• Sonuç bulunamadı

DÜŞÜNCE İNŞACISI OLARAK DİLİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTSİZLİĞİ ÜZERİNDEKİ ROLÜ

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "DÜŞÜNCE İNŞACISI OLARAK DİLİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTSİZLİĞİ ÜZERİNDEKİ ROLÜ"

Copied!
91
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

ANKARA ÜNİVERSİTESİ T.C.

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KADIN ÇALIŞMALARI ANABİLİM DALI

DÜŞÜNCE İNŞACISI OLARAK DİLİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTSİZLİĞİ ÜZERİNDEKİ ROLÜ

Yüksek Lisans Tezi

Gizem DOĞAN

Ankara-2020

(2)

ANKARA ÜNİVERSİTESİ T.C.

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KADIN ÇALIŞMALARI ANABİLİM DALI

DÜŞÜNCE İNŞACISI OLARAK DİLİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTSİZLİĞİ ÜZERİNDEKİ ROLÜ

Yüksek Lisans Tezi

Gizem DOĞAN

Tez Danışmanı Prof. Dr. Güzin YAMANER

Ankara-2020

(3)

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLE ENSTİTÜSÜ KADIN ÇALIŞMALARI ANABİLİM DALI

DÜŞÜNCE İNŞACISI OLARAK DİLİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTSİZLİĞİ ÜZERİNDEKİ ROLÜ

Yüksek Lisans Tezi

Tez Danışmanı:

Tez Jürisi Üyeleri

Adı ve Soyadı İmzası

Prof. Dr. Güzin YAMANER……… ………

Prof. Dr.. Özlem Şahin GÜNGÖR.…… ………

Prof. Dr. Berna ARDA……… ………

……… ………

……… ………

……… ………

Tez Sınavı Tarihi ...12/06/2020...

Prof. Dr. Güzin YAMANER

(4)

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE

Bu belge ile, bu tezdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve etik davranış ilkelerine uygun olarak toplanıp sunulduğunu beyan ederim. Bu kural ve ilkelerin gereği olarak, çalışmada bana ait olmayan tüm veri, düşünce ve sonuçları andığımı ve kaynağını gösterdiğimi ayrıca beyan ederim. (……/……/20…)

Tezi Hazırlayan Öğrencinin Adı ve

Soyadı

………

İmzası

………

(5)

TEŞEKKÜR

Her şeyden önce; lisans eğitimimin son senesinde karşılaştığım, bana akademide kalmak, toplumsal cinsiyet alanında çalışmak ve Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı’na mutlaka uğramak konularında ilham kaynağı olan, hayatıma çizdiğim yolu borçlu olduğum çok kıymetli hocam Özlem Şahin Güngör’e hayatıma dokunduğu için çok teşekkür ederim.

Ankara’ya geldiğim ilk günden beri yanımda olan, bana dostluğu öğreten canım kadınlar Özlem Özkan ve Hatice Göz’e yolumu kaybettiğimde yol oldukları için çok teşekkür ederim.

Kasım Keskin’e, sadece ben yazdıkça tezimi okuyup bana tez arkadaşı olduğu için değil; aynı zamanda feminizmde erkeklerle de yan yana durabileceğimize onun sayesinde inandığım için çok teşekkür ederim.

Danışmanım Güzin Yamaner’e tezimdeki emekleri ve desteği için çok teşekkür ederim. Bunun yanında, kendisine bana kız kardeşliği öğrettiği için ne kadar teşekkür etsem az kalır.

Bölüm sekreterimiz Fidan Sabaz’a, hepimizin Fidan ablası olduğu, her

sorunumuzda bizlere destek olduğu, sadece bölüm sekreterimiz değil bir abla olarak her zaman yanımızda olduğu için çok teşekkür ederim.

Son olarak; babam Gürsel Doğan, annem Gülseren Doğan, ablam Gamze Doğan Çetinkasap ve kardeşim Aygül Doğan’a bana olan inançları, destekleri ve her zaman yanımda oldukları için ayrıca teşekkür ederim, haklarını ödeyemem.

(6)

II İÇİNDEKİLER

TEŞEKKÜR... I

İÇİNDEKİLER ...II

GİRİŞ: KADININ DİL DIŞI KALMASI ... 1

1. DİLBİLİM ... 5

1.1.Dilbilim, Toplum ve Birey ... 18

1.2.Ferdinand De Saussure Ve Yapısalcı Dilbilim ... 25

2. FEMİNİST DİLBİLİM ... 31

2.1.Konuşmanın Politikası ... 39

2.2.Dişil Bir Kamusallık: Dedikodu Denilen Sözlü Kültür ... 43

2.3.Feminist Araştırma Yapmanın Önemi ... 47

3. FRANSIZ POSTYAPISALCI FEMİNİZM ... 51

3.1.Julia Kristeva... 54

3.2.Hélène Cixous ... 58

3.3.Luce Irigaray ... 64

3.4.Bölüm Sonu: Kristeva, Cixous ve Irigaray ... 71

SONUÇ ... 73

KAYNAKÇA ... 76

ÖZET ... 82

ABSTRACT ... 83

ANLATI ... 84

(7)

GİRİŞ: KADININ DİL DIŞI KALMASI

“Ataerkil aile biçimi, toplumun yarısının

gelişimini tutuklamakla sonuçlandı”1

Friedrich Engels Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni isimli çalışmasında aile yapısının yüzyıllar içinde nasıl değişim gösterdiğini anlatır. Buna göre, barbarlık çağlarında günümüzdeki gibi bir tek eşli evlilik biçimi yoktu. Kabileler içinde iki

cinsiyetin de farklı kişilerle ilişki kurabildiği, bir kadının farklı erkeklerden çocuk sahibi olabildiği, çocukların babasının kabiledeki hangi erkek olduğunun önemli olmadığı ve sonuç olarak soyun anne üzerinden devam ettiği bir yapı vardı. Soya dayalı kadın egemenliğinden bahsedebileceğimiz bu yapıda kadınların ait olduğu soy belliyken, erkekler belli bir soya bağlı değil; farklı soylarda dağınık haldeydi. Bu anlamda kadının toplumda özgür ve saygın bir konumu vardı. Fakat materyalist sistemin gelişmesi, bu aile yapısının değişimini de beraberinde getirdi. Yeniden üretim sistemine dayalı olan

materyalizmde, yeniden üretim yalnızca tüketim maddelerinin değil, bu maddeleri hem tüketecek hem de üretecek nesillerin de yeniden üretimini gerektirir. Fakat aynı zamanda, oluşacak yeni nesiller planlanabilmeli, kontrol altına alınabilmelidir. Burada asıl amaç, yeniden üretimin ve materyalizmin getireceği kişisel zenginliği devam ettirebilmektir.

