan şuarasının nü- hakı” gözüyle bakmamaktadır halk şiirine.

Uzun yollardan gelmiştir ve toprak gibi beklemiştir halk kültürü. Mütevazıdır; gele- neği üretenleri gibi. Naiftir ve hiç bekleme- diğiniz anda bir sehlimümteni ile vuruverir gerçek eliti.

Yollar seni gide gide usandım Ayağıma diken battı gül sandım

Bazı kaynaklarda Malatya yöresine ait ol- duğu söylenilen bu türkünün ikinci mısra-

sı ne uzun söyleyişler, hikâyeler, ayrılışlar, aldanışlar, kabullenişler barındırır içinde ama gereği var mıdır uzun uzun anlatmanın billur gibi bir dize dururken?

KAYNAKÇA

Büyük Türk Klasikleri Ansiklopedisi, Ötü- ken-Söğüt Neşriyat, İstanbul, 2004

Filizok, Rıza. Şiirimizde Halk Edebiyatı Te- sirleri Üzerine Notlar,Ege Ün., İzmir,1991.

Tanpınar, A. Hamdi. On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi,Çağlayan Ktbv.İstan- bul, 1988

(10)

d o s y a : h a l k e d e b i y a t ı

Halk Edebiyatı

İrem Nur Türkoğlu

Halk edebiyatından bahsetmeden önce

“Halk edebiyatı nedir?” sorusunu yanıtla- mamız gerekir. Halk edebiyatından bahset- meden önce ise folklor tanımından bahset- mek gerektiği kanısındayım. Çünkü halk edebiyatının bilimsel bir araştırma alanı olarak bilim dünyasının dikkatini çekme- si, onun insanlık tarihinde ve zihniyetinde edebiyatın bir parçası olarak değerli görül- mesiyle ve edebiyat tarihinde eklenmesiyle ortaya çıkmış değildir.

Ana karadaki klasik edebiyat, tarihleri- nin uzun yüzyıllar boyunca üreticilerini sa- natçı, üretimlerini edebiyat eseri, sanat ese- ri olarak kabul etmediği bu alan, bir başka disiplinin doğuş süreçlerinde değerli görül- müş ve araştırılmaya başlanmıştır. Bu bah- sedilen disiplin ise folklordur. Folklor terimi- nin “halk oyunu ve müziği” şeklinde daha dar bir anlama indirgenmesi bütün dünya- da görülmüştür. “Folklor oynamak” şeklin- deki yanlış kullanımlar, disiplinin oyun ve müzik olarak algılanmasına neden olmuş, bunun üzerine folklor kavramını karşıla- mak üzere birçok dilde yeni terimler ortaya çıkmıştır. Türkçedeki halkbilimi, Fransız- cadaki Arts et traditions popularies ve İngi- lizcedeki folkloristik terimleri, folklorun eski anlamını yitirmesi ve kapsamının daralma- sı nedeniyle ortaya çıkmış ve güçlenmiştir.

Dünyada ve Türkiyede yaygın bir görüş ola- rak, folklor teriminin İngiltere’de 22 Ağustos 1846 tarihinde William John Thoms (1803- 1885) tarafından ilk kez kullanıldığı kabul edilir. Thoms yazısında kendisine kadar,

“popüler antikite” veya “popüler edebiyat”

gibi terimler altında çalışılan disiplin için folkloru teklif ettiğini ve bu terimin isim babası olmaktan heyecan duyduğunu belir- tir. Türkçe karşılığı ise halkbilimi demektir.

Halkbilimi tanımı ise şudur: Halk yaşamını, geleneksel insan davranışlarını inceleyen, bilim dalıdır. Folklor kelimesine geri dönüş yapacak olursak folklor kelimesi Avrupa’da yenidir. Ancak 1846 tarihinden bu yana bu isim altında, cemiyeti muayyen yani karar- laştırılmış tetkiki gaye edinen ve bu suretle sosyolojinin bir yardımcısı olarak meydana çıkan bir disiplin teesssos (ortaya çıkmış) oluyor. Folklor kelimesi bizde 1329’da Rıza Tevfik tarafından, onun, “Peyâm”ın (haber, başkasından alınan bilgi) ilavelerindeki bir seri makalesine başlık olarak kullanıldıktan sonra görülmüyor. Ziya Gökalp’ın halkiyat biçiminde folklor terimini bir disiplinin ta- nınması ve verimleşmesi bağlamında Türk- çede ilk kez kullanmıştır. Türkçülük akımı- nın en büyük teorisyenlerinden biri olarak ünlenen ve sosyolog olarak tanınan Ziya Gökalp (1876-1924), halkbilimi çalışmala- rı açısından son derece önemli bir isimdir.

(11)

11 Mahal Edebiyat | Mart - Nisan 2021 |

Ziya Gökalp, etnografyayı “kavmiyat” diye tercüme ederken folklora da “halkiyat” di- yor. 1927 yılında Ankara’da toplayan ilk folklor cemiyeti Halk Bilgisi Derneği ismini almak, ve biri Türk Halk Bilgisi Mecmuası diğeri ise Halk Bilgisi Haberleri adıyla iki mecmua çıkarmak sureti ile folkloru Halk Bilgisi ismiyle tercüme etmiş oluyor. Bun- dan sonrası 1935’te neşrettiği bir kitabında Hamiyet Zübeyr Koşay’ın Budun Bilgisi ıs- tılahını kullandığını görüyoruz. Folklor keli- mesi İngilizce olmasına rağmen bugün Av- rupa âlemlerince kabul edilmiş bulunuyor bizce de hiç olmazsa umumi ilim ıstılah- larımız tespit edilip mütecanis bir sisteme göre bahsimizin mevzusu olan bu disipli- ne göre daha uygun isim bulununcaya ka- dar folklor kelimesinin diğer tabirlere tercih edilmesinde mahzuru yok, belki halklorik ve folklorcu gibi, artık bize tamamen munis gelen bir prensibe göre sıfat ve ıslahatların teşkiline elverişli olması gibi pratik faydaları vardır.

Folklor, ilerlemiş cemiyetlerinin içinde, nisbeten daha geri kalmış halk tabakala- rının;

1. İstihsal (elde etme çıkarma) ve istihlâk (tüketim) tekniklerini, maddi yaşama şart- larını ve şekillerini ve bunlara bağlı mera- sim, âdet ve ananelerini,

2. Düşünüş ve inanış sistemlerini ve bun- lara bağlı müesseseleri,

3. Sanat ibdalarını, cemiyetin bugünkü merhalesinde nazaran eski konaklardan merhaleden kalan izleri aramak maksadıyla tetkik eden bilgidir. Folklor, medeni kavim- ler içinde de olsa, geri merhalelerinin izleri- ni tetkik ederek iptidaî cemiyetin külturüne ve tetekkür tahassüs ve ifade sistemlerini meydana çıkarmak itibariyle etnolojinin bir şubesidir ve tarifinden de anlaşılacağı veç- hile birkaç kolu ihtiva eder. Bu kollar sıra- sıyla;

1. Teknolojiye ve etnografyaya, 2. Sosyolojiye ve sosyal tarihine,

3.Sanat tarihine, edebiyata ve estetiğe önem verir. Maddi kültür sahasına olsun, manevi kültür sahasında olsun, folklor mahsullerinin hususiyeti tamamen maşerî oluşlardır.

Folklor ile Halk edebiyatı arasındaki iliş- kisi iki safhada görülür.

1-Menşei münasebeti 2- Tesir münasebeti

Halk edebiyatı, ferdî edebiyat tekevvün ettikten sonra, zaman ve şartlara göre az veya çok bu edebiyat üzerinde tesirini gös- termekte devam eder. Bu tesirin asgariye indiği gibi yüksek kültür edebiyatının halk edebiyatına tesir ettiği vakîdir.

