Bugün bu köşenin okurlarına 1 Haziran Cuma günü ODTÜ'de Türkiye ve AB: Emek, İstihdam ve Sendikalar konulu konferansa sunduğum Tarımsal Fiyatlar ve Köylülüğün Geleceği bildirisinin bir özetini (ve tartışmalardan bir bölümü) aktarmak istiyorum.
Konuşmamı, Samir Amin'in 2003'te Monthly Review dergisinde yayımlanan bir yazısından yaptığım şu alıntılarla tartışmaya açtım:
"Modern kapitalist tarım Üçüncü Dünya'nın köylü tarımına karşı bir saldırı başlatmıştır. çok büyük üretkenlik farkları nedeniyle bugün üç milyar köylü tarafından pazara sunulan gıda ürünleri, otuz milyon modern çiftçi tarafından da üretilebilecektir. Bunun gerçekleşmesi için verimli toprakların önemli bir miktarının şimdiki köylülerin elinden alınarak yeni kapitalist çiftçilere transfer edilmesi; milyarlarca üreticinin kısa bir tarih dilimi içinde ortadan
kaldırılması gerekecektir. Ancak, sormak gerekiyor: Bu milyarlarca insan ne olacak?" Bu alıntıdan sonra konuşmamı sürdürdüm:
"Dünya çapında bu türden bir büyük dönüşümün söz konusu olması için, Üçüncü Dünya tarımının, Amerika ve Avrupa'nın olağanüstü desteklere dayalı tarımsal ürünleri ithalatına tam açılması; köylü tarımının piyasa ilişkilerine sınırsız teslim edilmesi ve tarımsal arazinin tam anlamıyla (yabancı sermayeye de açılacak biçimde) metalaşması gereklidir."
"Türkiye'de 1980'den beri, tarımsal politikalar bu doğrultuda değiştirilmekte idi. Ancak, en kararlı dönüşüm, 1998 sonrasında Türkiye ekonomisinin yönetimi büyük ölçüde IMF/Dünya Bankası denetimine geçtikten sonra gündeme geldi. O tarihten bugüne kadar, neo-liberal reçeteler Cumhuriyet tarımında onyıllar boyunca geliştirilmiş destekleme ve koruma politikalarının son kalıntılarını da külliyen tasfiye etmeyi hedefledi. O halde araştırmak gerekiyor: Samir Amin'in Üçüncü Dünya köylülüğü için öngördüğü senaryonun bazı sonuçları, son yıllarda Türkiye'de işlemeye başlamış mıdır?"
"Tarım ve sanayi arasındaki fiyat makasları son sekiz yılda yüzde 39 oranında tarım aleyhine dönmüş; üç milyon köylü tarımsal üretimden koparılmıştır. Samir Amin gibi soralım: Bu üç milyon insan ne oldu? Aynı süre içinde geniş anlamda işsizlikte 2 milyonluk bir artış gerçekleşti; işgücüne katılım oranı da yüzde 51'den 48'e düştü."
"Tarımsal istihdamdan koparılan emekçiler, sadece işsiz kitlelere katılmakta ve işgücü piyasasından kopmakta iseler, bu dönüşümü, ekonomik yapıda dinamik bir olgunlaşma olgusu olarak yorumlayamayız. Köylülüğün bunalımlı tasfiyesi başlamış olabilir. Ancak, aceleci sonuçlardan kaçınmak; yeni araştırmalara gitmek gerekiyor."
***
Konuşmama burada son verdim. Tartışmalara geçildiğinde, İngiltere'de "emek çalışmaları" üzerinde uzmanlaşmış bir araştırma enstütüsünden gelen Steve Jefferys şu soruyu sordu: "Bu kadar kısa bir dönemde tarımsal istihdamda gerçekleşen üç milyon kişilik daralma toplumsal patlamalara yol açmıyor mu?"
Bu soruyu şöyle yanıtladım:
"Köylülüğün ve halk sınıflarının tüm katmanlarının sürüklendiği dalga dalga bunalımlara karşı bir toplumsal patlama tepkisini sevinçle karşılamamız gerektiğini düşünüyorum. Zira, patlama, tıkanmış olan legalizmin sınırlarını zorlayan sınıfsal bir tepkidir. Bunalımlara karşı, toplumsal çürüme de söz konusu olabilir. Şu anda bu türden bir yaygın çürüme süreci içindeyiz. Dünyanın en güvenli kentlerinden biri olan İstanbul'un son yıllarda yaygın, kitleleşen bir cürüm merkezine dönüşmesi bunu gösteriyor. Bir başka çürüme göstergesi de, emekçi insanların topluca hak mücadelelerine kalkışmak yerine, maddi ve manevi bireysel selâmetlerini giderek tarikatlara, köktendinci bir İslam'a sığınarak
aramalarında yatıyor."
"Dikkat ediniz: Müslümanlıktan, dindarlıktan söz etmiyorum. Türkiye işçi sınıfı, otuz yedi yıl önce 15-16 Haziran ayaklanmasında; otuz yıl önce 1 Mayıs gösterilerinde kurşunlanırken; maden işçileri on sekiz yıl önce çok yaygın bir halk desteğine dayanarak Zonguldak'tan Ankara'ya yürürken de ezici çoğunluğuyla dindar insanlardan oluşuyordu.
Ancak, o yılların emekçileri, burjuvazinin ve siyasi iktidarın saldırılarına tepki gösterirken, özel hayatlarının bir öğesi olan dindarlık ile, toplumsal konumlarını oluşturan sınıf aidiyetini birbirine karıştırmıyorlardı. Halk İslamı, sınıf mücadelelerine köstek olmadığı, özünde lâik özellikler taşıdığı için tehlikeli bulundu. Bu nedenle yoksul insanların köktendinci, tarikatlara dayalı İslam tarafından fethedilmesi öncelik kazandı."
Toplantıda fırsat bulamadım; şimdi söyleyeyim: Toplumsal çürümeyle mücadelenin bir ayağı da halkın köktendinci İslam'a, tarikatlara teslim edilmesine karşıdır. Lâiklik, bu nedenle, bence, sadece "kentli orta sınıflar"ın hayat
tarzlarının korunması bakımından değil; daha da önemlisi emekçiler nezdindeki ideolojik kavga bakımından da önem taşıyor.
03/06/2007 sol