• Sonuç bulunamadı

Türkiye de Finansallaşma: Borç Kıskacında Emek. İçindekiler

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Türkiye de Finansallaşma: Borç Kıskacında Emek. İçindekiler"

Copied!
238
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

1

Türkiye’de Finansallaşma: Borç Kıskacında Emek

İçindekiler

İçindekiler ... 1

ÖNSÖZ ... 3

TEŞEKKÜR ... 6

GİRİŞ ... 7

1. BANKACILIK VE TÜKETİCİ KREDİLERİNE DAİR BİR ANALİZ ÇERÇEVESİ .. 18

Anaakım İktisatta Bankacılık ve Tüketici Kredisinin Ele Alınışı ... 21

Bankacılık ve Tüketici Kredisinin Politik İktisadi Analizi ... 33

2. FİNANSALLAŞMA, GEÇ KAPİTALİSTLEŞMİŞ ÜLKELER VE HANEHALKI BORÇLANMASI ... 53

Finansallaşma Kavramına Genel Bir Bakış ... 55

Geç Kapitalistleşmiş Ülkelerde Finansallaşma ... 59

Kamu Borç Piyasalarının Gelişmesi... 59

Hanehalkı Gelirinin Finansallaşması ... 71

Hanehalkı Borçlanması Artışı Ardında Yatan Arz ve Talep Yönlü Dinamikler .... 77

Bitirirken: Bankalar ve Ücretli Çalışanlar Arasında Derinleşen Eşitsiz İlişki ... 88

3. TÜRKİYE EKONOMİSİNİN FİNANSALLAŞMASI: BANKALARIN KAMU AÇIĞI FİNANSMANINDAKİ ROLLERİ ... 90

1980 Sonrası Finansal Liberalleşme ... 91

2001 Krizine Giden Süreç ... 98

4. TÜRKİYE EKONOMİSİNİN FİNANSALLAŞMASI: 2001 KRİZİ SONRASI HANEHALKI BORÇLANMASINDAKİ ARTIŞ ... 100

Hanehalklarının Artan Borçlanma Talepleri ... 101

Üretim ve Dış Ticaret Yapısındaki Gelişmeler ve Emek Piyasası ... 101

Tüketim Dinamikleri, Tüketici Kredilerinin Bileşenleri ve Hanehalkı Gelirinin Finansallaşması ... 109

Bankaların Bir Kâr Kaynağı Olarak Hanehalklarına Yönelmeleri ... 118

2001 Krizi Sonrası Bankacılık Sektörü Reformları ... 120

Değişen Para Ve Maliye Politikalarının Bankacılık Sektörü Üzerindeki Etkileri . 125 Artan Dış Borçlanma Olanakları ... 134

Sektöre Yabancı Banka Girişleri ... 141

5. AMPİRİK ANALİZ İÇİN YÖNTEMBİLİMSEL ÇERÇEVE ... 146

Niceliksel ve Niteliksel Yöntemlere Dair Farklı Yöntembilimsel Yaklaşımlar ... 146

Neden Karma Yöntem?... 152

Araştırmanın Tasarımı: Araştırma Alanı ve Örneklem Oluşumu ... 153

(2)

2

Veri Toplama Yöntemleri ... 155

Verilerin Analizi ... 158

6. İŞÇİLERİN BORÇLANMASINA DAİR SAHA ÇALIŞMASI SONUÇLARI: NİCELİKSEL VERİLERİN ANALİZİ ... 159

Katılımcıların Sosyoekonomik Özellikleri ... 160

Gelir ve Harcamalar ... 163

Borçlanma: Borç ve Kredi Çeşitleri ve Borcu Çevirme Kapasitesi ... 167

Banka Hizmetlerine Erişim ve Banka Hizmetleri Kullanımı ... 170

Banka Kredileri ... 177

Kredi Kartları ... 180

Finansal Eğitim ve Finansal Farkındalık ... 183

Tasarruflar ve Emeklilik ... 188

Kadın Katılımcılara Dair Anket Sonuçları ... 190

Anket Sonuçlarının Değerlendirilmesi ... 193

7. İŞÇİLERİN BORÇLANMASINA DAİR SAHA ÇALIŞMASI SONUÇLARI: NİTELİKSEL VERİLERİN ANALİZİ ... 195

Örnek Vaka #1: Yeni Tüketim Kalıplarına Ayak Uydurmak ... 196

Örnek Vaka #2: 2008 Krizi ve Emek Piyasası Düzenlemeleri ... 199

Örnek Vaka #3: İşçilerin Borçla İlgili Algılarındaki Kültürel Değişimler ... 202

Örnek Vaka #4: Borçlanmayla Birlikte İşgücüne Katılımın Artması ... 204

Örnek Vaka #5: 2008 Krizi, Tersanede Yevmiyeli İşçi Olmak ... 205

Mülakat Sonuçlarının Değerlendirilmesi ... 209

SONUÇ ... 212

KAYNAKÇA ... 221

(3)

3

ÖNSÖZ

Dünya kapitalizminin 1973-4 büyük krizinden sonraki kırk yıllık süreçte ciddi bir dönüşümden geçtiği genel kabul gören bir görüştür. Ne var ki, bütün tarihsel dönüşüm süreçleri için geçerli olduğu gibi, bu dönem için de değişimin içeriğini açıkça ortaya koymak zordur. Örneğin gelişmiş ülkeler açısından bakacak olursak son kırk yıllık süreç; büyüme oranlarının görece düşük seyrettiği, işsizliğin yüksek olduğu, üretkenlik artışlarının zayıf kaldığı ve gelir eşitsizliğinin ciddi şekilde arttığı bir döneme karşılık gelmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde ise, ciddi performans farklılıkları gözlenmekle birlikte, Çin başta olmak üzere pek çok ülkede dinamik bir sanayi kapitalizmi ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda bu süreçte dünya imalatının ağırlık merkezi ‘Üçüncü Dünya’ya kaymış; Çin’de, Kore’de, Hindistan’da ve pek çok ülkede yüksek üretkenlik artışları gözlenmiştir. Türkiye gibi ülkelerin de küresel iş bölümüne eklemlenmeleri ve uluslararası ekonomide giderek paylarının arttırmaları sonucu dünya piyasası hızla genişlemiştir. Son olarak, dönemsel dalgalanmalara rağmen, doğrudan yabancı yatırımların ve portföy akımlarının artmaya devam etmesiyle birlikte sermaye ihracı kayda değer şekilde artmıştır. Bütün bu gelişmelere paralel olarak, dünya ölçeğinde güç dengeleri –siyasi ve askeri olarak emperyal hâkimiyetin niteliği- önemli ölçüde değişmiştir.

Her ne kadar ABD ve Avrupa ülkeleri kapitalist kalkınmanın tarihsel üsleri olarak hâkim konumlarını sürdürseler de, bu ülkelerin görece zayıflamalarıyla birlikte yavaş yavaş gelişen bu yeni dünya, yeni bir dizi güç merkezinin ortaya çıkmasına sahne olmuştur.

Bütün bunlara rağmen, hem yerel hem de uluslararası piyasalar açısından bu süreçteki belki de en ciddi değişim finans alanında yaşanmıştır. Finansal sistem, küresel alanda faaliyet gösteren devasa bankaların ortaya çıkması ve finansal piyasalarda dünya ölçeğinde işlem hacminin olağanüstü artmasıyla çarpıcı şekilde büyümüştür. Finansal kurumlar yurtdışında da faaliyet göstermeye başladıkça, doğrudan yabancı yatırımların çoğu üretken faaliyetler yerine finansal faaliyetleri temsil eder hale gelmiştir. Aynı zamanda, 1970 öncesinde ancak kısmi olarak var olan finansal araçların, türev araç çeşitlerinde olduğu gibi, şaşırtıcı derecede çoğalmasıyla çok büyük ölçekli yeni piyasalar ortaya çıkmıştır. Finansal alandaki tüm bu gelişmelere rağmen, yine de bu yeni piyasaların temel aktörleri küresel alanda faaliyet gösteren devasa bankalar olmaya devam etmiştir.

Görmezden gelinemeyecek önemli bir nokta da kapitalist sistemdeki bu dönüşümün elbette ki çok önemli toplumsal etkilerinin olduğudur. Bu dönemde finans, üretken sermaye için giderek daha önemli bir kâr kaynağı haline gelirken pek çok farklı kesimden birey ve kurum da giderek finansal faaliyetlerini arttırmışlardır. Bununla birlikte, finansal

(4)

4

faaliyetlerden elde edilen gelir, eşitsizliği arttırarak toplumsal farklılaşmayı hızlandırmıştır.

Diğer taraftan, finansal gereksinimler ve imtiyazlar kentsel mekânlarda hâkimiyetlerini arttırıp, hanehalklarının ve ücretli işçilerin konuta erişimlerini belirler hale geldikçe şehirler de dönüşüme uğramıştır. Finansı önemli bir gelir kaynağı olarak gören yeni toplumsal kesimler devletle bağlarını olağanüstü biçimde kuvvetlendirmişler ve böylelikle çıkarlarının kamu politikalarının belirlenmesinde giderek daha önemli hale gelmesini sağlamışlardır. Bu noktada şunu da belirtmek gerekir ki, bu yeni toplumsal gruplar kapitalizmin daha önceki dönemlerinde olduğu gibi gelirlerini sahip oldukları ödünç verilebilir paradan elde eden rantiyelerden farklı bir kesime karşılık gelmektedir. Aslında bu gruplar finansal sisteme yeteneklerine, bilgilerine ve güçlerine bağlı olarak çok farklı yollarla eklemlenmiş kişilerden oluşmaktadır. Her ne kadar elde ettikleri gelirler doğrudan finansal kârlarla ilişkili olsa da, bu gelirler genellikle ücret ya da maaş ödemeleri gibi yanıltıcı biçimlere bürünmektedir.

Günümüz kapitalizminin tuhaf paradoksu; zenginlerin, sahip oldukları akıl almaz servetin çalışmalarının bir karşılığı olduğu yanılsamasıdır.

