• Sonuç bulunamadı

Dünyanın ıssız ve ölü, kimsesiz ve karan-lık köşelerinde, medeni insanlar tarafından bilinmemesi gereken dehşetler gizlidir. En azından benim sürekli duyduğum şey buy-du. Kendimi, doğanın müreffeh yerlerinde kamp ve yürüyüş yapmayı seven bir genç olarak tanımlayabilirim. Ancak diğer kam-pçıların aksine bu seyahatlerime pragma-tik bir anlam yüklemek adına pek de adım atılmayan yerlere gidip, kendime bir şeyler katmak ya da hafızamdan hiçbir zaman si-linmeyecek serüvenler yaşamayı tercih edi-yordum. Bugüne kadar herhangi bir sorun ya da güvenliğimi tehlikeye atacak bir şey yaşamadım. Ama yine de kendimi, bir ay kadar önce yaşadığım, hatırlamaktan hoş-lanmadığım ama her gece beni kâbuslarla, uyku felçleriyle ve tarif etmek istemediğim bir takım seslerle rahatsız eden o melûn or-mandaki deneyimlerimi tasavvur etmekten alıkoyamıyorum. Yaşadığım hadiseler, belki kimilerine göre tuhaf spekülasyonlar ya da mantık ile açıklanabilecek türden birtakım paranoyalar olarak yorumlanabilir. Ama yine de beton gibi sinirleri olmayan kişilerin tüm bunları duyup da, ürpermeden duraca-ğına pek ihtimal vermiyorum.

Bahsettiğim gibi, dünyanın bazı kısımla-rında adı anılmayan kötülükler olduğu söy-lenir. Halkın dili yamandır, yalan ile gerçeği

onların ağzından duyarken ayırt etmekte zorlanırsınız. Büyük ve yaşlı bir orman hakkında, kısa süre kalmak üzere uğradı-ğım bir kasabada oldukça tuhaf söylentiler dolaşıyordu. Kimileri kasabanın bir hayli yakınındaki bu ormandan duydukları ür-pertici seslerden yakınıyor, kimileri o nefret ve karanlığın hüküm sürdüğü lanetli ağaç-ların gerisinde, tanıdıkları insanağaç-ların birer birer sırra kadem bastığından söz ediyordu.

Kimileri o ormanın çok çok derinlerinde, insanlardan nefret eden ve onların kanıyla beslenen yaratıklar olduğundan, hatta bir kısmı onları gördüğünden bile bahsediyor-du. Bazıları geceleri kıpırdayan çalılardan, bazıları sabah uyandıklarında ortadan kay-bolan eşyalarından ya da hayvanlarından söz etmekteydi. Belki de dünyanın en me-raklı ve bilinmeyene karşı kendini asla tuta-mayan insanı olarak bu söylentiler beni ne korkuttu ne de oradan uzaklaşma isteği do-ğurdu. Tam tersine, içimde oradan gitmek yerine biraz daha kalıp, şu dillere pelesenk olmuş ormanın sırlarını öğrenmek adına kurt kadar aç bir merak duygusu kabardı.

Ancak bu söylentiler tek yönlü değildi. Bun-ların hepsini yalanlayanlar, halkı paranoya ile suçlayanlar ve tüm anlatılanların peri masalı, koca karı hikayesi olduğunu söyle-yerek bir kenara itenler de vardı. Hatta or-manda kaybolan insanların, kasabanın en

sarhoş ve ipsiz sapsız serserileri olduğu için oralarda bir yerlerde düşüp yığıldığını iddia edenler de vardı.

Nitekim söylenenler arasında, bunları yalanlayan ve saçmalık olduğunu ileri sü-renlerin argümanları diğerlerinden daha rasyonel ve açıklanabilir şeylerdi. Karşıt görüşlülere ben de katılsam da, o ağaçları ve arkasında bekleyen sırları düşündükçe tüylerim diken diken oluyor, aptalca gü-lümsüyordum. Orada birkaç gece geçir-mekle, diğer gezgin dostlarıma anlatacağım öyküleri düşünerek çocuksu bir gurura ka-pılıyordum. Zira bu orman, kasaba halkı tarafından lanetli, iblislerle ve ceset kokula-rıyla dolu, cehennemî birtakım söylentilerle mimlenmişti. Bu o ormanın ilginçliğini ben ve benim gibiler için arttırıyordu. Çünkü onlara “bakın” diyebilecektim, “hakkında birçok korkunç söylenti bulunan ormanda kaç gece kaldım, buna hanginiz cesaret ede-bilir?” Nereden bakılsa ahmakça denebile-cek bu düşünce benim için reddedilmez bir hedef haline geldi ve yanımda yeterli malze-me, yani çadır, tulum, yiyecekler ve kamp eşyalarım bulunduğu için ormanda birkaç gece geçirmekten ve orası hakkında bir ta-kım fikirler edinmekten zarar gelmeyeceğini düşündüm. Tehlikeli durumlar için yanım-da taşıdığım keskin bir bıçak ve el baltası da mevcuttu. Herhangi bir hayvan saldırsa dahi kendimi koruyabilecektim.