Halk bilimi, geleneksel insan davranışla- rını ve geleneklerini araştırma nesnesi olan sosyal ve kültürel olarak insanı daha iyi an- lamak ve onun hakkında daha derin bir bil- giye sahip olmak amacıyla 19. yüzyılın baş- larında bağımsız bilimsel bir disiplin adıdır.

Halk edebiyatının edebî türleri sözlü kültür ortamında doğaçlama olarak yaratılır ve ki- şiden kişiye, kuşaktan kuşağa sözlü akta- rım yoluyla yayılarak varlığını sürdürür. Üç ana başlık altında toplayabiliriz:

1- Anomim Halk Edebiyatı

Nazım: Koşuk, sagu mâni, ağıt, türkü, destan, ninni.

Nesir: Mitler, efsane, memorat, masal, fıkra, sayışmaca, hikâye • Halk tiyatrosu:

Köy seyirlik oyunları, meddah, karagöz, orta oyunu

2- Tekke ve Tasavvufî Halk Edebiyatı Nazım: Hikmet, nutuk, devriye, nefes, şathiye, ilâhî

Nesir- nazım karışık: Gülbenkler, dini- milli destanlar, menkıbeler

3) Âşık Tarzı Halk Edebiyatı

Nazım: Koşma, mâni, varsağı, destan, se- mai, taşlama, koçaklama, güzelleme, sicil- leme, divanî, ağıt, türkü

Son olarak halk edebiyatı şu şekilde ta- nımlanabilir: Belli bir geleneğe sahip olan bir grup veya grup üyesi bir kişi tarafından yaratılan, içinde sanat kaygısı ve estetik bir yanı bulunan ve bütün grup üyeleri tarafın- dan tanınan ve sahip olunan, metni, doku- su ve bağlamı ile iletişimin diğer türlerinden ayrılabilen edebi üretimler bütününü üret- me ve kullanma tarzı ve bu tarzda üretilmiş yaratmalar bütünüdür.

(12)

d o s y a : h a l k e d e b i y a t ı

Destanların Teşekkül Evrelerinin Dede Korkut Kitabı Üzerinde Yansımaları

Nurdan Şallı

Ulusların kendine has duygu ve düşünce- lerini yansıtan destanlar, geçmişle gelecek arasında bir köprü görevi üstlenir. Edebiyat araştırmacılarının yaptığı incelemelere göre destanlar, mitoslar ve efsanelerle birlikte te- şekkül etmiştir. Her ulusun kendiliğinden oluşan bir destanı bulunmamaktadır. Her şeyden önce destanın bir ulusta teşekkül edebilmesi için toplumun tamamını derin- den etkileyen savaş, göç, kıtlık, zelzele, isti- la vb. hadiselerin bulunması gerekir. Sonra- sında o ulus efsane ve mitosların yaratıldığı en elverişli ilkel dönemlerde yaşamış olma- lıdır.

M. Öcal Oğuz’a göre destanların teşek- külü ve gelişimi beş safhada gerçekleşmek- tedir. İlk olarak destanı üreten topluluğun

“destan devri” olarak isimlendirilecek bir dönemde yaşamış olması gerekir. Mitolojik unsurların etkin olduğu bu ilkel dönemde, göçebe kültürün özelliklerine sahip “alp”

tipi yer almaktadır. Olağanüstü mitolojik unsurlar toplumun hafızasında eski yerini kaybetmeye başladığında, atlı göçebe kül- türde var olan alp tipinin yerini yerleşik kültürün yeni değer yargıları almaya başlar.

Bunun neticesinde “destan devri” durakla- ma dönemine girer. Böylelikle romantik un- surların ağır bastığı “hikâye devri” başlar.

İkinci olarak destanı oluşturan topluluğun

sözlü kültüre ait olması gerekir. Sözlü kül- tür, ürünlerin nesilden nesle aktarımını sağlayarak destanın varlığını güvence altına alır. Üçüncü olarak destanın teşekkülüne esin kaynağı olan bir “çekirdek vaka” olmalı- dır. Toplumun zihnini sarsan bu vaka sözlü kültür içinde ozanlar tarafından kopuz, saz eşliğinde söylenerek yayılmalıdır. Dördüncü olarak bu vaka bir edebiyat eserine dönüş- türülmelidir. Son olarak ise eser bir yazar tarafından tespit edilerek yazıya geçirilme- lidir. Devrin önemli bir şairi ya da yazarı destanları manzum ya da mensur hâlinde düzenleyerek yazıya aktarır. Destanların yazıya aktarılması ile birlikte yüksek mede- niyet evresine gelinir (2000: 51-52).

Destanların teşekkülünde kişisel men- faatlerin aksine toplumsal menfaatler ön plana çıkmıştır. Kadim zamanlarda tabia- tın tahakkümü altında yaşayan insanlar ilk önce dünyanın ve insanların nasıl yaratıl- dığına yanıt aramışlardır. Kolektif bir hayal gücüyle toplumda yaratılışla ilgili muhte- lif destanlar meydana gelmiştir. Şamanist inancın unsurlarını barındıran yaratılış destanlarında kâinatın su ve topraktan ya- ratıldığı varsayılmıştır. Bozkurt destanında Göktürklerin kurttan türediğine inanılmış- tır. İlkel çağlarda yıldırım, sel ve taşkınlar gibi meydana gelen doğal afetler yaratıcının

(13)

13 Mahal Edebiyat | Mart - Nisan 2021 |

kızgınlığı olarak algılanmıştır. Aynı şekilde toprağın verimli olduğu, havanın güneşli olduğu zamanlar ise yaratıcının armağa- nı olarak değerlendirilmiştir. Kendi ulusu- nu korumak için başka uluslarla savaşan, büyük zaferler kazanan kahramanların kutsal bir güçleri olduğu düşünülmüştür.

İslamiyet’ten önceki Türk destanlarının ge- nel özelliklerinde göçebe bozkır yaşamının kalıntılarına rastlanmaktadır. “Göçler, sa- vaşlar, istilalar; kurttan, ağaçtan, denizden türeme; at yetiştirme, silah yapımı, demirci- lik; yeryüzünün oluşumu” motifleri sıklıkla kullanılmıştır.

Geleneksel Türk kültürünün en önemli hazinelerini barındıran “Dede Korkut Ki- tabı” destandan romana geçiş evresi olan halk hikâyelerinin en eski örneğidir. Orta Asya’da yaşayan Oğuzların kahramanlıkla- rını, “kâfirler”le mücadelelerini anlatan on iki boydan oluşur. Boylar “İç Oğuz (Üç Ok)”

ve “Dış Oğuz (Boz Ok)” olmak üzere ikiye ay- rılır. Hâkimiyet daha çok İç Oğuzlardadır.

“Dede Korkut Kitabı”nın 15. yüzyılda yazıya geçirildiğine dair tahminî bilgiler mevcut- tur. Eser üzerine araştırmalar yapan H. F.

von Diez, V. V. Barthold, A. Samoyloviç gibi yabancı bilim insanlarının yanında; Per- tev Naili Boratav, Saim Sakaoğlu, Eflatun Cem Güney gibi birçok yerli bilim insanı da mevcuttur. Muharrem Ergin ve Orhan Şaik Gökyay eseri duru bir dille günümüz Türk- çesine uyarlamıştır.

Dede Korkut tipi hakkında bilgiler kesin olmamakla birlikte, eserin giriş kısmında

“Oğuzların Bayat kolundan olup altı yüz sene yaşamış bir Türk bilge tipi” olduğuna dair birtakım olası bilgiler mevcuttur. Dede Korkut “Korkut” ismini bir Türk ozanından almıştır. Oğuzlar sosyal yaşamları tehlike altına girdiğinde, Dede Korkut’a danışarak ondan öğütler almıştır. Göçebe yaşam tar- zına sahip Oğuzların ekonomik hayatı hay- vancılığa dayanır. Haksızlığa ve saldırıya uğ- radıkları zamanlar dışında savaşmayı tercih etmezler, barışçıl ve insancıl kişilik yapıları vardır. Destanda Şamanizm ve İslam inan- cına dair bazı izlere rastlanmaktadır. Boyla- rın sonunda edilen dualar ve yeminlerden, adanılan adaklardan, verilen sadakalardan Oğuzların Müslüman olduğu tahmin edil- mektedir. Su, dağ ve ağaç mitlerinin kutsal

kabul edilmesi de Şamanizm inancının kimi unsurlarını taşıdığını doğrulamaktadır.