Peki son kırk yılda meydana gelen bu önemli değişimleri kapitalizmin küreselleşmesi olarak ele almak mümkün müdür? Bu sorunun cevabı hayırdır. Ekonomi politik açıdan küreselleşme kavramı kapitalizmin tabiatı gereği uluslararası bir sistem olması sebebiyle bile çok az anlam ihtiva etmektedir. Kapitalist ilişkiler kuşkusuz eski Doğu Bloğu, ve tabi ki Çin dâhil olmak üzere küresel ölçekte saldırgan bir biçimde yayılmıştır. Fakat bu gelişme, içinde bulunduğumuz dönem ya da başka bir zaman dilimi için kapitalizmin tanımlayıcı bir özelliği olmaktan çok uzaktır. Yine benzer bir şekilde bu dönüşüm, iktisadi politikalarda son derece önemli rol oynamış olan birtakım ideolojileri tanımlayan neoliberalizm kavramıyla da ele alınamaz. Piyasaların kuralsızlaştırılması, zenginlerin ödedikleri vergilerin azaltılması, emekçilerin ücretleri ve çalışma koşulları üzerindeki baskıların artması ve neoliberalizmin benzer başka özellikleri kapitalizmin dönüşümü açısından son derece önemli rol oynamış olsalar da; tarihsel bir değişimin kökleri bu ve benzeri siyasi ya da ideolojik etmenlerden çok daha derinlerde yatmaktadır.

Marksist ekonomi politik açısından, kapitalizmin son kırk yıldaki dönüşümünü en iyi anlatacak terim finansallaşmadır. Günümüz kapitalizmi, finansal işlemler hacminin hızla artması ya da finansın politikaya etkisinin genişlemesinden çok daha fazlasını kapsayacak şekilde finansallaşmıştır. Finansallaşma, aynı zamanda, sınai ve ticari işletmelerin idaresindeki dönüşümü, bankalar ve diğer finansal kurumların faaliyetlerindeki değişimi ve çok daha çarpıcı olarak bireylerin ve hanehalklarının finansal faaliyetlere giderek artan

(5)

5

katılımlarını da beraberinde getirmiştir. Borç ve finansal varlıklar; istihdam, konut, eğitim, sağlık, emeklilik ve benzeri pek çok alana etki ederek hanehalkı davranışlarının da belirleyici bir boyutu haline gelmiştir. Finans bunların yanında hanehalklarının ahlaki bakış açılarını ve işçilerin iş yerlerinde nasıl yönetildiğini de etkilemiştir. Özellikle borçlanma hem gelişmiş hem gelişmekte olan ülkelerde işçilerin ve diğer toplumsal kesimlerin üzerinde önemli bir yük haline gelmiştir.

Tam da bununla bağlantılı olarak, Elif Karaçimen’in çalışması finansallaşma yazınına önemli bir katkı yapmaktadır. Yazar, hem mülakatlardan hem de niceliksel analizden oluşan itinalı bir araştırma yoluyla, Türkiye’de belli bir kesim ücretli çalışan üzerinden borçlanma eğilimlerini belgelemektedir. Türkiye kapitalizmi geçtiğimiz kırk yıl boyunca önemli ölçüde değişmiştir ve bugün finans, Türkiye’de kapitalist sistemin işleyişinde merkezi bir role sahiptir. Finansallaşma büyük girişimlerin ve bankaların yönetimini etkileyecek çok önemli değişimlere neden olurken, hanehalkları ve bireylerin yaşamlarını da ciddi biçimde şekillendirmektedir. Borçlanmanın ve kredi kullanımının çoğu zaman en güvencesiz işlerde istihdam edilen işçilerin bile finansal kurumlar yoluyla borçlanabilmelerini de içeren ilginç ve karmaşık yönleri Karaçimen’in çalışmasında açıkça ortaya konmaktadır. Bu eğilimler finansallaşmanın temel özelliklerinden birini oluşturan ve finansal kurumların işçi ücretlerinden doğrudan kâr elde etme pratiklerini kavramsallaştırmak için kullanabileceğimiz

“finansal el koyma” sürecinin de kökeninde yatıyor. Karaçimen çalışmasında finansallaşma döneminde yeni bir görünüm kazanan sömürü ve baskının özgün yönlerine dair çok önemli bilgiler sunmaktadır.

Elif Karaçimen Türkiye’de ve başka yerlerde politik iktisat alanında yeni yollar açacak köklü bir araştırma gerçekleştirmiştir. Finansallaşmış kapitalizm sermaye birikiminin eski merkezlerini egemenliği altına alan ve şimdi de gelişmekte olan ülkelerde hızla ilerleyen sömürüye dayalı ve istikrarsız bir sistemdir. Gelişmekte olan ülkelerde, özellikle işçiler ve diğer toplumsal kesimler üzerindeki etkileri henüz yeterince anlaşılmamıştır. Türkiye ve diğer gelişmekte olan ülkelerdeki politik iktisatçılar, kapitalizmin bu yeni biçimini anlamaya ve analiz etmeye yönelik önemli katkılar yapabilirler. Elif Karaçimen bu yönde önemli bir adım atmıştır ve ileride bu çalışmalarına mutlaka devam edecektir. Zira Marksizmin ve politik iktisadın geleceği bu yöndedir.

Costas Lapavitsas Ağustos 2014

(6)

6

TEŞEKKÜR

Bu kitap 2012 yılı Aralık ayında Londra Üniversitesi, SOAS, iktisat bölümünde savunduğum tez çalışmama dayanmakta. Tüketici kredisi ve hanehalkı borçlanmasındaki artış Türkiye’de henüz son on yıldır gündemde olan ve her geçen gün yeni gelişmelerin yaşandığı bir alan. Bu nedenle, çalışmayı kitaba dönüştürürken elimden geldiğince verileri güncellemeye, son dönem gelişmelere de değinmeye ve metinde kısaltmalar yapmaya çalıştım. Fakat genel itibariyle tezdeki ana kurguyu ve anlatımı değiştirmedim. İngilizce olarak yazdığım tezi sonradan Türkçeye çevirmiş olmamın zaman zaman kendi yazdığım metne yabancılaşmış hissetmeme neden olduğunu söylemek isterim. Her ne kadar metni belli aralıklarla tekrar tekrar okuyarak bu nedenle oluşacak bir rahatsızlığın önüne geçmeye çalıştıysam da, dilde yeterince akışkanlığı sağlayamadığım kısımların olabileceğini baştan kabul ediyorum.

Elbette bu çalışmanın ortaya çıkmasında pek çok kişinin önemli katkıları oldu.

Öncelikle SOAS’taki tez danışmanın Costas Lapavitsas’a tüm doktora sürecim boyunca her türlü desteğinden dolayı teşekkürü bir borç bilirim. Costas Lapavitsas gibi alanında son derece yetkin ve öğrencilerine her türlü akademik faaliyet için sonsuz teşvik sunan bir bilim insanıyla çalışmış olmaktan dolayı kendimi çok şanslı hissediyorum. Kuşkusuz SOAS’ta olmak sadece tez danışmanımla değil daha pek çok özel insanla tanışma ve birlikte çalışma imkânı sundu. SOAS’ta ders aldığım hocalarımın yanı sıra Research on Money and Finance çalışma grubunda birlikte ürettiğimiz, tartıştığımız, sonrasında çalışmalarımı okuyan ve önerilerde bulunan tüm arkadaşlarıma ayrı ayrı teşekkür ediyorum. SOAS bana sadece dünyanın farklı ülkelerinden insanlarla bir araya gelme fırsatı tanımadı. Orada olduğum süre boyunca, Türkiye’de çeşitli üniversitelerde çalışan pek çok muhalif akademisyenle de tanışma ve pek çoğuyla uzun yıllar süreceğini bildiğim dostluklar kurma imkânım oldu.

Doktoraya yeni başladığım günlerde danışmanımın odasında tanıştığım sonrasında hem tez konum hem alan çalışmamla ilgili her türlü desteği sunan, dostluğu benim için çok şey ifade eden Nuray Ergüneş bu kişilerden biridir. Her daim dostça olmakla birlikte, eleştirel bir gözle yazdıklarımı okuyan, her ihtiyacım olduğunda tereddütsüz yanımda olacağını hep hissettiren Mert Karabıyıkoğlu, gerektiğinde yurt odasını ve yemeğini ama en önemlisi içten arkadaşlığını paylaşan Pınar Çakıroğlu, Londra’ya yolları düştüğü ve tanıştığım için kendimi şanslı hissettiğim pek çok arkadaşımdan biri olan ve bu kitabın ilk halini okuyan Ferda Karagöz ve isimleri uzunca bir liste oluşturacak daha nice güzel insan iyi ki hayatıma girdiler.

(7)

7

Bu çalışma tabi ki sadece Londra’da bulunduğum günlerin bir ürünü değil. Tez yazdığım süre boyunca her türlü desteği sunan, benimle birlikte her türlü sevincimi ve sıkıntımı paylaşan, alan çalışması esnasında güneşin altında saatlerce sanayi sitelerinde, tersanelerde, fabrikalarda bana yoldaş olan Musa Çopur’a ne kadar teşekkür etsem azdır biliyorum. Lisans yıllarım ve sonrasında hep yanımda olan ve kitapla ilgili de desteğini esirgemeyen dostum Gülçin Manzak’ı da anmadan geçemem. Yine alan çalışması esnasında Birleşik Metal İş Sendikası’yla iletişim kurmamı sağlayan Gaye Yılmaz’a, adlarını tek tek sayamadığım ama bana her türlü desteği sunan, yardımcı olmaktan hiç imtina etmeyen iş yeri sendika temsilcilerine, tersanelere gitmeme vesile olan ve benimle gelen Nevra Akdemir’e ve çalışmaya katılan, katkı sunan herkese tek tek teşekkür ediyorum. Ayrıca burs başvuru döneminde beni teşvik eden ve çalışmanın ilk taslağını okuyup önerilerde bulunan Hasan Cömert’e de teşekkür etmek isterim. SOAS’ta yüksek lisansımı tamamlayıp Rize’de yapmam gereken mecburi hizmetten gözüm korkunca beni Türkiye’ye dönme kararımdan döndüren, ODTÜ’deki lisans ve yarım bıraktığım yüksek lisans eğitimim boyunca hem hocalığından hem insanlığından çok şey öğrendiğim ve akademisyen olmayı istememde önemli etkisi olan Fikret Şenses’e de minnettarım. Kitabın yayınlamasında emeği geçen Serap Kurt’a ve tüm SAV çalışanlarına da çok teşekkür ediyorum. Ayrıca bu süreçteki tüm destek ve yüreklendirmeleri için Ahmet Haşim Köse’ye en derin teşekkürlerimi sunuyorum.

