• Sonuç bulunamadı

TÜRKİYE EKONOMİSİNİN FİNANSALLAŞMASI: BANKALARIN KAMU AÇIĞI

BANKALARIN KAMU AÇIĞI FİNANSMANINDAKİ ROLLERİ

Türkiye’de finansal sistemin serbestleştirmesi 1980 yılında dış borç sorununa bir çözüm arayışı olarak başlamıştır. Latin Amerika ülkelerinde 1982 yılında yaşanan kriz, hammadde ve petrol ithalatına bağımlı Türkiye’de kendini 1970’lerin sonlarında ‘döviz krizi’

olarak göstermişti. Döviz darboğazını aşmak ve tıkanan ithal ikameci sanayi stratejisine bir çözüm oluşturmak için 1980 yılından itibaren ticaret adım adım serbestleştirilmiş, faiz oranları ve döviz kuru serbest bırakılmış, ardından bu süreci başka finansal reformlar izlemiştir. Finansal alanda yaşanan en önemli değişimlerden biri, 1980’lerin ortalarında, kamu açığının finansmanının Merkez Bankası’ndan ticari bankalara geçmesiyle yaşandı.

Öncesinde, bütçe açığı direk Merkez Bankası’nın para basmasıyla finanse edilmekteyken, 1980’lerin ortalarından itibaren; risksiz, vergi yükümlülüğü olmayan, yüksek gelir getiren devlet iç borçlanma senetleri ticari bankalar için en cazip ve güvenli yatırım araçları haline geldi (Öncü & Gökçe, 1991). Türkiye’nin sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi yoluyla dünya ekonomisiyle bütünleşmesi bu süreci daha da derinleştirdi. Ticari bankalar giderek yurt dışından aldıkları borçları yüksek gelir getiren devlet iç borçlanma senetlerine yatırmaya başladılar. Bu durum tahvillere ödenen yüksek faizler nedeniyle kamu açığının giderek artmasına yol açtı. Bu koşullar altında, borcun çevrilebilmesi için kısa dönemli kaynaklara olan ihtiyaç arttı. Böylece, sermaye kaçışlarını önlemek ve sermaye girişlerinin devamlılığını sağlamak iktisadi istikrarın temel koşulu haline geldi. Öte yandan, uluslararası sermaye girişlerindeki artış, yerli paranın aşırı değerlenmesine ve cari açığın giderek artmasına yol açtı. Bütün bunlara bağlı olarak, pek çok geç kapitalistleşmiş ülkede olduğu gibi, Türkiye’de

91

de 1980’ler sonrasında sermaye hareketlerindeki ani yükseliş ve düşüş çevrimlerine bağlı olarak istikrarsız bir büyüme performansı gözlendi. 1994 ve 2001 krizlerinde açıkça görüldüğü gibi bu süreç ciddi mali krizleri de beraberinde getirdi.

Türkiye’nin finansallaşma sürecini değerlendirecek olursak, 1990’lar boyunca bu sürecin ana etmenlerinin kamu iç borç piyasasının gelişmesi, sermaye hareketlerine bağımlılığın giderek artması ve büyüyen cari açık olduğunu söyleyebiliriz. Bu çalışma çerçevesinde asıl altı çizilmesi gereken husus, 1980’lerin sonlarından itibaren bankacılık sektörünün firmalara kredi açmak gibi alışılagelmiş faaliyetlerini ikincil plana atarak giderek hazine bonoları ve devlet tahvillerine yatırım yoluyla kamu açığı finans etme işlevini üstlenmiş olmalarıdır. Bu durum kamu kaynaklarından özel sektöre, özellikle de büyük banka sahipleri olan holdinglere, ciddi bir para transferinin de yolunu açmıştır.

2001 krizi Türkiye ekonomisi ve özellikle finansal sektör varlıklarının %87’sine sahip olan bankacılık sektörü üzerinde ciddi etkiler bırakmıştır. Kriz sonrası dönemde, sektörde önemli yapısal değişiklikler yaşanırken, finansal derinlik ve aracılık göstergelerinde artış görüldü. İlerleyen kısımlarda ayrıntılı olarak ele alınacağı gibi, finansal sektördeki bu büyümenin önemli bir kısmı tüketicilere yönelik faaliyetlerdeki hızlı artıştan kaynaklanmıştır.