Boylardaki toplum yaşantısı hiyerarşik düzen etrafında yapılanmıştır. Toplumun en üst kademesinde “hanlar hanı” olarak zikredilen Bayındır Han yer alır. Ancak Ba- yındır Han boylara doğrudan değil, düzen- lediği toylarla dâhil olur. Boylarda zaman zaman kadına verilen değere, kadın-erkek eşitliğine, anaerkilliğe de atıflar yapılır.

Uzun Burla Hatun, Selcen Hatun, Banu Çiçek kahraman niteliği taşıyan güçlü ve cesaretli kadınlardır. Oğuzlarda aile kuru- munun oluşmasına, evliliğe, doğan çocuğa büyük önem verilmiştir.

Boylardaki kahramanlar milli birlik ve beraberliğin bozulduğu, halkın zor zaman- lardan geçtiği dönemlerde ortaya çıkmış- tır. Halk, milli bütünlüğün yeniden inşa edilmesi için güçlü ve güvenilir bir öndere ihtiyaç duymuştur. Oğuz dünyasında kah- ramanlık sadece savaşçılık, avcılık ve bini- cilikten oluşmamaktadır. Kahramanların aynı zamanda tüm topluma örnek teşkil edecek dürüstlük, fedakârlık, büyüklere saygı, vatana sadakat, söze itaat etme gibi erdemli davranışlara sahip olması gerekir.

Destanda başkahraman ve mitin koruyucu- su olarak yer alan Salur Kazan, her şeyini annesine feda ederek geçmişe ve geleneğe duyduğu bağlılığı ortaya koymuştur.

Kamal Abdulla “Gizli Dede Korkut” kita- bında Dede Korkut boylarını “mitolojiden edebiyata geçiş aşaması” olarak değerlendir- miştir. Destandaki ikili zıtlıkları “kaos-koz- mos”, “geçmiş-hâl”, “tabiat-medeniyet”, “es- ki-yeni” biçiminde sınıflandırmıştır. Kaos düzensizlik, kuralsızlık ve maddi değerle- ri; kozmos ise düzen, kuralcılık ve manevi değerleri temsil etmektedir (2015:44-48).

“Dede Korkut” destanın tamamında kaosu kozmosa ulaştıran birleştirici ve yapıcı rolde bir bilgedir. “Kam Püre Bey Oğlu Bamsı Bey- rek”in anlatıldığı boyda Dede Korkut Banu Çiçek’i ağabeyi Deli Karçar’dan istemeye gönderilir. Deli Karçar’ın beşik kertmesi- ni onaylamaması boyda kaotik bir ortama neden olur. Dede Korkut, Deli Karçar’a be- şik kertmesini öğreterek kozmosu sağlamış olur. “Dirse Han Oğlu Boğaç Han” boyunda Dirse Han’ın çocuksuz olması toplumda öte-

(14)

kileştirilmesine sebep olur. Kaostan kozmo- sa geçiş aşaması Boğaç Han’ın doğumuyla gerçekleşir. “Duha Koca Oğlu Deli Dumrul”

boyunda Deli Dumrul Azrail’e karşı çıka- rak suç işler, hatasından pişman olup ya- ratıcıya yalvardığında kozmos sağlanır. Deli Dumrul yaratıcı karşısındaki acizliğinin, hiçliğinin farkına varmıştır. Deli Dumrul’un anlatıldığı boyda Aylanu motifi işlenmiştir.

Aylanu, bir şahsın başkasının yerine kendi canını bağışlamasıdır. Deli Dumrul’un ye- rine kendi canını bağışlamak isteyen kişi anne ve babasının aksine eşi olmuştur. An- cak yaratıcı Deli Dumrul’u affedip ikisinin de canını almamıştır.

Abdulla, mitin içinde var olan yasakları hukukî ve ahlaki olmak üzere ikiye ayırır.

Ahlaki yasaklardan en önemlileri yalan söy- leme ve büyüklerin sözüne itaat etmeme- dir. Uruz yiğitliğini ispatlamak için babası Kazan Han’ın sözünden çıkıp savaşa dâhil olmuştur. Uruz hem babasının emrini çiğ- nemesi hem de tecrübesizliği yüzünden esir düşerek mit tarafından cezalandırılmıştır.

Hukukî yasaklardan en önemlileri ise ta- biata dönüş yasağı ve merkezî otoriteye isyandır. Tabiatın içinde aslan tarafından büyütülen Basat, Dede Korkut tarafından medenî bir hayvan olan ata binmeye teşvik ettirilmiştir. Aynı zamanda Basat mitte ta- biatı ve kaosu temsil eden Tepegöz’ü öldü- rüp, Oğuzlara tabiata dönüşün yasak oldu- ğu mesajını vermekle de görevlendirilmiştir (2015: 132-146).

Dede Korkut boyları ile Yunan mitoloji- si arasında büyük benzerlikler bulunmak- tadır. Yunan kahramanı Odysseus’un ba- şından geçenler Oğuz kahramanlarının yaşadıklarıyla doğrudan uyuşmaktadır.

Odysseus uzun bir tutsaklıktan çıkıp İtha- ki’ye döndüğünde kendini sevgilisi Penelo- pe’ye tanıtmak zorunda kalmış, belli başlı sınamalardan geçmiştir. Aynı şekilde Bam- sı Beyrek de esir hayatından kurtulmuş, hem beşik kertmesi Banu Çiçek’e hem de Oğuz beylerine kendini tanıtmak zorunda kalmıştır. Bir peri kızının oğlu Tepegöz, de- nizler tanrısı Poseidon’un oğlu Polyphemus ile paralellikler gösterir. Polyphemus’un da Tepegöz gibi tek gözü vardır, ancak Oğuz mitolojisindeki gibi gelişmiş bir tip değil- dir. Tepegöz’ün anlatıda doğumundan ölü-

müne kadar ayrıntılı bir şekilde anlatılması onu daha da yetkin bir tip kılmıştır. Odys- seus’un esir düştüğü yerde sihirbaz bir ka- dınla, Beyrek’in de “kâfir kızı”yla gayri meş- ru bir ilişki yaşaması mit tarafından ölümle cezalandırılmasına neden olmuştur (Abdul- la, 2015: 251-264).

Türk töresini, devlet teşkilatını, yaşam tarzını, inançlarını aslına uygun olarak an- latması yönüyle “Dede Korkut Kitabı” ede- biyatımızın kıymetli bir mahsulüdür. Dede Korkut boyları destanların teşekkül etti- ği tüm evrelerden geçmiştir. Destanların teşekkül evrelerinin Dede Korkut boyları üzerinde yansımaları incelendiğinde, kah- ramanların göçebe kültüre ait “alp tipi”- ni temsil ettiği sonucuna varılmıştır. Boy- lardaki alpler (Salur Kazan, Uruz, Bamsı Beyrek, Basat) ait oldukları toplum adına mücadelelerini sürdürüp, kişisel menfaatle- rini bir kenara atmıştır. Alpler çoğunlukla toplumun güvenliği tehlikeye düştüğü kriz anlarında boya dâhil olmuş, kaosu kozmo- sa dönüştürme görevi üstlenmiştir. Destan- daki erkek kahramanların yanı sıra Burla Hatun, Selcen Hatun gibi cesur ve mücade- leci kadın kahramanlar da yer almıştır. Ge- nellikle olağanüstü meziyetlerle donatılan Oğuz kahramanları esir düşen akrabaları- nı kurtarmış, düşmanlarla savaşarak ga- lip gelmiş, savaş öncesi ava çıkarak askerî tatbikattan geçmiştir. Av merasimleri kötü bir olayın başlangıcında, anlatının gerilim noktalarında meydana gelmiştir. Genç kah- ramanlar tecrübesizliği nedeniyle çeşitli sı- namalardan geçmiş; mitin kurallarına karşı geldikleri takdirde cezalandırılmıştır. Dede Korkut her şeyi bilen, geleceği gören ilahi güce sahip bir peygamber rolü üstlenmiştir.