Son olarak hayatımın her aşamasında olduğu gibi, bu çalışmanın da başından sonuna kadar her türlü desteği veren, her daim arkamda olduklarını bildiğim ve bunun için de kendimi hep daha güçlü hissettiğim anneme, babama ve abime yürekten teşekkürler.

GİRİŞ

Finans, kapitalizmin tarihi boyunca, sermayenin birikiminde ve dolaşımında her daim önemli rol oynamıştır. Ne var ki geçtiğimiz son otuz kırk yıldır finansın kapitalist ekonomilerdeki rolünün giderek arttığını ve derinleştiğini gözlemlemekteyiz. Finansallaşma yazınında sıkça tartışıldığı üzere, bu süreçte başta merkez kapitalist ülkeler olmak üzere pek çok ülkede finansal alanda bir dizi dönüşüm yaşandı. Şirketlerin hissedar değerine bağlı olarak yeni bir yönetişim tarzının gelişmesi, türev araçlarda ve menkul kıymetleştirmelerde artış, finansal aracıların rollerinin azalması, finansal krizlerin sıklaşması gibi gelişmeler bu sürecin en göze çarpan unsurları arasında yer aldı. Yine bu dönemde gözlenen önemli bir gelişme ise finansın bireylerin hayatlarında daha önceden hiç gözlenmediği şekilde yer

(8)

8

edinmesiydi. Bunun en açık göstergelerinden birisi pek çok ülkede muazzam şekilde artan hanehalkı borçlanması oldu. Bu çalışma Türkiye özelinde artan hanehalkı borçlanmasının nedenleri ve sonuçları üzerinde durmaktadır.

Esasen son dönemde giderek ön plana çıkmış olsa da, tüketici kredisi kullanımı, içinde bulunduğumuz çağa özgü bir olgu değil. Tefecilikten rehineciliğe kadar bireylere enformel yollarla kredi açılması tarih öncesi zamanlardan beri süregelmektedir (Finlay, 2009). Fakat 20. yüzyılda teknolojik gelişmelerin de etkisiyle tüketici kredisi verme pratiklerinin önemli ölçüde değiştiğini gözlemliyoruz. İkinci dünya savaşı sonrası dönem, özellikle Amerika’da, hanehalklarının ev ve dayanıklı tüketim eşyası almak için tüketici kredisi kullanımlarında hızlı bir artış görüldü. 1970 sonrasında ise kredi kullanımı giderek ücretli çalışanların hayatlarında daha çok yer edinmeye başladı. Böylelikle, erken kapitalistleşmiş ülkelerde tüketici kredisiyle birlikte hanehalkı borçlanması da hızla arttı. Geçtiğimiz on yılda ise, halen görece daha düşük seviyelerde de olsa, geç kapitalistleşmiş ülkelerde de tüketici kredisi kullanımında ve hanehalkı borçlanmasında kayda değer bir artış yaşandı (IMF, 2006).

Son kırk yıl boyunca tüketici kredisi kullanımında gözlenen artışla ilgili altı çizilmesi gereken temel husus, bu artışın tarihsel olarak özgün bir duruma işaret etmesidir. Bu özgünlük sadece tüketici kredisi kullanımın daha önce görülmemiş seviyelere ulaşmış olmasından değil; aynı zamanda alacaklı borçlu ilişkilerinin dönüşmüş olmasından, kredi sisteminin işlediği sosyoekonomik koşulların farklılaşmasından ve toplumda kredi ve borca ilişkin algıdaki değişimden de kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, son dönemde tüketici kredilerinin yaygınlaşması ve hanehalkı borçlanmasındaki artışa dair tutarlı bir analiz yapabilmek için tüm bu etmenleri dikkate almak gerekir.

Son yıllarda, finansın giderek bireylerin hayatlarında daha fazla rol oynamasını yukarıda bahsi geçen unsurları da göz önüne alarak inceleyen pek çok çalışma yapılmıştır (bkz. Bryan vd., 2009; Dos Santos, 2009; Dymski, 2009; Lapavitsas, 2009a, 2009b). Fakat bu çalışmalar konuyu genellikle erken kapitalistleşmiş ülkeler özelinde ele almışlardır. Bu çalışma, finansın gündelik hayatta artan rolünün önemli bir ayağı olarak hanehalkı borçlanmasını, Türkiye özelinde geç kapitalistleşmiş ülkeler açısından değerlendirmektedir. Türkiye’de son on yılda pek çok benzer Latin Amerika ve Doğu Asya ülkesinde de gözlendiği gibi tüketici kredisi kullanımında hızlı bir artış yaşanmıştır. Bu durumun doğal bir sonucu olarak hanehalkı borçlanmasında da toplumda kaygı verici derecede hızlı bir artış olmuştur. Esasında, Türkiye’de kredi kullanarak mal ve hizmet satın almak toplumda geçmişi çok uzun yıllara dayanan bir gelenek değildir. Kredi kartlarının kullanımı ilk defa 1970’lerde, bankaların tüketicilere kredi vermesi ise 1988’de başlamıştır (Bilgin & Yavaş, 1995). 2003 yılına kadar

(9)

9

tüketici kredisi ve kredi kartı kullanımı sınırlı kalmış; fakat bu tarihten sonra hanehalklarının kredi kullanımında çok hızlı bir artış görülmüştür. Bankaların kullandırdığı tüketici kredileri ve kredi kartları toplam tutarının GSYH’ye oranı 2002 yılında %1,8 iken 2013 yılında bu oran %21,2’e yükselmiştir. Grafik 1.1’den de görülebileceği gibi bu hızlı artışta hem kredi kartı hem de ev ve ihtiyaç kredilerinin kullanımlarının artması önemli rol oynamıştır. Bu duruma paralel olarak, hanehalkına verilen kredilerin bankacılık sektörünün özel sektöre tahsis ettiği toplam krediler içindeki payı 2002 yılında %13,3’ten 2012 yılında %33,7’ye çıkmıştır.

Grafik 1.1: Tüketici Kredilerinin GSYH’ye oranı, 2002Q4-2012Q4

Kaynak: BDDK ve TÜİK verilerinden hesaplanmıştır.

Not: GSYH çeyrek dönem verilerinin toplamı bir yıla yuvarlanarak hesaplanmıştır. İhtiyaç kredisi verileri sadece 2004 sonrası için mevcuttur.

Tüketici kredilerindeki bu hızlı artış doğal olarak yansımasını hanehalkı borçlanmasındaki yükselişte bulmuştur. Hanehalkı borçlanmasının GSYH’ye ve hanehalkı harcanabilir gelirine oranındaki hızlı artış Grafik 1.2’de görülmektedir. Grafikte görüldüğü gibi hanehalkı borcunun hanehalkı harcanabilir gelirine oranı 2003 yılından 2012 yılına kadar geçen süreçte yaklaşık yedi kat artış göstererek %48.8’e ulaşmıştır.1 Burada dikkat edilmesi gereken bir husus, hanehalkı borcu giderek artarken hanehalkı varlıklarında nasıl bir değişim

1 Burada bir noktaya dikkat çekmek gerekiyor. Merkez Bankası borcun hanehalkı kullanılabilir gelirine oranını verirken hanehalkı kullanılabilir gelirine ait verileri TÜİK hanehalkı bütçe anketlerinden hesaplamaktadır. Fakat anketlerden elde edilen veriler, makro verilerdeki özel sektör kullanılabilir gelir verilerinden farklılık göstermektedir. Bunun esas sebebi anketlerde, hanehalklarının gelirlerini olduğundan düşük beyan etme eğiliminde olmalarıdır. Dolayısıyla Merkez Bankası’nın hanehalkı borcunun hanehalkı kullanılabilir gelirine oranına ilişkin hesaplamalarının olması gerekenden yüksek olma olasılığı göz önünde bulundurulmalıdır. Yine de bu veriler bu oranın 2000’li yıllarda ne kadar hızla arttığını göstermesi bakımından önemlidir.

0%

5%

10%

15%

20%

25%

Toplam Tüketici Kredileri/GSYH Kredi Kartları/GSYH

Ev Kredileri/GSYH Taşıt Kredileri/GSYH

İhtiyaç Kredileri/GSYH

(10)

10

yaşandığıdır. Eğer borçlanmadaki artışa varlıklarda da benzer bir artış eşlik ediyorsa, hanehalkı finansal varlıklardan elde ettiği gelirle borç yükünü hafifletecektir. Türkiye özelinde bu durumu değerlendirecek olursak, hanehalkı borçlanmasındaki artışa varlıklarda benzer bir artışın eşlik etmediğini gözlemlemekteyiz. 3. bölümde daha ayrıntılı ele alındığı gibi, incelenen dönemde hanehalkı varlıklarındaki artışın borçlanmadaki artışa göre çok geride kalmış, hanehalkı yükümlülüklerinin hanehalkı varlıklarına oranı 2003 yılında %8,5’ten 2012 yılında %49,4’e yükselmiştir.

Grafik 1.2: Hanehalkı Borçluluk Göstergeleri (%), 2003-2012

Kaynak: TCMB (2007, 2008, 2010, 2011b, 2013).

Not: Hanehalkı borcu, bankalar ve diğer finansal kurumlar tarafından verilen tüketici kredisi ve kredi kartları bakiyeleri toplamından oluşmaktır. 2008 sonrası veriler TOKİ’nin ev satışlarıyla ilgili yükümlülüklerini de kapsamaktadır.

