PSİKO-SOSYAL
GELİŞİM
Erik Erikson, Freud'un kuramından etkilenmiş olmakla birlikte, kişilik gelişimini çekirdek ailenin
sınırları dışına çıkarmış ve
gelişimi yaşlılığa kadar genişleterek, ilk çocukluk döneminin kişiliği belirlediği
görüşünü reddetmiştir.
Erikson'un kuramına göre, bireyin çevresindeki kişiler, anne-baba, öğretmenler, arkadaşlar,
diğer insanlar ve bireyin doğuştan getirdiği özellikler bireyin kişilik gelişiminde çok önemli
bir rol oynarlar.
Bu kişilik özellikleri belirli zaman dilimleri içinde ortaya çıkarlar. Buna aşamalı oluşum
(epigenetik) denir.
Erikson'a göre kişilik gelişimi sekiz aşamada tamamlanmaktadır. Her bir aşamada başarılması gereken görevler, halledilmesi gereken karmaşa
ve krizler vardır.
Bu krizlerin sonucunda kişinin birtakım görevleri yerine getirmesi ve birtakım özellikleri kazanması
beklenir.
Kazanılabilecek özelliklerle ilgili olarak da iki aşırı uç sağlıklı görülmemektedir.
Gelişim aşamaları birbiriyle bağlantılıdırlar.
Sonraki dönemlerin başarılı bir şekilde
atlatılabilmesi, önceki dönemlerin karmaşalarının nasıl çözümlendiğine bağlıdır.
Ancak Freud'un kuramında olduğu gibi birey o döneme takılıp kalmaz ve bunları uygun
koşullarda telafi edebilir.
Erikson’un Psiko-Sosyal
Gelişim Dönemleri
1-Temel Güvene Karşı Güvensizlik (0-1,5 Yaş)
Freud’un oral dönemine denk düşer.
Bu dönemde haz bölgesi ağızdır. Belli başlı davranış biçimi olarak emme ya da içine alma gösterilebilir.
Bebek bu dönemde etrafındaki uyarıcıları içine almaya çalışır. Bunu hem emme biçiminde, hem de
diğer duyu organlarıyla yapmaya çalışır.
Bebek bu dönemde içine doğmuş olduğu dünyanın güvenilir bir yer olup olmadığını
anlamaya çalışır.
Eğer bu dönem iyi geçirilirse temel güven duygusu edinilir, iyi geçirilemezse
güvensizlik duygusu edinilir.
Çocuk üç boyut içinde güven duygusu
kazanabilir: aşinalık (tanıdıklık), tutarlılık ve süreklilik.
Eğer çocuğa bakan kişi çocuğa aşina geliyorsa (örn. çocuğa bakan kişi sık sık değişmiyorsa), tutarlı davranıyorsa, davranışları ve bu tutarlık süreklilik gösteriyorsa çocuğun güven duygusu
edinmesi kolaylaşır.
Bebeğin temel güven duygusunun
göstergeleri; beslenme kolaylığı, uyku derinliği, bağırsaklarının gevşekliği ve bakıcı (anne)
yanından ayrılınca ona izin vermesidir.
Yani bebek kolayca beslenebiliyorsa, derin uyku uyuyabiliyorsa ve bağırsakları iyi çalışıyorsa temel güven duygusu edinmekte olduğu sonucu
çıkarılabilir.
Eğer anne ve baba çocuğa aşırı güven verirse, her ağladığında koştururlarsa, aşırı koruyucu
davranırlarsa çocuk Erikson’un duyusal uyumsuzluk dediği durum ortaya çıkar.
Çocuk aşırı güven duyar ve işin kötüsü
yaşamında kendini koruyamaz. Pollyannacılık oynamaya çalışır. Her şeyi en son sınıra kadar
iyiye yormaya çabalar.
Buna karşılık güvensizlik boyutunda yetiştirilen çocuklar çekinmenin kötü eğilimini taşırlar, yani
depresyon, paranoya ve bazen psikozla karakterize edilen içe kapanma özellikleri
gösterirler.