Kahramanlara ad doğar doğmaz verilme- miş, kahramanlar güç gösterisi sonucunda ad kazanarak medeniyete dâhil edilmiştir.

Çocuğu olmama, yalan söyleme, gayri meş- ru ilişki, büyüklerin sözünden çıkma, ta- biata dönme arzusu, kişisel menfaatlerin peşinden gitme, tek başına karar alma mit tarafından cezayla karşılık bulmuştur.

(15)

15 Mahal Edebiyat | Mart - Nisan 2021 |

KAYNAKÇA

Abdulla, Kamal, Mitten Yazıya veya Giz- li Dede Korkut. İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2015.

Bars, Mehmet Emin, “Başkurt Destanla- rında Kahramanların Olağanüstü Doğumu”

Anemon Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 4. 6 (2018): 495-501.

Daşdemir, Muharrem, “Dedem Korkut Ki- tabı” Türk Dili Araştırmaları Yıllığı – Belle- ten Dergisi 2. 58 (2010): 67-90.

“Dede Korkut Hikâyeleri -Kitab-ı Dedem Korkut” Çev. Ayşegül Çakan. İstanbul: Tür- kiye İş Bankası Yayınları, 2018.

Erdoğan, Hilal, “Dede Korkut Oğuznamele- rinde Doğa, İnsan ve Mekân İlişkileri”. Yük- sek Lisans Tezi. Gazi Üniversitesi, 2014.

Günay, Umay. “Dede Korkut Hikâyelerinde

Karakterlerin Tahlili” Milli Folklor Dergisi 5.

37 (1998): 7-8.

Köse, Serkan, “Dede Korkut Kitabı’nı Kaos ve Kozmos Bağlamında Okuma” Milli Folk- lor Dergisi 16. 125 (2020): 71-81.

Küçük, Barış, “Dede Korkut Kitabı’nda Toplumsal Değer Algıları”. Yüksek Lisans Tezi. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2013.

Oğuz, M. Öcal, Türk Dünyası Halk Bilimin- de Yöntem Sorunları, Ankara: Akçağ Yayı- nevi, 2000.

Oğuz, M. Öcal ve diğer, Türk Halk Edebi- yatı El Kitabı. Ankara: Grafiker Yayınları, 2019.

Yılbır, Serkan, “Türk Destanlarında İnanç ve İnanışlar”. Yüksek Lisans Tezi. Sakarya Üniversitesi, 2006.

(16)

d o s y a : h a l k e d e b i y a t ı

Bizim Yunus “Yunus Emre”

Fatma Ozan

İlk adım Yûnus’ıdı adımı âşık dakdım Terk itdüm ud u edeb şöyle haber bırakdım

Yunus Emre, ‘Yetmiş iki millete bir gözle bakmak’ ilkesi ve evrensel insani değerler üzerine inşa ettiği felsefesiyle dünya hüma- nizmine, insanına katkılar sağlayarak in- sanları ortak değerler etrafında birleştirip çağının çok ötesinde bir şairdir. Bu nedenle 2021 yılı, Türk dili ve kültürünün en önem- li şahsiyetlerinden Yunus Emre’nin vefatı- nın 700. yıl dönümü olması münasebetiyle UNESCO tarafından anma ve kutlama yıl dönümleri arasına alınmıştır. 30 Ocak 2021 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan Genelge ile “Yunus Emre ve Türkçe Yılı” olarak ilan edilmiştir. Bu kapsamda “Dünya Dili Türk- çe” adıyla yurt içinde ve dışında etkinlikler düzenlenmesine karar verilmiştir. Dünya insanlığına katkı sağlayan bu denli bir şah- siyeti yani Yunus Emre’yi daha iyi tanımak onu anlamak ve okumaktan geçer. Yapı- lan her bir çalışma onu daha iyi anlamak olduğundan üzerine birçok seminerler dü- zenlenmiş, kitaplar ve tezler yazılmış, hatta film ve belgeseller çekilmiştir.

“Bizim Yunus” şeklindeki bu mensubiyet ve benimseme ifadesi Tabduk Emre’ye ait- tir. Yani Yunus Emre, daha dervişlik yoluna girdiği ilk anlardan itibaren böyle bilinmek-

te ve üstelik bu şekildeki benimseme bizzat şeyhi tarafından “Bizim Yunus” şeklinde söylenmektedir. Doğrusu, Yunus Emre için söylenebilecek pek çok söz bulunabilir ama hiç biri bu “Bizim Yunus” ifadesinin kapsa- yıcılığına ulaşamaz. Yunus Emre, gerçekten de bizimdir, bizden biridir ve bizim olmaya devam edecektir; Anadolu’nun Yunus’udur, dünya’nın Yunus’udur. Dolayısıyla o, bütün insanlığın kendisinde birleşebileceği ender insanlardan biri olarak diliyle, tavrıyla “bi- zim…” kelimesindeki mensubiyet ve bağlan- ma anlamına en uygun isimdir. Çünkü her insan için, hayattaki en temel hedef, ergin ve yetkin bir insan hâline gelme hedefidir.

Bu noktaya gelen kişi bir “sevgi” ve “barış”

insanıdır. Yunus Emre, her şeyden önce bu hedefi gerçekleştirmiş müstesna bir şahsi- yet olarak insanlığın önünde örnek ve önder bir kişidir. Bu özelliğinden dolayı yaşadığı çağdan bugüne fikrî, edebî bakış ve anla- yış tarzları ne olursa olsun yüreğini haki- kate ayarlamış, içinde sevgiyi en yüce değer kabul eden herkes ve her kesim tarafından böyle bilinegelmiştir. Yunus Emre, birleşti- rici bir unsur olmuş, söylemi her çağda iç- tenlikle ve tartışmasız olarak benimsenmiş- tir.

“Yunus Can, Anadolulu”

Yunus Emre için Anadolu’nun çeşitli yer-

(17)

17 Mahal Edebiyat | Mart - Nisan 2021 |

lerinde doğduğu, oralarda yaşadığı yönünde inanışlar vardır ve hatta Anadolu’nun pek çok yerinde Yunus Emre Türbesi adı altında inşa edilmiş; Eskişehir’in Mihalıççık ilçesi- ne bağlı Sarıköy; Karaman’da Yunus Emre Camii avlusu; Bursa; Aksaray ile Kırşehir arası; Ünye; Kula’da Emre köyü; Erzurum, Dutçu köyü; Isparta’nın Gönen ilçesi; Af- yon’un Sandıklı ilçesi; Sivas yakınında bir yol üstü. Ayrıca Tokat’ın Niksar ilçesinde mekânlar bulunmaktadır. Yunus Emre’nin yaşadığı yerin neresi olduğu konusunda bugün en fazla üzerinde durulan iki yer Ka- raman ve Sarıköy’dür.

Divanında geçen şiirler ve birtakım yaz- malara göre yapılan incelemelerde Yunus Emre’nin doğduğu beldenin Eskişehir İli Mi- halıççık İlçesi Sarıköy (Yunus Emre Köyü) olduğunda ittifak edilmiştir. Şiirlerinden ve Bektaşi yazmalarından Sakarya nehri ile Porsuk çayının birleştiği havzada yaşadığı anlaşılmaktadır. Hacı Bektaş-ı Velî Vila- yet-nâme’sinde ise, Yunus’u, Sivrihisar’ın Sarıköy adlı bir köyünde doğmuş gösterir.”