Kişilerin giderek daha fazla borçlanmaları omuzlarına sadece krediyi geri ödemek için gelecekte yapacakları ödemelerin değil aynı zamanda faizin ağırlığını da yüklemektedir. Faiz ödemeleri, hanehalklarının, kullandıkları kredinin karşılığı olarak gelirlerinin bir kısmını finansal kurumlara transfer etmeleri anlamına gelmektedir. Bir ülkede tüketici kredileri ve kredi kartlarına uygulanan faiz oranları ne kadar yüksekse gelirin faiz ödemeleri olarak finansal kurumlara aktarılan kısmı da o denli yüksek olacaktır. Bu anlamda, borçlanmayla ilgili bakılması gereken önemli bir gösterge faiz ödemelerinin hanehalkı kullanılabilir gelirine oranı yani bir diğer deyişle hanehalkı borç servis oranıdır. Türkiye’de bu oran 2003 ve 2008 yılları arasında %2,2’den %5,6’ya yükselmiştir (Grafik 1.2). Özellikle kredi kartlarıyla ilgili olarak, yüksek faiz oranları hanehalkı borç servis yükü artışında önemli rol oynamıştır. 2008 yılı sonrasında hanehalkı faiz ödemelerinde belli bir düşüş yaşanmıştır. Bu düşüşte kredi

0 1 2 3 4 5 6

0 10 20 30 40 50 60

2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 2011 2012

Hanehalkı Borcu/GSYH

Hanehalkı Borcu/Hanehalkı Kullanılabilir Geliri

Faiz Ödemeleri Hanehalkı Kullanılabilir Gelirine Oranı (sağ eksen)

(11)

11

kartlarına uygulanan yüksek faizin yarattığı toplumsal rahatsızlığın bir sonucu olarak 2006 yılı sonrasında kredi kartı faiz oranlarının bir miktar düşürülmüş olması etkili olmuştur. Fakat sonrasında borç stokundaki artışın etkisiyle faiz ödemelerinin hanehalkı kullanılabilir gelirine oranı tekrar artış eğilimine girmiştir.

1980’lerin sonlarında ve 1990’ların başlarında Türkiye’de tüketici kredisi piyasası yeni yeni gelişmeye başlarken, bir süre bu piyasanın düzenli gelir sahibi orta ve üst düzey gelir sahibi hanehalklarına hizmet edeceği düşünülmüştür. Gerçekten de bu yeni gelişme sürecinde tüketici kredileri ve kredi kartları daha çok dayanıklı tüketim eşyaları ya da araba satışında uygulanan taksitli ödeme planlarına alternatif olarak yaygınlaşmış ve toplumun belli bir gelir düzeyi üzerindeki kesimine hitap etmiştir. Fakat özellikle son yıllarda tüketici kredileri giderek alt gelir grubu hanehalklarının hayatlarına da girmiş ve beraberinde günlük ihtiyaçların karşılanmasında kullanımları da hızla yaygınlaşmıştır.

Tablo 1.1: Tüketici Kredisi Kullananların Gelir Gruplarına Göre Yüzde Dağılımı, 2006-2013

Aylık Gelirler 2006 2007 2008 2009 2010 2011 2012 2013 < 1.000 TL 31.4 31 37.6 42.4 41.6 42.9 38.1 32.7 1.001-2.000 TL 16.8 21.7 23.9 28.2 27.9 25.8 25.1 27.6

2.001-3.000 TL 5.9 6.6 8 10 11.4 11.7 13.1 14.5

3.001-5.000 TL 4.8 5.7 5.5 6.2 6 5.6 6.3 7.4

> 5000 TL 7.8 5.8 6.6 6.8 6.3 5.4 6.6 9.0 Sınıflandırılmamış 33 28.9 18.1 6.1 6.5 8.5 10.5 8.5 Kaynak: TBB

Tablo 1.2: Tüketici Kredisi Kullananların Meslek Gruplarına Göre Yüzde Dağılımı, 2006-2013

2006 2007 2008 2009 2010 2011 2012 2013

Ücretli 44.6 49.5 49.4 54.8 54.1 51.4 52.4 48.5

Serbest Meslek 6.5 7.6 7.6 7 7.2 7.4 8.0 8.6

Diğer 16 14.7 25.4 33 33.1 33 3.2 3.2

Sınıflandırılmamış 32.9 28.1 17.5 5.2 5.4 8 6.5 6.0 Kaynak: TBB

Yukarıdaki tablolar, tüketici kredisi kullanıcılarının gelir gruplarına göre dağılımlarını göstermektedir. 2006-2009 yılları arasında sınıflandırılma yapılamayan tüketici kredisi kullanıcılarının yüzdeleri oldukça yüksek olduğundan 2009 ve 2011 yılları arasını dikkate alacak olursak her dönemde kredi alanların %42’sinin ayda 1000 TL’den az kazanan hanehalkları olduklarını görmekteyiz. Kredi alanların %27’i ise aylık geliri 1000 TL ve 2000 TL arasında olanlardır. Bu iki grup, tüketici kredisine dair problem yaşamaya en yatkın toplumsal kesimler olup, toplam tüketici kredisi kullanıcılarının yaklaşık üçte ikisi gibi ciddi

(12)

12

bir çoğunluğunu oluşturmaktadırlar. 2012 ve 2013 yıllarında düşük gelir gruplarının toplam kredi kullananlar arasındaki payı görece azalmış, özellikle aylık 2000 TL ve 3000 TL gelir sahibi olanların payında bir artış görülmüştür.

Buna ilaveten, kredi kullananların meslek gruplarına göre dağılımına baktığımızda ücretli çalışanların tüketici kredisi kullanıcılarının çoğunluğunu oluşturduklarını görmekteyiz.

Ücretli çalışanların düzenli gelir sahibi olmaları ve bankalar tarafından maaşlarının kredi kullanımı için teminat olarak kabul edilmesi, bu durumun ardında yatan en önemli etkendir.

Özetle, yukarıda verilen tabloların da ortaya koyduğu gibi son yıllarda tüketici kredileri Türkiye’de düşük gelirli ve ücretli çalışan hanehalklarının yaşamlarının önemli bir parçası haline gelmiştir.

2000’lerin başından itibaren Türkiye’de tüketici kredileri ve hanehalkı borçlanması hızla artmış olmasına rağmen, henüz bu konuda yeterli sayıda çalışma bulunmamaktadır.2 Resmi mercilerin tüketici kredilerinde 2001 krizi sonrası meydana gelen hızlı artışa dair yaptıkları yorumlar ise anaakım yazında yapılan açıklamalara paraleldir. Anaakım yaklaşımlarda günümüzde tüketici kredilerinde gözlenen hızlı artış genel olarak düşük enflasyon ve faiz oranlarına, artan gelir seviyelerine, demografik değişimlere ve finansal serbestleşmeye referansla açıklanmaktadır (bkz. IMF, 2006; Ma vd., 2009). Bu yaklaşımlara göre, rasyonel bireyler yukarıda sıralan değişimlere, daha fazla borçlanarak ve daha fazla varlık edinerek uyum sağlamışlardır.

Benzer savlar Türkiye’de tüketici kredilerinin artış nedenleriyle bağlantılı olarak da ileri sürülmüştür. Örneğin, Merkez Bankası başkanı Başçı (2006), 2000’lerin ortalarında artan tüketici kredisi talebinin, düşen enflasyon ve faiz oranlarının bir sonucu olduğunu öne sürmüştür. Bu bağlamda Türkiye’de tüketici kredilerinde 2000’lerin ortalarında gözlenen artış, 2001 krizi nedeniyle özellikle dayanıklı tüketim mallarının ertelenen tüketiminin tekrar canlanmasının bir sonucu olarak değerlendirilmiş ve tamamen olumlu bir gelişme olarak ele alınmıştır (Başçı, 2006).3 Tüketici kredisi artışına dair yapılan bu açıklamalardaki temel eksik kredi artışıyla ilgili olarak büyük resmin sadece bir parçasına odaklanıyor olmalarıdır. Kriz sonrası yıllarda Türkiye’nin makroekonomik yapısında gözlemlenen olumlu gelişmelerin ve

2 2001 krizi sonrası bankacılık sektöründeki dönüşüm üzerinden hanehalkı borçlanmasına değinen bir kaç çalışma mevcuttur. Örneğin Bakır ve Öniş (2010) kriz sonrası düzenlemeler sayesinde bankacılık sektörünün daha sağlam bir yapıya büründüğünü fakat bu dönemde kötü rekabet koşulları ve tüketicilerin yeterince korunmamalarından dolayı hanehalkı borçlanmasının ve faiz ödemelerinin hızla arttığını vurgulamışlardır. Öte yandan, Ergüneş (2009) Türkiye’nin 2001 sonrası dünya ekonomisine entegrasyonunu ele aldığı çalışmasında, tüketici kredilerindeki artışı bankacılık sektöründeki dönüşümün bir yansıması olarak incelemiştir.

3 Van Rijckeghem ve Üçer (2009) kriz esnasında baskılanan dayanıklı tüketim eşyaları harcamalarının telafisi için gerekli harcamayı hesapladıkları çalışmalarında, 2004 yılı itibariyle zaten dayanıklı tüketim eşyası stoklarının kriz öncesi seviyesine ulaştığını ortaya koymuşlardır.

(13)

13

hızlı büyümenin, dayanıklı tüketim eşyalarına olan talebi arttırması ve dolayısıyla tüketici kredisi talebi artışında da rol oynadığı bir gerçektir. Fakat tüketici kredilerindeki artışa dair kapsamlı ve tutarlı bir değerlendirme yapabilmek için bu artışın meydana geldiği sermaye birikim koşullarının, toplumsal ve kurumsal ortamın kredi arzı ve talebi üzerindeki etkileri dikkate almak gerekir.