Dengeli ve sağlıklı gelişim umut duygusunu doğurur.
Özerkliğe Karşı Utanç ve Kuşku (1,5-3 Yaş)
Freud’un anal dönemine karşılık gelir. Bu dönemde haz kaynağı, dışkı bölgesi ve ilgili iki
davranış biçimidir.
Erikson, bu davranış biçimini tutma ve fırlatma olarak geniş anlamda ele almaktadır.
Bu dönem tuvalet eğitiminin ağır bastığı dönemdir.
Aynı zamanda bu dönem inatçılık dönemidir.
Bu dönemde çocuklar inatla bir şeyi ellerine alır, inatla onu savunur ve korur veya istemedikleri
şeyleri de yine inatla fırlatır, atarlar.
İstemedikleri şeyi tutturmak da istedikleri şeyi ellerinden almak da zor olur.
Erikson, tuvalet eğitimi sırasında çocuk
azarlanırsa, ayıplanırsa, düşüncesinde utanç ve kendi bedeninden kuşku duygularını geliştirir.
Çocuğun kendini ve çevresini keşfetmesine izin verilir ve desteklenirse, çocuk özerklik duygusu edinirken, engellenen veya girişimleri karşısında
gülünen çocuklar utanç ve kuşku duygusu edinirler.
Özerklik boyutunda aşırılık, içtepkisellik biçiminde ortaya çıkar. Kişi bu durumda
yeteneklerini dikkate almadan her şeye “atlar”, utanma duygusu olmadan istekte bulunur,
vb.
Utanç ve kuşku boyutunda aşırılık ise zorlayıcılık biçiminde ortaya çıkar.
Aşırı kuralcı olan bu kişiler mükemmeliyetçidir, yaptıkları her şeyi tam yapmak zorundadırlar.
Yanlışlardan ne pahasına olursa olsun kaçınmak zorunda olduklarını düşünürler.
Uygun dengenin kurulması iradenin ortaya çıkmasını sağlar.
Çocuk bu dönemi iyi bir şekilde atlatamazsa, Freud’a göre, ileriki yaşlarda koleksiyon yapabilir,
cimri olur (tutar) veya müsrif birisi olabilir (bırakır).
Anal karakter denen kişilik bu dönemin olumsuz geçirilmesinin sonucudur.
Bu kişiler nesnelerle ilişkilerinde sert ve haşindirler. Kararsız olur ve çabuk karar
değiştirirler.
Girişimciliğe Karşı Suçluluk Duygusu (3-7 Yaş)
Freud’a göre fallik dönemdir.
Fallus, erkek cinsel organı anlamına gelir.
Dolayısıyla, bu dönemde kişinin dikkati, ilgisi ve haz duygusu cinsel organlara yönelmiştir.
Erikson, bu dönemde cinsiyetin keşfedildiğini, merak duygusunun yoğun olduğunu söyler.
Merak duygusunun ve cinsiyetin keşfinin
doğrudan bir sonucu tabii ki çocuğun cinsellikle ilgili sorular sorması olacaktır.
Eğer anne baba çocuğun bu türden sorularına uygun cevaplar verebilirlerse, çocuğun
girişimciliği desteklenmiş olur.
Eğer, “ayıp, ayıp! Bunlarla ilgilenme!” gibi engelleyici bir tavır takınırlarsa, çocuk bu
konuları merak etmenin suç olduğu hissine kapılır.
Bu dönemde girişimciliğin aşırılığı merhametsizliği doğurur.
Bu uçtaki kişiler için önemli olan plan ve hedeftir.
Başkalarına ne olduğu önemli değildir. Bu durumun en aşırı biçimi sosyopatlıktır.
Öbür uçta ise engellenme bulunur. Engellenen kişiler çok fazla suçluluk duyarlar.
Cinsel açıdan bakıldığında iktidarsızlık ve soğukluk yaşarlar.