Yunus Emre’nin biyografisiyle meşgul olanların karşısına birbirinden çok farklı diyebileceğimiz tarihi bilgiler çıkmaktadır.

Tarihe mal olmuş her kişi gibi Yunus Emre hakkında da onun yaşadığı zaman dilimi ve mekân olarak değişik görüşler ileri sürül- müştür. Mesela; onbeşinci yüzyıl tarihçisi şıkpaşazâde Yunus Emre’nin Sultan Orhan (1326-1362) ya da onun oğlu Birinci Murat (1362-1389); On altıncı yüzyıl bilginlerin- den Taşköprü-zâde (öl.1561) Yıldırım Ba- yezid (1389-1402) zamanlarında yaşadığını bildirmektedirler. Bazı hal tercümesi yazan kaynaklar da 1425 ve 1439 tarihlerini ölüm yılı olarak kabul etmişlerdir.

Batılı tarihçilerden Kanuni devrine kadar getirmiş olanlar da vardır. Risâletu’n-Nus- hiyye’deki bir beyte bakarak E.J.W. Gibb ile Fuat Köprülü, on üçüncü yüzyılın ikinci ya- rısı ile on dördüncü yüzyılın ilk yıllarında yaşadığını ileri sürmüşlerdir.

“Yoksul Bir Ekinci: Yunus Emre”

Yunus Emre’nin doğumuyla, ölümüy- le ve yaşamıyla ilgili rivayetler çoktur. Bu bilinmezlik onun dervişliğinden gelir yahut bir buğday tanesi için başlattığı yolu bitire- meyişinden; ancak unutulmamalıdır ki Yu-

nus’un dünya malıyla başlattığı bu yol gönül kapısına girmekle son bulacaktır. Yunus Emre’nin ailesinin çiftçilikle meşgul olduğu, Yunus’un da köyde yaşayan bir Türkmen (Yörük) delikanlısı olduğu düşünülmekte- dir. Bu düşünce, rastgele ortaya atılmış bir düşünce değildir. “Moğol istilası zamanında ve Osmanlının kuruluş döneminde yaşadığı kabul edilen Yunus Emre’nin toprağa bağlı bir hayat sürdürdüğü, çiftçilik ve hayvan- cılık yaptığı şiirlerinden anlaşılıyor. Onun ayrıca çok gezdiği Anadolu, Suriye, Azer- baycan ve Kafkasya bölgelerini dolaştığı gö- rülüyor. Şiirlerinde Osman Gazi ve Orhan Gazi devri mutasavvıflarından Geyikli Baba ve Balım Sultan’ın adları geçer. Bütün bu bilgilerden Yunus Emre’nin, Anadolu’nun hareketli bir devrinde, ancak payitahtlar- dan uzak, kendi hususi dünyasında ve iç âleminde yaşadığını anlıyoruz.”

Yunus Emre’nin evlenip evlenmediği, ço- cuklarının olup olmadığı, tam olarak bilin- memektedir. Bu konuda, kaynaklarda ye- terli bilgi mevcut değildir. Yunus Emre için doğum tarihi vermek gerekirse bu tarihin 1237-1240 yılları arasında olması gerekti- ği görüşü hâkimdir. Ölümü için ise 1320- 1321 tarihleri kayıt düşülmektedir.

Yunus Emre hakkında dilimizde en de- taylı araştırmalardan birini yapan Abdülbâ- ki Gölpınarlı’nın incelemelerine göre Yunus hicri 638 yılında doğmuştur. Bu tarih mi- ladi 1240’a tekabül eder. Bu tarih dikkate alındığında Yunus Emre’nin, Mevlana’nın ölüm tarihinde 34 yaşında olduğu sonu- cu çıkar. Yunus Mevlana’yı gençlik çağın- da görmüş, onun meclislerinde bulunmuş- tur. Yunus’un şeyhinin şeyhi olan Barak Baba’nın şehadeti de Yunus’un vefatından on üç yıl önceye rastlar ve Yunus, Risâle- tu’n-Nushiyye’sini yazdığı o tarihte altmış dokuz yaşındadır. Fakat şunu bilmek ge- rekir ki, insanın şeyhi, biyolojik babası de- ğildir; kendinden genç, çok genç olabilir.

İhtiyarlık çağına ermiş nice kişiler görmü- şüzdür ki pek genç, hatta ergenlik çağına yeni girmiş yahut çocuk denecek yaşta bir şeyhe intisap etmiştir.

Kesin tarihlerin bu verilen dilimler arasın- da olduğu hususu belki abartılı bulunabilir.

Ancak, böyle abartılara yer vermek isteme- yen araştırmacılar da vardır ve onlar daha

(18)

temkinli konuşmayı tercih ederler. Dolayı- sıyla konuşurken yıldan bahsetmek yerine çağdan bahsetmenin daha isabetli olacağını düşünürler. Bunlara göre “Yunus Emre’nin yaşadığı çağ, 13. asrın sonları ile 14. asrın ilk çeyreğidir. Bu dönem Anadolu Selçuk- lularının son devriyle, beylikler ve Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarına tekabül eder.”

Aslında bu süreç tarihin işleyişi açısından bakılırsa, olaylar açısından zengin sayıla- bilecek bir dönemdir. Belirtilen süreç içe- risinde Anadolu üç önemli hadiseyle karşı karşıya gelir. Bunlar; Haçlı seferleri, Mo- ğol saldırıları ve Babailer isyanıdır. Yunus Emre’nin yaşadığı döneme tekabül eden bu süreç içerisinde meydana gelen yukarıdaki olaylar, Anadolu’da çok büyük çapta sosyal, siyasal ve dini kargaşalığa sebep olmuşlar- dır. Bu türden olumsuz sayılabilecek olay- ların önünde bir yaprak misali savrulup git- memek, güçlü ve sağlam kökleriyle toprağa tutunarak ayakta kalmayı başaran asırlık çınarlar gibi olmak, bunun için de sağlam, derin, tutarlı ve diriltici düşüncelere ihtiyaç vardı. Yunus Emre’nin de belki de dünyaya geliş sebebi işte buydu. O, çiftçilikle meşgul bir ailenin çocuğu olarak o zamana kadar duyulmamış, yeni, orijinal sayılabilecek bir düşünce, bir felsefi sistem ortaya koymadı, koyması da beklenemezdi. Yeni bir fikir ha- reketi, sosyal ve siyasi dinamizm başlatma- dı, O, sahip olduğu geleneğin getirdiklerine sahip çıktı. Geleneğinin kendisine kadar ge- tirdikleriyle yetindi ve o diriltici kök yeterliy- di. Zaten başka bir şey aramasına da gerek yoktu.

Sadece o hakikate inandı ve güçlü bir şekilde sarıldı. O, insanları unuttukları ha- kikate ve değerlere yeniden çağırdı. Kendi düşünce dünyasını oluştururken kavganın değil, sevginin yanında olduğunu hep söy- ledi. “Bir ‘davi’nin değil, adına ‘sevi’ dediği bir gayenin insanı olarak hareket etti. Unu- tulan bir gerçeği yeniden ama yeni bir dil- le hatırlattı. Yani Onu bu anlamda Mutlak Düşünce’nin bir ‘yenileyicisi’, ‘yeni bir yo- rumcusu’ olarak görmek gerekir. Onun öne- mi, büyüklüğü, işte buradan gelmektedir.”

Yunus Emre, eline kalem almış birisi de- ğildir. O, hiçlik yolunu benimseyen her sufî gibi gönlünü Rabbine açmıştır ve gönül ki- tabını okur:

Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için Dost’un evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim

(19)

19 Mahal Edebiyat | Mart - Nisan 2021 |

Tapduk’un Kapısında

Yunus’un dili açıldı, gözlerinden ve gönlün- den perde kalktı.

