• Sonuç bulunamadı

Yn/arın Yayınevimizde Çıkan Kitaplar;:

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Yn/arın Yayınevimizde Çıkan Kitaplar;:"

Copied!
344
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Yn/arın Yayınevimizde Çıkan Kitaplar;:

ÇATI

ÇATIDAKİ RÜZGÂR GAZAP TOHUMLARI ÇATIDAKİ DİKENLER ÖÇ YUVASI

GEÇMİŞTEKİ GÖLGE

CENNETTE FIRTINA

ÇATIDAKİ NEFES

(2)

G İ R İ Ş

Küme küme bulutların arasından aşağıya inişe geçtiğimiz sırada New York birden altımızda belirdi. New York! Dünyanın en heyecan verici kenti; yalnızca hakkında yazılanları okuduğum, söylenenleri duy¬

duğum ve dergilerde resimlerini gördüğüm kent. P e n c e r e d e n bakarken soluğumu tutuyordum. Gökdelenler hiç bitmemecesine uzayıp gidiyor, düşleyebileceğim her şeyi gerilerde bırakıyordu.

Hostes bize kemerlerimizi bağlamamızı ve koltuklarımızın arkasını doğrultmamızı söylemişti. Sigaraların söndürülmesi için yolcuları uya¬

ran ışıklı sinyal yandığında kalbim o kadar gürültülü atmaya başladı ki, yanımdaki tatlı yüzlü yaşlı hanımın duyacağını sandım. Zaten o da bana, kalbimin atışlarını duymuş gibi gülümsedi.

Arkama yaslanıp gözlerimi kapadım.

Her şey o kadar çabuk olup bitmişti ki... kaçırılışımla ilgili gerçeği keşfedişim ve yalanları Cutler Nine'nin yüzüne çarpışım, bu yüzleşme s o n u c u n d a Cutler Nine'den, babam olduğunu sanma yanılgısına düştü¬

ğüm O r m o n d Longchamp'ın en kısa z a m a n d a şartlı olarak serbest bıra¬

kılmasını sağlayacağına dair söz alışım. Bunun karşılığında, New York' taki Bernhardt Konservatuarı'na gitmeye razı olmuştum. Gidişimle ilgili bütün hazırlıkları, Cutler kanından olmadığını iddia ettiği bir torundan kurtulmak için Cutler Nine yapmıştı. Annem gerçek babam olan gezgin bir şarkıcıyla geçici bir aşk yaşadığını itiraf etmiş, sonra âdeti üzerine bir sinir krizi geçirerek her türlü sorumluluktan sıyrılmayı becermişti.

Cutler Nine bana her istediğini yaptırabiliyordu. Yalnız bana mı, Cutler Koyu'ndaki herkese, hatta oğlu olan a n n e m i n kocası R a n d o l p h ' a bile.

— • 7 —

(3)

S ö z ü m o n a gerçek aileme iade edilişimden sonra oteldeki hayatım ne kadar tüyler ürpertici olmuştu. Philip'in bana tecavüz edişini ve zavallı Jimmy'nin, yanına verildiği o feci yabancı ailenin yanından kaç¬

tıktan sonra polis tarafından sürüklenip götürülüşüne neden olan Clara Su.e'nun kinini nasıl unutabilirdim? Şimdi ise ben iki dünya arasında sıkı¬

şıp kalmıştım... yardım isteyebileceğim ya da güvenebileceğim hiç kim¬

senin bulunmadığı oteldeki çirkin dünyayla, tanıdığım hiç kimsenin bulunmadığı New York'un ürkütücü görünümü arasında...

Daima düşlemiş olduğum şeyi yapacağım, şarkıcı olmak için eği¬

tim göreceğim halde, bu kadar büyük bir kente adımımı atmak beni müthiş korkutuyordu. Bu durumda, soluk almakta güçlük ç e k m e m e ve kalbimin atışlarının göğüs kafesimi zorlayışına şaşmamak gerek.

Yanımda oturan yaşlı hanım, «Havaalanında birileri seni karşılama¬

ya gelecek mi, yavrum?» diye sordu. Bana kendini Miriam Levy adıyla tanıtmıştı.

«Bir taksi şoförü karşılayacak,» dedim ve bana verilen, ç a n t a m a yerleştirdiğim talimatları elyordamıyla aradım. Uçuş sırasında belki yir¬

mi kere okumuştum o talimatları, ama olacakları aklıma yerleştirmek için onlara bir kez daha bakma gereksinimi duyuyordum. «O şoför bagajların geleceği yürüyen şeridin yanında durup, üstünde adımın yazılı olduğu bir pankartı havada tutacak.»

Yaşlı kadın, «Evet, pek çok yolcu böyle karşılanır,» dedi elimi okşa¬

yarak. Ona, Bernhardt'ta öğrenim gören başka öğrencilerle birlikte kala¬

cağımı söylemiştim. Yaşlı kadın bana, apartmanın kentin doğu kesimi¬

nin çok iyi bir semtinde olduğunu söyledi. «Doğu kesimi»yle neyi kastet¬

tiğini sorduğumda, bana, New York'ta sokaklarla caddelerin doğu ve batı olarak bölündüğünü, benim de örneğin Otuz Üçüncü Sokak 15 no.nun Doğu mu, yoksa Batı Otuz Üç mü olduğunu bilmem gerekece¬

ğini anlattı. Bütün bunlar bana korkunç d e r e c e d e karmaşık görünmüş¬

tü. Yolumu kaybedip uzun ve geniş caddelerde benimle ilgilenmeden yanından akıp giden binlerce insanın arasında sonsuza dek dolaştığımı görür gibiydim.

Yaşlı kadın şapkasına çekidüzen verirken, «New York'tan korkma¬

malısın,» dedi. «Gerçi çok büyüktür, a m a insanları bir kere onları tanı¬

dıktan sonra sana dostça davranırlar. Özellikle benim VVueons'deki çev-

(4)

remde. Senin gibi şirin bir kızın kısa z a m a n d a pek çok arkadaş edinece­

ğinden eminim. Ayrıca New York'ta göreceğin ve yapacağın b u n c a ola­

ğanüstü şeyi düşün.»

New York kentiyle ilgili broşürümü o m u z d a n askılı ç a n t a m a koya¬

rak, «Biliyorum,» diye mırıldandım.

Yaşlı kadın, «Ünlü bir okula gitmek için New York'a gelebildiğin için çok şanslısın,» dedi. «Annem beni Avrupa'dan buraya getirdiğinde yaşım seninkinden büyük değildi.» Güldü. «Sokakların altınla kaplı oldu¬

ğuna gerçekten inanmıştık. Ama hepsi masaldan ibaretti.»

Yaşlı kadın yine elimi okşadı. «Sokaklar senin için belki de altınla kaplanacak. Dilerim, öyle olsun.» Böyle derken, kadının gözlerinde sevecen bir parıltı vardı.

Artık masallara, özellikle de benim için gerçek olacak masallara inanmadığım halde, «Teşekkür ederim,» diye karşılık verdim.

Uçağın tekerlekleri açıldığı ve iniş pistine yaklaştığımız sırada yine soluğumu tuttum. Hafif bir toslama oldu, arkasından da uçağımız pistte metreleri yutmaya başladı. Yere inmiştik.

Gerçekten de gelmiştim.

New York'taydım.

Y e n i Bir M a c e r a , Yeni Bir A r k a d a ş

Dizi halinde uçağı terkettik. Havaalanı terminaline girdiğimizde,

Bayan Levy oğluyla gelinini görüp onlara elini sallamaya başladı. G e n ç çift yaklaşarak annelerini kucakladılar ve onu öptüler. Ben biraz geride durup onları seyrediyordum. Benim de gelişimi endişeyle bekleyen bir ailemin olmasını ne kadar isterdim. Uzun bir yolculuktan döndüğünüz¬

de sevdiğiniz kişileri, sizi kucaklamak ve ne kadar özlediklerini söyle¬

mek için bekler bulmak ne harika bir duyguydu kim bilir.. ! G ü n ü n birin¬

de ben de bunu yaşayabilecek miydim a c a b a ?

Bayan Levy ailesine kavuştuktan sonra beni unuttu. Hepimiz aynı yöne, bagajlarımızı getirecek yürüyen şeritlere doğru yürüdüğümüzden- ben de yolcu kalabalığını izledim. Hayatında ilk kez sirke giden küçük

— 9 —

(5)

bir kız gibiydim. D u r u p durup her şeye, herkese bakmaktan kendimi alamıyordum. Duvarlarda New York'taki müzikallerin reklamını yapan büyük renkli afişler gözü alıyordu. Ancak düşlerimde gördüğüm o müzi¬

kaller şimdi etrafımda seyredilmeyi bekliyordu. O müzikaller ve yıldızlar nasıl olur da şimdi b e n d e n s a d e c e birkaç dakikalık uzaklıktaydı?

G ü n ü n birinde o güzel posterlerin birinde yer almayı düşlemem çılgınlık mıydı?

Elizabeth Arden'in bir parfümünü tanıtan dev posteri seyrederek koridorda yürümeyi sürdürdüm. Bütün posterlerdeki kadınlar şık giysile¬

ri ve takılarıyla, pırıl pırıl güzel yüzleriyle sinema yıldızlarına benziyorlar- dı. Birden hoparlörde uçakların gelişini ve gidişini ilan e d e n bir ses duyarak hızla d ö n d ü m .

Bir aile yabancı bir dil konuşarak yanımdan geçti. Baba bir şeyden yakınıyor, a n n e de küçükleri ellerinden yakalamış, elinden geldiğince hızlı sürüklüyordu. İki denizci yanımdan geçerken ıslık çaldılar, sonra ne kadar şaşırdığımı g ö r ü n c e kahkahayı bastılar. Koridorun d a h a uza¬

ğında bir köşede d u r m u ş sigara içen üç genç kız gördüm. Hiçbiri yaş¬

ça b e n d e n büyük değildi. Üstelik de binanın içinde bulunmamıza rağ¬

men, hepsinin g ö z ü n d e güneş gözlüğü vardı. Şaşkınlığımı farkedince b a n a ters ters baktılar, ben de dikkatimi başka yere çevirdim.