Dengeli ve uyumlu sonuç amaçtır. Amaç duygusu kişilerin kendi hedeflerini
belirleyebilmeleri anlamına gelir.
Başarılı Olmaya (Çalışkanlığa) Karşı Aşağılık Duygusu (7-11 Yaş)
Freud’a göre latent dönemdir.
Bu dönemde cinsellik örtülür. Çocuk bu dönemde önceki cinsel meraklarını ansızın unutur, hatta
karşı cinsi düşman cins ilan eder.
Çocuklar bu dönemde (ilkokul sıralarıdır) kendi cinsleri ile bir araya gelir ve oynarlar.
Erikson, bu dönemi çalışkanlık duygusunun edinildiği dönem olarak tanımlamıştır.
Bu dönem okuma, yazma, hesap gibi temel konuların öğrenildiği dönemdir.
Bu dönemde ana-baba ve aile bireylerine öğretmen ve akranlar eklenmiştir.
Bu dönemde ana-baba cesaret verir, öğretmen korur ve akranlar kabul ederler.
Çocuk okulda bilgi edinirken, kendisi ile aynı yaşlarda olan diğer çocuklarla kendini
karşılaştırır ve kendisinin çalışkan olup olmadığına karar verir.
Bu dönemin aşırı uçlarından biri çok çalışkan olmaktan ileri gelen kısıtlı erdem denen bir
durumdur.
Bu durumun en iyi örneği çocukluğunu yaşamasına izin verilmeyen çocuklardır.
Anne ve babaları onları bir yeterlik alanına
itmişlerdir ve başarılı olmalarını beklemektedirler.
Öte yanda ise tembellik bulunur. Bu durum aşağılık duygusunun yoğunluğunu ifade eder.
Tembel kişiler, bir kez başaramazlarsa bir daha denemeye kalkışmazlar.
Denge durumuna yeterlik denir. Bizi duyarlı kılacak kadar aşağılık duygusu ile birlikte
çalışkanlık duygusu yeterliği oluşturur.
Kimlik Kazanmaya Karşı Rol Karmaşası
Freud’un genital dönemidir. Çocuk cinselliği;
üreme amacına yönelik bir cinsellik değil, daha çok haz almaya yönelik bir cinsellik olmasına karşın ergenlik ile birlikte kişinin cinselliği, üreme amacına
yönelik hale gelir.
Freud bu dönem üzerinde fazla durmamakta, kişinin yetişkin cinsel davranışlarını edindiğini
söylemektedir.
Erikson, ergenlik dönemini insan hayatının en önemli dönemi olarak görmüş ve kuramında
oldukça büyük bir yer vermiştir.
Ona göre ergenlik dönemi kişinin kendisine “Ben kimim?” sorusunu sorduğu ve cevap aradığı bir
dönemdir.
Bu soru, kısmen onun fiziksel ve bilişsel
gelişiminden, kısmen de etrafındaki kişilerin ona artık çocuk gibi davranma(ma)larından ileri gelir.
Bedenindeki değişmeleri fark eden ergen, “bana ne oluyor”, “ben kimim, kim oluyorum”
sorularını sormaya başlar.
Ben kimim sorusuna cevap vermeye çalışırken birey kendini çeşitli roller içinde deneyerek karar
vermeye çalışacaktır.
Bu da özdeşleşme ve taklit mekanizmalarına yol açar.
Özdeşleşmede kişi bir grup veya rol ile özdeşleşir (çete üyeliği gibi).
Taklit mekanizması ise, kişinin ailesi, çevresi veya okulundan veya kitle iletişim araçlarının sunduğu kişilerin taklit edilmesi anlamına gelir.
Kişi bu dönemde başkalarını taklit ederek kendini bulmaya çalışacaktır.
Bu dönemde, kimlik arayışı çeşitli şekillerde yaşanır: Kişi bedensel değişimlerin sonucu olarak, akran grubuna yönelerek onlarda da bu değişikliklerin olup olmadığını öğrenmeye çalışır.