Bu çalışmanın ilk ayağını hanehalkı tüketici kredisi kullanımının ve borçlanmasının makroekonomik veriler ışığında incelenmesi oluşturmaktadır. Çalışmanın ikinci ayağında ise, resmi verilere göre tüketici kredilerinin özellikle düşük gelirli hanehalkı grupları ve ücretli çalışanlar tarafından kullanılıyor olmasından yola çıkarak, işçi sınıfının artan kredi kullanımının nedenleri ve sonuçları üzerine detaylı bir analiz yapılmaktadır.4 Bunu yaparken mevcut bilgi birikimine, saha çalışması esnasında toplanan niceliksel ve niteliksel veriler yoluyla katkı sunulmuştur. Saha çalışması İstanbul’da metal sektöründe çalışan işçilerle yapılmıştır. Örneklem, fabrika işçileri, sanayi sitelerinde çalışan işçiler ve tersanede çalışan işçiler olmak üzere üç farklı işçi grubundan oluşmaktadır. Bu üç grup işçi birbirlerinden;

çalışma koşulları, maaşlarının ödenme şekilleri ve yasal hakları itibariyle farklılıklar göstermektedir. Farklı kesimden işçileri içeren karma bir örneklem oluşturmaktaki amaç işçilerin istihdam edilme şekilleri ve finansal sistemle ilişkilenme biçimleri arasında bir kıyaslama ve karşılaştırma yapabilmektir. Örneklem ve çalışmanın yöntemi üzerine daha detaylı bilgi beşinci bölümde sunulmaktadır. Çalışmanın ampirik ve teorik bir analize dayalı olarak ortaya koyduğu savlar şu şekilde özetlenebilir:

1) Hanehalkı borçlanmasına dair yapılacak bütünlüklü ve tutarlı bir çalışma bu borçlanmanın meydana geldiği tarihsel ve sosyoekonomik bağlamı göz önünde bulundurmalıdır. Oysaki kredi ve bankacılığa dair çalışmalara egemen olan anaakım yaklaşımlar bu bağlamı göz ardı etmektedir. Son otuz kırk yıldır, anaakım bankacılık ve finans çalışmaları çoğunlukla bilgi kuramsal yaklaşım (information theoretic approach) hâkimiyetindedir. Bu yaklaşım tüketici kredisi piyasalarında yaşanan sorunların artmasına paralel olarak bu konuyla ilgili olarak yapılan çalışmalarda da sıkça kullanılmaya başlanmıştır. Bilgi kuramsal yaklaşımda, finansal piyasa davranışları, kredi aksaklıklarına ve borçlu alacaklı ilişkilerindeki bilgisel asimetrilere referansla açıklanır. Bilginin nasıl edinildiğine dair herhangi bir sorgulama

4 Çalışma boyunca hem hanehalkı hem de işçi tabirleri sıkça kullanılmıştır. Çalışmanın teorik çerçevesi Marksist politik iktisat yaklaşımına dayandığından işçi kelimesi bu yazındaki sınıf analiziyle tutarlılık oluşturacak şekilde kullanılmıştır. Hanehalkları ise resmi kurumlardan edinilen verilerle ve neoklasik yazınla tutarlı bir kategori oluşturabilmek için tercih edilmiştir. Öte yandan saha araştırma sırasında işçilere dair bilgiler de hanehalkları düzeyinde toplanmıştır.

(14)

14

yapılmaksızın, iktisadi aktörlerin hali hazırda var olan bilgiler ışığında rasyonel davranacakları ve en uygun seçimleri yapacakları varsayılır. İktisadi aktörleri rasyonel davranmaktan alıkoyan bilgi asimetrileridir. Dolayısıyla bir kez bilgi aksaklıkları çözüldüğünde, finansal piyasalarda hiçbir sorun kalmayacağı farz edilir.

Bu çalışmanın teorik çerçevesini oluşturan Marksist politik iktisat yaklaşımında ise kredi özgün iktisadi ve toplumsal koşullar içerisinde, üretici güçler ve üretim ilişkilerine bağlı bir olgu olarak incelenir. Krediye dair böyle bir analiz yapabilmek için öncelikle Marksist teoride para ve finansın nasıl incelendiğini anlamak gerekir. Bu nedenle, çalışmanın teorik kısmı öncelikle para nedir ve ne işlev görür sorusu ile başlamakta, ardından kapitalist bir ekonomide kredi ve bankacılık sisteminin rolü üzerinde durmaktadır. Bu analizden ortaya çıkan iki önemli sonuçtan biri, kredi mekanizmasının ve bu mekanizmaya dair sorunların tam anlamıyla anlaşılabilmesi için paranın kendiliğinden genişlemesi (self expansion of money) sürecine içkin çelişkili sınıf ilişkilerinin dikkate alınması gerektiğidir. İkincisi ise genel kabul görmüş yaklaşımın aksine bankaların finansal aracılar olarak değil, sermaye birikim sürecine içkin kapitalist girişimler olarak ele alınması gerekliliğidir.

Bu teorik çerçeveden hareketle, bu çalışmada bankacılık faaliyetlerinde yaşanan değişim, ele alınan ülkedeki sermaye birikim sürecini etkileyen sosyoekonomik ve politik dönüşümleri de analize dâhil ederek değerlendirilmektedir. Bu bağlamda bankacılık sektöründe son dönemde yaşanan değişimleri değerlendirebilmek için finansallaşma yazınından yararlanılmaktadır. Çünkü finansallaşma yazını sadece finansın artan rolüne vurgu yapmamakta, aynı zamanda ve daha da önemlisi finansal sistemde yaşanan gelişmelerin sermaye birikim sürecinden nasıl etkilendiği ve bu süreci nasıl etkilediğini de ele almaktadır.

2) 2001 krizi sonrası dönem Türkiye ekonomisi için dünya ekonomisiyle derinleşen bir bütünleşme ile nitelenmiştir. Bu bütünleşme üretim, ticaret, doğrudan yabancı yatırımlar ve diğer sermaye hareketleriyle olmuştur. Dönem boyunca, genel olarak büyüme oranları yüksek seyretmiş, enflasyon ve faiz oranları ise düşüş eğilimine girmiştir. Fakat bu yüksek büyüme performansı ve sağlandığı öne sürülen makroekonomik istikrar toplumun genelini etkileyen önemli sorunlar pahasına gerçekleşmiştir. Örneğin bu dönemde emek piyasasında ciddi bir dönüşüm yaşanmıştır. Dördüncü bölümde ayrıntılı olarak tartışılacağı gibi; üretkenlik, reel ücretler ve istihdam oranları incelendiğinde, yüksek büyüme performansının reel ücret artışlarının verimlilik artışlarının çok gerisinde kaldığı ve ekonominin istihdam

(15)

15

yaratmadığı bir konjonktürde gerçekleştiği açığa çıkmaktadır. Esasen bu dönemde uluslararası piyasalarda sağlanan rekabet artışı, emeğin üstlendiği maliyet ve risklerin artması yoluyla olmuştur. Emek piyasaları kuralsızlaştırılırken, esnek ve standart dışı istihdam biçimleri yasal düzenlemelerle güvence altına alınmıştır. Çalışmanın ana argümanlarından biri bu dönüşümün işçi sınıfının borçlanması üzerinde önemli etkileri olduğudur. Ücretli çalışanları etkileyen gelişmelerin derinlemesine bir analizi sonucunda, şu açıkça görülmektedir ki, tüketici kredilerindeki artış sadece düşen faiz ve enflasyon oranlarına vurgu yaparak açıklanamaz. Bunun yerine sermaye birikiminin değişen koşullarınınişçi sınıfının ekonomik ve sosyal konumlarını nasıl etkilediği ve bu durumun borçlanma açısından ne ifade ettiği de analize dâhil edilmelidir.

3) 2001 krizi sonrası sermaye birikim dinamiklerinde yaşanan gelişmelere paralel olarak finansal sistemde yaşanan dönüşümün en açık göstergelerinden biri tüketici kredisi arzının hızla artmış olmasıdır. Bu süreç Türkiye ekonomisinin finansallaşmasının yeni bir ayağını oluşturmaktadır. Türkiye ekonomisinin ve genel olarak geç kapitalistleşmiş ülke ekonomilerin finansallaşmaları, 1980’li yılların sonlarında kamu borç piyasalarının büyümesi ve buna paralel yaşanan gelişmelerle başlamıştır. Kamu borç piyasalarının derinleşmesi, Latin Amerika ülkeleri başta olmak üzere geç kapitalistleşmiş ülkelerde finansal sistemlerin şekillenmesinde ve bu ülkelerin dünya ekonomisiyle ilişkilerinin artmasında önemli rol oynamıştır. 1990’lı yıllarda bankalar giderek kamu açığı finansmanı üzerinden elde edttikleri gelirleri arttırırlarken, 2000’li yıllarda ise hanehalklarına yönelerek faaliyetlerini çeşitlendirmişlerdir. Türkiye özelinde bankaların tüketici finansmanına yönelmelerinde, sermayenin uluslararası piyasalara daha fazla entegre olma talebi doğrultusunda finans-dışı firmalar ve bankaların değişen finansman biçimleri, bu dönemde yeniden şekillenen para ve maliye politikalarının bankacılık sektörü üzerindeki etkileri ve 2001 krizi sonrası sektörde yaşanan yeniden yapılandırma süreci etkili olmuştur. Bu gelişmelerle birlikte, Türkiye’de bankacılık faaliyetlerinde önemli bir dönüşüm yaşanmış ve tüketici kredileri arzı daha önce hiç görülmemiş seviyelere ulaşmıştır.

4) Türkiye’de tüketici kredileri kullanımı hızla yaygınlaşırken, borçlanma giderek işçilerin hayatlarının önemli bir parçası haline gelmiştir. Bu çalışma kapsamında yapılan saha çalışması daha önceki yılların aksine günümüzde tüketici kredisi ve kredi kartlarının işçilerin en sık başvurdukları borçlanma araçları olduklarını ortaya koymaktadır. Araştırma sonuçlarından elde edilen bir başka çarpıcı sonuç ise işçilerin

(16)

16

banka kredisi kullanımlarının en yaygın nedeninin başka borç yükümlülüklerini karşılamak olduğudur. Bu durum işçilerin borç ödemekte yaşadıkları sıkıntıları aşmanın bir yolu olarak borcu borçla çevirmeye çalıştıklarını ve dolayısıyla çoğu zaman bir borç sarmalı içine girdiklerini göstermektedir.