Tüm eşyalarımı toparlayıp, pansiyon ücretimi ödedikten sonra, yaklaşan gece-nin ve zemherigece-nin acı verici soğuğu altın-da, o tekinsiz ağaçların berisine doğru yol aldım. Bir klişe olarak, oradaki insanların beni durdurmak istemesini ya da gitme di-yeceklerini düşünmüştüm. Bunu yapmadı-lar, hatta kayıtsız, ancak belirgin bir tonda acıyan gözlerle bana baktılar, sanki… Sanki omuzlarda taşınan bir tabuta bakıyormuş gibi. Hiç tanımadıkları, ama yine de iki met-relik kapkara bir çukura gitmekte olan bir tabuta bakarken doğan kayıtsız keder. O gözlerde saklı bu tuhaf niteliği ve duruşla-rındaki kasveti hiçbir zaman unutamayaca-ğım. Nitekim şimdi bile gözlerimin önünden gitmiyor.

***

Ormanın içine dalar dalmaz burnumdan

ve ağzımdan teneffüs ettiğim hava değişti.

Tıpkı anlatılan öykülerdeki gibi bir tekinsiz-lik vardı bu havada. Bir şekilde açıklayamı-yordum ama kasabanın içinde, pansiyonda-ki odamda otururken içinde bulunduğum soğukkanlılık daha ilk adımımda beni terk etmişti. Sanki yeryüzünün bir parçasında değil de, milyonlarca kilometre uzaklar-da, yıldızların bile bulunmadığı sonsuz bir boşluğun ortasında yapayalnızdım. Burada bana yardım eden olamazdı, sesimi duyan olamazdı, arayıp ulaşabileceğim biri de ola-mazdı. Mutlak yalnızlığın en yüksek had-diyle karşı karşıyaydım. Yine de kendimi toparlamam ve dikkatimi vermem çok uzun sürmedi. Yavaş adımlar ile sık ve geniş göv-deli ağaçların arasındaki engebeli patikada -ki buna patika bile denemezdi- yürüyor ve çevremi kolaçan ediyordum. Arkama baktı-ğımda geldiğim yolun ya da kasaba halkına ait herhangi bir medeniyet izinin çoktan yok olup gittiğini gördüm. Yanımda pusulam vardı ve kaybolma ihtimalim üzerinde çok durmuyordum ancak yine de tedbiri elden bırakmamak adına geldiğim yola ufak tefek işaretler bırakıyordum.

Çevremdeki ağaçların tepelerinden muh-telif sesler duyuluyordu ama bunların hangi canlılara ait olduğunu düşünmek bile iste-miyordum. Gecenin çökmesi çok uzun sür-medi, birden fazla fenerim ve yedek pillerim vardı, bu yüzden karanlıkta kalma ihtima-limden çekinmiyordum, ama bu olasılığın gerçekleşme düşüncesi bile beni delilik ile mantık arasında raks ettiriyordu. Gökyüzü-ne baktığımda ağaçların yıldızları ve dolu-nayı kapatacak kadar yoğun olmadığını gör-düm. Yüksek ve asırlık ağaçların arasında göz kırpıştıran yıldızlar, akla hayale sığmaz bir sonsuz maviliğin içinde bana bakıyor-lardı. Yıldızları insansız bölgelerde paspar-lak görmüşlüğüm çok oldu ama bu sefer ki başkaydı. O yıldızlar hiç olmadığı kadar azametli ve büyülü görünüyorlardı. Hiçbir makinenin ya da insan zihninin algılaya-mayacağı kadar fazlaydılar ve sanki… San-ki bana bakıp halime acıyor ve benim için ağıt yakıyor gibiydiler. Yine de bu boşluğun ortasında hissettiğim tarifsiz yalnızlığıma ortak oldukları için bir nebze rahatlık doğ-muştu içimde. Dolunay, milyarlarca parlak noktanın ortasında bir haleyle çevrilmiş,

73 Mahal Edebiyat | Mart - Nisan 2021 |

yaprakları, dalları, balta girmemiş bu asır-lık ormanı aydınlatıyordu.