Bu, akran grubuna yönelme, mahremiyet ve güven duygularına önem vermeyi doğurur.
Aynı zamanda, kişi çeşitli kendini anlatma
yollarını deneyerek de kendini tanımaya çalışır:
resim, müzik, öykü, şiir, vb.
Erikson, kişinin bu dönemde bazen
“moratoryum (sorundan) uzaklaşma”
dönemine girebileceğini vurgulamıştır.
Kimlik kazanma çabaları içindeki kişinin durumu, James Marcia’ya göre bağlılık (kararın
kesinliği) ve bunalım geçirme (kararsızlık yaşama) açısından iki boyutta değerlendirilebilir.
Başarılı kimlik statüsüne sahip olan kişiler bunalım geçirmiş ve bir karara varıp
kararlarına bağlanmış olan kişilerdir.
Bunların sorunlarını çözmüş oldukları söylenebilir.
Bu kişilerin aile ilişkilerine bakıldığında kısmen uzak ve reddedici aile ilişkilerine sahip
oldukları görülmektedir. Belki de zorluklar insanı olgunlaştırmaktadır.
İpotekli kimlik statüsüne sahip olan kişiler bunalım yaşamamışlardır, ama bir karara
varmış gibi görünmektedirler.
Tabii ki bu karar daha çok anne-babalarının kararlarıdır.
Zaten aile ilişkilerine bakıldığında da çocuk
merkezli aile ilişkilerinin yoğun olduğu ailelerden geldikleri, başka bir ifadeyle bağımsız karar
vermelerine fırsat bulunmayan (ya izin verilmeyen, ya da gerek duyulmayan) ailelerin çocukları
oldukları görülmektedir.
Moratoryum kimlik statüsü, bunalım
yaşayan, ama çözüm yolu bulmayan kişilerin durumudur.
Özellikle Avrupa ve Amerika’da görülen, kişinin bir süre işlerini ve ilişkilerini askıya alıp
“başıboş” dolaşması moratoryum kimlik statüsü örneği olarak gösterilmektedir.
Bu kişilerin genellikle aile ilişkileri dengesizdir.
Dağınık kimlik statüsü ise, henüz bunalımın yaşanmadığı, bağlanmanın da bulunmadığı
durumu ifade eder.
Bu kişiler en az etkileşim ve yönlendirmenin bulunduğu ailelerden gelme eğilimindedirler.
Öğrenciler açısından bakıldığında, öğretmenler için sorun olan öğrencilerin daha çok moratoryum
kimlik statüsündeki öğrenciler olduğu görülür.
İpotekli kimlik statüsüne sahip olanlar ise bir miktar inatçı olmalarından ve kendi düşüncesi
olmamasından dolayı soruna yol açabilirler.
Dağınık ve başarılı kimlik statüsünde bulunan öğrenciler genellikle öğretmenler için sorun
oluşturmazlar.
Bu dönemde kimlik duygusunun fazlalığı, fanatizmi doğurur.
Hoşgörüsüzlüğü içeren bu durum, tek yolun kendi yolu olduğunu düşünmek demektir.
Ergenlerin idealizmleri de buna eklenince dünyaya siyah-beyaz bir bakış açısı ortaya
çıkar.
Kimlik duygusu yoksunluğu ise yadsıma olarak ortaya çıkar.
Yadsıyan kişiler grup üyeliklerini, kimliklerini, kimlik ihtiyaçlarını reddederler.
Bunu açık bir inkar şeklinde yapabildikleri gibi, birtakım grup ve kliklere (ideolojik veya dinsel
gruplar) katılarak veya yıkıcı etkinliklere (uyuşturucu, alkol, vb.) katılarak da
gerçekleştirebilirler.
Uygun denge durumu sadakattir.
Eksiklik, tutarsızlık ve yanlışlıklarına rağmen toplumda yaşamayı kabullenme demek olan
sadakat, eksikliğin benimsenmesini değil, olabilecek olanın en iyisini yapmaya
çalışmayı ifade eder.