Şimdiye dek aynı yerde hiç bu kadar çok insan görmemiştim.

Hem de böylesine çok zengin insan! Erkeklerin arkasında koyu renk nefis kostümler, ayaklarında ayna gibi parlayan siyah ya da kahverengi ayakkabılar vardı. Yüksek ökçelerini tıkırdatarak, şık ipekli elbiseleri ve mantolarıyla koridordan geçen kadınların kulaklarıyla gerdanlarında pır¬

lantalar ışıldıyordu.

Bir süre sonra yanlış yöne gitmiş olmaktan korkmaya başladım.

D u r u p heyecanla etrafıma bakınca, uçaktaki öbür yolculardan hiçbirini yakınımda göremedim. Yolumu kaybeder, beni almaya gelen şoför de d a h a fazla beklemeyip giderse ne yapardım? Kime telefon edebilir, nereye giderdim?

Bir ara Bayan Levy'nin koridorda hızla uzaklaştığını görür gibi oldum. Sevinçten kalbim çarpmaya başladı, a m a sonra kadının benzer şekilde giyinmiş başka bir yaşlı hanım olduğunu farkedince fena bozul¬

dum. Biraz daha ilerleyince bir gazete satış kulübesinin yanında duran

uzun boylu bir polis gördüm.

(6)

«Özür dilerim,» diyerek yanına sokuldum. Polis gazetesinin üstün¬

den alnını kırıştırarak bana baktı.

«Size nasıl yardım edebilirim, küçük bayan?»

«Galiba biraz yolumu kaybettim. U ç a k t a n yeni indim. Bagajlarımı almaya gidiyordum, a m a posterlere dalınca başka bir yerlere saptım sanıyorum.»

Polisin mavi gözlerinde ilgi belirdi. Gazetesini katlayarak, «Yalnız başına mısın?» diye sordu.

«Evet, efendim.»

Polis büsbütün dikkat kesildi. «Kaç yaşındasın?»

«Hemen h e m e n on altı buçuk yaşındayım.»

«Öyleyse işaretlere dikkat e d e r s e n kendi başına yolunu bulabile¬

cek yaştasın demektir. Merak e t m e , bu kez t a m a m e n kaybolmuş sayıl¬

mazsın.» Polis elini o m z u n a dayayarak beni geldiğim yöne çevirdi ve bavulların geleceği şeritlere nasıl ulaşacağımı gösterdi.

Sözünü bitirdikten sonra sağ elinin işaret parmağını b u r n u m u n dibinde salladı. «Yine posterlere dalıp gitme. T a m a m mı?»

«Yapmam,» deyip aceleyle o r a d a n uzaklaşırken, kısık gülüşü beni izliyordu.

Bagajların çıktığı yere vardığımda, yolcuların bavullarını almak için itiştiklerini gördüm. G e n ç bir askerle yaşlıca bir beyin arasında nasılsa bir aralık buldum. Derken asker beni görünce yer açmak için kenara çekildi. Koyu kahverengi gözleri ve dostça bir gülümseyişi vardı, Omuz¬

ları üniformasının ceketinin altında o kadar geniş ve güçlü görünüyordu ki... Sağ göğüs cebinin üstündeki nişanlardan gözümü alamıyordum.

Asker bunlardan birini gururla işaret ederek, «Bu da nişancılığımın ödülü,» diye belirtti.

Yüzümü ateş bastı. Uçakta Bayan Levy beni New York'ta insanlara uzun uzun b a k m a m a m için uyardığı halde, şimdi aynen bunu yapıyor¬

dum.

G e n ç asker, «Sen n e r e d e n geliyorsun?» diye sordu. Öbür göğüs cebinin ü s t ü n d e soyadı yazılıydı: VVİlson.

«Virginia'dan geldim,» dedim. «Cutler Koyu denilen bir yerden.»

«Ben de Brooklyn'denim.» Gülerek ekledi. «New York'un Brook-

lyn'i tabii. Elli birinci eyalet. Orasını nasıl özlüyorum bilsen.»

(7)

«Brooklyn bir eyalet mi yani?» diye şaşkınlığımı belli e t m e m üzeri¬

ne genç asker güldü.

«Senin adın ne?»

«Dawn.» ,

«Dawn, ben de Er J o h n n y VVilson'um. Ama saçlarımın kesimi yüzünden arkadaşlarım bana Butch derler.» Böyle derken fırça gibi kesilmiş saçlarının ü s t ü n d e sağ avucunu gezdirdi. «Daha orduya katıl¬

m a d a n önce bile saçlarımı böyle kestirirdim.»

Ona gülümserken şeridin ü s t ü n d e n bavullarımdan birinin geçtiğini gördüm. «Ah, bavulum,» diyerek ona doğru uzandımsa da yakalayama¬

dım.

Er VVilson, «Sen dur,» deyip solumda bekleyenlerin arasına sokula¬

rak bavulumu yakaladı.

Bavulumu getirmesi üzerine, «Teşekkür ederim,» dedim. «Ama bir bavulum daha var. O n u n için, geçen bagajlardan gözümü ayırmamalı- yım.»

Er VVilson birden eğildi ve sırt çantasını iki sandığın arasından kap¬

tı. Derken ben de ikinci bavulumu gördüm. VVilson onu da -benim için aldı.

«Teşekkür ederim,» dedim. ,

«Sen nereye gidiyorsun, Dawn? Brooklyn'deki bir yere olmasın sakın?» Bu soruyu umutla sormuştu.

«Oh hayır, ben Nevy York kentine gidiyorum,» dedim.

Askeri yine güldürmüştüm. «Brooklyn de New York kentinin bir par¬

çasıdır. Gideceğin adresi bilmiyor musun?»

«Hayır. Ama beni almaya gelecekler,» dedim. «Bir taksi şoförü gele¬

cekti.»

«Anlıyorum.» G e n ç a d a m bavullarımdan birini benim için terminal binasının kapısına kadar taşımayı önerdi. Benim bir şey d e m e m e fırsat v e r m e d e n bavulu kaldırdığı gibi yürümeye başlamıştı bile. Kapıda bir başka kalabalıkla karşılaştık. İçlerinden birçoğu, Bayan Levy'nin bana söylediği gibi, üstünde adlar yazılı pankartları havada tutuyorlardı. Ne kadar arandımsa bunların içinde kendi adımı göremedim. Boğazıma bir şey düğümlenmişti. Hangi uçakla geleceğim iyi anlaşılmadığı için, kim¬

se beni karşılamazsa ne yapardım? Benden başka herkes nereye gide-

(8)

ceğini biliyor görünüyordu. Bu kadar kalabalığın içinde ilk kez New York'a gelen s a d e c e ben miydim a c a b a ?

Er VVüson birden, «İşte,» diyerek parmağıyla bir yeri işaret etti. O yöne bakınca traşsız, yorgun ve canı sıkılmış gözüken uzun boylu, esmer bir adamın, üstünde DAWN CUTLER yazılı pankartla biraz ilerim¬

de d u r d u ğ u n u gördüm.

Er VVilson, «Dawn adı pek yaygın olmadığına göre, bu ancak sen olabilirsin,» dedi ve beni öne sürerek a d a m a , «Aradığınız hanım işte burada,» diye bildirdi.

Taksi şoförü, «Güzel,» dedi. «Taksim binanın ö n ü n d e , a m a havaala¬

nı polisi de e n s e m d e . Ceza y e m e d e n bir an önce gidelim.» Suratıma bile b a k m a d a n bunları söylemişti. Bavullarımın ikisini de kaptığı gibi ile¬

ri atıldı.

G e n ç askere, «Size teşekkür ederim,» dedim.

O da bana gülümsedi. Ben taksi şoförünün arkasından koşarken,

«Dilerim, New York'ta güzel günler geçirirsin,» diye seslendi. Tekrar arkama baktığımda Er VVilson gitmişti. Bir tür koruyucu melek gibi en zör d u r u m u m d a bana yardım etmek için yanımda bitmiş, sonra da göz¬

den kaybolmuştu. Yabancılarla dolu bu koskoca yerde kendimi birkaç saniye güvenlikte hissetmiştim. Yanımda benimle ilgilenen güçlü biri olunca, yine Jimmy'yle berabermişim gibi bir duyguya kapılmıştım.

Taksi şoförüyle birlikte terminal binasından dışarı çıktığımızda, güneş o kadar parlaktı ki, nereye gittiğimizi görmek için elimi gözlerime siper etmek z o r u n d a kaldım. Ama sıcak bir yaz g ü n ü n d e oluşumuza için için seviniyordum. Sıcak ve parlak gün bana umut veriyor, sanki hoşgeldin diyordu. Taksi şoförü beni arabasına kadar götürdü, bavulla¬

rımı bagaj b ö l ü m ü n e yerleştirdi ve o t u r m a m için arka kapıyı açtı.

«Atla,».dedi. Asık suratlı bir polis bize doğru geliyordu. Şoför, «Gidi¬

yoruz, gidiyoruz,» diye seslenerek direksiyona geçmek için acele adım¬

larla arabanın etrafını d ö n d ü .

Arabayı çalıştırıp kaldırımdan uzaklaştırırken, «Bu kentte insana yaşama hakkı tanımıyorlar. G e c e gündüz ensendeler,» diye homurdanı- yordu. Arabayı o kadar hızlı sürüyordu ki, kapının yukarısındaki tutama¬

ca yapıştım. Şoför bir otomobil dizisinin arkasında aniden fren yaptı;

h e m e n ardından diziyi solladı, daha öndeki otomobillerin arasında ken¬

dine yer buldu ve arabamızı soluğumu kesen bir ustalıkla otomobil sıra-

(9)

sının bir arasına, bir dışına sürmeye koyuldu. Birkaç kez başka araçlara toslamamıza ramak kaldı, ama çok g e ç m e d e n kendimizi açık bir otoyol¬

da bulduk.

Şoför d ö n ü p bana bakmadan, «New York'a ilk gelişin mi?» diye sordu.

«Evet.»

«Her gün midem cayır cayır yandığı halde, başka yerde yaşamayı düşünemiyorum. Ne dediğimi anladın, değil mi?»