2000’li yıllarda tüketici kredileri ve hanehalkı borçlanmasında görülen hızlı artış Türkiye ekonomisinin finansallaşmasına yeni bir unsur eklemiştir. Bu bölüm, finansal sistemde 1980’den 2001 krizine kadar geçen süreçte yaşanan ve Türkiye’nin finansal sistemini şekillendiren değişimler üzerinde durmaktadır.

1980 Sonrası Finansal Liberalleşme

1980’ler Türkiye ekonomisinde ihracata dayalı sanayileşme rejimine geçişle birlikte yapısal değişikliklere sahne oldu. 1960’larda ve 1970’lerde ithal ikameci sanayileşmeye dayalı sermaye birikimi rejiminde temel amaç, Türkiye’nin yerli sanayisini geliştirmek ve henüz büyümekte olan holdinglerin ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir finansal sistem yaratabilmekti. Finansal alana hâkim olan bankalar devletin sıkı kontrolü altındaydı. Faiz oranları, kredi limitleri ve döviz kurları sanayinin finansal ihtiyaçları doğrultusunda, devlet tarafından belirlenmekteydi.60 Bu anlamda bankalar, sanayi ve devlet arasında sıkı ilişkisel ağlar mevcuttu. (Aybar & Lapavitsas, 2001a).

60 Örneğin ödünç verilebilir fonların yaklaşık %75’inin nerelere tahsis edileceğine devlet karar vermekteydi (Denizer, 1999).

92

1970’lerin sonlarında sermaye birikimi sürecinde yaşanan sorunlar finansal sistemde önemli yapısal değişiklikler yapılmasını gerektirdi. 1976 yılından başlayarak, sanayi yatırımlarını finanse etmek giderek zorlaşmaya başlamıştı (Yeldan, 1995). 1960’lar boyunca Türkiye’de sanayinin büyümesine imkân veren holdingler, 1970’lerin başından itibaren yeterli olgunluğa ulaşmış olduklarından ekstra kaynaklara ihtiyaç duymaktalardı (Ercan, 1998). Böylelikle 1970’lerin sonunda, ithal ikameci sanayi stratejisi sınırlarına ulaşmış oldu.

Ekonomik sıkıntılar 1973’te yaşanan ve ardından 1979 yılında tekrarlanan petrol şoklarının da etkileriyle iyice arttı. Bu süreçte ciddi bir döviz sıkıntısının baş göstermesiyle birlikte, Türkiye yüksek bir dış borç sorunuyla karşı karşıya kaldı. 61

1980’ler boyunca pek çok geç kapitalistleşmiş ülkede olduğu gibi Türkiye’de de ticari ve finansal serbestleşme politikaları uygulandı. Bu dönemde ekonomideki dar boğazı aşabilmek için çeşitli reformlar hayata geçirildi. Bu reformların asıl amacı ithal ikameci sanayi rejiminden ihracata dayalı sanayileşme stratejisine geçebilmekti. Bu yolla Türkiye’deki büyük holdinglerin dünya ekonomisiyle bütünleşebilecekleri ve içinde oldukları döviz dar boğazını aşabilecekleri düşünülmekteydi. IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlar, ekonominin neoliberal yapılanma sürecinde önemli rol oynadılar. 1980 yılında öncelikli olarak dış ticaret serbestleştirildi. Bunu daha sonra, 1981 yılında faiz oranları üzerindeki kontrollerin kaldırılması izledi. Bir sonraki adım, 1984 yılında yerleşik hanehalklarının bankalarda döviz tutmalarına olanak sağlayan, döviz ticaretinin serbestleştirilmesiydi. 1985 yılında, kamu açığı finansmanı için hazine bonosu ve devlet tahvili ihraç edilmeye ve kamu menkul kıymetleri alım satımı için ihaleler düzenlenmeye başlandı. 1986’da varlık yükümlülük yönetimini kolaylaştırmak için bankalararası para piyasası kuruldu ve İstanbul Menkul Kıymetler Borsası yeniden açıldı. 1987 yılında, Merkez Bankası açık piyasa işlemlerine başladı.