Böylece, barbar zamanların üreme biçimleri giderek daralan bir çemberle aile yapılarını değiştirmeye başladı. Çok eşlilik bir süre devam etmiş olsa da, kan bağının korunması amacıyla, kadın ve erkeğin birlikte olacağı kişiler belli toplumsal kurallara bağlıydı.

Mülkiyet ilişkileri ve kişisel zenginlik arttıkça miras kavramı oluşmaya başladı ve nihayetinde miras bırakma amacıyla her kadının tek bir erkekten çocuklarının olması gerektiği tek eşli aile biçimi ortaya çıkmış oldu. Bu yeni düzende kadından, çocuklarının babasını kesinleştirmek için, erkeğe sadık kalması ve erkeğin tahakkümüne teslim olması

(8)

2

beklenir oldu. Tek eşli aile biçimi, uygarlığın başladığının bir göstergesidir ve tartışmasız babalık gerektirdiği için, erkeğin iktidarı üzerine kurulur. Tek eşli evlilik biçiminde, toplumsal gelenek ve görenekler erkeğe evlilik bağını sonlandırma ve sadakatsizlik hakkını verirken, kadın bunlara kalkıştığında sert bir biçimde cezalandırılır. Böylece, tarihin ilk sınıfsal tahakkümü olan erkeklerin kadınlar üzerindeki tahakkümüyle birlikte, kişisel zenginlik ve köleciliğin bugün de devam eden düzeni ortaya çıkmış oldu. Tek eşli evlilik biçimi önemli bir tarihsel ilerleme olarak kabul edilse de, her ilerleme gibi bu da bazılarının ezilmesi üzerine kuruldu. Burada ezilen taraf tabii ki kadınlar oldu. Artık özel alanda idare erkeğin elindedir, kadının rolü ise çocuk üretimine indirgenir. Hatta kadının bu konumu zaman içinde sevimlileştirilir, kadın sanki tarih boyunca buraya ait olmuş gibi doğallaştırılır. Bu yeni tek eşli babaerkil aile yapısı, aynı zamanda yazılı tarihin

başlangıcıdır (2019: 3-73).

“Toplumsal cinsiyet eşitsizliği sonucu oluşmuş olan bir şey aynı zamanda yeni cinsiyet eşitsizliklerin oluşmasına sebep olabilir.”2

Engels’in çalışması üzerinden varacağımız sonuç, tek eşli aile biçiminin bir sonucu olarak bu sistem uygarlığın ve yazılı tarihin başlangıcı olduğundan, kadının kültür dışı kalmasıdır. Kültür artık erkek tarafından, emek gücünün yeniden üretimi ve soyun bir erkek üzerinden devam etmesi amacıyla kadını özel alanda tutacak ve bu rollerini doğallaştıracak şekilde üretilir. Çünkü ailenin yeni nesilleri üretmek gibi asli bir görevi vardır. Özel alana hapsolan kadın, toplumsal süreçlerden dışlanır. Düşünce akımları, sanat, siyaset, bilim üretimi erkeğin kontrolündedir. Erkekler bu güçlerini kadını özel alanda tutmayı sağlayacak şekilde kullanırlar. Bu düzende erkekler sadece birbirlerinin sözüne

2Sunderland, J. (2004). Gendered Discourses. Basingstoke: Palgrave Macmillan.

(9)

değer verir ve yüceltirler, kadının sözünün önemi yokur. Erkeklerin ürettiği bu kültür içinde cinsiyete dayalı eşitsizliğin sınırları dışına çıkılamaz. Öyle ki, kadınlar erkekler tarafından üretilmiş dil içinde kendi deneyimlerini doğru bir şekilde ifade edecek

kelimeleri dahi bulamazlar. Sonuçta dil ve kültür, erkekler tarafından cinsiyet eşitsizliğini sürdürecek şekilde kurgulanır ve kadınlar da bu dilin içinden yetişir. Dil düşücenin kaynağı olduğundan ve doğrudan düşüceyi oluşturduğundan, cinsiyet eşitsizliği dil

sayesinde varlığını sürdürür ve giderek toplumdaki yerini sağlamlaştırır. Biz bu çalışmada dilin düşünceyi nasıl oluşturduğunu, zaten eşitsiz olan dilin düşüceyi oluştururken cinsiyet eşitsizliğini de nasıl sürekli yeniden ördüğünü, dilin kadınlar ve erkekler için nasıl farklı anlamları ve etkileri olduğunu, bu düzende kadınların kendilerine ait yeni bir dil bulup bulamayacaklarını tartışacağız. Bu anlamda ilk olarak dilbilim tarihi boyunca dilin düşünceyle olan ilişkisiyle ilgili görüşlerin nasıl değiştiğini; sonrasında dilin toplumlara, halklara, nihayetinde bireylere, kadın ve erkek cinslerine ayrı ayrı nasıl etki ettiğini; son olarak da dilin bu eşitsiz yapısının nasıl dönüştürülebileceğine dair görüşleri

inceleyeceğiz.

Erken dilbilim çalışmalarının odak noktası, dilin yapısı ve grameriydi. Çalışmalar zamanla dilin toplumsal süreçlere olan etkisinin incelenmesi yönünde değişiklik gösterdi.