Adamın b e n d e n yanıt bekleyip beklemediğini anlamadım. «Sana kendi kızıma verdiğim öğüdü tekrarlayacağım,» diye devam etti. «So¬

kaklarda yürürken gözlerini ilerideki bir noktanın üstüne dik ve kimse¬

nin dediklerine bakma.» G ö z ü n ü kırpıp yineledi. «Ne dediğimi anladın, değil mi?»

«Evet, efendim.»

«Hiç merak etme, işlerin yolunda gidecektir. Akıllı bir kıza benziyor- sun ve iyi bir semte gidiyorsun. Orada biri seni soymaya kalksa bile nazikçe davranır, 'Özür dilerim, on dolarınız var mı a c a b a ? ' diye sorar.»

Şoför bu sözlerinin ardından dikiz aynasına göz atınca, yüzümde beliren şoku gördü. «Şaka ediyordum,» dedi gülerek.

Radyosunu açtı, ben de yaklaşan gökdelenlere, trafiğe ve itiş kakı¬

şa dikkatimi verdim. Bu yolculuğun, New York'a girişimin tam anlamıy¬

la tadını çıkarmak, anılar üzerinde kafa yormayı da sonraya bırakmak istiyordum. Her şey soluk kesici bir hızla gelişiyordu. Buraya gelmemi düzenlerken Cutler Nine başıma neler geleceğini u m m u ş t u a c a b a ? Bunu çok merak ediyordum. Paniğe kapılıp geri d ö n m e m e izin vermesi için yalvaracağımı mı sanmıştı? Ya da kaçacağımı, o daima tetikteki kuşkulu gözlerinin ö n ü n e bir daha çıkmayacağımı mı d ü ş ü n m ü ş t ü ?

F e n a halde yüreğim sıkılıyordu. Hayır, kaçmayacaktım. Kararlı ve güçlü olacak, onun kadar, hatta daha güçlü olduğumu yaşlı kadına kanıtlayacaktım.

Bir köprüyü aşınca kendimizi kentin merkezinde bulduk. Başımı kaldırıp yükseklere bakmamın sonu gelmiyordu. Binalar o kadar yük¬

sek ve onlara girip çıkan insanlar o kadar kalabalıktı ki... Otomobil klak¬

sonları çın çın ötüyor, taksi şoförleri birbirlerine ve başka sürücülere

(10)

bağırıp çağırıyorlardı. İnsanlar, şoförlerin onları hedef aldığına inanmış gibi, panik içinde bir kaldırımdan ötekine koşuyorlardı.

Ya mağazalar! Dünyanın bütün mağazaları buradaydı. En başta da hakkında pek çok şey duyduğum ve okuduğum Saks Fifth Avenue ile Macy's.

Taksi şoförü, «Böyle bakmaya devam edersen boynun tutulacak,»

dedi. Yanaklarımın kızardığını hissettim. Adamın beni seyrettiğinin farkı¬

na varmamıştım. Dikiz aynasından bana bakarak, «Ne z a m a n New York'lu sayılabileceğini biliyor musun?» diye sordu. Hayır gibilerden başımı sallamam üzerine yanıtladı. «Tek yönlü bir sokakta karşıdan kar¬

şıya geçerken iki yana bakmadığın zaman.» Bu sözlerine komik bir fık- raymış gibi güldü, a m a ben espriyi kavrayamamıştım. Bir New York'lu olana kadar daha pek çok fırın ekmek yememin gerekeceği anlaşılıyor¬

du.

Çok g e ç m e d e n insanların d a h a iyi giyimli, kaldırımların d a h a temiz olduğu çok güzel sokaklardan g e ç m e y e başladık. Binaların ön yüzleri de daha yeni ve daha bakımlı gözüküyordu. En' s o n u n d a kahverengi kumtaşından bir evin ö n ü n d e durduk. Etrafında demir parmaklıklar var¬

dı, kapısına da beton basamaklarla çıkılıyordu. Çift kanatlı kapılar olduk¬

ça yüksekti ve iyi kalite m e ş e d e n yapılmış izlenimi uyandırıyordu.

Taksi şoförü arabasını durdurarak indi ve iki bavulumu kaldırımın üstüne bıraktı. Ben de otomobilden inip yavaşça etrafıma bakındım.

Burası uzun bir süre benim evim olacaktı. T e p e d e iki uçağın tüy gibi küçük bulutlarla beneklenmiş koyu mavi göğe tırmandığını gördüm.

Karşımızda küçük bir park vardı, az ötesinde ağaçların arasından bir akarsu görülüyordu: Doğu Nehri. Her şeye bakmaktan kendimi alamı¬

y o r d u m ; öyle ki, taksi şoförünün hâlâ yanımda durduğunu bir an için unuttum.

«Taksi ücreti ödendi, a m a bahşişim verilmedi,» dedi.

«Bahşiş mi?»

«Tabii ki, güzelim. New York'lu bir şoföre daima bahşiş vermek âdettir. Bunu unutma da, başka her şeyi unutabilirsin.»

«Ya... » Bozulmuştum. P a r a çantamı açarak içindeki bozuk paraları

karıştırmaya koyuldum. Adama ne kadar bahşiş vermem gerekiyordu

a c a b a ?

(11)

«Bir dolar yeter,» dedi. / Çantadaki paranın içinden bir dolar çekerek ona uzat/ım.

«Teşekkür ederim. Sana da iyi şanslar,» dedi. «Benim işimin başı­

na d ö n m e m lazım.» Bu sözlerden sonra havaalanındaki ''kadar çabucak arabasının etrafını d ö n d ü . Bir, iki saniyeye kalmadan klaksonunu öttüre­

rek başka bir arabanın önünü kesmiş ve bir köşeyi d ö n ü p gözden kay¬

bolmuştu.

D ö n ü p küçük beton merdivene baktım. Bana birden o kadar yük¬

sek ve ürkütücü gözükmüştü ki... Bavullarımı tutamaklarından yakala¬

yıp basamakları ağır ağır çıkmaya koyuldum. Kapının ö n ü n e varınca bavulları yere bırakarak zile bastım. İçeride hiçbir hareket olmayınca zil bozuk mu ya da duymadılar mı diye merak ettim. Uzunca bir a r a d a n sonra zile bir kez daha bastım. Birkaç saniye geçtikten sonra, kapının iki kanadı uzun boylu ve azametli tavırlı bir kadın tarafından dramatik bir hareketle açıldı. Güzel duruşu ve yürüyüşü öğreten kitaplardaki resimlerde, başlarında dengeye getirilmiş bir kitapla geçit töreni yapan kadınlar gibi dimdik duruyordu. Yaşı altmışına yakın gösteriyordu. Kes¬

t a n e rengi saçları ak tellerle yol yol olmuştu.

Arkasında, ayak bileklerine kadar inen lacivert bir eteklik, ayakların­

da balerin terlikleri vardı. Fildişi renkli bluzunun kolları boldu, geniş yakasının üst iki düğmesini açık bırakarak renkli, iri taşlardan oluşan kolyesini gözler ö n ü n e sermişti. Sol kulağında kolyenin taşlarından ağır bir küpe dikkati çekiyordu, ama sağ kulağında küpe yoktu. Küpesinin tekinin kayıp olduğunu bilip bilmediğini merak ettim.

Yüzünde fazla çarpıcı bir makyaj vardı. Yanakları karanlıkta boyan¬

mış gibi al aldı. Gözlerini siyah boyayla çerçevelemişti. Kirpikleri de o kadar uzundu ki, yapay olduklarına kalıbımı basabilirdim. Dudaklarında- ki boya eflatuna çalan bir kırmızıydı.

Beni t e p e d e n tırnağa süzdükten sonra, aklından geçen bir düşün¬

ceyi doğrular gibi başını salladı.

«Sen Dawn olmalısın,» dedi.

«Evet, efendim,» diye yanıtladım.

Kendini tanıttı. «Ben de Agnes'im. Agnes Morris.»

Evet der gibi başımı salladım. Bana verilen talimatları içeren kâğıt¬

taki ad da buydu. Bu arada kadının keskin, iç bayıltıcı parfümünün

(12)

kokusu b u r n u m u n direğini sızlatmıştı. Koku, yasemin ve gül karışımı gibi bir şeydi. Hani önce bir kokuyu üstüne püskürtmüş, sonra da unu¬

tarak ikinci Bir koku sürünmüş gibi.

Kapının ağzında durdu. Holün zemini parkeydi ve üstüne oldukça eski görünen oval bir halı atılmıştı. Şark deseni h e m e n h e m e n solmuş gibiydi. İkimiz ide içeri girip ikinci kapı da arkamızdan kapandıktan son¬

ra, sağ yanımdaki sarkaçlı büyük duvar saati saat başını çaldı.

Bayan Morris, «Bay Fairbanks kendini tanıtıyor,» diyerek, zengin bir m a u n mahfaza içindeki saati işaret etti. Kadranındaki numaralar Romen rakamlarıyla gösterilmişti. Kalın, siyah akrep ve yelkovanın uçla¬

rı, saati belirleyen minik parmakları andırıyordu.

Şaşırarak, «Bay Fairbanks mı?» diye sordum.

Kadın bunu anlamamın gerektiğini belli eden bir tavırla, «Büyük duvar saati tabii,» dedi. «Eşyamın her birine ad taktım, bir zamanlar bir¬

likte çalıştığım ünlü aktörlerin adlarını. Böylesi eve d a h a samimi bir hava veriyor...» Agnes Morris birden başını kaldırarak bana baktı. «Ne o, beğenmedin mi?» diye sordu. Gözleri kısılmıştı. Dudaklarını da öylesi¬

ne germişti ki, köşeleri beyazlaşmış gibiydi.

«Ah, hayır,» diye karşılık verdim.

«Önce kendileri düşünmediler diye bir şeyi b e ğ e n m e y e n insanlar¬

dan nefret ederim.» Kadın avucunu saatin dolabının kenarında gezdirdi ve orada duran gerçekten de bir insanmış gibi gülümsedi. «Oh Romeo, Romeo,» diye fısıldıyordu. Ayaklarıma yer değiştirdim. Bavullar ağırdı, ben de hâlâ onları taşıyarak ayakta duruyordum. Agnes benim orada olduğumu u n u t m u ş gibiydi.