Bu çalışmaya başlarken, araştırılması hedeflenen temel konulardan biri olmamasına rağmen saha çalışmasının ortaya çıkardığı son derece önemli bir bulgu istihdam yapısı ve borçluluk arasında sıkı bir ilişkiselliğe dairdir. Araştırmaya önce fabrikalarda başlanıp sonra sanayi siteleri ve tersanelerde devam edilmesiyle birlikte, bu üç farklı mekânda farklı istihdam koşulları altında çalışan işçilerin borçlanma dinamiklerinde de farklılıklar olduğu açığa çıkmıştır. Saha çalışması sonuçları, esnek çalışma koşulları altında çalışan ve yevmiyeli olarak istihdam edilen işçilerin kredi ve borçlanma ile ilgili daha fazla sorun yaşadıklarını göstermiştir. Teorik bir düzlemde, tüketici kredisini işçinin gelecekte yaratacağı değer üzerinde bir hak iddiası olarak ele aldığımızda, esnek ve düzensiz iş koşullarında çalışan işçilerin borçlanmayla ilgili daha çok sıkıntı yaşamaları aslında beklenen bir sonuçtur. Tüketici kredisi, potansiyel emek gücünün ileride gerçekleşeceği beklentisi üzerine verilir. Ancak kapitalizmin bugünkü aşamasında, gelir ve iş güvencesizliğinin artmasıyla birlikte potansiyel emek gücünün gerçekleşebilmesi ve işçinin emek gücünün karşılığını alması giderek daha da muğlak hale gelmiştir. Dolayısıyla işçilerin kredi geri ödemelerinde giderek daha fazla sorun yaşamaları emek piyasalarında yaşanan dönüşümle doğrudan alakalıdır.

5) Kapitalizmin günümüzde ulaşmış olduğu noktada, ücretli çalışanların emeklerinin yeniden üretimi için borçlanmaya gereksinim duymaları neoliberal politikaların da etkisiyle giderek sistematik hale gelmiştir. Bu süreçte ücretli çalışanlara kredi vermek, bankalar için giderek kârlı bir faaliyet alanı haline gelmiştir. Bu çalışmada bankaların bir kâr alanı olarak ücretli çalışanlara yönelmeleri Lapavitsas (2009)’ın kavramlaştırmasından yararlanılarak “finansal el koyma” olarak ele alınmıştır.

“Finansal el koyma” esasında bir tür sömürü biçimi olarak değerlendirilebilir. Marx kendi yazılarında örneğin kapitalizm öncesi toplumlarda tefecilerin küçük üreticilere borç vermesini de içeren bu tarz bir sömürüyü “ikincil sömürü” olarak ele alır (Marx, 1981). Kapitalist toplumlarda ücretli çalışanlara verilen krediler de tefeciliktekine benzer bir sömürü biçimine tekabül etmektedir. Bu durumu daha iyi kavrayabilmek için çalışmanın ilerleyen kısımlarında bu tarz kredilerin sanayi sermayedarına verilen ticari kredilerden nasıl farklılaştığı ve emek gücünün bir meta olarak özgünlükleri üzerinde durulmaktadır.

(17)

17

Marx yapıtlarında ücretli çalışanlara kredi verilmesini ve ikincil sömürüyü detaylı bir şekilde incelememiştir. Bunun en temel nedenleri hem o dönemde tüketici kredisinin günümüzdeki gibi yaygın olarak kullanılmıyor olması hem de Marx’ın asıl amacının kapitalist üretim sürecini incelemek olmasıdır. Ancak günümüzde, hem tüketici kredisinin bankalarca artan arzı hem de ücretli çalışanların kredi taleplerinin artmasıyla beraber, finansal el koyma diye tabir ettiğimiz bu sömürü süreci giderek sistematik bir hale gelmiştir.

6) Tüketici kredisi yalnızca iktisadi etmenler ele alınarak incelenemez. Bu analize mutlaka tüketici kredisi kullanımını etkileyen kurumsal ortam, toplumsal normlar ve kültürel faktörler de dâhil edilmelidir. Bu doğrultuda bu araştırmanın temel amaçlardan biri de mülakatlar yoluyla işçilerin kredi ve borca dair değişen algı ve tavırlarını ve bu değişimin ardında yatan toplumsal ve kültürel dinamikleri ele almak olmuştur. Mülakatlar esnasında, önceden kredi yoluyla borç almayı kabul edilemez olarak değerlendiren pek çok kişinin, artık kredi ve borçlanmayı günlük yaşamın kaçınılamaz bir parçası olarak görmeye başladıkları gözlemlenmiştir. Borçlanmaya karşı tutumdaki bu değişimde, iktisadi faktörlerin yanı sıra, bankaların kredi kullanımı yönündeki artan ısrarları, değişen arkadaşlık ilişkileri ve kişinin çevresindeki kişilerin de borçlu olmaları etkili olmuştur.

7) Son olarak belirtilmesi gereken husus, tüketici kredilerinin artan kullanımının çalışanları özgürleşmektense, kötüleşen sosyoekonomik koşullara bağlı olarak, oynak finansal piyasalara ve genel olarak kapitalist sisteme daha da bağımlı hale getirmiş olduğudur. Borçlanma, bir disipline etme mekanizması olarak işlemek suretiyle, emek sermaye ilişkilerine yeni bir boyut kazandırmaktadır. Saha çalışmasından elde edilen sonuçlar, borçlanmanın nasıl daha uzun saatler ve daha ağır koşullar altında çalışmaya sebep olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Borçlanmanın işçilerin kapitalist sisteme bağımlılıklarını nasıl arttırdığına dair gerçekler her geçen gün daha da görünür hale gelmektedir. Bu kitabın basımından bir süre önce Soma kömür işletmelerinde yaşanan katliam, kapitalizmin gerçeklerini en açık haliyle gözlerimizin önüne serdiği gibi, borçlanmanın emek sermaye ilişkisi açısından ne anlam ifade ettiğini de en yalın haliyle bir kez daha gün yüzüne çıkarmıştır.

Çalışmanın bundan sonraki bölümleri şu şekilde devam etmektedir. Birinci bölüm, bankacılık ve tüketici kredileri üzerine teorik bir çerçeve sunmaktadır. Bu bölümde, anaakım teorilerin eleştirel bir değerlendirilmesinin ardından, Marksist analizde kredi ve bankacılığın nasıl incelendiği ve bu yaklaşımın tüketici kredilerinin

(18)

18

incelenmesi açısından ne gibi olanaklar sunduğu tartışılmaktadır. İkinci bölümde, tüketici kredisinde son yıllarda yaşanan artış, finansallaşma yazınından yararlanılarak kavramsallaştırılmaktadır. Bu bağlamda özellikle geç kapitalistleşmiş ülkelerin finansallaşmasından genel olarak ne anlaşılması gerektiği değerlendirilmekte ve ardından hanehalkına açılan kredilerdeki hızlı artış bu ülkelerin finansallaşma sürecine nasıl yeni bir boyut kattığı üzerinde durulmaktadır.

Geç kapitalistleşmiş ülkelerin finansallaşma süreçleri üzerine genel bir değerlendirmenin ardından, 3. ve 4. bölümlerde Türkiye ekonomisinin finansallaşması ele alınmaktadır. Yukarıda değinildiği gibi, Türkiye ekonomisinin finansallaşmasının önemli bir ayağı olarak 1980’lerin sonunda devlet iç borçlanma piyasasının gelişimidir. Üçüncü bölüm bu sürecin nasıl şekillendiğini değerlendirmektedir.

Dördüncü bölümde hanehalkı borçlanmasındaki artış Türkiye’de son on yılda yaşanan sosyoekonomik dönüşümler ve tarihsel bağlam içerisinde ele alınmaktadır. Bu çerçevede, Türkiye ekonomisinin son on yılda dünya ekonomisi ile derinleşen bütünleşmesiyle birlikte pek çok alanda yaşanan dönüşümün tüketici kredisi arz ve talebini nasıl etkiledikleri incelenmektedir.

İlerleyen bölümlerde çalışmanın ikinci ayağını oluşturan, Türkiye’de işçilerin borçlanması üzerine değerlendirilmelere geçilmektedir. Beşinci bölümde, çalışma kapsamında yürütülen saha araştırması için benimsenen yöntemsel yaklaşım sunulmakta ve saha çalışmasıyla ilgili bilgi verilmektedir. Altıncı bölüm, araştırma kapsamında metal sektöründe çalışan işçilerle yapılan 220 anketi yedinci bölüm ise mülakatları değerlendirmektedir. Yaşam öyküsü tekniğiyle yapılan mülakatlar, uzun dönemli bir analiz yapmaya olanak sağlayarak, işçiler arasında kredi ve borca dair algının nasıl değiştiğine, borçlanmanın nedenlerine ve emek sermaye ilişkileri açısından sonuçlarına dair önemli bilgiler ortaya koymaktadır.

1. BANKACILIK VE TÜKETİCİ KREDİLERİNE DAİR BİR ANALİZ ÇERÇEVESİ

Bu bölüm tüketici kredilerinde son yıllarda gözlenen hızlı artışı anlayabilmek amacıyla; para, bankacılık ve kredi ilişkilerine dair teorik bir çerçeve sunmakta, böylelikle sonraki bölümlerdeki ampirik inceleme için bir altyapı oluşturmayı amaçlamaktadır.