Şevk denizine düştü. Ağzını açıp inci ve ce- vahir saçtı

VELAYET-N ME

Yunus Emre’yi sufî bir şair olarak tasav- vuf ve tarikat gerçeğinden ayrı düşünmek elbette mümkün değildir. O da bütün sufî şairler gibi bir şeyhe bağlanmış, bir tarikat eğitiminden geçmiş ve bu eğitiminin gerek- lerini yerine getirerek derviş bir şair olmuş- tur. Çünkü her sufî uzun ya da kısa belirli bir süre, zahir ve batın iki eğitimden geçer;

iç deney ve dış deneylerini bir ulu kişinin rehberliğinde yapar. Onun içindir ki tevhide yönelen herkesin bir mürşidi, bir rehberi, bir hocası vardır.

Bir kıtlık yolunda gittiği Hacı Bektaş ka- pısında ona “himmet” teklif edilmişti. Çün- kü Hacı Bektaş, Yunus’un böyle bir kıtlık döneminde geldiği bir kapıya dağ alıcını ar- mağan olarak getirmesindeki inceliği, gönül tokluğunu, bozulmamış fıtratı, “dağ alıçları gibi işlenmemiş şairane tabiatı” görmüştü.

Yani “himmet” teklif etmesi boşuna değil- di. Yunus ise, kendisini bu kapıya getiren meselenin yani buğdayın peşindeydi. Üste- lik bu sadece kendi derdi de değildi. Buğ- day istemek için Hacı Bektaş Dergâhına ge- lişi hem ailesi hem de köylüleri içindi. Bu yüzden himmetin ne manaya geldiğini dü- şünemedi. Yapılan teklifi geri çevirdi. Ama köyüne dönerken kendiyle baş başa kalınca işlediği hatanın farkına vardı. Gerçi Suluca- karahüyük’te Hacı Bektaş Veli ile doğrudan görüşememiş fakat orada yaşanan hayatı ve insanları kaldığı süre içerisinde yakından gözlemlemişti. Bu gözlem sonucunda asıl ihtiyacın maddi değil manevi olduğunu as- lında idrak etmişti. Ama aklıydı baskın çı- kan o da buğdayı bir ihtiyaç olarak önüne çıkarmıştı. Yolda yaptığı murakabe ise, bu idraki bilinç seviyesine çıkarmış ve böylece hatasını anlamıştı. Çünkü Hacı Bektaş Der- gahı’ndan yayılan ışık, o özge yeri çoktan ay- dınlatmaya başlamıştı bile ama geri dönüşü bir çözüm olmamış, Hacı Bektaş onu “O iş şimdiden sonra olmaz. Biz o kilidin anahta- rını Tabduk Emre’ye verdik, varsın nasibini

(20)

ondan alsın” diyerek Tabduk’un Dergâhına yollamıştır. Yunus, bu söz üzerine yeniden yollara düştü. Verilen buğdayı köyüne ve ailesine bırakıp bırakmaz yüreğini kavuran bu arzu ve himmet talebi ile hemen Tabduk Dergâhına doğru yol aldı. Artık onu pişirip olgunlaştıracak ateş Tabduk’un ocağında idi.

Burada ilginç olan, Yunus’u Yunus ya- pacak imkânın çok uzaklarda olmamasıdır.

Şu unutulmamalıdır ki bir insanın bir ger- çeği fark edebilmesi için bazen yanı başında olması gerekmez; o gerçeğe ulaştırabilecek, onu o yola itecek bir araç yahut bir neden gerekir. Tabduk Emre’nin de bulunduğu Emre köyü Sarıköy’e komşudur. Ama Yu- nus, bunu Hacı Bektaş Dergâhı’nda öğre- nebilmiştir. Diğer bir ilginç nokta da Tab- duk’un Anadolu’daki herhangi meşhur bir şeyh değil, çok az bilinen, münzevi bir hayat süren, mütevazı bir şeyh olmasıdır. Bu du- rum da Yunus gerçeği açısından üzerinde durulmaya değer bir hadise olsa gerektir.

Çünkü Yunus da Tabduk gibi hayatı bo- yunca bilinmezliği seçti. Kısacası Tabduk Dergâhı onun yapısına en uygun ocaktı.

“Yunus, bu cevabı duyar duymaz, derhâl Tabduk Emre’nin Dergâhı’na koşarak ba- şından geçenleri anlattı. Hacı Bektaş’ın se- lamını söyledi. Tabduk da “Safa geldin, hâ- lin bize malum olmuştur. Hizmet et, emek yetir, nasibini al” dedi. Bu anlatı gerçekli- ğiyle ilgili deliller olmamakla birlikte, Yu- nus Emre’nin şiirlerinde geçen ve kendisine müritlik yaptığı bilinen Tapduk Emre’yle il- gili vesikaların rivayetlerden ibaret olduğu gözden kaçırılmaması gereken bir durum- dur. Ancak Yunus Emre’nin aşağıdaki bey- ti kaynaklarda Yunus Emre’nin Tapduk’un dergâhında kırk yıl hizmet ettiği bilgisini de yorumlamaktadır:

Tapduğun tapusında kul olduk kapusında Yunus miskîn çiğ idük pişdük elhamdülillah

Yunus’un o güne dek terbiye edilmesi, düzeltilmesi gereken sadece nefsidir. Bunu da Tapduk Emre’nin dergâhında öğrenecek- tir. Yunus, zahirde odunla ilgilenir, onların eğriliklerini düzeltmeye çalışırken hakikatte kendi nefsini terbiye etmekte ve düzeltmek- tedir. Vurduğu her balta darbesi, nefsinin

hastalıklı hâllerinedir. Yunus, için bu hiz- met bu yüzden bütün yönleriyle tam bir ol- gunlaşma sebebi oldu. O, önce kendiyle ve Hak’la baş başa kalmanın imkânlarını bul- du dağda. Çünkü dağ, yalnızlığın ve mura- kabenin mekânıdır. Burada insan yoktur.

Ağaçlar, hayvanlar, kuşlar, akan sular, gök- yüzü yani bütünüyle tabiat vardır, bunlarla baş başa kalır. Nefsi, sabrı burada öğrenir;

dergâha eğri bir odun götürmeyi layık bul- maz. O, bu süreç içerisinde saf olan gön- lünü daha da saflaştırır, masumlaştırır, Al- lah’a ve seviye yaklaştırır.

“Ete Kemiğe Büründüm, Yunus Diye Gö- ründüm”

Yunus Emre’nin uzunca sayılabilecek bir süre yani 82 yıl yaşadığı, Gölpınarlı, Ti- murtaş ve Tatcı’nın incelemeleri sonucun- da ortaya konulmuştur. Bu sonuca göre Yunus’un h. 720/m. 1320-1321 senesinde vefat ettiğini söylemek mümkündür. Yay- gın anlamıyla “ümmî” bir halk ozanı olma- yan Yunus Emre, 82 yıllık ömrü boyunca pek çok şiir söylemiştir. Ancak bu şiirlerini bir divanda toplama, kendi adına bir divan tertip etme işine girişmemiştir. Toprak, bu durumu, onun “susmanın ve meçhul kal- manın güzelliğini ömrünün sonunda anla- masına” bağlar ve devamında şu yorumu yapar: “Hatta eserini inkâr etmek büyük- lüğünde bulundu. Belki de bütün hayatı- nın jurnali olan bu otobiyografisi’ni kim- senin okumasını istemiyordu.” Her şair, kendinden önceki dönem yahut dönemler- deki düşüncelerden, şairlerden, şiir mek- teplerinden beslenir, etkilenir. Şiirlerini bu beslenme ve etkilenmelerle oluşturur. Bu durum eskiden olduğu gibi günümüzde de böyledir. Yunus Emre’nin Tabduk Em- re’den, Mehmet Akif’in İran’lı Sadi’den et- kilenmiş olması, Necip Fazıl’ın Abdülhak Hamit’ten, Eşrefoğlu Rûmî’den etkilendiği aşikârdır. Çünkü şiir denilen olgu bir nehir gibidir. Çeşitli akarsu kaynaklarından içine su alır ve başka nehirlere, kendi içinden su- lar verir. Büyük bir ummana benzetebilecek kültürel yapı da zaten böyle kurulur. Üste- lik bu hadise sadece şiir için değil edebiyat ve sanatın bütün kollar ve ilim sahası için de geçerlidir ve her yönüyle insanlığa katkı sağlayan Yunus Emre bu şiirleriyle, ilahile- riyle yetmiş iki millete tek gözle bakabilmiş ender şahsiyetlerden biridir.