Yaşlı ormanın burnumdan bir türlü kov-mayı başaramadığım felaket kokusu ve zih-nimdeki diken gibi rahatsız edici düşünceler beni sürekli bir korkunun pençesinde bıra-kıyordu. Ama… Ama en kötüsü bu değildi.

Son yarım saattir hissettiğim ve beni gerim gerim geren o his diğer her şeyin üstünde, başka bir musibetin emarelerini taşıyordu.

Birisi ya da bir şey beni izliyor, beni takip ediyordu. Yavaş adımlarımdan tek bir çı-tırtı bile çıkarmamaya çalışıyordum ancak arkamda, kapkara ağaçların gerisinde bazı sesler duyuyordum. Başlarda aldırmamış-tım çünkü bir ormanın içindeydim ve bir-çok canlının yaşam alanını işgal ediyordum.

Hiçbir canlılığın izi olmasaydı bu çok daha tuhaf olurdu. Ama bu şey başkaydı. Peşimi bir türlü bırakmıyordu, ensemde korkunç kokular saçan bir nefesin varlığını duyum-suyordum. Bir ara hiç durmadan koşup, beni her ne takip ediyorsa ona izimi kay-bettirmeye çalıştım. Bunu yaptıktan sonra sesler kesilse de bir süre sonra tekrar ya-kınlaştı. Bâtıl ve insanlık dışı bir gücün var-lığını hissetmek değildi bu yalnızca, cismani bir tehdidin adım adım yaklaşan şerrini işit-mek, onunla aramda pek az bir mesafe ol-duğunun bilincinde olmaktı ve bu, beni çıl-dırtmak için tasarımlanmış bir oyun değildi.

Acaba ben mi kafamda kuruyorum bu tür sesleri, diye düşündüm. Zira kasaba-da anlatılan şeylerden epey etkilenmiştim ve buraya adım attığımdan beri zihnimden silinmiyordu hiçbiri. O hikayelerin ben-de uyandırdığı paranoyalar mıydı bunlar?

Birçok şekilde açıklama getirilebilirdi ama bunların hiçbiri beni rahatlatmıyordu. O boşluğun, o nihayetsiz karanlığın tam orta-sında yaşadığım çaresizlik hissini sanırım okyanusun ortasında tek başıma kalsam bile hissetmezdim. O şey peşimi bırakma-dı. İşittiğim sesleri duymazdan gelemiyor-dum artık, çünkü epey yakından geliyordu.

Sonra korkmanın ecele faydası yok düşün-cesine sarılarak olduğum yerde durdum ve etraftan çalı çırpı toplayarak bir ateş yak-maya karar verdim. Medeniyetin ve varolu-şun ilk simgesi, benim burada olduğumu, en güçlünün ve doğanın efendisinin ben ol-duğumu karanlıktaki menfur şeylere ikaz

edecekti. Ateş yakabilen kişiydim ben, do-layısıyla buradaki her canlıdan üstündüm.

Bir ultimatomdu bu. Yirmi dakikalık bir ça-bayla ateşimi magnezyum çubuğumla yak-mayı başardım ve çevreden bulduğum kalın odunlarla bir rüzgarlık bile yaptım. Beni sa-baha kadar tutacak miktarda odun ve çalı çırpı depoladım ve ateşin başına çadırımı kurmaya koyuldum. Ne kadar zamandır bu hiçliğin ortasında olduğumu bilmiyordum ama karnımdan feci sesler geliyordu. Açlık-tan bayılacak gibiydim, bu yüzden çantam-dan bulduğum ilk öteberi parçalarını kemir-meye başladım. Açlığımı sona erdirdikten sonra ateşin ortasındaki parlaklığa gözlerim dalıverdi.