Bu değişikliklerin sonucunda, 1980’lerde bankacılık sektörü faaliyetlerinde bir çeşitlenme yaşandı. Bankalar devlet iç borçlanma senetleri almak ve döviz işlemleri yapmak için sermaye piyasalarında işlem yapmaya başladılar. Bunun yanı sıra tüketici kredileri ve kredi kartları verilmesi, ATM’ler kurulması, future, forward, swap ve opsiyon gibi yeni hizmetlerin sunulması da banka faaliyetlerini çeşitlendiren diğer unsurlar arasındaydı (BAT, 2008). Bütün bunlar göz önüne alındığında, 1980’li yıllarda Türkiye’de finansın adım adım gündelik hayata girmeye başladığını söylemek yanlış olmaz.

61 Türkiye’de 1979 krizine dair ayrıntılı bir değerlendirme için bkz. Yaman-Öztürk (2008).

93

Bir önceki bölümde belirtildiği gibi, finansal liberalleşme politikalarının teorik dayanağını oluşturan Mckinnon-Shaw tezine göre, finansal serbestleşmenin ve faiz oranlarının serbest bırakılmasının tasarruflarda artışa ve kaynakların daha etkin tahsis edilmesine yol açacağı varsayılır. Böylelikle daha yüksek yatırım ve büyüme oranları elde edilecek ve iktisadi kalkınma sağlanacaktır. Ne var ki, Akyüz’ün (1990) ve Balkan ve Yeldan’ın (2002) da ifade ettikleri gibi, McKinnon-Shaw tezinin önermeleri Türkiye ekonomisinin finansal serbestleşme deneyimiyle çelişkiler göstermektedir. Bu tezde öngörülenin aksine Türkiye ekonomisi deneyiminde finansal liberalleşme sonucu kaynak tahsisinde sabit sermaye birikimi ve büyümeyi sağlayacak varlıklara doğru bir yönelim gerçekleşmemiştir. Aksine, finansal serbestleşme sonrası dönemde ekonomide finansal derinleşmenin öncülleri, döviz kuru mevduatları ve kamu menkul kıymetleri olmuştur (Balkan & Yeldan, 2002). Yine Mckinnon-Shaw teziyle çelişkili bir şekilde, bu dönemde bankacılık sektörü aracılık faaliyetlerinde azalma görülmüştür. Önceki dönemlerde olduğu gibi, finansal serbestleşme sonrası dönemde de Türkiye ekonomisine özgü siyasal ve tarihsel etmenler banka, sanayi ve devlet arasındaki ilişkileri şekillendirmede son derece önemli rol oynamaya devam etmişlerdir (Aybar & Lapavitsas, 2001a).

1980’lerin sonlarına doğru bankacılık sektörü faaliyetlerini şekillendiren temel gelişme kamu açığı finansmanında Merkez Bankasının rolünün azalıp, bunun yerine ticari bankaların rollerinin ön plana çıkmış olmasıdır. 1980’lerin başlarında, finansal serbestleşmenin ilk dönemlerinde yüksek faiz oranları, düşük döviz kuru ve vergi indirimleri Kamu Borçlanma Gereksiniminde (KBG) artışa neden olmuştu. 1981 ve 1986 yılları arasında, KBG’nin GSMH’ye oranı ortalama %4,2 iken, 1987 ve 1993 yılları arasında bu oran %8,6’ya yükselmiştir.62 Finansal serbestleşmeden en büyük faydayı sağlayan kurumlar bankalar olmuştur. İç borçlanma dalgası ve beraberinde gelen uluslararası fon girişleriyle, Türk bankaları yeni deregülasyon döneminden oldukça kârlı çıkmışlardır (Öncü ve Gökçe, 1991).

Esasında bu dönemde kamu açığının devlet iç borçlanma senetleri ihraç ederek finanse edilmesi son derece stratejik bir karardır (Boratav, 2001). Döviz darboğazı nedeniyle ekonominin 1970’lerin ikinci yarısında karşılaştığı sorunlar Türkiye’de büyük holdinglerin mali dengelerini bozmuştu. Kriz koşulları altında, yerli sermayedarlar vergi ödemelerinde zorluk çıkartmaktaydılar. Bu ortamda, hükümet fon sağlamak için farklı yollar bulmayı tercih etti ve işte bu nedenle Hazine 1985’te kamu menkul kıymetlerini ihaleye açtı. İhraç edilen

62 Veriler Kalkınma Bakanlığı, Ekonomik ve Sosyal Göstergelerden alınmıştır bkz.

<http://www.dpt.gov.tr/Kalkinma.portal>

94

devlet iç borçlanma senetlerinin çoğunu bankalar satın aldı. Hazine istatistiklerine göre, iç borcun bankalar tarafından finanse edilen kısmı 1988 yılında %90’ı bulmaktaydı.