Kalsik dilbilimcilerden olan Wilhelm von Humboldt, Ludwig Wittgenstein, Joseph Vendryes, Martin Heidegger, John C. Condon ve Ferdinand de Saussure gibi isimler, kişilerin içinde doğdukları ve kullandıkları dilin düşünce yapılarını doğrudan oluşturduğu görüşünde ortaklaşırlar. Buna göre dil, iletişim aracı olarak kullanıldığında konuşulduğu hakim ideolojisini yeniden üretir. Çünkü toplumun bütün tarihsel sürecini üzerinde taşır.

Dil bu gücü sayesinde toplumu ve bireyleri etkisi altına alır, bireylere toplumdaki yerlerini öğretir.

(10)

4

Dilin ve kültürün erkek üretimi olduğunu yukarıda incelemiştik. Düşünceyi oluşturan bu cinsiyetçi dil, toplumdaki cinsler arası eşitsizliğin en önemli sebebidir. Bu anlamda dil kadınları kültürel süreçlerden dışlamada, ikincilleştirmede, erkeğin

tahakkümü altına sokmada en önemli araçtır. Kadınlar bu eşitsiz ve erkek üretimi dil içinde kendi ifadelerini bulamaz ve kendi sözlerini üretemezler. Cinsler arası eşitsizliğin ortadan kaldırılması için en temel adım, dilin çizdiği sınırlar dışına çıkabilecek yollar ve iletişim biçimleri keşfetmektir. Bu doğrultuda, çağımızın postyapısalcı feminist

düşünürleri Julia Kristeva, Hélène Cixous ve Luce Irigaray kadınların bir aradalığına, kadın yazınına ve kadın konuşmalarına değindikleri bir dizi öneri sunarlar. Bu sayede yeni bir dil ve kültür düzeninin oluşturulabileceğini söylerler.

Bu tez çalışmasına ilk başlandığında, Feminist Dilbilim başlıklı ikinci bölüm, kadın ve erkeklerin konuşma ve iletişim biçimlerinin bir karşılaştırılmasının olduğu odak grup incelemelerini de içerecek şekilde planlanmıştı. Fakat tez çalışması sırasında dünya genelinde alınan sağlık tedbirleri kapsamında karantina süreçleri yaşandığından odak grup incelemeleri ne yazık ki yapılamamıştır. Bunun yerine, tez çalışmasına doğrudan bir katkısı olmamakla birlikte, kadınlar arasında gelişen dört nesillik iletişim süreci anlatılmıştır.

(11)

1. DİLBİLİM

“Bu sınıflandırma sistemini öğrendikten sonra, bir kere dili edindikten sonra, sadece bazı kesinleşmiş şeyleri görebilirler.”3

Her ne kadar dil ve düşünce ilişkisi tarih boyunca bilim insanlarının üzerinde kafa yorduğu bir konu olmuşsa da sociolinguistik (toplumdilbilim) terimini ilk olarak Haver C. Cuerie’nin 1952 yılında yayımlanan “A Projection of Socio-Linguistics: The Relation of Speech To Social Status” isimli makalesinde görürüz (Akt. İmer, 1990: 18). Yirminci yüzyılın ikinci yarısında bir terim olarak kullanılmaya başlanan bu kavramın bilinen en eski tanımını ise M.Ö. ikinci yüzyılda yazdığı Techne Grammatike (Dil Bilgisi Sanatı) isimli eserinde Dionysius Thrax yapar:

Dil bilgisi, şairlerin ve nesir yazarlarının genel dil kullanımlarını uygulamaya yönelik bir incelemedir. Altı bölümden oluşur: İlk bölüm, işaretlere dikkat ederek metnin doğru okunması; ikinci bölüm, eserdeki edebi ifadelerin açıklanması; üçüncü bölüm, konu ile anlatım tarzı üzerine kısa bilgilerin hazırlanması; dördüncü bölüm, etimolojilerin izlerinin sürülmesi; beşinci bölüm, benzeşen düzenliliklerin ortaya çıkarılması; altıncı

bölüm, dil bilgisinin en asil bölümü olan edebi yazıların değerlendirilmesi (Akt. Harris

& Taylor, 2018: 46).

İ.Ö. üç ve dördüncü yüzyıllarda yaşamış olan Sokrates, açık bir şekilde dilbilim tanımı yapmasa da dilin altı işlevi olduğunu belirtir: amaca yönelik olması, amacının tasarımına yansımış olması, parçalarının göreve uygun kılınmış olması, başka şekilde çalışamaz olması, onu doğru kullanabilmek için tasarımını kavramış olmamız gerekliliği

(12)

6 (Akt. Harris & Taylor, 2018: 6).

Bu iki tanımlamadan da anlaşılacağı gibi Antik Dönem’deki dilbilim çalışmaları daha çok dilin yapısıyla ilgilidir. Bu dönemde dilin düşünceyle olan ilişkisi ve toplumsal yönü günümüzde olduğu kadar tartışma konusu olmaz. Aydınlanma Çağı yaklaştıkça değişen ve gelişen her şey gibi, dilbilim çalışmaları da Antik Dönem’in çoğunlukla gramerle ilgili olan çalışmalarının yanına dil, düşünce ve toplum ilişkilerini koyarak gelişme gösterir. 17. yüzyılda Descartes’ın dilin belki de düşüncenin işareti değil, onun varlığının bir ispatı olduğu yönündeki görüşleri (Aksan, 2017: 35) bu gelişmenin ilk meyvelerindendir. Yine aynı yüzyılda yaşamış olan İngiliz düşünür John Locke, düşünceleri aktarmada dilin güvenilir bir araç olmadığını söyler. Ona göre dilin nedensellik, gönüllülük, bireysellik ve bireye özgü olma özellikleri vardır ve bu özelliklerinden dolayı dili iletişimde kullanmak risklidir (Akt. Harris & Taylor, 2018:

111-121). Benzer bir görüşü Locke’dan yaklaşık üç yüzyıl sonra, bir diğer İngiliz

dilbilimci Joseph Vendryes paylaşmaktadır. Vendryes, iki insanın birbirini anlaması için, zihinlerinde benzer düşüncelerin doğması gerektiğini söyler (Vendryes, 2001: 40).