Ama beni bu aptalca dalgınlıktan uyandı-ran şey, yaşadığım dehşetin daha ilk izleriy-di. Yakınımdaki ağaçların arkalarından fı-sıltı benzeri sesler duymaya başladım. Beni yerimden sıçratmaya ve kulak kabartmama yetmişti. Bıçağım elimde sıkı sıkı duruyor-du ama onun bile beni koruyabileceğinden şüpheliydim. O anda aklıma çılgınca bir fi-kir geldi, işe yarayacağından emin değildim ama denemekten başka çarem olmadığını düşündüm. Ayağa kalktım bir elimde ucu-nu yaktığım bir sopa, diğer elimde bıçağım, seslerin geldiği yöne doğru düşmanca, kes-kin bir çığlık attım. Bunun nedeni: o ağaçla-rın arkasındaki her ne var ise onu korkutup kaçırmaktı. Bir tehdit unsuru olduğumu ona hissettirmekti. Bunda ne kadar başarı-lı olduğumu bilmiyorum ama pek yakından koşma sesine benzer adımlar duydum, san-ki uzaklaşıyordu, hayır… Uzaklaşıyorlardı.

Bu şeylerin sayısı fazlaydı belli ki, bu dü-şüncenin beynimde belirmesiyle çadırıma girmem bir oldu.

***

Hatırımda kaldığı kadarıyla gece vakti saat üç otuz sularıydı. Tek bir dakika bile uyuyabilmiş değildim. Zaten bu nasıl müm-kün olacaktı ki? Dışarıda, karanlığın içinde bir yerlerde beni her saniye izleyen isim-siz dehşetler saklıydı. Evet, o sesleri tekrar duymaya başlamıştım. Uzaktılar ancak ate-şin ölümü yaklaştıkça sanki onlar da yak-laşıyorlardı. Dışarı çıkıp ateşi beslemek için yeteri kadar cesareti bir türlü bulamadım.

Üstelik kendini cesur ve soğukkanlı olarak tanıyan birisi olarak! Ama orada değildiniz.

O yalnızlığın ve tükenmişliğin hissini tah-min bile edemezsiniz, nitekim etmenizi de istemem. Çünkü işittiğim sesler artık yal-nızca adım ve fısıltı sesleri değildi. Çok ince bir frekansta, kulakları sağır edecek kadar rahatsız edici ciyaklamalar duyuyordum.

Genç yaşımda, hayatımın o kısmına kadar tanıdığım ve bildiğim hiçbir hayvanın böyle bir sesi yoktu. Hatta… Olması da mümkün değildi.

Çünkü bu ciyaklamalar hiçbir ses telin-den çıkabilecek türtelin-den değildi. Dehşet veri-ciydi, tüyler ürpertiveri-ciydi, imkansızdı… Daha da yaklaştılar, çadırımın içinde sinmiş bek-lerken her yönümden onları duyuyordum.

Kasaba halkının buradaki iblislerden ve cehennemî varlıklardan söz edişini hatırla-dım. Böyle bir gerçekliğin ortasında, o tür-den bir deliliği yaşayacağımı hiçbir zaman tahmin edemezdim. Beni asıl sarsan şey, adımlarının tuhaflığıydı. Sanki… Çadırımın etrafında daireler çizip dans ediyorlardı. Bu çember daraldıkça sesleri yükseldi, ciyakla-malar insanı delirtecek kadar yüksek sesle homurdanmaya başladı. Ben de çığlık at-mamak için kendimi zor tutuyordum ama tek yaptığım cenin pozisyonunda kapanıp kulaklarımı sıkı sıkı kapatmak oldu. “Beni rahat bırakın!” Diye bağırmak istiyordum ama ne bunu yapacak gücüm vardı ne de cesaretim. O gece, o çılgınlığın ve insanlık dışı ciyaklamaların ortasında hayatımda ilk kez bayıldım. Bunun nasıl vuku bulduğunu hala net şekilde hatırlamıyorum.

Ayıldığımda ciyaklamalar kesilmişti ama hava halâ karanlıktı. Saatime baktığımda dört buçuk olduğunu gördüm. Bu kabul edilebilir bir gerçeklik değildi. Yaşadıkla-rım üzerinden sadece bir saat mi geçmişti?

Ancak her saniye, her dakika bana yüzyıl-lar gibi geliyordu. Hatta uzak bir geçmişin, bir kâbusun barbarca anılarının parçasıy-mış gibi. Beni arza bağlayan, gerçeklik hissi oldu. Oradaydım, halâ o iğrenç ormanın bi-linmeyen derinliklerinde, hiç kimsenin beni bulamayacağı bir boşluğun ortasındaydım.

On beş dakika kendime gelmeye çalıştıktan sonra fermuarı indirdim ve kafamı büyük bir cesaretle dışarı doğru uzattım. Fenerim zifiri karanlığı aydınlatırken, ateşimin yal-nızca közlerinin kalmış olduğunu gördüm.