«Hanımefendi?» dedim. Kadın hızla başını çevirdi ve, «Ne cüretle beni rahatsız ediyorsun?» der gibi bana ters ters baktı.

Sonra holün ucunu işaret ederek, «O tarafa,» dedi.

İlerimizde el oyması, kahverengi tahta tırabzanlı bir merdiven yuka¬

rı kata yükseliyordu. Basamakları örten gri hah da holdeki kadar aşın¬

mıştı. Duvarlar aktörlerle aktrislerin, şarkıcılarla dansçıların solmuş fotoğrafları, çerçevelenmiş tiyatro eleştirileri ve oyuncuların altyazılı resimleriyle kaplıydı. Eve insana hoş gelen, hafif bir küf kokusu sinmiş¬

ti. Temiz ve düzenli gözüküyordu. L o n g c h a m p Baba'yla Anne'nin,

Jimmy ile, benimle ve Fern'le birlikte oturduğu yerlerin ç o ğ u n d a n çok

17 Çatının Sırları / F: 2

(13)

daha sevimli olduğu kuşkusuzdu. Ama onlar sanki başka bir/hayata ait¬

miş gibi o kadar gerilerde kalmıştı ki. / Agnes sağımıza d ü ş e n bir kapının eşiğinde durdu. /

«Burası, konuklarımızı ağırladığımız oturma odamızd/r. Haydi içeri gir ve otur.» Ekledi. «Aramızda herhangi bir anlaşmazlık olmaması için, ilk konuşmamızı h e m e n yapacağız.» Birden durup dudaklarını büzdü.

«Sanırım, karnın da açtır.»

«Evet,» dedim. «Uçaktan inince doğru buraya geldim, yolda da bir şey yemedim.»

«Ama yemek saati geçti. Bayan Liddy'nin, öğrencilerin kaprislerine göre, canları yemek isteyince ya da istemeyince çalışmak z o r u n d a kal¬

ması hiç h o ş u m a gitmiyor. Hiç kimsenin kölesi değildir o.»

«Üzgünüm. Kimseyi rahatsız etmek istemedim.» Ne diyeceğimi bilemiyordum. Yemekten söz eden, Bayan Agnes'in kendisi olmuştu;

şimdi ise karnımın aç olduğunu itiraf ettiğim için bana suçluluk duyur¬

maya çalışıyordu.

Agnes, «Haydi, içeri gir,» diye emretti.

«Teşekkür ederim,» diyerek içeri girmek üzere d ö n d ü m . Ama o, beni omuzlarımdan yakalayarak durdurdu.

«Hayır, hayır. Bir odaya girerken daima başını dik tut. İşte böyle.»

Kadın başımı nasıl dik t u t m a m gerektiğini gösterdikten sonra ekledi.

«Böylece, herkesin dikkati senin üzerine çevrilir, s a h n e d e olduğunu far- kederler. Her şeyin doğrusunu h e m e n ö ğ r e n m e n d e yarar var.» Bayan Agnes b u n d a n sonra koridorda uzaklaştı.

O gider gitmez dikkatimi odaya verdim. Soluk fildişi renkli tül per¬

delerden içeri süzülen güneş ışığı ölgün ve sisliydi, oturma odasına rüya gibi bir hava veriyordu. Kreton kaplı kanepeyle yüksek arkalıklı ve yastıklı koltuğun her ikisi de eskimişti a m a rahat görünüyordu. Bir seh¬

panın üstüne tiyatro dergileri atılmıştı, kanepenin karşısında da eski bir salıncaklı koltuk yer alıyordu.

Sağımdaki köşede koyu renkli m e ş e d e n bir masa, üstünde de eski

model bir gramofonla bir dizi eski plak vardı. En üstteki plak «Madam

Butterfly» operasının ünlü aryasıydı. Şömine rafının yukarısını ise bir

tiyatro sahnesinin yağlı boya resmi süslüyordu. «Romeo ve Jülyet»in

balkon sahnesine benziyordu, bu.

(14)

Odanın öbür yanında bir piyano vardı. Üstündeki notaya göz atın­

ca M o z a r t ' ı ' bir konçertosu olduğunu gördüm. Onu R i c h m o n d ' d a çal­

dığımı anımsıyordum. Şimdi de piyanonun başına geçip tekrar çalmak içimden geldi. Hatta parmak uçlarımın karıncalandığını hissettim. Piya¬

n o d a n sanki hiç uzaklaşmamışım gibi geliyordu bana.

Piyanonun arkasındaki raflarda piyesler ve eski romanlar diziliydi.

Bir de oyunlara ait öteberiyle dolu cam bir kutu vardı. Bunların arasın¬

da eski programlar, aktör ve aktris fotoğrafları, s a h n e donatımından parçalar, bu arada maskeli balolarda takılanlara benzer renkli bir mas¬

ke, c a m d a n heykelcikler, altındaki notta «Bana Rudolph Valentino tara¬

fından verilmiştir» yazılı bir çift kastanyet dikkat çekiyordu.

. Bakışım, çok genç bir Agnes Morris olması gereken gümüş çerçe¬

veli bir fotoğrafa takıldı. Daha yakından bakmak için onu elime aldım.

Agnes o abartılı makyaj olmayınca bayağı taze ve güzel görünüyordu.

«İzin almadan başkasının eşyasına dokunmamalısın.» Agnes'in sesini duyarak hopladım. D ö n ü n c e , o n u n kapının eşiğinde ellerini göğ¬

sünde kavuşturmuş durduğunu gördüm.

«Üzgünüm,» diye geveledim. «Ben sadece...»

Sözümü kesti. «Öğrencilerin burada kendilerini evlerindeymiş gibi hissetmelerini istesem de, benim eşyama saygı göstermek zorunda¬

lar.»

Yine «Üzgünüm,» diyerek fotoğrafı h e m e n aldığım yere bıraktım.

«Benim burada bir miktar değerli eşyam var. Para içinde yüzsen bile onların uğradığı zararı karşılayamazsın, çünkü onlar anılarla bağlan¬

tılıdırlar, anılar ise elmastan, altından da daha değerlidir.» Agnes Morris odanın ortasına yürüyerek resme baktı.

«Bu çok güzel bir fotoğraf,» d e m e m üzerine yüzündeki anlam biraz yumuşadı.

Devam etti. «Şimdi bu fotoğrafa ne z a m a n baksam, bir yabancıya bakar gibi oluyorum. İlk sahneye çıktığım z a m a n çekilmişti.»

«Sahi mi? O resimde o kadar genç görünüyorsunuz ki,» dedim.

«O sırada s e n d e n yaşlı değildim.» Agnes başını arkaya atıp tavan¬

daki bronz lambaya baktı. «Büyük Stanislavsky ile tanışmış, onunla çalışmıştım. 'Hamlet'te Ophelia'yı oynamış, eleştirmenlerden çok olum¬

lu p u a n almıştım.»

(15)

Etkilenip etkilenmediğimi görmek için bana baktı, a m a ben Stanis- lavsky'nin adını bile duymamıştım.

Sertçe bir sesle, «Otur,» dedi. «Bayan Liddy birazdan çayınla sand¬

viçleri getirecek. Ama b u n d a n sonra böyle hizmet görmeyi beklememe¬

lisin.»

Ben kanepeye yerleşirken o da karşıdaki salıncaklı koltuğa oturdu.

«Senin hakkında biraz bir şeyler biliyorum,» diyerek başını salladı.

Gözlerini kısmış, dudaklarını büzmüştü. Birden elini etekliğinin kemeri¬

ne atarak bir mektubu ortaya çıkardı. Mektup saklamak için ne kadar garip bir yer, diye d ü ş ü n d ü m . Çok önemli bir sırra sahip olduğunu bana kanıtlamak için mektubu yukarıya kaldırdı. Cutler Koyu'ndaki ote­

lin antetini taşıyan zarfı görünce, kalbim göğsümün içinde kelebek gibi uçuşmaya başladı.

Bayan Agnes mektubu zarfın içinden çıkardı. Kâğıdın ne denli katlı ve buruşmuş olduğuna bakılırsa, kadının onu, geldiği a n d a n itibaren her saat başı çıkarıp okuduğu anlaşılıyordu. «Bu, bana b ü y ü k a n n e n d e n gelen bir mektup,» diye ekledi. «Seni tanıtmak amacıyla yazılmış.»

«Ya?»

«Evet.» Agnes Morris kaşlarını kaldırdı ve eğilerek gözlerini yüzü¬

me dikti. «Bana sorunlarından bazılarını anlattı.»

«Sorunlarım mı?» Cutler Nine yoksa o korkunç öykümü açığa mı vurmuştu? Niçin? Daha buradaki hayatıma başlamadan beni herkesin merakını uyandıran garip bir yaratık d u r u m u n a mı düşürmeyi amaçlıyor¬

du? Öyleyse düşlerimi gerçekleştirmememi garantilemenin peşindeydi.

«Evet.» Agnes başını sallayarak salıncaklı koltukta arkasına yaslan¬

dı. Mektupla yelpazeleniyordu. «Okuldaki sorunlarından söz etti. Yaşıtın olan başka öğrencilerle uyum sağlamakta karşılaştığın güçlükler nede¬

niyle sana sürekli okul değiştirtmek z o r u n d a kaldıklarını anlattı.»

«Demek size bu gibi şeyler anlattı, öyle mi?»

Agnes, «Evet. Ve anlattığı için memnunum,» diye atıldı.

«İyi ama okulda hiçbir güçlükle karşılaşmadım ki. Daima iyi bir öğrenci olmuşumdur. Ve de... »

Orta yaşlı kadın parmağıyla mektuba vurarak, «İnkâr e t m e n yarar¬

sız. Hepsi şu kâğıdın ü s t ü n d e kayrtlı,» dedi. «Büyükannen çok önemli,

çok kibar bir hanımefendi. Bunları yazmak d u r u m u n d a kalması kim bilir

(16)

onu ne üzmüştür.» Arkasına yaşlandı. «Ailene ve özellikle b ü y ü k a n n e n e büyük yük oldun.»

«Hiç de değil,» diye itiraz edecek oldum.