Geçtiğimiz otuz kırk yıl boyunca anaakım banka ve finans analizlerine bilgi kuramsal

(19)

19

yaklaşım egemen olmuştur. Bu yaklaşımın temelinde bilgi ve bilgi aksaklıklarıyla ilgili meselelerin finansal analizlere dâhil edilmesi yatmaktadır. Bu bakış açısına göre, iktisadi aktörlerin bilgi seviyelerinin farklı olması piyasada bilgi asimetrilerine yol açarak piyasa aksaklıklarına neden olur. Finansal aracılığın işlevi, alacaklı ve borçlu arasındaki bilgiye dayalı sorunların çözümünü sağlayarak işlem maliyetlerinin azaltılmasıdır (örn. Boyd &

Prescott, 1986; Diamond, 1984; Leland & Pyle, 1977). Buradan hareketle, bilgi kuramsal yaklaşıma dayalı çalışmalarda bankaların ve finansal aracı kurumların rolleri ahlaki çöküntü (moral hazard) ve ters seçim (adverse selection) sorunlarını engellemek ve alacaklılar adına borçluların davranışlarını denetlemek üzerinden modellenir. Bunların yanı sıra, bu yazına sonradan yapılan katkılarda risk yönetimi yapmanın da bankaların esas görevleri arasında olduğunu öne sürülmüştür (örn. Allen & Santomera, 1997).

Tüketici kredisiyle ilgili olarak ise anaakım yaklaşım, yaşam döngüsü (life cycle) ve sürekli gelir (permanent income) hipotezleri üzerine temellendirilir. Her iki hipotez de rasyonel bireylerin yaşamları boyunca tüketimlerini dengelemeye çalıştıkları öngörüsünden hareket eder. Bu bağlamda, bireylerin gelirleri düşük olduğu zaman borçlanacakları, yüksek olduğunda ise tasarruf edecekleri varsayılır. Sonraki yıllarda bu tarz modeller, “belirsizlik” ve

“ihtiyati tasarruf” gibi kavramları da göz önüne alarak geliştirilmişlerdir. Ne var ki, temel varsayımları olan tüketicilerin yaşam döngüleri boyunca öngörülebilir gelir değişiklikleri karşısında belli bir yaşam standardını idame ettirme amacıyla, dönemler arası planlar yaparak hareket ettikleri varsayımı değişmemiştir (Cynamon ve Fazzari, 2008). Son yıllarda artan tüketici kredisi kullanımı ve beraberinde yaşanan sorunlarla birlikte, tüketici kredileri analizlerinde de bankacılıkta olduğu gibi bilgi kuramsal yaklaşım daha çok yer edinmeye başlamıştır. Tüketici kredisi piyasalarındaki bilgi asimetrileri ve piyasa başarısızlıklarına vurgu yapan çalışmalar, bilgi kuramsal yaklaşımın hanehalkına kredi verme ile ilgili sorunları da incelemek için kullanılabileceğini öne sürmüşlerdir.

Bu çalışmada bilgi kuramsal yaklaşımdaki başlıca çalışmaların bir analizine dayanılarak, bu yaklaşımın banka ve kredi ilişkilerini incelemekte neden yetersiz kaldığı tartışılmaktadır. Bilgi kuramsal yaklaşımdaki en temel sorun, tüm analizin “yöntemsel bireycilik” üzerine kurulu olmasıdır. Oysaki herhangi bir sosyoekonomik olguya dair bir analizin bireylerin davranışlarının karmaşıklığını dikkate alması ve bu davranışları tarihsel sosyoekonomik bağlam içerisinde değerlendirmesi gerekir. Ayrıca tutarlı bir analiz bireylerin toplumla etkileşimlerinin, tek tek bireylerin davranışlarının toplanmasıyla ele alınamayacak, farklı sonuçlar doğurabileceğini de göz önünde bulundurmalıdır. Anaakım analizlerdeki

(20)

20

temel problemlerin yanı sıra, bilgi kuramsal yaklaşım, bilgiyi dışsal bir olgu olarak ele alması, bilgi akışının karmaşık bir süreç olduğunu göz ardı etmesi nedeniyle de sorunludur.

Anaakım yaklaşımın bir eleştirisinden sonra, bu bölümde Marksist siyasal iktisadın bankacılık ve kredi ilişkilerini incelemede neden tutarlı bir çerçeve sunduğu tartışılmaktadır.

Marksist yaklaşımın ayırt edici özelliği para ve finansa dair bir incelemenin sosyoekonomik ve tarihsel bağlam içinde yapılması gerektiğini ortaya koymasıdır. Bu çerçevede finansal kurumlar bilgi kuramsal yaklaşımda olduğu gibi bilgi aksaklıklarına karşı tepki olarak gelişmiş yapılar olarak değil, kapitalist üretim sisteminde üstlendikleri role atfen incelenirler.

Banka ve kredi ilişkilerine dair böyle bir analizin yapılabilmesi için öncelikle paranın doğasını doğru anlamak gerekir. Marksist analizde, diğer kuramlardan farklı olarak, para, sermaye döngüsündeki rolü göz önüne alınarak değerlendirilir. Sermaye döngüsü boyunca yalın para, para sermayesi haline gelir. Paranın bu yalın halinden sermaye haline dönüşmesi sınıf ilişkilerini yani işçi sınıfının, ürettiği değere sermayedar sınıf tarafından el koyulması yoluyla, sömürülmesini içerir (Lapavitsas, 1997). Bilgi kuramsal yaklaşımdaki gibi bilgi aksaklarına vurgu yapmak yerine, paranın kendiliğinden genişlemesine (self-expansion) içkin bu çelişkili ilişkileri incelemek kredi ilişkilerindeki sorunları anlamak için bir temel oluşturur.

Marksist finans teorisini anaakım analizlerden ayıran bir diğer yönü ise bankaları ele alış biçimidir. Anaakım teorilerde bankalar finansal aracılar olarak incelenirken Marksist teoride bankalar sermaye döngüsü esnasında oluşan atıl parayı kredi sistemi yoluyla borç verilebilir paraya (loanable money) dönüştüren özelleşmiş kurumlar olarak ele alınır (Lapavitsas ve Dos Santos, 2009).

Marksist analizin bir diğer ayırt edici özelliği ise alacaklı borçlu ilişkilerini, iki tarafın da faaliyet gösterdiği tarihsel, siyasi ve sosyoekonomik bağlamı içerisinde incelemek için bir çerçeve sunmasıdır. Literatürde bu tarz bir analiz genellikle para ve sanayi sermayedarları arasındaki ilişkiye atfen yapılır. Bu çalışma kapsamında Marksist analizin sunduğu bu çerçeve tüketici kredilerine ilişkin alacaklı borçlu ilişkilerini de içine alacak şekilde geniş bir perspektiften ele alınmıştır. Tüketici kredisi gelecekteki gelir üzerine bir hak iddiası olarak tanımlanabilir. Bu kredinin geri ödenmesi emek gücünün gelecekte değer üretme potansiyeline bağlıdır. Ayrıca tüketici kredisi, faiz ödemelerinden sonra ücretlerden geriye kalan paraya bağlı olarak yaşam standardı üzerinde bir etkiye sahiptir (Bryan vd., 2009). Yani işçiler faiz ödemelerini yapabilmek için yaşam standartlarını düşürmek durumunda kalabilirler. Teorik olarak ücretlerin emek gücü maliyetine eşit olduğu durumda dahi tüketici kredisi için faiz ödemesi yapılabilmesi mümkündür. Buna imkân sağlayan emek gücünün yeniden üretimine içkin piyasa dışı etmenlerdir. Emek gücünün yeniden üretiminde

(21)

21

kullanılan karşılıksız ev emeği sayesinde yeniden üretim maliyetleri düşürülebilir. Bu durum kredi verenlerin ücretlerin bir kısmına faiz olarak el koymasını olanaklı kılar. Bu konuyu açmak amacıyla bu bölümde emek gücünün değeri ve yeniden üretimine dair detaylı bir değerlendirme yapılmaktadır.

Ücretli çalışanlara kredi verilmesinin bir tür sömürü içerdiğine dair bir argümanı Marx’ın kapitalizm öncesi toplumlarda tefeciliğe dair yazdıklarına atfen de öne sürmek mümkündür. Tefeciliği incelerken Marx, faiz ödemelerini sadece artı değerin değil aynı zamanda ücretin de bir kısmı olarak ele alır. Tarihsel olarak tefecilik üretim tarzını tehdit eden ve bağımsız üreticileri emek gücünden başka satacak bir şeyleri kalmayan proleter bir sınıfa dönüştüren bir olgudur. Kapitalizm öncesi toplumlarda, yüksek faizler küçük üreticileri ve köylüleri sürekli bir borç sarmalı içinde bırakmıştır. Günümüzde tüketici kredilerinin ne kadar yaygınlaştığını ve borçlanmanın giderek kişilerin yaşamlarının bir parçası haline geldiğini düşündüğümüzde, kapitalist sistemde tüketici kredilerinin de kapitalizm öncesi toplumlardaki tefeciliğe benzer bir şekilde işlediği söylenebilir. Tüketici kredisinin özellikle işçilerin günlük hayatlarına giderek daha fazla nüfus etmesi, işçilerin borçlarının faiz yükünü ödemek için yaşam standartlarını daha fazla düşüremeyecekleri bir duruma sürüklemektedir.

Bu süreçte bankalar borç verme yoluyla sistematik bir şekilde ücretlerin bir kısmına faiz ödemesi olarak el koymaktadır.

Burada çizilen teorik çerçeveyle amaçlanan, günümüz kapitalist toplumlarında tüketici kredisinin bu kadar yaygınlaşmasının neden ve sonuçlarını anlamak için bir temel oluşturmaktır. Ne var ki, yukarıda bahsedildiği gibi, konunun bütünlüklü bir şekilde anlaşılabilmesi için kredi genişlemesini, içerisinde gerçekleştiği özgün tarihsel ve sosyoekonomik koşullar bağlamında değerlendirmek gerekir. Bir sonraki bölüm, burada tartışılan teorik çerçeveden hareketle finansallaşma çağında dünya ekonomisinin ve geç kapitalistleşmiş ekonomilerin dinamiklerini değerlendirmekte ve tüketici kredisine dair sömürü ilişkilerinin nasıl kapitalizmin bir özelliği haline geldiğini tartışmaktadır.