Görüldüğü üzere bu iki düşünür, Locke ve Vendryes, dilin tek başına ve var olduğu haliyle sağlıklı bir iletişim sağlamayacağı konusunda ortaklaşırlar. Bunun nedeni, dilin artık sadece basit bir iletişim aracı olarak görülmemesi, düşünceyle olan sıkı ilişkisinin ön plana çıkmaya başlamış olmasıdır.

1730 – 1788 yılları arasında yaşamış olan Alman düşünür Johann Georg Hamann, dil ile akıl arasında bir karşılaştırma yapıldığında dilin her zaman önce geleceğini söyleyerek dili aklın bir ürünü olarak gören Aydınlanma Çağı

düşünürlerinden ayrılır. Ona göre dil, düşüncelerimizin yapısına kök salmış bir etmen hatta aklın kurucu bir bileşenidir (Altuğ, 2017: 61). Anlama eyleminin yalnızca dille

(13)

mümkün olduğunu söyleyen Hamann’a göre “dil, aklın yalnızca organı değil, aynı zamanda ölçütüdür de. Çünkü düşüncelerimiz sürekli dil içinden geçer ve dille gerçekleşir.” (Akt. Akarsu, 1993: 37). Herhangi bir düşünceyi herhangi bir dille ifade etmek mümkün olsa da, insan mutlaka bir dil içinde düşünür. Bu yüzden, konuştuğumuz dil düşüncelerimizin bir ifadesi değil, aksine onların belirleyicisidir.

İnsanın dilinin insanın dünyası olduğunu söyleyen Johann Gottfried Herder, 18.

yüzyılda yaşamış bir edebiyatçı ve filozoftur. Herder, aklın ya da düşünmenin gerçekleşmesinin ancak dille mümkün olduğunu söyler. Çünkü insan, insan olduğu günden beri dille yaşar. Ona göre dil, insandan önce veya sonra değildir; insanla birliktedir. Ne dilsiz düşünce ne de düşüncesiz dil mümkündür. Bu görüşleriyle

düşüncenin içselleştirilmiş dilden başka bir şey olmadığını savunan Herder, dilin insan bilgisinin sınırlarının belirleyicisi olduğunu ve bireyin ancak dilin içinde ve dil ile düşünebildiğini belirtir (Akt. Altuğ, 2017: 61-63).

18. yüzyıl düşünürlerinden Wilhelm Dilthey “Anlamayı anlamak için öncelikli olarak anlaşılması gereken şey ifadelerdir” der (Vanleene, 2017: 164). Ona göre insan bilinci yaşamın içinde oluştuğundan kavram ve ifadelerin içinde yetiştiği tarihsel süreci anlamamız gerekir. Bu sağlanamadığı taktirde, anlama için gerekli olan ortaklık oluşamadığından sağlıklı bir iletişim kurulamayacaktır. Bunun yanında Dilthey, tin bilimlerinin ana malzemesi olarak dili görür. Çünkü dil, tarihsel dönemlerin kendilerine ifade buldukları yerdir. Dilthey’e göre her tarihsel dönemin değerleri, yasaları, gelenekleri dilde saptanabilir (Becermen, 2004: 41). Dilthey, insanı bütünlüğün dil ve tarih ortaklığıyla sağlanabileceğini söyler. Doğru bir anlamanın gerçekleşmesi, Dilthey’e göre üç aşamalıdır:

(14)

8

(1) Anlama, insan varoluşunun bütünlüklü yapısı içerisinde gerçekleşen psişik bir olaydır. (2) Anlam, diğer insarlar var olduğumuz bir atmosferde gerçekleşir. (3) Anlamın özlerarası bir mahiyeti vardır ve bunun da kaynağı sempati ve/veya empatidir. Dolayısıyla anlama, sadece bir ögenin gerçekleşmesi ile değil, bu üç unsurun birlikte var olması ile mümkün olacaktır (Akt. Çelebi, 2018: 126-127).

Dil felsefesinin kurucusu olarak görülen Wilhelm von Humboldt, dili daha toplumsal bir yerden ele alır. Humboldt ’a göre, bir ulusun geçmişi öğrenilmek

isteniyorsa o ulusun dilsel geçmişine bakılması yeterlidir. Kullandığı dil, dilin içindeki kalıplar ve bunların anlamları incelenerek bir ulusun dünya görüşünü ve kültürünü tanıyabileceğimizi söyleyen Humboldt, dilin bir kez oluştuktan sonra varlığını koruyan bir şey değil, sürekli gelişme halinde olan bir şey olduğunu belirtir. Ona göre dil, ulusun ruhunun yansımasıdır (Akt. Akarsu, 1993:41-60).

Dilbilim çalışmalarının yukarıdaki kısa tarihine baktığımızda, zamanla dil ve düşünce ilişkisinin nasıl ön plana çıkmış olduğunu görebiliyoruz. Buna göre dil, sadece bir konuşma yeteneği değil, “kuşaktan kuşağa aktarılan, ulusun kültürüyle yakından ilişkili bir bildirişme dizgesi, toplumsal bir kurumdur” (Aksan , 2015: 51). Bu kurum, insanın tarihsel dünyasının belirlendiği yerdir ve insan varoluşuna insan olmanın imkânlarını açar. Her düşünce, başlangıçtan beri insanla birlikte olan bu kurumdan hareket eder. Bu yüzden insanın varoluşu bu kurumun varlığına bağlıdır (Altuğ, 2017:

59). Taylan Altuğ, aynı çalışmasında insanın dil ile olan ilişkisini şu sözleriyle özetler:

Kendisi nesne haline gelmeksizin, her şeyi nesnelleştiren özel ve biricik hayat süreci olarak dil, varoluşumuzun her girdi çıktısına nüfuz eder. Dil bize öncesiz ve sonrasız bir dolayım zinciri içerisinde dünyayı sunar ve bu sunum adına kendisi ortadan kaybolur. Ancak sunuma kendi izini bırakır, kendi damgasını basar. Bu yüzden her dil

(15)

bir dünyadır, denebilir. İnsan şeylerle değil, fakat sözcüklerle diyalog sayesinde bir dünyada olur (2017: 9).