(21)

2 Dedektif MART 2021

20 YAZARDAN 20 ÖYKÜ

Dedektif

3. Öykü Seçkisi Çıktı

21 Mahal Edebiyat | Mart - Nisan 2021 |

(22)

d o s y a : h a l k e d e b i y a t ı

Eros Bade İçerse

Aysun Venceli

İnsanlığın en kadim konularındandır aşk.

Yüzyıllar boyunca şiirleri, destanları, hika- yeleri anlamlı kılan hep aşk olmuştur. Aşk, uğruna verilir bütün savaşlar. Bazen kah- raman aşk için başka bir ülkeye savaş açar, bazen ise kahramanın savaşı kendisiyledir ki bu en çetin savaştır. Aşkın olduğu yerde mücadele vardır, engeller vardır. Bu engel kimi zaman iki aşığın kavuşmasına müsaa- de etmeyen anne veya babadır, bazen araya girmeye çalışan bir rakiptir, bazen de uzak- lıktır. Bizim anlatacağımız hikayede güzel- ler güzeli bir annedir iki aşığın arasındaki engel.

Eros, güzelliği ile nam salmış Afrodit’in çok sevdiği biricik oğludur. Afrodit, oğluna kimseleri layık görmez. Onun evleneceği kız bir peri kadar güzel ve tanrılar gibi de ölüm- süz olmalıdır. Eros, hep başkalarına aşk dağıtan, onların sevgilerine ortak olan ve bununla mutlu olan biri olmuş ama kendisi gerçek anlamda aşkı hiç deneyimlememiş.

Gördüğü kadarı ile aşık olan insanların yü- zünde pembemsi mahcup bir ifade varmış.

Bazen Eros tam karşılarına geçip kısa süre- liğine de olsa kendini göstermeye çalışırmış ama onu bugüne kadar gören tek fani aşık bile çıkmamış. Çünkü gözleri başka göz gör- mez, kulakları başka ses işitmez olurmuş.

Bir gece rüyasında Eros’un yanına beyaz

sakalları dizine kadar uzanan bir ihtiyar gel- miş. İhtiyarın elinde bir kadeh ve kadehin içinde bir içecek varmış. İhtiyar önce uzakta elinde kadeh sessizce ayakta beklemiş ta ki Eros onu fark edene kadar.

Eros: Burada ne yapıyorsun ihtiyar? Seni daha önce hiç görmedim.

İhtiyar: Ben sana bu gece bir bade, yani içecek sunmaya geldim. Bu öyle bir içecek ki bundan bir yudum içen gerçek aşkı gö- rür.

Eros: Gerçek aşk mı? Ben gerçek aşkı de- falarca gördüm.

İhtiyar: Görmekten söz etmiyorum, onu yaşamaktan söz ediyorum.

Eros: Elimdeki bu oklarla yeryüzü üze- rinde istediğim herkesi kendime aşık ede- bilirim. Yani benim gerçek aşkı bulmak çok kolay. Bunun için bu içeceğe ihtiyacım yok.

İhtiyar: Evet, belki dilediğin herkesi ken- dine aşık edebilirsin ancak yine de gerçek aşkı bulamayabilirsin.

İhtiyarın sözleri Eros’un ilgisini çekmeye başlamış.

İhtiyar sözlerine devam etmiş: Gerçek aşk güzelliğin de ölümsüzlüğün de çok ötesin- dedir. O, bencillikten, kötülükten, kıskanç- lıktan uzaktır. İşte bu içecek ölümsüzlüğün

(23)

23 Mahal Edebiyat | Mart - Nisan 2021 |

de ötesini, yani gerçek aşkı görmeni sağla- yacak.

Eros, sonunda kadehteki içecekten içme- ye karar vermiş. İçecekten bir yudum almış.

Bu daha önce içtiği hiçbir içeceğe benzemi- yormuş. İçecekten bir yudum daha aldığın- da ihtiyar bir anda kaybolmuş ve tam karşı- sında duran parlak, büyük aynada upuzun saçlarını iki yandan ayırmış, gözlerinin içi parlayan eşsiz güzellikte bir kız belirmiş.

Kız, en az Eros’un annesi Afrodit kadar gü- zelmiş. Eros, büyülenip aynanın karşısında bir süre durup kızı izlemiş. Daha önce an- nesi kadar güzel hiçbir kadına rastlamayan Eros şaşkınlık içindeymiş. Sabahın parlak ışıkları odaya vurduğunda Eros uyanmış, ardından aynadaki güzel kızın görüntüsü yok olmuş. Ortada ne ihtiyar varmış ne de o güzel kız. Eros hızla odasından çıkmış ve Afrodit’in yanına gidip ona rüyasını anlat- mış. Oğlunu merakla dinleyen Afrodit -kızı güzellikte kendisiyle neredeyse eş tuttuğu- na biraz bozularak- şöyle demiş:

Bir rüya işte!

Eros, günlerce bu rüyanın etkisinden çı- kamamış. O kızı bir şekilde bulmam gerek diye düşünmüş ve yedinci günün sonunda yola çıkıp diyar diyar gezmeye, aynada yan- sımasını gördüğü o kızı bulmaya karar ver- miş. Annesine kararını açıkladığında Afrodit bu karara şiddetle karşı çıkmış. Ancak ne dese ne yapsa Eros’u yola çıkmaktan vaz- geçirememiş. En sonunda onunla beraber gitmeyi teklif etmiş ancak Eros bunu kabul etmemiş. Bu yolculuğa yalnız gitmesi ge- rektiğini söylemiş. Afrodit, bu kararı kabul etmiş gibi görünse de oğlunu takip etmeye karar vermiş.

Eros, aylarca gezmiş. Bir sürü yeni iklim, yeni diyar görmüş. Bu arada annesi Afro- dit de gittiği her yerde Eros’u takip etmiş.

Rüyasında gördüğü eşsiz güzellikteki kızı bulmaya kararlı olan Eros’un ümidi yavaş yavaş tükenmeye başlamış. Uğradığı son ül- kede de rüyasında gördüğü kızı bulamayın- ca eve dönmeye karar vermiş. Bir gelincik tarlasının önünden geçerken birinin şarkı mırıldandığını duymuş. Sesin geldiği yöne doğru baktığında bir kayanın üzerinde sırtı dönük oturan bir kız olduğunu fark etmiş.

Kız saçlarını iki yanına ayırmış bir yandan

şarkı mırıldanıyor bir yandan da saçlarını örüyormuş. Eros önce kendisini kıza gös- termeden uzunca bir süre onu izlemiş. Rü- yasında gördüğü kız, evet bu kız o kızmış.

Eros, bu kıza hayran kalmış ve nihayet kıza kendisini göstermeye karar vermiş. Bir deli- kanlı kılığına bürünmüş ve usulca kızın ya- nına yaklaşmış, şarkısı bitince onu alkışla- mış. Kız, yanında bir yabancı olduğunu fark edince irkilerek:

Sen de kimsin yabancı? demiş.

Ben bir gezginim. Buradan geçerken se- sini işittim, şarkı bitene kadar da seni din- ledim. Daha önce hiç bu kadar güzel şarkı söyleyen birine rastlamamıştım.

Kız, mahcup bir tavırla gülümsemiş.

İsmin nedir? diye sormuş Eros.

Psykhe, ya senin.