Taştan çemberimin içindeki son közler can

çekişmekte ve artan karanlığın içinde cılız bir rüzgarın son nefesiyle alazlanmaktay-dı. Fenerimi yerlere, donmuş toprak zemi-ne tuttum, hiçbir ayak izi görünmüyordu ya da ben görmüyorum. Çünkü o seslerin sahiplerinin ne tür ayak izlerine sahip ola-cağına dair hiçbir fikrim yoktu. Pamuk ip-liğine bağlı son cesaretimle dışarı çıktım ve ateşimi besledim. Benim için bir kurtuluş, bir hayat belirtisiydi ateş. Ya da sadece ken-dimi kandırıyordum.

Etrafıma göz attığımda gerçek manâ-da bir anormallik göremiyordum. Bir saat kadar önce yaşadıklarımı hatırladığımda,

“acaba deliriyor muyum?” Diye düşünmeye başladım. Üstelik aklına ve mantığına son-suz güven duyan biri olarak. Ama beni bu düşünceden kurtaran şey “keşke delirmiş olsaydım.” Hissini uyandırmaya yetti, zira uzaklardan yine bir takım sesler gelmeye başlamıştı. Benzer sesler miydi emin değilim çünkü bu kez uzaktan geliyordu. Bıçağım ve baltam kınında dururken ruhumdaki son cesaret kırıntısını da kullanıp o seslere doğ-ru gitmem gerektiğine karar verdim. Çünkü aptal bir kasaba halkının, yine aptalca olan koca karı masallarından korkacak kadar zavallı bir kişi olamazdım. Öğrenmek iste-diğim şey benim mi yoksa kasabalının mı deliliğini tasdikleyecekti? Hiçbir fikrim yok-tu, çünkü hala kanımda deliler gibi akan bilinmeyene merak duygusu yenilgi nedir bilmiyordu. Hazırlıklarımı yapıp o kara boş-luğa doğru yürümeye başladım. Ağaçların tepelerinden, çadırımın gerisinden, kapkara çalılıkların içlerinden hala beni izleyen bir şeylerin olduğu hissini bastıramıyordum.

Bir şeyler... Bir musibet halâ peşimdeydi.

***

Kayda değer bir süre boyunca, ateşimin soluk noktası bile görüş açımdan çıkana dek yürüdüm. Artık geri dönsem ne tara-fa doğru gideceğimi dahi unutmuştum ama bu beni yürümekten alıkoymadı çünkü ses-ler yükselmeye devam ederken ises-leride, yaşlı ağaçların biraz ötesinde bir ışık noktası ve belli belirsiz karaltılar seçiliyordu. Yürüyen, koşan, zıplayan karaltılar… Dünyada aklı-nı kullanan hiç kimse böyle bir atmosferin içinde, böyle bir manzaraya doğru gitmek istemez. Ama ben bunu yaparken kendi mantığımı mı kullandım, yoksa o bölgeden

75 Mahal Edebiyat | Mart - Nisan 2021 |

yayılan gölgeli bir güç tarafından mı çekil-dim bilmiyorum. İkincisine biraz daha faz-la ihtimal veriyorum. Ağaçfaz-lar yakfaz-laştıkça daha da sıklaşıyor ve suretleri insanın kal-bini yerinden oynatacak kadar şer dolmaya başlıyordu.

Peşimdeki dehşeti bu kez hissetmiyor-dum. O ışık hüzmesi ve karaltılar yaklaştık-ça, içimde adını bile anmak istemeyeceğim sayısız kuruntular ve iğrenç tarifler gelip ge-çiyordu. Giderek yükselen ritimsiz tamtam-lar, derinlerden fışkıran davul sesleri aklıma vurulan hain darbeler gibiydi. Kendi varo-luşumu dahi unutmak üzereyken, ağaçla-rın sıklığı yavaş yavaş kesildi ve sonunda hiç ağacın ya da başka bir şeyin bulunma-dığı bir vadi belirdi. Bu açıklığın ortasında gördüğüm şeyler beni tüm bunları yazma-ya iten ateşleyici güç oldu. Nitekim orada gördüklerimi nasıl kanıtlarım, hatta benim bir deli olmadığımı bile nasıl ispat ederim bilmiyorum. Ama gerçekti, en az orada ku-laklarımı kızartan dondurucu soğuk kadar, soluduğumda buharlar çıkaran nefesim kadar ve tepemde göz kırpan milyonlarca yıldız kadar gerçekti gördüklerim. Heyhat!