1980’lerin sonunda, ihracat teşviklerine, yerli paranın değer kaybetmesine ve ücret baskılamalarına dayanan ihracata dayalı rejimi sürdürmek imkânsız hale gelmişti. (Boratav &

Yeldan, 2002).Öte yandan, 1980’letin sonlarından itibaren sendikalar emek piyasalarında güçlerini hissettirmeye başlamışlardı. 1989 yılı Bahar Eylemleri ve 1991 yılında Zonguldak maden işçilerinin büyük grevi ve Ankara yürüyüşleri, yaklaşan seçim ekonomisinde özellikle kamu sektöründe işçi ücretlerinin daha fazla baskılamayacağını işaret etmekteydi. Hükümet işçi ücretlerine %140 oranında zam yapmak zorunda kaldı. Fakat yapılan zamlar ve ekonomideki popülist eğilimlerin de etkisiyle kamu açığı giderek artmaktaydı. Artan kamu açığını daha kolay finanse edebilmeyi sağlayacağı beklentisiyle, 1989 yılında uluslararası sermaye hareketleri serbestleştirildi. Fakat beklentilerin aksine, sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi mali sorunların çözümünü de beraberinde getirmedi. Aksine bu dönemde kamu açıkları daha da büyük bir sorun haline geldi. Uluslararası sermaye hareketleri serbestleştirilmeden önce, devlet kamu borcunu yerel kaynaklarla finanse etmekteydi.

Gelinen yeni aşamada artık devletin kamu borçlanma senetlerine hem daha güvenli hem de artık daha kolay erişilebilir olan dolar bazlı uluslararası finansal varlıklardan daha yüksek faiz vermesi gerekiyordu (Akyüz & Boratav, 2003). Buna ilaveten, 1990’lar boyunca, mevduatlara ek olarak dışarıdan makul koşullarla sağlanan fonlar bankalar için önemli bir kaynak haline gelmişti. Bu fonlar yüksek getiri sağlayan devlet iç borçlanma senetlerine yatırılıyordu. Bu durum kamunun artık dış piyasalardan doğrudan borçlanmak yerine bankalar aracılığıyla yurt dışından dolaylı olarak borçlanmaya başladığı anlamına gelmekteydi. Sonuçta, devlet iç borçlanma senetlerine verilen yüksek faizler kamu borç stokunda çok ciddi bir artışa neden oldu. Ponzi finansmanı olarak tanımlanan bu borç yapısının temel özelliği geri ödeme koşullarının kısa dönemli borç çevrimine tabi olmasıydı (Özlale & Yeldan, 2004).

Sonuç olarak 1989 sonrası dönem ülkeye yoğun kısa dönemli para girişlerine sahne oldu. Sermaye girişlerinin neden olduğu yabancı para fazlası Türk Lirasının değerlenmesine yol açtı. Bu durum ithalat artışını teşvik etti. 1993 yılında cari açık GSYH’nin %3,6’sına ulaştı. 1994 yılında kısa dönem sermaye girişlerini sürdürmede karşılaşılan sıkıntılar nedeniyle ciddi bir kriz yaşandı. Krizle gelen devalüasyon ve faizlerdeki anormal artış ekonomide son derece tahripkâr sonuçlar bıraktı. Yüksek döviz açık pozisyonları nedeniyle, döviz ve vade riski taşıyan bankacılık sektörü krizden çok kötü etkilendi. Bu süreçte üç özel banka (TYT Bank, Imexbank ve Marmarabank) iflaslarını açıkladılar. Bu iflasları takiben

95

bankacılık sektöründe bir güven krizi baş gösterdi. Hükümet güven krizine bütün tasarruf mevduatlarını sigortalayarak karşılık verdi. Bankacılık sektörünün açık pozisyonları kapatılsa da, krizden kısa bir süre sonra bankalar tekrar açık vermeye ve dışarıdan borçlanmaya başladılar. Dolayısıyla 1994 krizi sonrasında da dışarıdan ucuza borçlanıp, yüksek gelir getiren devlet iç borçlanma senetlerine para yatırmak bankacılık için kârlı bir faaliyet alanı olmaya devam etti. Bu anlamda, kriz sonrasında sektörde önemli bir yapısal dönüşüm yaşanmadı.