Sonuç olarak, tüm bu düşünürlerin görüşlerine baktığımızda, dilin yalnızca düşünceyi iletmede kullanılan bir araç olmadığını anlıyoruz. Dil düşünceyi yansıtmaz, tersine doğduğumuz andan itibaren içinde bulunduğumuz dil düşüncelerimizin, dünyayı algılama şeklimizin ve gerçeğin bir üreticisidir. Düşüncelerimiz, edilgen bir biçimde öğrendiğimiz dil içinden oluşur. Bu yüzden düşüncelerimiz ortak dili paylaştığımız toplumdan bağımsız olamaz. Toplum ve dil, bireylere bir düşünce sistemi verir.

Dilbilim çalışmalarında düşünürleri iki farklı kutba ayıran önemli bir tartışma vardır: dilin kaynağı4. Buna göre kimi düşünürler dilin insanda doğuştan var olan, verilmiş bir yetenek olduğunu söylerken kimileri sonradan edinilen toplumsal bir kurum olduğunu söyler. Dilin doğuştan insanda varolan bir yetenek olduğunu söyleyenlere göre, dil sonradan öğrenilen bir şey olsaydı sadece insanlar onu kullanıyor olmazdı. Doğadaki her canlı hatta nesne, tıpkı insan gibi, zamanla dili edinebilirdi. Dilin sonradan edinilen toplumsal bir kurum olduğunu söyleyenler için ise, dilde yer alan kusurlar ve bozukluklar onun Tanrı tarafından yaratılmış bir şey olmadığının ispatıdır. Çünkü bu kadar düzensiz bir sistem Tanrı yaratısı olamaz.

Dilin doğuştan gelen bir yetenek olduğunu savunan düşünürlerin en eskisi Epikuros’tur. Epikuros’a göre dil insanın görme, duyma, dokunma hislerinden farklı değildir. Tıpkı bunlar gibi insanda başlangıçtan beri var olan bir şeydir, doğal ve zorunludur (Akt. Akarsu, 1993: 17). Dilin insan bilgisinin sınırlarını oluşturduğunu savunan Herder de Epikuros gibi, dilin insanın doğasında var olan bir yetenek olduğunu

(16)

10

söyler fakat Tanrı tarafından verilmiş bir şey olduğu görüşüne karşı çıkar. Dil, Tanrının bağışladığı ya da insanın düşünmesi sonucu ortaya çıkmış bir şey de değildir; zorunlu olarak insanın iç dünyasından gelir. Ona göre dil “olgun bir embriyonun yaşama atılışı gibi, bir iç atılımdır” (Akarsu, 1993: 18). Çağımız dilbilimcilerinden Chomsky de “Dilin Mimarisi” adlı çalışmasında dilin insanda doğuştan varolan bir şey olduğunu savunur:

“Aksi halde bir insan, bir kaya ve bir kurşun İngilizce konuşan bir ortama koyulduklarında hepsi İngilizce öğrenecek demektir. Buna inanmak demek dilin doğuştan gelmediğine inanmak demektir” (2000: 59). Bu görüş, dille birlikte gelen toplumsallaşmayı görünmez kılsa da asıl mesele, dil değil dili kullanma biçimidir. Yani aslında belirli bir iletişim kurmaya yarayan dil, diğer duyular gibi doğuştan geliyor olsa da, bilgi, fikir ve benzeri şeylerin kaynağı düşünme yetisi ve akıldır. Dil bunlarla bir araya geldiği zaman, diğer canlılarda olan dil ile insanda olan dil arasındaki fark görünür olur.

Dilin kaynağıyla ilgili bir diğer görüş, dilin doğuştan gelen bir şey olmadığıdır. Bu görüşe göre dil, bireyin önce aile içinde, daha sonra toplumsallaşma sürecinde dışarıdan edindiği bir kurumdur. Yukarıda da belirtildiği gibi, bu görüşün en önemli dayanağı dilin Tanrı tarafından yaratılmış bir şey olamayacak kadar kusurlu ve kendi içinde düzensiz olmasıdır. Eğer dil Tanrı tarafından yaratılmış olsaydı kusursuz olması, şimdiki haline göre çok daha mantıksal ve akıl yüklü olması gerekirdi. Dilin bu sorunları ve sistemsizliği onun insandan sonra var olan bir kurum olduğunun kanıtıdır. Dil, toplumsallaşma sürecinde insanın oluşturduğu yapay bir kurumdur. İnsanla birlikte yavaş yavaş gelişir ve bu gelişimi sonsuzdur (Akarsu, 1993: 61).

Burada dilin doğuştanlığı ve sonradanlığını tartışırken, daha sonra Saussure’ü incelediğimizde onun kendi kavramlarıyla ayrıntılı olarak bakacağımız bir ayrımı göz önünde bulundurmamız gerekiyor: Akıl ve düşünceyle birleştiğinde mantıksal bir

(17)

çerçevede iletişim kurmamızı sağlayan konuşabilme yetisi ve bunu hayata geçirdiğimizde ağzımızdan dökülen şeyler, konuştuğumuz dil ayrımı (Saussure, 1998). İlki, konuşabilme yetisi; insanın varoluşunda bulunan, doğumla birlikte gelen bir özelliktir. Bu iletişim yeteneğinin benzerleri diğer canlılarda da bulunsa bile, akıl ve düşünme yetisiyle birleştiğinde insanda diğer canlılardakinden daha gelişmiş bir iletişim sistemi ortaya çıkar.