Kimlik Statüleri
Başarılı Moratoryum
Bunalım var; bağlanma
var Bunalım var; bağlanma yok
Uzak ve reddedici aile
ilişkileri Dengesiz aile ilişkileri
İpotekli Dağınık
Bunalım yok; bağlanma
var Bunalım yok; bağlanma yok
Çocuk merkezli aile
ilişkileri En az etkileşim ve yönlendirme
Yakınlığa Karşı Uzaklık (Yalıtılmışlık) (18-25 yaş)
Ergenlik dönemi aynı zamanda kişinin eş ve aile standartlarını oluşturduğu, ekonomik ve duygusal
bağımsızlığa ulaşmaya çalıştığı bir dönemdir.
Ergenliğin ardından kişi belirlemiş olduğu bu standartları uygulamaya sokar ve iş ve eş bulur.
Bu döneme genellikle genç yetişkinlik dönemi adı verilmektedir.
Kişi bu dönemde evinde eşi ile, işyerinde de mesai arkadaşları ve meslektaşları ile yakınlıklar
kurar.
Yakınlık kuramadığı zaman toplumdan
yalıtılmışlık ve terk edilmişlik duyguları ağır basar.
Bağlanma korkusu bu dönemde en sık yaşanan duygudur.
Bu duygu bazen açıkça ifade edilse de, çoğunlukla gizlidir.
İnsanlar “okul bitince evleneceğim”, “iş bulunca evleneceğim”, “evim olunca evleneceğim” gibi bahaneler öne sürerek de bağlanma korkularını
gizlemeye çalışabilirler.
Bu dönemin uç noktalarından biri serbestçe, kolayca ve derinlikten yoksun yakınlık kurma
eğilimidir.
Bu; arkadaş, komşu ve tüm toplumla ilişkiler için doğru olabilir. Seçimsizlik durumu da denebilir.
Öbür uçta ise dışlama vardır.
Dışlama, kişinin kendini aşktan, arkadaşlıktan ve toplumdan dışlaması ve yalıtması demektir.
Başarılı denge durumu ise aşk olarak adlandırılmıştır.
Burada aşk, karşılıklı bağlılık yoluyla farklılık ve zıtlıkların bir kenara atılabilmesi anlamına gelir. Sadece iyi bir evlilikte değil, arkadaşlar arasında, komşulara karşı, iş arkadaşlarına karşı ve vatandaşlara karşı bile yaşanabilir.
Üretkenliğe Karşı Durgunluk (Verimsizlik)
Bu dönem yetişkinlik dönemidir. Bu dönemde kişi evinde çocuk yetiştirerek, işinde atılımlar yaparak
verimli olmaya çalışır.
Bu verimlilik duygusunu yaşayamayan bireyler verimsiz oldukları duygusuna kapılırlar. Erikson’a
göre verimlilik, yaşlıların “ihtiyaç duyulma ihtiyacını” karşılayan her şey olabilir.
Bu dönemin uç özelliklerinden biri aşırı yayılma adını taşır. Kişi bu durumda, öyle çalışır ki
kendine zaman ayıramaz.
Öbür uçta ise reddedicilik vardır. Bu durumdaki kişi çok az verimlidir ve çok fazla verimsizlik yaşar, topluma katkıda bulunmaya çalışmaz.
Denge durumu, bakım veya özen olarak
adlandırılabilir. Kişi başkasına özen gösterdiği ve ona “baktığı” zaman dengeye ulaşmış demektir.
Bu dönem ortayaş krizinin yaşandığı dönemdir.
Bu krizde bazı kişiler “ben ne için çalışıyorum?”
sorusunu sorarlar.
Erkekler bu durumu daha çok yaşarlar.
Eşlerinden ayrılır, işlerini bırakır, yeni elbiseler alır ve bekarların gittikleri yerlere gitmeye
başlarlar.