Endre, benim adım da Endre, demiş Eros.

Gerçek adını şimdilik Psykhe’ye söyleme- meye karar vermiş. Psykhe’nin onu kendisi gibi bir fani olduğunu düşünmesini istemiş.

Tüm gün boyunca beraber şarkılar söy- lemişler, konuşmuşlar, gülüşmüşler. Ertesi gün yine aynı yerde buluşmak için sözleş- mişler. Tabii Afrodit gizlice tüm bu olanları izlemiş. Kızın eşsiz güzelliği ve fani olması Afrodit’in içindeki öfke ve kıskançlığı daha da tetiklemiş. Ne yapıp edip bu işe engel olmalıyım diye düşünmüş. Ertesi gün iki genç sözleştikleri gibi aynı yere doğru gider- ken korkunç bir gök gürültüsü işitmişler ve dolu yağmaya başlamış. Yağış şiddetini o kadar artırmış ve dolu taneleri o kadar bü- yükmüş ki herkes sığınacak bir yer aramış.

Şehirde büyük bir afet yaşanmış. Afrodit her buluşmada onlara türlü türlü engeller çıkarsa da onlar birbirlerini görmekten bir türlü vazgeçmemişler. Afrodit, Eros’un on- dan uzaklaşması için Psykhe’nin güzelliği- ni elinden almaya karar vermiş ve yüzünde çok çirkin, büyük bir çıban çıkarmış. An- cak Eros bu çıbanı umursamamış. Yaptığı hiçbir şey iki gencin görüşmesine ve daha da yakınlaşmalarına engel olamamış. Afro- dit’in geriye tek bir çaresi kalmış: Psykhe’yi Eros’un bulamayacağı bir yere götürmek.

Psykhe’yi karanlık dünyaların birindeki bir mahzene kapatmış. Eros, günlerce Psyk- he’yi görememiş, onu aramış fakat hiçbir

(24)

yerde bulamamış. Aylarca Psykhe’nin izini sürdükten sonra çaresiz eve dönmeye karar vermiş. Ancak Eros çok mutsuzmuş, gün- den güne Afrodit’in gözü önünde eriyormuş.

Bir yandan da çok ileri giden Afrodit tan- rıların tepkisini çekmiş ve tanrılar bu yap- tıklarına bir son vermezse o eşsiz güzelliği- ni ondan alacaklarını ve oğlu Eros’u da bir daha göremeyeceğini söylemişler. Afrodit hem oğlunu hem de güzelliğini kaybetme-

yi göze alamamış ve Psykhe’yi bulunduğu mahzenden çıkarıp Eros’a getirmiş. Böylece Psykhe aşık olduğu erkeğin Eros olduğunu öğrenmiş. İki genç ayrı kaldıkları bu uzun aradan sonra hasretle kucaklaşmışlar. Ve bu iki aşıktan ileride çok daha kuvvetli bir şey, Agapi, yani koşulsuz ve bencil olmayan aşk doğmuş.

(25)

25 Mahal Edebiyat | Mart - Nisan 2021 |

d o s y a : h a l k e d e b i y a t ı

XVI. ve XVII. Yüzyıl Âşık Tarzı Halk Şiiri

(Koşma-Semai)

Burak Kamış

ÖZET

Âşıklık geleneği Fuat Köprülü’nün ifadesi ile XVI. yüzyılda inkişafına başlamış XVII.

yüzyılda tekâmülünü tamamlamıştır. XVI.

ve XVII. yüzyıl aşık edebiyatı genel özel- liklerinden hareketle, Türk halk edebiyatı araştırmacılarını en çok meşgul eden hatta zaman zaman çok farklı görüşlerin ortaya konulmasına neden olan problemlerin ba- şında gelen “tür” ve “şekil” den ne anlaşıl- ması gerektiği konusunda açıklamalarda bulunulmuştur. Tür ve şekil konularında tartışmalar İslamiyet’ten önceki şiir örnek- lerinden başlamakta olup âşıklar tarafın- dan icra edilen günümüzde halk şiirlerine kadar uzanmaktadır. Bu yazıda bu görüş- lere yer verilmiştir. Bu farklı görüşler halk edebiyatının yazılı kaynaklarının olmama- sından kaynaklanmaktadır. Bir şiirin tür ya da şekil mi olduğunu belirleyen unsurların kesin çizgilerle belirlenememiş olması da bu durumun bir sonucudur. Tüm bu tartış- malar içinde başta koşma ve semai türleri olmak üzere farklı görüşler doğrultusunda sınıflandırılmıştır.

Anahtar Kelimeler

Halk şiiri, aşık, tür, şekil, ezgi, koşma, se- mai

Sözlü edebiyat geleneği, Türklerin İslami- yet’i kabulüyle başlayan kültürel değişik- liklere uyum sağlamış, özünü kaybetmeden biçim ve içerik bakımından bazı değişiklik- lerle varlığını sürdürmüştür. Çoğunlukla halkın ortak yaşayışını, beğeni ve değerle- rini yansıtan bu geleneğe “halk edebiyatı”

adı verilir. Anadolu sahası içerisinde XVI.

yüzyıldan itibaren âşık adı verilen icracı- ların varlığı dikkati çeker. Bu adlandırma XVI. yüzyıl gibi yeni bir tarihe denk gelse de âşıklığın aslında tam anlamıyla yeni oluşan bir kültür unsuru olmadığı ve aniden ortaya çıkmadığı bilinmektedir.

Bu yeni oluşan geleneğin kökünün derin Türk kültürünün eski zamanlarına uzan- dığı görülmektedir. Türk halk edebiyatının ilk örnekleri, İslamiyet’in kabulünden önce- ki Türk edebiyatında görülmektedir. Ozan, kam, baksı, şaman, oyun gibi adlarla anı- lan sanatçılar; kopuz adı verilen çalgı eşli- ğinde sığır, şölen ve yuğ törenlerinde, sade bir dille hece ölçüsünü ve dörtlük nazım birimini kullanarak şiirler söylemişlerdir.

Halk edebiyatında nesirden çok şiir alanın- da ürünler verilmiştir. şıklık geleneği Fuat Köprülü’nün ifadesi ile XVI. yüzyılda inki- şafına başlamış XVII. yüzyılda tekâmülünü tamamlamıştır. İlk başlarda dini içerikli ko- nulara ağırlık verilmiş sonraki dönemlerde

Referanslar

Benzer Belgeler

Türk Edebiyatında Mektup Türünde Yazılmış Bazı Önemli Eserler ve Yazarları

Yukarıdaki parçadan yola çıkılarak Yahya Kemal’in şiir anlayışı ile ilgili aşağıdaki yargılardan hangisine ulaşılabilir? A) Batı edebiyatına hayranlık duyan

Daha sonra "çağatay" sözcüğünü kullanacak olan Ali Şir Nevayı de Muhakametü'l-lugateyn'de Türki, Türkçe ve Türk tili te- rimlerini tercih etmiştir: "Sart

Tanzimat’ın ikinci nesli sanatçıları arasında yer alan Ekrem’in ilk edebi denemeleri eski edebiyat anlayışı içinde olmakla birlikte, daha sonraki dönemlerde

Bir Yakut efsanesinde Kara Han’ın ülkesine ulaşmak için demir dağı geçmesi, Oğuz Kağan destanında Oğuz’un savaştığı ve kaldığı yerlerin çoğunlukla dağlar

Halk edebiyatı metinlerini okurken karşılaşılan sıkıntılar, Osmanlı- Türk harfleriyle oluşturulmuş metinlerden başka , ağız derlemelerinin aktarıldıkları

"Aşktan Sonra" şiiri Orhan Seyfi'nin şekil ve muhteva yönünden halk şairlerine en fazla yaklaştığı eserdir. Bu şiir gibi "eski tarz"da

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Türk Halk Edebiyatı Anabilim Dalı'nda bugüne kadar bibliyografya konusunda tamamlanmış dört