Anaakım İktisatta Bankacılık ve Tüketici Kredisinin Ele Alınışı Bankacılığa Bilgi Kuramsal Yaklaşım

Son otuz kırk yıldır anaakım finans ve bankacılık teorilerine hakim olan bilgi kuramsal yaklaşım, öncelikle Walras tarafından ortaya konan, sonrasında Arrow ve Debreu (1954)’nun katkılarıyla geliştirilen genel denge modelinin değiştirilmesi ve geliştirilmesiyle

(22)

22

oluşturulmuştur.5 Arrow-Debreu genel denge modelinin iki temel varsayımı vardır. Bunlar bilginin eksiksiz olduğu ve piyasaların tam olduğudur. Bu modele göre, tam bir piyasanın varlığı altında, tam bilgi “pareto optimum” sonuçlar doğurur. Yani piyasa öyle bir noktada dengeye gelir ki, toplumda hiç kimsenin refahını azaltmaksızın başka bireylerin refahlarını arttırmak mümkün olmaz. Tam bilgi varsayımı altında işlem maliyetleri ve riskler minimumdur. Dolayısıyla, borç vermek ve almak isteyen taraflar maliyetsiz ya da çok az maliyetli bir şekilde en uygun fiyatta anlaşabilirler. Böyle bir durumda finansal aracılar ancak geçici roller üstlenebilirler. Piyasa dengeye ulaştığında tam ve kusursuz olacağından finansal kurumlara da ihtiyaç kalmayacaktır (Scholtens & Wenveen, 2003). Borç alacak ve verecek taraflar, ellerindeki tam bilgiyle birbirlerini nerede ve nasıl bulacaklarını bileceklerdir.

Bu teorilerden hareketle pratik hayatta gözlemlenmesi beklenen, finansal kurumların ekonomide büyük bir rol oynamayacakları hatta zamanla rollerinin azalacağıdır. Ne var ki, gerçek hayatta finansal kurumların giderek daha fazla rol üstlenmesi, teorik alanda bu modellerin sorgulanmasını beraberinde getirmiştir. Bunun sonucu olarak, 1970’li ve 80’li yıllarda, iktisatçılar finansal kurumların varlığını açıklayan yeni teoriler geliştirmeye başlamışlardır. Bu yeni teoriler, daha önce de belirtildiği gibi bilgi kuramsal yaklaşımın varsayımları üzerine şekillendirilmiş ve bu bağlamda bankalar da işlem maliyetlerini ve bilgi asimetrilerini gideren finansal aracılar olarak ele alınmaya başlanmıştır.

Bilgi kuramsal yaklaşım genel denge teorisinin yukarıda söz edilen iki temel varsayımının terk edilmesiyle geliştirilmiştir (Fine & Milonakis, 2009a). Piyasaların tam olmayabileceği ayrıca bilginin asimetrik ve maliyetli olabileceği kabul edilerek, Arrow- Debreu modelinin önermeleri bir kenara bırakılmıştır. Önceki modellerden bu şekilde ayrışmasıyla birlikte bilgi kuramsal yaklaşım, anaakım iktisatta başat bir rol oynamaya başlamıştır. Bilgi kuramsal yaklaşımı benimseyen iktisatçılar, bilgi asimetrilerini asil-vekil (principal agent) sorunu çerçevesinde incelerler. Bu çerçevede piyasalar, müvekkil ve vekil arasındaki ilişkide bir tarafın diğer taraftan daha fazla bilgiye sahip olabileceği göz önüne alınarak ele alınır. Yeni Keynesyenler (örn. Stiglitz & Weiss, 1981) bu yaklaşımı kredi piyasalarını da içerecek şekilde genişleterek kredi piyasalarını alacaklı ve borçlu arasındaki bilgi asimetrisine vurgu yaparak incelemişlerdir.

5 Genel denge teorisi piyasa ekonomisinde fiyat belirlenmesini ve arz-talep davranışlarını inceler. Piyasa dengesi ve fiyat esnekliği teorinin temel taşlarıdır. Genel denge analizi içerisinde, talep fazlası olan malın fiyatı artarken arz fazlası olan malın fiyatı düşer. Dolayısıyla, esnek fiyatlar tam rekabetçi piyasalarda arz ve talep arasında dengeyi sağlar. Bu yaklaşım özünde paranın olmadığı bir tür takas ekonomisi kurgusuna dayanır. Bu haliyle yaklaşımın tanımladığı fiyatlar da mutlak fiyat değil, değişim oranlarını yansıtan göreli fiyatlardır.

(23)

23

Bilgi kuramsal yazında bilgi asimetrilerinin temel olarak iki yolla piyasa etkinsizliğine yol açtığı öne sürülür: ters seçim ve ahlaki çöküntü. Ters seçim asimetrik bilgi sorununun piyasada işlem gerçekleşmeden önce ortaya çıktığı bir durumdur. Alıcı ve satıcıların bilgi eksikliği nedeniyle maliyeti yüksek bir sözleşmeyi cazip bulmalarından doğan verimsizlikten kaynaklanır.6 Bu kavramı kredi piyasalarına uygulayan Stiglitz ve Weiss (1981) bankaların, alıcıların kredi risklerinin tam belirleyememelerinden ya da faiz oranını denge seviyesinin üstünde bir seviyede belirlemelerinden kaynaklı olarak ortaya çıkabilecek seçim durumunun kredi kısıtlamasına yol açabileceğini öne sürmüşlerdir. Asimetrik bilginin verimsizliğe yol açabileceği ikinci kanal ahlaki çöküntü durumudur. Bu kavram belirli bir işlem gerçekleştikten sonra, asimetrik bilgiye bağlı olarak ortaya çıkan sorunları ifade etmek için kullanılır. Ahlaki çöküntü, iktisadi aktörlerin maliyetlerini yüklenmek zorunda kalmayacakları şekilde davranma inisiyatiflerine sahip oldukları olduğu durumlarda ortaya çıkar.7

Sonuç olarak, piyasada bir işlemin gerçekleşmesi bilgi asimetrilerinden ötürü maliyetli bir iştir. Kredi piyasalarında borç alıp vermek için gerekli bilgiye erişmenin maliyeti bu işlemlerin hiç gerçekleşmeme riskini taşır. Finansal aracıların görevi, yeterli bilgiye sahip olmama durumundan kaynaklanan sorunları olabildiğince gidermek ve böylece hem borçlu hem de alacaklı acısından işlem maliyetlerini azaltmaktır. Bu konuda yapılan en eski çalışmalardan biri Leland ve Pyle (1977)’a aittir.8 Bu makalede yazarlar, finansal aracıların, bilgi aksaklıklarını çözme ihtiyacından ortaya çıktıklarını öne sürerler. Yatırım yapacakları bir proje hakkında girişimciler bu projeye kredi verecek olan taraftan daha çok bilgiye sahiptir. Dolayısıyla bir girişimci tarafından belirli bir projeye daha az ya da daha fazla yatırım yapılması isteği, o projenin kalitesi hakkında piyasaya bir işaret verir. Piyasalar, bir girişimci tarafından daha fazla yatırım yapılmak istenen (yani daha fazla maliyeti olan) bir projeyi daha kaliteli olarak algılarlar. Piyasalarda yaratılacak bu algının farkında olan girişimciler, böyle bir izlenim verebilmek için belirli bir projeye gerekenden daha fazla

6 Akerlof (1970) sıkça atıfta bulunulan “Market for Lemons” makalesinde asimetrik bilginin nasıl ters seçim sorununa yol açabileceğini ikinci el araba piyasasından bir örnekle açıklar. Her kullanılmış arabayı almak isteyen potansiyel bir alıcı vardır. Bu piyasada, satıcı satmak istediği arabanın fiyatını bilir; fakat alıcı satışa sunulan belli bir arabanın değerini bilmez. Bu durum, alınıp satılacak arabaların değerini belirlemede uzmanlaşmış tüccarların ortaya çıkmasını teşvik eder. Finansal aracılar tüccarların araba piyasasında oynadıkları rolü kredi piyasasında oynarlar.

7 Sigorta piyasası ahlaki çöküntü durumunu anlamak için iyi bir örnektir (Varian, 1992). Mesela bir araba sigortasını ele alırsak, arabasını tam olarak sigorta yaptırmış bir müşteri, arabasını kilitleme konusunda daha az temkinli olabilir. Bu durum piyasada aksaklığa yol açar çünkü sigorta firması makul fiyatlarda daha fazla sigorta sunmayı ancak tüketiciler yeterli önlemi alırlarsa isteyecektir.

8 “Informational Asymmetries, Financial Structure and Financial Intermediation” (Bilgi Asimetrileri, Finansal Yapı ve Finansal Aracılık), Leland and Pyle (1977).

Referanslar

Benzer Belgeler

Normal maliyet yöntemi; direkt ilk madde ve malzeme gideri, direkt işçilik gideri ve değişken genel üretim giderlerinin tamamı ile sabit genel üretim giderlerini normal

• Arz veya talebin kayması ile başlangıçtaki denge ücretinde talep fazlası oluşmuşsa daha yüksek bir ücret düzeyinde piyasa yeniden dengeye gelebilecektir.. Talep fazlası

1990 sonrası dönemdeki ekonomik faktörlerin dış borç stoku üzerindeki etkisini incelerken ele alınan değişkenler iç borç stoku, cari işlemler açığı, kamu harcamaları

As the industry has a dense structure of emotional labor this study aims to determine levels of emotional labor and work commitment among pharmaceutical representatives..

Ancak bu kullanım, dijital emeğin yalnızca bir kısmını ifade eder; Fuchs dijital emek kavramını “dijital medyanın var olması, üretilmesi, yayılması

Bu çerçevede, bu bölümde, dış borç kavramıyla ilgili genel bilgiler, 1980’li yıllardan itibaren ortaya çıkan uluslararası borç sorunları ve bunların

Her yıl afaki ihracat hedefleri ortaya atılarak bunların tutturulması için sahte “altın ihracatı” gibi alışılmadık uygulamalara yeltenilip sahte başarı

Faktör Piyasaları Kısa Dönemde Rekabetçi Firmanın Rekabetçi Piyasadan Emek Talebi Toplam girdi maliyeti (TIC): Kısa dönemde rekabetçi firma için toplam girdi maliyeti iş