1990’lar boyunca, kredilerin toplam banka varlıklarına oranı %40’lar civarında dalgalandı (BAT, 2010b). Bu oranın düşüklüğü, Mckinnon-Shaw tezinde öngörülenin aksine, finansal serbestleşmenin Türkiye’de finansal aracılık seviyesini arttırmada önemli bir rol oynamadığını göstermektedir. Zaten bu dönemde, şirketlerin finansal davranışlarında da finansal serbestleşme öncesi döneme göre önemli bir değişiklik yaşanmamıştır. Şirketler açısından ticari ilişki içinde bulundukları diğer şirketlerden sağladıkları ticari krediler önemli bir mali kaynak olmaya finansal serbestleşme sonrasında da devam etmiştir. Merkez Bankası tarafından yayınlanan sektör bilançoları raporlarına göre, 1990’lar boyunca ticari kredilerin şirketler sektörü yükümlülükleri içerisindeki payı %20’ler civarında gerçekleşmiştir. Bu oran neredeyse toplam yükümlülükler içinde banka kredilerinin payına eşittir. Banka kredilerinin şirket yükümlülükleri içindeki payı ise Türkiye’de bankacılık sektörünün ağırlıkta olduğu finansal sistemlere sahip başka ülkelere göre oldukça düşüktür. Örneğin Almanya’da banka kredilerinin toplam yükümlülükler içerisindeki payı %50’nin üzerindedir (Aydin vd., 2006).

Ülkeler arasındaki bu tarz farklılıklar; ikinci bölümde tartışıldığı gibi, kurumsal, toplumsal ve kültürel etmenlerin bir ülkenin finansal sistemini şekillendirmede ne denli önemli olduğunu yansıtmaktadır.

Türkiye’de finansal sistemin şekillenmesinde yukarıda bahsedilen politikaların yanı sıra doğrudan devlet müdahalesi de önemli rol oynamıştır. Bu anlamda bankacılık faaliyetlerini etkileyen önemli devlet müdahalelerinden biri bankaların, portföylerinde her an nakde çevirebilecekleri devlet menkul kıymetleri tutmalarının zorunlu hale getirilmesi olmuştur. Bankaların disponibilite oranı 1983’te %10 iken 1991’de %35’e çıkarılmıştır (Binay & Kunter, 1998). Bu düzenlemeyle bankacılık sistemine doğrudan müdahale edilerek kamu açığının bankacılık yoluyla finanse edilmesi garanti altına alınmıştır (Ertürk, 2003).63 Ayrıca bankaların çoğunlukla büyük holdinglerin mülkiyetinde olmaları sebebiyle bu doğrudan müdahale sermayeye kaynak aktarımının da önünü açmıştır.

63 Türkiye’de kamu borç yönetimine devlet müdahalesinin finansal hâkimiyeti nasıl arttırdığına dair detaylı bir analiz için bkz. Güngen (2008).

96

Bu noktada, yüksek kamu açığının ve kamu menkul kıymetlerinin getirdiği yüksek kazançların, büyük aile şirketlerini banka sahibi olmaya teşvik ettiğini de belirtmek gerekir.

Kamu açığını finanse ederek yüksek kâr elde etme potansiyelini de beraberinde getirmenin yanı sıra, banka mülkiyeti aynı zamanda ucuza krediye ulaşmanın da yolunu açmaktaydı.