«Lütfen.» Agnes elini kaldırınca, parmaklarının artritten şekilsizleşti- ğini, elinin de masallardaki cadıların ellerine benzediğini gördüm. «Şim¬

di önemli olan b u n d a n sonraki davranışların,» dedi.

«Yani?»

Agnes açıkladı. «Burada benim korumam altındayken nasıl davran¬

dığını göreceğiz.»

«Büyükannem başka neler yazdı?»

Agnes mektubu katlayarak, «Bu konu ikimizin arasında,» dedi ve mektubu tekrar kemerinin altındaki eski yerine soktu.

«Ama verilen bilgiler benimle ilgili!» diye atıldım.

Agnes d a h a fazla k o n u ş m a m a fırsat vermedi. «Sorun o değil. Tar¬

tışmayı istemiyorum.» İçini çekerek tamamladı. «Evet, böylesi bir geçmi¬

şin olunca da, senin burada bir d e n e m e süresi geçirmene karar ver¬

dim.»

«Ne gereği var? Buraya daha henüz geldim ve yanlış sayılabilecek hiçbir şey yapmadım.»

«Öyle de olsa bu önleme başvurmak zorundayım.» Agnes işaret' parmağını b u r n u m u n dibinde sallayarak, «Bir tek kurala bile karşı gel¬

m e m e n lazım,» diye uyardı. «Burada oturan herkes, hafta içinde gece saat o n d a n , hafta sonlarında da gece yarısından önce d ö n m ü ş olmalı¬

dır. Bu da, erkek ya da kız olsun, o n u n nereye gideceğini bilmem koşu¬

luyla. Evimizde fazla gürültü de yasaktır. Ve hiç kimsenin pasaklı olma¬

ya, binaya zarar vermeye hakkı yoktur. Burada kaldığın sürece evimde bir konuk olduğunu aklından çıkarmamalısın. Anlaşıldı mı?»

«Peki, efendim,» dedim usulca. «Ama büyükannemin m e k t u b u n u n konusu ben olduğuma göre, başka ne dediğini bana söyleyemez misi¬

niz?»

Agnes'in yanıt vermesine vakit kalmadan gözleri dostça bakan kır saçlı, yuvarlak yüzlü ve tombul bir kadıncağız, içinde sandviç ve bir fin¬

can çay olan tepsiyle çıkageldi. İnsana birer merdaneyi hatırlatan kolla¬

rı ve tombul parmaklı küçük elleri vardı. Uçuk mavi renkli elbisesinin

(17)

üstüne sarı çiçekli bir önlük geçirmişti. Gülümseyişinde sıcak ve seve¬

cen bir anlam olduğu derhal dikkatimi çekti.

«Bu küçük hanım yeni Sarah Bernhardt'ımız, öyle değil mi?» dedi.

«Evet, Bayan Liddy. Yeni primadonnamızdır.» Agnes dudaklarını büzdü. «Dawn, bu hanım sana sözünü ettiğim Bayan Liddy'dir. Bu evi yöneten gerçekte o. Benim gibi o n u n da s ö z ü n d e n çıkmayacaksın. Hiç kimsenin Bayan Liddy'ye terbiyesizlik etmesine t a h a m m ü l edemem.»

«Merak etmeyin, bu genç hanımın çok nazik ve terbiyeli olduğun¬

dan eminim, Bayan Morris. Hoşgeldin, yavrum.» Bayan Liddy tepsiyi sehpanın üstüne bıraktıktan sonra, ellerini kalçalarına dayayarak bekle¬

di.

«Teşekkür ederim,» dedim.

Bayan Liddy, Agnes'e döndü. «Güzel bir kız, değil mi?»

Agnes, «Evet, a m a en çok başı derde girenler de güzel olanlardır,»

diye kesip attı.

Her ikisinin de bakışı üzerimde olduğundan kendimi vitrin içindeki bir eşyadan farksız hissediyordum.

Bayan Liddy bana, «Kızım, ben sabahları hep mutfakta oluyorum,»

dedi. «Eğer bir şey istersen, oraya benim yanıma gelebilirsin. Hafta son¬

larında herkesin en geç saat ona kadar yatağını düzeltmiş olması gere¬

kir. Haftada bir kez de evi baştan başa temizleriz. O z a m a n da herkes yardımcı olur.»

Agnes, «Evet,» diyerek bakışını yüzüme dikti. «Burada hepimiz çalı¬

şırız. Kızlar saçlarını tepelerinde toplar, en eski elbiselerini giyer, kolları¬

nı sıvarlar. Aynen delikanlılar gibi. Pencereler yıkanır, banyolar fırçala¬

nır. Ben bunu bir s a h n e dekorunun dağıtılmasıyla kıyaslarım hep.

Bunun ne demek olduğunu herhalde biliyorsundur.»

Hayır gibilerden başımı salladım.

Agnes kulaklarına inanamıyormuş gibi gözlerini iri iri açtı.

«Bir oyunun temsiline son verilince, aktörlerle set işçileri, bir sonra¬

ki oyunun başlayabilmesi için dekorları sökerler.»

Sözün bu yerinde Bayan Liddy bana gülümseyerek o d a d a n çıktı.

Agnes bana, «Hiç piyano dersi aldın mı?» diye sordu.

«Biraz,» diye cevap verdim.

«Güzel. Şu halde sanat toplantılarımızda bize çalarsın. Yaz sömes-

(18)

tirleri sırasında burada pek fazla öğrencim yok. Özetle, şu sırada sade¬

ce iki konuğumuz var. Ama s o n b a h a r d a üç konuğumuz d a h a olacak.

Beldock ikizleri dönüyorlar. Donald Rossi adındaki ü ç ü n c ü öğrenci de senin gibi yeni. Trisha Kramer odasını seninle paylaşmaya razı oldu.

Trisha'yla anlaşamazsan, tavanarasına taşınmanı ya da kendine başka yer aramanı isteyeceğim. Kendisi çok hoş bir genç hanım ve parlak bir gelecek vaat eden dansçıdır. Burada bir şey onu mutsuz ederse çok yazık olur.» Agnes yine gözlerimin içine bakarak sordu. «Ne demek iste¬

diğimi çok iyi anladın, değil mi?»

«Evet, bayan.» Agnes'in, gelecekteki oda arkadaşıma benim hak¬

kımda ne yalanlar uydurduğunu bayağı merak ediyordum.

Agnes, «Ayrıca, buradaki öbür öğrenciyi rahatsız etmeni de özellik¬

le istemiyorum,» diye uyardı. «Adı Arthur Garvvood'dur.» Agnes içini çekerek başını salladı. «Obua çalmayı öğrenen çok duygusal bir genç¬

tir. Annesiyle babası çok ünlü kişilerdir: Bernard ve Louella Garvvood.

New York Filarmoni Orkestrası'nın müzisyenlerindendir. Evet, sandviçi­

ni bitirdiğini görüyorum. Şimdi sana evin kalan kısmını gösterecek, son­

ra da o d a n a götüreceğim.»

«Teşekkür ederim.» Ayağa kalktım. «Bu tepsiyi mutfağa götüreyim mi?»

«Pek tabii. Büyükannene bakılırsa, sana hizmet edilmesine alışık- mışsın, ama korkarım ki... »

«Bu doğru değil!» diye atıldım. «Hayatımda hiç kimse bana hizmet etmemiştir.»

Kadının gözleri kısıldı. Uzun bir z a m a n bana baktı. «Benimle mutfa¬

ğa gel,» dedi. «Sana evin kalan kısmını gösterdikten sonra, bavullarını almaya geliriz.»

Agnes'in arkasından koridora çıktım. Mutfakla yemek odası uzun koridorun diğer uçundaydı. Mutfak ufaktı. Ortasında bir masayla sandal¬

yeler vardı. Penceresi başka bir binaya baktığına göre, sabahları burası¬

nın güneş almadığı anlaşılıyordu. Bununla birlikte, Bayan Liddy'nin mut¬

fağı pırıl pırıldı, açık sarı yer muşambası ayna gibi parlıyordu, mutfak aletleri yeni gibiydi.

Yemek odası dar ve uzundu, büyük bir kristal avizeyle aydınlatılı¬

yordu. Masada rahatça on iki kişiye yer vardı. Şimdiki halde ortasında

(19)

çiçekle dolu bir vazo, bir ucunda da dört kişilik Amerikan servisi yer alı¬

yordu. Bu dört yerde oturacakların ben, öbür iki öğrenci ve Agnes Mor¬

ris olacağını tahmin etmek kolaydı.

Agnes, «Trisha bu sabah sofrayı kurdu,» diye açıkladı. «Her öğren¬

ci sırayla birer haftalık sürelerle sofrayı kurmayı ve bulaşıkları yıkamayı üstlenir.» Kadın anlamlı bir yüzle ekledi. «Hiçbiri de bundan dolayı yakınmayı aklından geçirmez.»

Yemek odasında pencere yoktu, ama sağ yandaki duvar, odanın daha uzun ve geniş gözükmesine yol açan, yerden tavana kadar uza¬

nan uzun bir aynayla kaplıydı. Karşı duvarı da dansçı ve şarkıcıların, müzisyenlerle aktörlerin fotoğraflarıyla süslüydü. Bazılarının renginin kahverengileşmesinden resimlerin çok eski olduklarını anladım. Zemin koyu kahverengi bir halıyla kaplıydı ve bu halı holdekinden çok daha yeni gözüküyordu.

Agnes beni yemek odasından geçirerek kısa bir koridora çıkardı.

Odasının burada olduğunu, Bayan Liddy'ninkinin ise koridorun diğer u c u n d a bulunduğunu bana anlattı. Odasının kapısında durduğunda gözlerindeki anlam biraz yumuşamıştı ya da bana öyle geldi.

«Eğer konuşmak ihtiyacını duyarsan, her ne z a m a n olursa olsun kapıma yavaşça vur,» dedi. Şaşırmış, s o n u n d a bana hoş bir şey söyle¬

miş olduğu için de sevinmiştim.