Kuşkusuz, aradıkları şeyi nadiren bulabilirler, çünkü yanlış şeyi aramaktadırlar.
Benlik Bütünlüğüne Karşı Ümitsizlik (Umutsuzluk)
Kişi, bu hayatın bitmekte olduğunu görerek,
“şimdiye kadar yaşadığım hayatı, iyi
yaşayabildim mi? Bir daha dünyaya gelsem gene aynı hayatı yaşamak ister miyim? Yaşamım
yaşanmaya değer miydi?” gibi yaşamı
değerlendirici sorulara cevap aramaya başlar.
Eğer kişi, yaşamının yaşanmaya değer olduğuna karar verirse, iyi ve kötü yanlarıyla yaşamı ile
barışabilirse, benlik bütünlüğüne ulaşır.
Eğer pişmanlıklar ve esef dolu bir hayat
geçirdiğini düşünüyorsa, umutsuzluk yaşayacak demektir, çünkü artık geri dönüp düzeltme veya
başka türlü yapma olanağı yoktur.
Bireyler bu dönemde daha dindarlaşır, hacca gider, dini etkinliklere daha sık katılmaya
başlarlar.
Bu dönemi zorlaştıran çeşitli nedenler vardır:
Toplumdan kopuş başlar, işten kopuş yaşanır, anne-babalık görevleri biter, artık onun katkısına
ihtiyaç duyulmadığı duygusuna kapılınır.
Biyolojik açıdan beden her şeyi yapamaz hale gelir. Yaşlılık hastalıkları (ağrılar, şeker, kalp rahatsızlıkları, göğüs ve prostat kanserine ilgi, vb.) ortaya çıkmaya başlar. Daha önce olmayan
korkular (örn. düşme) ortaya çıkar. Ölümler meydana gelir.
Bu dönemde benlik bütünlüğünü varsaymak bir uçta yer alır. Kişi aslında benlik bütünlüğüne
ulaşamamıştır, ama ulaşmış olduğunu varsaymaktadır.
Öte yandan, küçük görme denen durumda ise kişi kendini küçük görmeye başlar.
Denge durumunda erdem kazanılır. Erdem, ölüme korkusuzca yaklaşabilmektir.
CARL ROGERS VE
BENLİK KURAMI
Carl Rogers, İnsancıl (hümanistik) yaklaşımın öncülerindendir.
İnsancıl psikologlar, insanı temelde iyi, akılcı, uygun koşullar olduğunda gelişmeye ve değişmeye eğilimli varlıklar olarak görürler.
Rogers’ın kişilik teorisindeki en önemli kavram benliktir.
Rogers'a göre bireyin kişiliğini ve davranışlarını benlik kavramı etkilemektedir.
Benlik kavramının gelişmesinde bireyin çevresi özellikle sosyal çevresi çok güçlü bir etkiye
sahiptir.
Bebeklik ve çocukluk dönemlerinde, bireyin başkaları tarafından değerlendirilme tarzı, onun
olumlu veya olumsuz benlik kavramı geliştirmesine neden olur.
Özellikle kendisine yakın olan kişilerin tutumları önemlidir.
Çocuk bu kişilerin değer verdikleri davranışları benimseyerek, onların değer vermediği
davranışlardan kaçınmaktadır.
Zamanla bireyin özdeşleştiği bu değerler, onun değerler sistemini oluşturur.
Algılanan yaşantılar ne kadar çok gerçeğe yakınsa başka bir deyişle çarpıtılmadan,
reddedilmeden algılanıyorsa yani benlik kavramı ne kadar güçlüyse birey de o denli sağlıklıdır.
Benlik kavramı ile ilgili yapılan birçok araştırmada aile yapısının ve tutumlarının
önemli olduğu sonucu ortaya çıkmıştır.
Çocuğa değer verilen, aile içi iletişimin yüksek olduğu, çatışmasız, demokratik ve çocuğu
destekleyen ortamların, benlik kavramının güçlü olması için en elverişli ortamlar olduğu
görülmüştür.