Sermaye sınıfına yeni dâhil olanlar, örneğin Anadolu kaplanları, krediye erişimde sıkıntı çekmekteydi. Kendi bankalarını kurmak ya da Türkbank, Etibank ve Sümerbank gibi özelleştirilmiş bankaları almak finansal sorunlarını çözmelerine yardımcı oldu (Aybar &

Lapavitsas, 2001b). Böylece, 1980’li ve 1990’lı yıllarda Türkiye’de holding bankacılığı giderek yaygınlaştı.64 Holding bankaları, holding şirketleri aracılığıyla bankacılık sektörünün bir kısmını elinde tutan büyük sanayi işletmeleriydi. 1996’da Türkiye’deki 31 ticari bankanın 29’u holding bankasıydı (Gültekin-Karakaş, 2009). Holding bankacılığı, özel yatırımı arttırmak amacıyla devlet tarafından da teşvik edilmekteydi. Yeni bankacılık lisansı almak zamanla son derece siyasi bir mesele haline geldi. Siyasi bağlantıları sayesinde lisans elde eden büyük sermayedarlar süreç içerisinde finansal kaynakları da kontrol etmeye başladılar (Gültekin-Karakaş, 2009). Devlet iç borçlanma senetlerinin yüksek getirileri ve büyüyen kamu açığı devletten holding gruplarına gelir transferinin de yolunu açtı. Bu anlamda, kamu açığının bankacılık yoluyla finansmanının Türkiye’de bir gelir transfer mekanizması olarak işlediği söylenebilir.65 Dış piyasalardan borçlanıp, yüksek getirili devlet borçlanma araçlarına yatırım yapan büyük işletmeler Türkiye ve uluslararası piyasalardaki faiz oranları ve döviz kuru farklarından yararlanarak çok büyük kârlar elde ettiler.

Kamu açığının finansmanı yoluyla gerçekleşen bu gelir transferinin boyutları, bankaların kamu menkul kıymetlerine yatırım yapmaktan kazandıkları faizin toplam faaliyet gelirleri içerisindeki payındaki artış incelendiğinde açıkça ortaya çıkmaktadır. 1985 öncesi bankalar neredeyse tüm faiz gelirlerini kredilerden elde etmekteyken, 1990’lardan itibaren, menkul kıymetlerden elde edilen faiz gelirlerinin faaliyet gelirleri içerisindeki payı giderek artışmıştır. 1986 ve 1990 yılları arasında %19 olan bu oran, 2002 ve 2007 arasında %49’a yükselmiştir (BAT, 2008). Bu durumun temel nedeni, bu dönemde menkul kıymetlerden elde edilen faizlerin kredilerden elde edilen faizlerden çok daha yüksek olmasıdır. 1986’dan itibaren 2000’lı yılların ortalarına kadar, menkul kıymet getirileri her zaman kredi getirilerinden daha yüksek olmuştur (BAT, 2008). Dördüncü bölümde bahsedileceği gibi, bu

64 Yeni gelişmekte olan holdingler bankaları satın almaya 1960’lı yıllarda başladılar. 1957 yılında yürürlüğe giren Bankacılık Kanunu (Act No. 7129) bankaların ortak oldukları işletmelere verilen kredi sınırlarını kaldırarak holding bankalarının çoğalmasının önünü açtı (Öncü & Gökçe, 1991).

65 Kamu borç yönetimi yoluyla gerçekleşen gelir transferine dair bir analiz için bkz. Cizre-Sakallıoğlu ve Yeldan (2000).

97

durum ancak devlet iç borçlanma piyasasında yaşanan gelişmelere bağlı olarak 2000’li yıların ortalarından itibaren değişmeye başlamıştır. 66

1990’lı yıllar ve 2000’lerin başlarında, kamu menkul kıymetlerinden kazanç elde etmek oldukça cazip olduğundan, bu dönemde sadece bankalar değil sanayi şirketleri de finansal varlıklara yönelmiştir. Türkiye’nin en büyük 500 imalat firmasının ortalama faaliyet dışı gelirlerinin toplam kârlarına oranı, 1980’lerde %30 civarındayken, bu oran sonraki yıllarda hızla artmış ve 1999 yılında %219’a, 2001 yılında ise %547 gibi olağanüstü bir seviyeye ulaşmıştır (İstanbul Sanayi Odası, 2008). Kriz döneminde yaşanan bu anormal artışın ardından, 2001 sonrası dönemde uygulanan para ve maliye politikalarının etkisiyle, bankacılık sektöründe olduğu gibi sanayi sektöründe de faaliyet dışı gelirlerinin toplam kârlara oranı önemli ölçüde düşüş göstermiştir. Grafik 3.1’den görülebileceği gibi, bu oran 2006 yılında %26.3’e inerek en düşük seviyesine ulaşmış, 2007 yılında tekrar bir yükseliş göstermişse de bu artış önceki dönemlere göre yine de daha düşük bir oranda kalmıştır.