Bir kameram ya da fotoğraf makinem olsay-dı! Tüm bunları ifşa edebilirdim belki, ama orada gördüklerim yalnızca benim zihnimde sonsuz kere tekrar eden bir anıdan ibaret kalacak.

O ıssız, kapkaranlık, cehennemi andıran, alçalan kızıllığın altında, ağaçların ortasın-daki açıklıkta, büyük bir ateş yanıyordu.

Benim medeniyetin sembolü sandığım ateş!

Ama kanımın çekilmesini sağlayan şey etra-fında çılgınca dönüp, dans edip, hayvanlar gibi avaz avaz bağırıp çağırarak zıplayan ka-labalık oldu. Hepsi çırılçıplak ve tenleri ölü-mün soğuk griliğiyle lanetlenmiş gibi ateşin etrafında dönüyorlardı. Davullara kötücül bir tempoyla, hadsiz tamtamlarla vuruyor-lardı. Sesleri dehşet vericiydi, tarif edilemez-di, ama yine de anlamsız değildi. Çünkü bir şeyler söylüyorlardı. Ben anlayamıyordum ama o iğrenç ağızlarından fışkıran şeyin bir dil olduğuna emindim. Unutulmuş, bilin-meyen, lanetli, tanrıtanımaz ve soysuz bir dildi bu. Bu korkunç insanlar ateşin etra-fında o tuhaf dille, bir şeyi tekrar tekrar söy-lüyor ve her tekrarlarında biraz daha yük-sek sesle bağırıyorlardı. Sadece sesleri bile

insanı delirtmeye yetecekken, beni oracıkta yerime çivi gibi mıhlayan bir şey oldu. Bu garip kült, ateş dansını yaparlarken, etraf-taki ağaçların gölgelerle dolu berisinden bir şeyler yaklaşıyordu. Adımları ağır ve pay-taktı, ama gölgelerin içinde ne olduklarını seçemiyordum.

Dans edip zıplayan, daireler çizen bu çıl-gınların o iğrenç bağırışları yükseldikçe, et-raftaki yaratıkların daha da yaklaştıklarını gördüm. O anda beni neredeyse bayıltacak olan kuşku zihnime bir giyotin gibi inmişti.

Bir ritüelin, kafir bir ayinin ortasında mıy-dım? Bu düşünce beni olduğum yerde titret-mişti, soğuktan değil, dehşetten. Zira bütün vücudum terlemişti. Kalabalığın ilahi diye-bileceğim o tuhaf müzikal sesleri korkunç bir tona vardığında artık yaratıklar hemen etraflarındaydı, Ouroboros yılanını andıran ezeli ve ebedi bir çember şeklinde. Gözlerim beni yanıltmadıysa gördüğüm şeylerin boy-ları iki metreye yakındı. Vücutboy-larında her-hangi bir giysi ya da paçavra yoktu ancak gepgergin ve vıcık vıcık bir sıvıyla kaplanmış koyu yeşil derileri vardı. Ama en korkunç kısım başlarında gizliydi. İki adet büyük kavisli boynuzun altında, simsiyah noktayı andıran gözler ve kocaman… Koskocaman bir ağız. Zehirli bir sıvıyla ve kurtçuklarla dolu çene, sayısız iğne gibi dişler, benim ol-duğum konumdan bile seçilebiliyordu. Eğer kanıtlayabilecek tek bir verim olsa, ormanın

Bir ritüelin, kafir bir ayinin ortasında mıy-dım? Bu düşünce beni olduğum yerde titret-mişti, soğuktan değil, dehşetten. Zira bütün vücudum terlemişti. Kalabalığın ilahi diye-bileceğim o tuhaf müzikal sesleri korkunç bir tona vardığında artık yaratıklar hemen etraflarındaydı, Ouroboros yılanını andıran ezeli ve ebedi bir çember şeklinde. Gözlerim beni yanıltmadıysa gördüğüm şeylerin boy-ları iki metreye yakındı. Vücutboy-larında her-hangi bir giysi ya da paçavra yoktu ancak gepgergin ve vıcık vıcık bir sıvıyla kaplanmış koyu yeşil derileri vardı. Ama en korkunç kısım başlarında gizliydi. İki adet büyük kavisli boynuzun altında, simsiyah noktayı andıran gözler ve kocaman… Koskocaman bir ağız. Zehirli bir sıvıyla ve kurtçuklarla dolu çene, sayısız iğne gibi dişler, benim ol-duğum konumdan bile seçilebiliyordu. Eğer kanıtlayabilecek tek bir verim olsa, ormanın

Benzer Belgeler