İnsanlar fikir belirtme, yorum yapma, yazılı ve sözlü sanat eserleri üretme, bilimsel çalışmalar geliştirme gibi kendilerini diğer canlılardan ayıran şeyleri bu gelişmiş iletişim sistemi sayesinde ortaya koyabilir. İnsanlar bu iletişim sistemine sahip olmasalardı bir toplum olarak yaşıyor olmayacaklardı. İşte bu durum, dilin toplumsal yönü, sonradanlığıdır. Sonuç olarak, dilin kaynağıyla ilgili doğuştan olduğu ya da toplumsal olarak öğrenildiği yönünde keskin bir ayrım yapmak doğru değildir. Çünkü zihnimizde doğuştan ya da sonradan var olan bu dil, böyle bir ayrımı yapabileceğimiz tek yönlü bir şey değildir. Konuşabilme (dil) yetisiyle, iletişim kurmak için kullandığımız sesler ayrı ayrı incelenmesi gereken fakat doğrudan bağlantılı olan iki şeydir. Peki iletişim kurmak için kullandığımız dil düşüncelerimizi nasıl etkiler?

Günlük hayatta maruz kaldığımız5 bütün iletişim kanallarının temeli, bu kanallar sözlü olmasa da dile dayanır. Bu iletişim kanallarının vermek istediği mesajları ve amaçları vardır: Toplumun bunları doğru bir biçimde kullanması için ya da toplumda belli bir etki yaratmak için üretilmişlerdir. İletilmek istenen mesajlar, toplumun dili kullanılarak oluşturulduğu için hâkim ideolojiyi üretirler ve dilin yansıması olan sosyal, siyasi ve kültürel kurumlarının hepsiyle yakından bağlantılıdırlar. Çünkü dil,

5 Burada maruz kalmak fiilinin kullanılmasının sebebi, yaşadığımız dönemde görsel, elektronik, işitsel iletişim araçlarının kullanımının bireylerin kontrolünü aşacak şekilde artmış olmasıdır.

Sıradan bir yolda yürüdüğümüzü zannederken gördüğümüz reklam panoları, afişler, sesli yapılan tanıtımlar, kişisel eşya olduğunu düşünerek kullandığımız telefon ve bilgisayarlarımızda internet aracılığıyla gördüğümüz her şey toplumsal iletişimin bir parçasıdır ve kişinin kontrol ve rızası

(18)

12

konuşulduğu toplumun tarih boyunca tecrübe ettiği sosyal, ekonomik ve hukuki her şeyden izler taşır, bunların bir mozaiğidir. Gee, dil birlikte varolduğu siyasal ideolojilerden ayrılamayacağından, dilin onu konuşan toplumun hâkim siyasi ideolojisinden ayrı düşünülemeyeceğini, bu yüzden dil kullanımının her zaman siyasi bir içeriği olduğunu söyler (Akt. Çelik, H. & Halil, E. 2008: 99-117). Sonuç olarak bireylerin kullandığı dil, dilin taşıdığı toplumsal anlamların bir yansımasıdır.

Dilin sağlıklı bir iletişim sağlamamasının en önemli sebebi, ifadeler onları söyleyen kişiden çıktıkları anda ifadelerin anlamlarının toplumsallaşıyor olmasıdır. Yani ifadeler, onları söyleyen kişilerin onlarla ne kastettiğinden çok, duyan kişilerin ne anladığıyla ilgilidir. Anlam ne söylendiğinde değil, kullanımda gizlidir. Sözcüklerin kullanımları anlamlarını belirler. Sokrates, anlamın dili konuşan kişilere değil, gerçekliğe karşı sorumlu olduğunu söylemiştir (Akt. Harris & Taylor, 2018: 16). İletişim, anlamın sağladığı bu gerçeklik üzerinden şekillendiğinden, iki kişi arasındaki konuşmada asıl olan ne söylendiği değil, söylenen şeyin toplumdaki karşılığıdır. Çünkü sözcüklerin gerçek anlamları, toplumdaki yansımalarında gizlidir.

İfadenin toplumsal karşılığı dışında, iletişimin bir diğer önemli etmeni bireylerin zihinleri arasındaki ortaklıktır. Buradaki ortaklık, aynı dili (Türkçe, İngilizce, Rusça vb.) konuşuyor olmaktan çok daha fazlasıdır. Bireyler aynı dilin konuşulduğu sınırlar içinde yaşıyor olsalar bile, bu sınırlar içinde yaşadıkları bölgeler, toplumsal sınıfları, siyasi görüş ya da inançları değiştikçe beslendikleri dil merkezleri de değişiyor olacağından, aralarındaki iletişim zayıflayacaktır. Çünkü iki insanın bir olgu üzerinde anlaşabilmesi için aynı dil merkezinden besleniyor olmaları gerekir (Aksan, 2015: 44). Yukarıda da belirttiğimiz gibi, anlam söyleyen bireyin ne kastettiğinden çok, söylemin toplumdaki karşılığıyla ilgilidir. Hasat kelimesi, tarımla uğraşan birisi için çok şey ifade edecekken

(19)

toplumun farklı sınıflarında bu kelimeyi daha önceden hiç duymamış kişilerle karşılaşmak mümkündür ve bu iki kişinin kuracağı iletişim aynı dili konuşmayan iki insanınkinden daha sağlıklı olmayacaktır. Zira “dil, bilinçler arasında bir bağlantıdır” (Akarsu, 1993: 39).

Porzig’e göre “Konuşma bir davranıştır” (Porzig, 2018: 48). Bu görüş, söyleme biçiminin söylenenden çok daha önemli olduğunun altını çizer. Aynı cümle, iki farklı tavırla söylendiğinde çok farklı şeyler ifade edebilir. Bunun sebebi yine insanın sosyal ve toplumsal bir varlık olmasıdır. Öfkeyle söylenen bir cümlenin başka bir zamanda sakin bir şekilde ifade edildiğinde uyandıracağı tepkiler farklıdır. “Çünkü dil, bireyin ruhsal durumuna, ruh yapısına ve yeteneklerine sıkı sıkıya bağlıdır ve insan konuşurken bunları yansıtır” (Aksan, 2015: 52).

Dil çalışmaları esasen Saussure sonrası dönemde daha sosyolojik bir çalışma alanı haline gelir. Fakat bundan önce de birçok düşünür çalışmalarında dil ve düşünce ilişkisine yer verir. “Dilin sınırlı imkânlarla sınırsız bir düzen sağladığını” söyleyen Humboldt (Akt.