Devam etti. «Evimin, kent dışından gelen öğrenciler tarafından bu kadar tutulmasının nedenlerinden biri de bu. Bir zamanlar tiyatroda çalıştığım için, tiyatro akademisi öğrencilerinin karşılaştıkları sorunları başkalarından daha iyi anlayabilirim. Durumu daha iyi değerlendirebilir, gençlerin duygularını paylaşabilirim.»

Agnes benimle konuşurken bazen o kadar abartılı hareketler yapı¬

yordu ki, ikimizin de s a h n e d e seyirci kitlesinin karşısında olduğumuzu, aramızdaki konuşmanın da bir piyes için yazılmış diyalog olduğunu zan¬

nedebilirdiniz.

Agnes, «Şöyle vurursun,» dedi ve kapısını hafifçe tıklattı. «Sonra beklersin. Ben gir deyince tokmağı yavaşça çevirir, kapıyı santim san¬

tim açarsın.» Nasıl yapılacağını gösterdikten sonra ekledi. «Kapıların küt diye açılmasından nefret ederim.»

Ona bakakalmıştım. Her hareketi, yavaş yavaş konuşuş tarzı beni

(20)

büyülemişti. Şimdiye kadar hiç kimse bana bir odaya nasıl girileceğini böylesine bir özenle göstermemişti. Derken, bakışım, o n u n üzerinden kapı aralığına kaydı ve perdeyi gördüm. İki parça halindeydi ve kapının bir buçuk metre kadar içerisinde tavandan yere kadar iniyordu. Bu oda¬

ya giren bir kimse, perdenin kanatlarını ayırıp aralarından geçmek zorundaydı. Aynen bir aktörün sahneye adımını atmak için perdeyi ara¬

laması gibi. Bunun nedenini s o r m a m a vakit kalmadı. Agnes kapıyı yavaşça kapatarak bana döndü.

«Sana anlattıklarımın hepsini anladın mı?» diye sordu.

«Evet, efendim.»

«Güzel. Şimdi de sana odanı göstereyim.»

. Bavullarımı almak için oturma odasına döndük, sonra ikinci kata çıkan merdivene yöneldik. Burada dört yatak odası ve her biri bir yan¬

da iki banyo vardı.

Agnes sol yandaki b a n y o n u n ö n ü n d e durarak, «Sıkışık bir durum¬

da banyoların herhangi birini kullanabilirsin, ama ben bu b a n y o n u n erkeklere, öbürünün de kızlara m a h s u s olmasını yeğliyorum. Banyo konusunda başkalarını da d ü ş ü n ü p , tuvaletimiz için banyoyu çok fazla işgal e t m e m e m i z gerekir.»

Yüzüme bakıp devam etti. «Bu evde öğrencileri konuk ettiğim gün¬

den beri hem erkek, hem de kız öğrencilerin birarada b u l u n m a s ı n d a n dolayı herhangi bir sorunla karşılaşmamışımdır. Bu da dikkatli davran¬

mamızın yüzündendir. Karşı cinsten biriyle gereğinden uzun z a m a n yal¬

nız kalmaz, yalnız kaldığımızda da asla kapıyı kapatmayız. Ne demek istediğim iyice anlaşıldı mı?»

Gözlerimin dolu dolu olduğunu hissederek. «Korkarım size benim hakkımda yanlış bilgi vermişler,» dedim.

«Lütfen, küçük Dawn. Bu tanışma sahnemizi tatsızlaştırmayalım.

Her işimizin saat gibi tıkır tıkır işleyeceğini, hepimizin birbirimizle uyum içinde olacağımızı umuyorum.»

Ne diyeceğimi bilemediğimden, başımı eğmekle yetindim.

Agnes kapıyı açıp yatak odasına girdi.

«Şimdiye kadar alıştıkların kadar geniş ve lüks olmayabilir, ama ben sağladığım konforla gurur duyuyorum,» dedi.

Şu a n d a kendimi savunmamın bir yararı olmayacağını bildiğim

(21)

için karşılık vermedim. Cutler Nine ne demişse demiş, kadını d a h a geli¬

şimden ö n c e aleyhime çevirmeyi becermişti.

Kalacağım oda şirin bir yerdi. Beyaz renkli, kolonlu iki yatağı, ikisi¬

nin arasında da bir gece masası vardı. G e c e masasının üstünde çan şeklinde abajuru olan bir lamba g ö z ü m e çarptı. Yerde halı yoktu, a m a iki yatağın arasına p e m b e renkli büyük kilim serilmişti. Yatak örtüsünün rengiyle kiliminki birbirine uyuyordu. Sağda iki öğrenci kürsüsünün yukarısındaki iki küçük pencerenin dantel kenarlı beyaz pamuklu perde¬

leri vardı. Pencerelerdeki storlar, bu binayla yanındakinin arasına sızabi- len güneşin odaya girmesi için yukarı çekilmişti. O d a d a ayrıca iki kon¬

solla kapısı raylı büyük bir gardrop vardı.

Agnes sağdaki yatakla buna yakın olan konsolun bana ait olduğu¬

nu söyledi. Trisha'nın konsolunun üstünde annesiyle babası olması gereken güzel bir çiftle, ağabeyi ya da sevgilisi olabilecek yakışıklı bir delikanlının fotoğrafları diziliydi.

Agnes, «Şimdi yerleşmen İçin seni yalnız bırakıyorum,» dedi. «Tris- ha bir saate kadar okuldan dönecektir.» Kapıdan çıkarken ekledi. «Unut­

ma, evimde s a d e c e bir konuksun. Bu, birinci perde.»

Bavullarımı yere bıraktım ve o d a d a bir kez daha bakışımı gezdir¬

dim. Burası uzun bir süre benim, yeni yuvam olacaktı. Sıcak ve sevimli bir yerdi, a m a onu başka bir kızla paylaşacaktım; böyle olması beni hem korkutuyor, hem de heyecanlandırıyordu. Özellikle Agnes'in uyarı­

larından sonra. Ya geçinemezsek ne yapardım? Çok farklı karakterler¬

de olduğumuz ve s o n u n d a birbirimizle konuşmayacak duruma düştü¬

ğümüz takdirde, halim ne olurdu? O z a m a n şarkıcı olma düşlerim suya mı düşerdi?

Bavullarımı boşaltmaya giriştim. Elbiselerimi dolaba astım, iç çama¬

şırlarımla çoraplarımı da konsolun gözlerine yerleştirdim. Bavullarımı dolabın arkasına henüz koymuştum ki, odanın kapısı hızla açıldı ve Tris- ha Kramer içeri daldı. Benden üç, beş santim daha uzundu. Koyu kes¬

t a n e rengi saçlarını arkaya tarayıp tepesinde t o p u z yapmıştı. Saçlarının şeklini çok şık ve kadınsı buldum. Siyah balerin mayosunun üzerine, uçuşan bir siyah şifon elbise giymişti, ayaklarında da gümüş renkli bale¬

rin terlikleri vardı.

Trisha hayatımda gördüğüm en parlak yeşil gözlerin sahibiydi, kaş-

(22)

larını da fotomodellerin yaptıkları gibi alıp şekillendirmişti. Kusursuz küçük bir b u r n u n u n olmasına karşın, ağzı fazla geniş, dudakları da inceydi. Gelgelelim şeftali gibi teniyle enfes vücudu kusurlarını insana unutturuyordu.

«Selam,» diye atıldı. «Adım Trisha. Seni karşılayamadığıma üzgü¬

nüm, ne yapayım ki d a n s dersim vardı.» Böyle diyerek parmak uçların¬

da döndü. Şen bir kahkaha a t m a m üzerine ekledi. «Bilmek istediğin buysa, bu figürü mükemmelleştirmek tam bir ayımı aldı.»

«Gerçekten çok iyiydin,» dedim.

Trisha ö n ü m d e bir reverans yaptı. «Teşekkür ederim, teşekkür ede¬

rim. Şimdi de otur ve bana kendin hakkında her şeyi anlat. Bir kız arka¬

daş özlemi çekiyordum. Bu evde bizden başka bir tek Kemik Torbası var.» Trisha bakışını kapıya çevirdi. «Agnes'le tanışmışsındır tabii.»

«Kemik Torbası da kim?»

«Adı Arthur Garvvood. Ama şimdi onu bırakalım. Gel.» Elimi tutarak beni yatağımın üstüne oturttu. «Haydi konuş. Daha ö n c e hangi okullara

• gittin? Kaç erkek arkadaşın oldu? Şimdi de bir t a n e var mı? Ailenin Vir- ginia'da ünlü bir tatil köyünün sahibi olduğu doğru mu?»

Oturduğum yerde gülümsüyordum.

Trisha devam etti. «Yarın belki sinemaya gideriz. İster misin?» Yanı¬

tımın evet olacağını umarak bekledi.

«Ben hayatımda hiç sinemaya gitmedim,» diye itiraf ettim.

«Ne?» Gülümseyişi Trisha'nın yüzünde d o n u p kalmıştı. Sonra öne eğildi. «Yani Virginia eyaletinde elektrik yok mu?» diye sordu.

Bir an boyu bakıştık. Sonra ben ağlamaya başladım.

En s o n u n d a k o p m a noktasına ulaşmıştım galiba. Az şey yaşama¬

mıştım hani: on dört yılı aşkın süre tanıdığım ve sevdiğim a n n e , baba¬

nın gerçekte a n n e m , babam olmadığını öğrenişim, beni istemeyen bir ailenin yanında yaşamaya zorlanışım, ilk erkek arkadaşım olabileceğini d ü ş ü n d ü ğ ü m gencin gerçekte ağabeyim, ağabeyim olduğunu sandı¬

ğım gencin ise bir kızın bir erkekten hoşlandığı gibi hoşlandığım genç oluşu, Clara Sue adında kötü kalpli ve kıskanç bir kızkardeşimin oluşu, a n n e m i n ise yalnız kendini d ü ş ü n e n bir kadın olduğunu keşfedişim.

Şimdi ise*anlayamadığım bir n e d e n d e n dolayı benim varlığımdan nefret

eden bir büyükanneyle pazarlığım s o n u c u n d a buralara sürülüşüm.

(23)

Bütün bunlar kâbus gibi üzerime çökmüştü birden.