Grafik 3.1: Faaliyet-dışı Gelirler/Net Kâr (İlk 500 Firma), 1983-2007

Kaynak: İstanbul Sanayi Odası (2008)

Not: Faaliyet dışı gelirler; faiz gelirleri, kambiyo kârları, temettü, iştirak gelirleri, gayrimenkul gelirleri ve benzeri gelirlerden oluşmakla birlikte bu gelirlerin önemli bi kısmını bono ve tahvillerden elde edilen faizler oluşturmaktadır.

Türkiye’de finansal serbestleşmeyle ilgili yazında, devlet iç borçlanma senetlerinin yüksek kârlar getirmesi sebebiyle özel yatırımları dışladığı sıkça dile getirilen bir argümandır.

Bu argümanla ilgili olarak, imalat sanayi şirketlerinin kaynaklarını üretim için yatırımdan

66 Grafik 4.6 1985 ve 2009 yılları arasında kredi ve menkul kıymet getirilerini karşılaştırmaktadır.

0 100 200 300 400 500 600

1983 1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007

98

yüksek gelir getiren kamu menkul kıymetlerine kaydırmaları sonucu üretim düzeylerinin nasıl düştüğüne dair Boratav, Yeldan ve Köse (2001) çarpıcı bir örnek verir. 1994 krizi döneminde Türk otomotiv imalatçıları geçici olarak üretime ara verip, işçileri birkaç aylığına işten çıkarıp, döner sermayelerini (örn. maaş fonları) fahiş faiz oranlarını sunan hazine tahvillerine yatırırlar. Bu stratejileri sayesinde, üretimin aksamasından dolayı çok ciddi bir kayba uğramalarına rağmen, ellerindeki fonları finansal faaliyetlere yönlendirerek bu kayıplarını da telafi edecek çok yüksek kârlar elde ederler. Boratav vd. (2001)’nin açıkça gösterdiği gibi, sermayenin asıl amacı üretim değil kârdır. Ne var ki, örneklerle desteklemek mümkün olsa da, dışlama (crowding out) etkisini ampirik olarak ispat etmek oldukça zordur.

Diğer taraftan şu da belirtilmelidir ki, ekonominin son derece istikrarsız ve yatırımların riskli olduğu bir ortamda kaynaklarını kamu menkul kıymetlerine kaydıran şirketlerin davranışlarının, potansiyel zararlarını telafi etmek için verilmiş stratejik kararlar olarak da yorumlanabileceği açıktır.

Özetleyecek olursak, 1980’lerin sonlarından başlayarak kamu açığını finanse etmek bankalar açısından oldukça kârlı bir faaliyet haline geldi ve Türkiye ekonomisinin finansallaşmasının da temel taşlarından birini oluşturdu. 1990’lı yıllarda ekonominin finansallaşmasının karakteristik bir özelliğini oluşturan bu gelişme, yalnızca Türkiye’ye özgü bir durum değildi. İkinci bölümde bahsedildiği gibi, kamu açığı finansman yönetimi pek çok geç kapitalistleşmiş ülke ekonomilerinin finansallaşmasında önemli rol oynadı. 1980’lerin

Özetleyecek olursak, 1980’lerin sonlarından başlayarak kamu açığını finanse etmek bankalar açısından oldukça kârlı bir faaliyet haline geldi ve Türkiye ekonomisinin finansallaşmasının da temel taşlarından birini oluşturdu. 1990’lı yıllarda ekonominin finansallaşmasının karakteristik bir özelliğini oluşturan bu gelişme, yalnızca Türkiye’ye özgü bir durum değildi. İkinci bölümde bahsedildiği gibi, kamu açığı finansman yönetimi pek çok geç kapitalistleşmiş ülke ekonomilerinin finansallaşmasında önemli rol oynadı. 1980’lerin