Aksan, 2015: 46) dili insanla kurduğu ilişki bağlamında ele alan ve zihnin kaynağının dil olduğunu açıkça ortaya koyan ilk bilim insanlarındandır. Ondan önce dil ve düşünce iki farklı etkinlik olarak ele alınıyor, hatta dil sadece düşünmeyi iletmek için var olan bir araç olarak görülüyordu. Humboldt ile birlikte bu görüş, dilin düşünce ve kültürün kaynağı olduğu yönünde değişmeye başlar. Humboldt’a göre dil, dağınık ve biçimsiz olan insan zihnini biçimlendirir, bu sayede doğru düşünmeyi sağlar.

Humboldt, dili önceden belirttiğimiz konuşabilme yeteneği (dil yetisi) ve ağzımızdan çıkan söz ayırımına yakın bir yerden inceler. Çünkü ona göre dil, hem insan doğasında bulunur hem de tarih içinde gelişmiştir. Dil yetisi ve dile olan yatkınlık insanda doğuştan var olan bir şeyken içinde doğup büyüdüğümüz dil insandan bağımsızdır, bireyin

(20)

14

sonluluğunu aşan bir varlığı vardır. Ona göre nesnelerin ve kavramların zihnimizde oluşmasının yolu dilden geçer, dışardan edindiğimiz her şeyi dil sayesinde ediniriz.

Dünyayı algılamamız kültür ve dil kullanımıyla mümkündür. Yani dil olmasaydı zihin de var olmayacaktı. Dille birlikte edindiğimiz kültür ve zihin sayesinde, her insan hâkim dünya görüşünün bir yansıması olarak var olur. Kültürün gelişmesinin her aşaması dille birliktedir ve dilde tanınır. Humboldt dili bir araç olarak görür fakat bu araçsallık düşünceyi ilettiğinden değil yarattığındandır. Dil bilineni betimleyen değil, bilinmeyeni bulgulayan bir araçtır. Dilin gerçek gücü bu yapıcılığındadır. Ona göre gerçek bir düşünce etkinliği gösterebilmenin ön koşulu, dildir (Akt. Akarsu, 1993).

Bir dil imgelemenin bir yaşam biçimi imgelemek olduğunu söyleyen Wittgenstein’a (2000: 19) göre dil, canlı bir uzlaşımlar dizisidir. Wittgenstein dili daha çok onun kullanımı ve işlevi bağlamında ele alır. Dilin anlamı, onun işlev görme tarzıdır ve bu anlam aslında, onu kullanan insanlar arasındaki bir iletişimsel anlaşmaya dayanır. Doğru veya yanlış olarak tanımlanan her şey, insanların yaşam biçimleri vesilesiyle üzerinde uzlaştıkları şeylerdir. Bu durum, dilin içindeki sorunların görünmez kılınmasına yol açar.

Çünkü dili kullanan insanlar bu sorunlar üzerinde de uzlaşmış, hatta uzlaşımı bu sorunlar üzerinden kurmuş olduklarından sorunların farkında değillerdir (Wittgenstein, 2000: 130).

Wittgenstein, dilin bizi kendimizin sandığımız kuralların içine hapsettiğini söyler.

Çünkü bu kurallar, aslında çocukluğumuzda bize öğretilen şeylerdir. Bu durumu şu örnekle açıklar: Bir çocuğun canı yandığında onunla konuşan yetişkinler o çocuğa canı yandığında vermesi gereken tepkileri öğretirler. Böylece çocuk bir davranışı öğrenmiş olur ve toplumdan aldığını hayatının geri kalanında topluma geri yansıtır. Kendi başına özgün bir birey olamamış, içinde yetiştiği toplumun bir ürünü haline gelmiştir. Sonuç olarak Wittgenstein’da toplumda var olan kavramlar kendisini insana zorlar (Wittgenstein, 2000:

(21)

292).

19 ve 20. yüzyıllarda Fransa’da yaşamış olan Kelt dilbilimci Vendryes’in dille ilgili en önemli vurgusu, dil ve insanların karşılıklı olarak birbirlerine bağımlı olduklarıdır.

İnsanlar dile bağımlıdır çünkü konuşma yetenekleri dilin onlara sunduğu kelimelerle kısıtlıdır. Toplumsal anlaşmanın bir ürünü olan dil, bununla sınırlıdır. Diğer insanlarla kurulan iletişim ve toplumsallaşma dilin imkânları çerçevesinde mümkündür. Bu çerçevenin dışına çıkılamaz. Dil bu kısıtlamalarla insanları kendisine bağımlı kılar.

Düşüncemiz de bu çerçevenin sınırları içerisinde oluşur. Bu sayede dil, anlamları toplumsal olarak belirlenmiş sözcüklerle düşüncenin sınırlarını belirler. Başlangıçtan beri düşüncenin sınırlarını oluşturan şey dildir (Vendryes, 2001: 39).

Dil insana bağımlıdır çünkü dilin varlığı, insanın onu kullanımına bağlıdır. İnsanlar dille yeni kelimeler, yeni kurallar oluşturabilir. Dili istediği gibi eğip bükebilir. Ya da hiç kullanmayıp dili işlevsizleştirebilir (Vendryes, 2001: 48). Fakat Vendreyes burada kendisiyle çelişir. Çünkü insanların dile bu müdahalesi, yine dilin insanlara çizdiği sınırlar içinde mümkün olacaktır. İnsanlar başlangıçtan beri kendi sınırlarıyla insanın düşüncesinin sınırlarını da çizmiş olan dil içinden dile bu müdahaleyi yapacaklardır. Yani aslında insanların dile, dilde olmayan ya da dilin bilmediği bir şeyi yapabilmeleri mümkün değildir.