Trisha'nın pırıl pırıl gözlerine bakıp coşkun ve enerjik kişiliğine, Rock'ın Roll, delikanlılar ve sinema gibi konularda gösterdiği heyecana tanık oldukça, birden o n d a n ne kadar farklı olduğumun bilincine varmış¬

tım. G e n ç bir kız olma fırsatını hiç bulamamıştım ben. Longchamp Anne'nin hastalıkları nedeniyle ailenin annesi gibi davranmak zorunda

kalmıştım. Oysa Trisha Kramer ve o n u n gibi başkaları gibi olmayı ne kadar özlüyordum. Olabilir miydim a c a b a ? Yoksa çok mu geç kalmış¬

tım?

Gözlerimden taşan yaşları tutamıyordum.

Trisha meraklanmıştı. «Neyin var?» diye sordu. «Kötü bir şey mi söyledim?»

«Oh Trisha, çok üzgünüm,» dedim. «Mükemmel bir kızmışsın.

Oysa Agnes'in söylediklerinden bir baş belasıyla karşılaşacağımı san¬

mıştım.»

Trisha kollarını iki yana açtı. «Onun söylediklerini boşver. Sana ken¬

di odasını da gösterdi mi?»

«Evet,» dedim gözlerimin yaşını silerek. «O perdeli odayı gösterdi.»

«Ne matrak yer değil mi? Kadın s a h n e d e yaşadığını sanıyor. Daha¬

sı da var. Ders programı kartını aldın mı?»

«Evet.» Çantamı karıştırarak kartı çıkardım ve ona uzattım.

«Güzel!» dedi Trisha. «ingilizce ve şan derslerimiz beraber. Şimdi seni okula götürüp orasını gezdireceğim. Ama önce eşofmanlarımızla tenis papuçlarımızı giyelim ve dondurmalı sodalarımızı içmeye gidelim.

Sonra gırtlağımız kuruyana kadar konuşur, konuşuruz.»

«Annem bana okul için zarif giysiler aldı. Eşofmanım falan yok,»

diye inledim.

«Ne önemi var?» Trisha yerinden fırlayıp gardropu açtı ve kendi eşofmanlarından birini bana fırlattı. Mavi pamukludan bir şeydi bu.

Ben alelacele üstümü değiştirirken, Trisha'yla kıkırdayarak konuş¬

mayı sürdürdük. Tam çıkacağımız sırada arkadaşım beni durdurdu.

Agnes Morris'i taklit ederek, «Çok rica ederim,» dedi. «Bir odaya girerken daima başını dik tut ve omuzlarını arkaya at. Aksi halde, kimse sana dikkat etmez bile.»

Koşa koşa merdiveni inerken hâlâ kahkahalarla gülüyorduk.

(24)

New York'a gelmemin üzerinden s a d e c e bir, iki saat geçmişti.

Ve d a h a şimdiden bir arkadaş b u l m u ş t u m !

B e r n h a r d t O k u l u n u K e ş f e d i y o r u m

Trisha'nın beni götürdüğü küçük büfe öğrenci evimize sadece iki

blok uzakta olduğu halde, kaybolma korkusu duymaktan kendimi ala¬

mıyordum. Sokaklar o kadar uzundu ki. Ayrıca, Trisha'ya yetişmek için çok hızlı yürümek zorundaydım. Trafiği, insanları, mağazaları ve başka apartmanları görmek için gözlerimi bir sağa, bir sola deviriyordum.

Oysa o, bir y a n d a n konuşarak hızlı hızlı yürürken, s a d e c e ö n ü n e bakı¬

yordu. Böylece, bir köşebaşına geldik, oradan başka bir sokağa saptık, sonra başka bir sokağa daha... Trisha sanki trafiği ve insanları bildiği¬

miz beş duyudan farklı şekilde algılıyordu ya da başının tepesinde göz¬

leri vardı ve bu nedenle birine toslamaktan ya da bir otomobilin ona ç a r p m a s ı n d a n korkmuyordu.

Ben arkasında bir duraklama geçirince, «Çabuk,» diye bağırdı. «Kır¬

mızı y a n m a d a n karşıya geçelim.» Elimi yakaladığı gibi, c a d d e n i n orta yerine sürükledi. Biz caddenin d a h a dörtte üçünü katetmiştik ki, ışık değişti ve şoförler klaksonlarını öttürmeye başladılar. Ben müthiş ürk¬

müştüm, a m a Trisha kahkahalarla gülüyordu.

Büfenin kasiyeri, tezgâhın arkasındaki dazlak kafalı ve şişman ihti¬

yar, hatta garson kızlardan bazıları Trisha'yı tanıyorlardı. Biz içeri girdi¬

ğimizde el sallayıp selam verdiler. Trisha yolunun üstündeki ilk boş masanın başına çöktü, ben de en s o n u n d a dinlenebileceğime sevine¬

rek onu izledim.

Trisha, «Ben hiç Virginia'ya gitmedim,» diye başladı. «Ailem New York eyaletinin yerlisidir.» Şimdi farketmiş gibi aniden sordu. «Nasıl olu¬

yor da belirgin bir güneyli şiven yok?»

«Ben Virginia'da büyümedim,» dedim. «Ailem çok ,-cyahat ederdi.

Hep güneyde oturmadık.»

O sırada garson kız masamıza yaklaşmıştı.

Trisha bana, «Bir siyah ve beyaz ister misin?» diye sordu. Bunun

(25)

ne olduğunu bilmiyordum, ama ne kadar cahil.olduğumu belli etmek¬

t e n korktum.

«Pekâlâ,» dedim.

Trisha, «Okuldaki bütün çocuklar buraya gelirler,» dedi. «Bir de paralı pikap var burada. Biraz müzik dinlemek ister misin?»

«Pek tabii,» dedim.

Trisha yerinden fırlayıp otomatik pikabın başına geçti. Geri dönün¬

ce, «Güzel, değil mi?» dedi. Hiç ara vermeden konuşmasını sürdürdü.

«Dur, bir dakika. Ailen çok seyahat ederdi de ne demek? Agnes, ailenin uzun z a m a n d a n beri ünlü bir otelin sahibi olduğunu söyledi. Agnes'in söylediklerinden anladığıma göre, h e m e n h e m e n tarihi bir yermiş ora¬

sı.»

«Öyledir.»

Trisha başını salladı. «Anlayamadım.»

Konuyu daha fazla deşmeyeceğini umut ederek, «Bu iş çok karma¬

şık,» dedim. Ona yaşam öykümü anlatırsam, oda arkadaşı olmama hayıflanmasından korkuyordum.

«Fazla meraklı gözüktüysem üzgünüm. İngilizce öğretmenimiz Bay Van Dan da, bir gazetenin dedikodu sütununu yazmamamın hata oldu¬

ğunu söyler durur.»

«Bu konudan söz etmek şu sıralar benim için zor,» dedimse de, böyle demekle merakını büsbütün kamçıladığımın farkındaydım.

«Beklerim,» dedi. «Birbirimizin işlerine burnumuzu sokmamız için yeterince zamanımız olacak.» İster istemez gülmeye başladım.

«Annenle babanın fotoğrafının yanındaki resimdeki çocuk kardeşin mi, yoksa erkek arkadaşın mı?» diye bu kez ben sordum. «Madem birbi¬

rimizin işine burnumuzu sokmamız gerekiyor, ben de sorayım bari.»

Trisha, «Memleketteki erkek arkadaşımdır,» diye atıldı. Sonra kolla¬

rını iki yana açtı. «Ben ailemin tek çocuğuyum. Ve çok da şımarığım.»

Ekledi, «Bak, babam geçen hafta bana ne yolladı.» Biri saat on ikide, diğeri de altıda olan iki elmasla süslü altın saatini bana gösterdi.

«Gerçekten çok güzelmiş,» dedim. Övgüm içtendi, ama gözlerimin

dolu dolu olmasını önleyememiştim. Gerçek babamın kim olduğunu

öğrenebilecek, onu tanıyacak, o n u n beni, bir babanın kızını sevmesi

gibi sevdiğini görebilecek miydim acaba? Cutler Nine'ye bakılırsa,

(26)

benim varlığım u m u r u n d a bile olmamış, her türlü sorumluluktan sıyrılıp kaçabildiğine sevinmişti. Öyleyken ben kalbimin derinlerinde, Cutler Nine'nin, benimle ilgili başka konularda olduğu gibi, b u n d a da yalan söylediğini umut ediyordum galiba. Bir gizli dileğim de, şimdi eğlence­

nin başkenti New York'ta b u l u n d u ğ u m a göre, her nasılsa gerçek baba¬

mı bulmamdı. Onu bulduğum z a m a n da o, beni g ö r ü n c e sevincinden deliye dönecekti.

Trisha, «Babam bana daima armağanlar yollar,» diye devam etti.

«Anlaşılan o n u n gözbebeğiyim. Senin baban nasıl biri? Erkek veya kız- kardeşlerin var mı? Sana bütün bunları sorduğuma kızmıyorsun, değil mi?»

«Ne münâsebet. Bir erkek, bir de kızkardeşim var. Erkek kardeşi¬

min, daha doğrusu ağabeyimin adı Philip, kızkardeşim Clara Sue ise b e n d e n bir yaş küçük.» Böyle derken Jimmy ile Fern'i düşünüyor, onla¬

ra kardeş diyemememin hâlâ ü z ü n t ü s ü n ü duyuyordum. «Babam çok meşgul bir adamdır,» diye eklerken de, ne z a m a n ona gereksinme duy¬

sam R a n d o l p h ' u n hep bir şeylerle meşgul olduğunu anımsıyordum.

Trisha, «Boşver,» diyerek masanın üzerinden bana doğru uzandı.

«Sen asıl ne yaptığını söyle.»

«Ne mi yapıyorum?»

«Neye yeteneğin var demek istedim? Ben dansçı olacağım. Ama sen bunu zaten biliyorsun. Ya sen ne olacaksın?»

«Ben şarkı söylüyorum, ama... »

Trisha içini çekti. «Tanrım, bir şarkıcı daha... » Anında gülümsedi ve gözleri parlamaya başladı. «Şaka ediyordum. Senin şarkı söylemeni din¬

lemeye sabırsızlanıyorum.»

«O kadar da iyi bir şarkıcı değilim.»

«Ama Bernhardt'a girmeyi basardın, öyle değil mi ya? O feci giriş sınavlarında başarılı oldun. Seni nasıl t e p e d e n tırnağa süzdüklerini görünce kızmadın mı? Ama önemli biri senin yetenekli olduğuna inan¬

mış olmalı, yoksa şimdi burada olmazdın.»

Kıza ne diyebilirdim? Cutler Nine'nin, nüfuzlu dostları sayesinde

bana torpil yaptırdığını söylemiş olsam, Trisha bana içerlerdi belki. Bu

İşin, bir anlaşmanın parçasını olduğunu açıkladığım takdirde, ona her

şeyi anlatmak z o r u n d a kalacaktım.

(27)

Trisha omuzlarını silkti. «Zaten Agnes pek yakında toplantılardan birinde sana şarkı söyletecektir.»

«Onun eskiden aktris olduğu doğru mu?»

«Evet, hâlâ da öyledir. Ama s a h n e d e ya da beyaz p e r d e d e değil, gerçek hayatta. Bir de pazarları çaya gelen o yaşlı aktör dostları var.

Onların anılarını tazelemelerine kulak vermek çok eğlenceli. Bayan Liddy ile de tanıştın mı?

«Evet. İyi bir kadına benziyor.»

«Agnes'le o bir asırdır beraberler. Bazan Agnes'in, sözünü dinledi¬

ği tek kişi o. Ama merak etme, bu evde yaşamaktan hoşlanacaksın.

Ama Kemik Torbası'nın keyfini kaçırmasına sakın izin verme.»

«Niçin yapsın bunu?»

«Daima o kadar asık suratlıdır ki. Olur ya, eğer gülümseyecek olsa, korkarım yüzü çatlar.»

Trisha bunları söylerken garson kız dondurmalı sodalarımızı getir¬

mişti.

«Ona niçin Kemik Torbası diyorsun?»

«Onu görünce anlarsın.» Trisha kamışı dudaklarının arasına sıkıştı¬

rıp dondurmalı sodasını içmeye başlamıştı. Kişiliği sıcak bir yaz günüy¬

le kıyaslanabilirdi. Şimdiye dek hiç bu kadar mutlu ve coşkulu bir kız görmemiştim. «Sen de sodanı içsen iyi olur,» dedi. «Bir sürü işimiz var.

Benim eve d ö n ü p akşam yemeğine yardım e t m e m de lazım. Benim haf¬

tam bu.»

«Peki, öyleyse.»

Dondurmalı sodalarımızın parasını Trisha kendisi vermekte ısrar etti. Garson kız için 'de masaya bahşiş bırakması üzerine, ona taksi şoförünün ne dediğini anlattım.

«Demek s e n d e n bahşiş istemeye cüret etti ha?» Trisha başını sallı¬

yordu. Sonra kendini toparladı. «Ben de saçmalıyorum galiba. Tabii ki cüret eder: New York'lu bir şoför o.» Elimi yakalayarak, «Haydi gel,- dedi.

İçimden, eyvahlar olsun, kaldırımlar üstünde bir koşu daha, diye geçirdim.

Büfeden çıkarak sola döndük.

«Hangi yöne döneceğimizi nereden biliyorsun?» diye sordum. «Be-

(28)

nim iyice kafam karıştı.» Hangi yönden geldiğimizi gerçekten de unut¬

muştum. Sokaklar birbirlerine o kadar benziyorlardı ki.

«Yolu bulmak sandığından çok daha kolaydır.» dedi Trisha. «Sen de bulmakta gecikmeyeceksin.» Bir y a n d a n yürürken, «Okul bir blok ile¬

ride ve bir blok karşıdadır,» diye ekledi ve anlatmaya koyuldu.

«Erkek arkadaşımın adı Victor'dur, ama herkes ona Vic der. Bana haftada bir, iki defa mektup yazar, haftada bir de telefon eder. Bu yaz İki kere beni görmeye geldi.»

«Ne kadar iyi. Seni bu kadar seven bir arkadaşın olduğu için çok şanslısın,» dedim.

Trisha birden, «Sana bir sır söyleyeceğim,» diyerek durdu ve kaldı¬

rımda yanımızdan geçenlerin hepsi konuşmamızla ilgileneceklermiş gibi beni kendine çekti.

«Ne var?» diye sordum.

«Okulda çok h o ş u m a giden bir çocuk var... G r a h a m Hill. O kadar yakışıklı ki. Tiyatro dalının son sınıfında.» Trisha'nın dudaklarının köşele¬

ri birden ağlayacakmış gibi aşağı sarktı. «Ama o, benim varlığımdan habersiz görünüyor.» Kaldırımın ilerisine baktıktan sonra, «Acele ede¬

lim,» deyip adımlarını sıklaştırdı ve beni de arkası sıra sürükledi. «Şimdi hâlâ provadadırlar. Onu seyredebiliriz.»

Acele etmek ha, diye d ü ş ü n d ü m . Daha önce başka ne yapıyorduk ki?

Köşeyi d ö n d ü ğ ü m ü z d e caddenin öbür yanında Bernhardt Okulunu gördüm. Arazisinin etrafı yüksek bir demir parmaklıkla çevriliydi. Sarma¬

şıklar demirlerin arasını sardığından içerisi görülmüyordu. Bahçe kapısı açılınca bir tepeciğe yılankavi tırmanan otoyolu, biraz ötesinde de gri renkli büyük bir kagir bina ortaya çıktı. Bina yüksek ve yuvarlak olduğu İçin bana bir kaleyi anımsatmıştı, ama dikkat edince, sola doğru daha yeni görünüşlü bir eklentisi olduğunu farkettim. Bu bölümdeki pencere¬

ler daha genişti. Solda şu anda meşgul olan iki tenis kortu yer alıyordu.

Kortların birinde iki çift karşılıklı oynuyordu. Trafiğin gürültüsüne ve ara¬

da sırada öten klaksonlara rağmen, oyuncuların gülüşleri kulağımıza geliyordu.

Gökyüzü orada burada pamuk yığını gibi bulutlarla bezeli daha

33 Çatının Sırlan / F: 3

(29)

koyu bir maviye dönüşmüştü. Saçlarımın perçemlerini havalandırıp alnı¬

mın üstünde dolaştıran rüzgâr sıcak ve tuzluydu.

Yeşil ışık yanınca Trisha, «Gelsene,» diye emretti.

Okul kampusu beni şaşırttı. New York kentinin orta yerinde yemye¬

şil otlar, çiçek tarhları, etrafında banklar dizili fıskiyeli havuzlar veya çakıl kaplı patikalarla karşılaşmayı beklemiyordum. Okul k a m p ü s ü n d e ayrıca, aşağıya serin gölgelerini düşüren koca koca dallı dev meşe ve akçaağaçlar da vardı. Bunların altında bazı öğrenciler oturmuş ya da yere uzanmış, kitap okuyor ya da alçak sesle konuşuyor, düzinelerle güvercin de etraflarında şişinerek dolaşıyordu. Burası okul bahçesin¬

den çok, güzel bir parka benzemekteydi.

«Ne kadar güzel yermiş,» dedim.

«Bir zamanlar, ünlü aktris Sarah Bernhardt'a âşık olan mültimilyo- ner bir işadamının malıymış. Adamcağız Sarah'ın ölümünden sonra adı¬

nı yaşatmak için bu okulu yaratmaya karar vermiş. Okul 1923'den beri var, ama içerisindeki her şey modern. On yıl ö n c e de yeni binaları ana kitleye eklemişler.» Trisha demir parmaklığı işaret etti. «Bak, burada bir levha var.»

Caddeyi geçtikten sonra durup yazılanları okudum.

SARAH BERNHARDT'IN ANISINA

NURUYLA SAHNEYİ AYDINLATTI

DAHA ÖNCE HİÇ AYDINLANAMADIĞI KADAR

Trisha içini çekti. «Hiç bu kadar romantik şey okudun mu? Günün

birinde çok zengin birinin bana da âşık olmasını ve adımı mermer üstü¬

ne yazdırmasını dilerim.»

«Birisi mutlaka yapacaktır bunu,» d e m e m üzerine genç kız gülüm¬

sedi.

«Teşekkür ederim. Böyle söylediğin için çok naziksin.» Koluma girerek beni kapıya sürükledi.

Okulun dairesel girişine baktım. Yakından görülünce, düşlediğim¬

den çok daha etkileyiciydi. Gerçekten yetenekli gençler bu kutsal salon¬

larda yeteneklerini geliştiriyor ve kanıtlıyorlardı. Okuldan diploma alanla-

Referanslar

Benzer Belgeler

İçinde birden fazla orantının(ters orantı da olabilir, doğru orantı da olabilir) kullanıldığı orantılara “bileşik orantı” denir.. 3) 56 sayısı; birinci

Aşağıdaki parabolik başlangıç sınır değer probleminde ters Sturm-Liouville özdeğer probleminin bir uygulaması üzerinde duracağız.. İlk olarak, direkt problemi

With respect to the grain palmitic acid content (%), while inbred line number 1 have more dominant genes, number 6 243... have more recessive

dizesinde özneyi ve çıkma tümlecini derin yapıda ortak kullanarak, çıkma tümleci + belirtisiz nesne + yüklem + özne // özne + yüklem + belirtisiz nesne + çıkma

Bir Sufi olan Safiye Erol’a göre de, bir devrimci olan Alain Badiou’ya göre de sanat ve mimarlık işte böylesi bir benlik yitimi ile ilişkilidir.. Benliğini yitiren

Aralarındaki açının esas alındığı ve koordinat sisteminde her vektörün 0 noktasından başlayarak tanımlandığı benzerlik ölçümü yerine, vektörler arasındaki bağıl

Soğanlı ve çok yıllık otsu bitkiler olan ağlayan gelinlerin yurtdışına kaçırılma nedeni içerdikleri kimyasal bileşikler ve süs bitkisi olarak ticari değerlerinin

Ancak A kolonu tekerle¤in h›zl› dö- nüflünden ötürü bir sonraki karede B’ye yaklafl›r, B ko- lonunun bir sonraki pozisyonu olarak alg›lan›rsa, te- kerlek ters