20. yüzyılda yaşamış olan Alman düşünür Heidegger, varoluşçu felsefenin önemli isimlerinden biridir ve düşün dünyasında dil konusuna da geniş bir yer verir. Ona göre dil, her şeyin bir araya geldiği yerdir ve insan da bu her şeye dâhildir. “Dil varlığın evidir”

(1947: 254) ifadesi onun dille ilgili görüşlerinin en kapsayıcı özetidir ve insan bu evde ikamet eder. Varlık sözcüklere ulaştığı anda dil, varlığın dilidir ve insan varlığın hakikatine

(22)

16

aittir. Dolayısıyla dil, varlığın ve insanın bir arada oluştuğu yerdir.

Düşünceyle olan ilişkisi bağlamında dil, Heidegger’de düşünmenin üzerinde yürüdüğü yoldur. Çünkü insanlar sadece dili konuşmazlar, dil yoluyla konuşurlar. Bu dili, daha önceden aynı dili duydukları için bilirler. Dolayısıyla insanlar dili dille

öğrenir ve dil içinden konuşurlar. Bu duyduğumuz dil, düşüncemizin oluşmasında başat etmendir. Zira dil, düşünceler oluşurken izledikleri yolun taşlarını oluşturur (Altuğ, 2017: 87- 145).

1975 yılında kaleme aldığı Kelimelerin Büyülü Dünyası isimli çalışmasında Condon, dilin tarihsel gelişimi üzerinde durarak özellikle kelimelerin sembollerle, eşyalarla kurduğu ilişkileri ve bu ilişkilerin kişilere yansımasını inceler. Condan’a göre dil, bir sürecin sonucu, yüzyılların ürünüdür. Kullandığımız kelimeler, dilin geçirdiği bütün tarihsel süreçlerin izlerini ve ideolojilerini taşır. Bugün kullandığımız dilbilimsellik öncesi zamanların dahi görüşünü yansıtır. Düşün dünyamız ve algımız bu dil aracılığıyla oluştuğundan insanlar olarak, kullandığımız dilin konuşulduğu yüzlerce yıllık tarihinin bir ürünüyüz.

Düşüncelerimizi yansıtan bir gövde görevi görmekten ziyade, dilin düşünce ve algılarımızı bir fiil şekillendiren bir şey olarak görülmesi mümkündür. Bu görüşe göre, dil gördüğümüz ve düşündüğümüz şeyleri iletmek için kullanılan bir aletten ibaret değildir;

aksine, dilimiz ne kadar izin veriyorsa o kadar görebiliyor ve düşünebiliyoruz. Asıl nokta işte budur. Sembolik dönüşümdür ki, sembolik ifadeyi bir yere kadar gerçeklik olarak kabul ederiz (Condon, 1995: 73).

(23)

Dilin tarihselliğinin bir diğer etkisi, dilin taşıdığı bu izler sayesinde insan türünün diğer türlerden ayrılması ve gelişmiş bir tür olarak varlığını sürdürüyor olmasıdır. Condon burada aslında evrimsel bir sürece dikkat çekmektedir. Dil, konuşulduğu toplumun nesiller boyu yaşadığı bütün tecrübelerin izlerini taşır. Bu dili edinen insan, aynı zamanda bu yüzlerce yıllık tecrübeleri de edinir, öğrenir. Diğer türlerin bu şansı olmadığından türlerinin her örneği hayata sıfırdan başlıyor gibidir. Fakat insanlar dil sayesinde bir sonraki nesle tecrübelerini aktarabiliyor, hayata belli bir birikimle başlıyor, her nesilde daha fazla gelişerek diğer türlerden ayrılıyorlar (Condon, 1995: 21).

Condon’un dil incelemesinin bir diğer yönü, dilin sembolik boyutudur. Dil bir yandan insanın düşünme sistemini oluşturur ve onu kendi sınırlarıyla daraltır. Fakat diğer yandan özgürleştirici bir yönü de olabilir. Bunun en önemli kanıtı, tarih boyunca yapılmış bütün yenilikler ve bütün ilerlemenin de dil içinden gelmiş olmasıdır. Bütün bu yenilikler, yeni kavram ve kullanımlar yeni sembollerin oluşmasına sebep olur. Bu sembol üretimi, insanların sürekli olarak yaptığı bir şeydir ve semboller insanların onları benimseyip kullanmasına bağlı olarak, bir süre sonra o şeylerin kendisi haline gelir (Condon, 1995:

17). Sonuçta bir dilde kullanılan bir kavram, bir şeye verilen isim insanların kafasında o şeyle ilgili gerçekliğin belirleyicisidir. Bu yüzden isimler ve semboller zamanla o şeyle ilgili gerçekliği oluşturur.

Foucault, (dil ve konuşmayla ilgili olarak) her şeyden önce anlamsız bir ifade olamayacağını söyler (Foucault, 2019: 120). Çünkü ifadeler, bir varoluş düzeninin taşıyıcısıdır ve bu düzenden ayrı olarak bulunamazlar. Her ifade, içten içe bu düzen tarafından yönetilir. Foucault bu noktada; Condon ile benzer, evrime yakın bir yerden;

ifade sistemlerinin bir hafıza içerdiğini söyler. İfadelerin taşıdığı hafıza dilin ve dolayısıyla düşüncenin yeni olmadığı, tarihsel olarak oluşup sonraki nesillere aktarıldığı anlamına

(24)

18

gelir. Bu yüzden insan her zaman söylemin boyutları içinde kalır. Çünkü söylemin kendisine verdiği hafızayla düşünür. Sonuç olarak, insanların herhangi bir çağda yeni bir şey söylemesi mümkün değildir. Dilde yenilik mümkün olmadığından ve dil bir toplumsal hafızanın ürünü olduğundan insanlar yeni ifadeler üretemez, aynı sınırlar içinde kendisini tekrar eden bir düzene aittirler (Foucault, 2019: 120).

1.1.Dilbilim, Toplum ve Birey

4. “Örgütlenmiş bir düşünce ancak dille mümkündür.”6

Buraya kadar baktığımızda, dilbilim çalışmalarında dilin düşünce inşacısı olarak oynadığı rolün ön plana çıkmış olduğunu görüyoruz. Hem modern dönem hem de mordernlik öncesi dönem düşünürlerine göre dilin tarihsel olarak taşıdığı anlamlar, düşüncelerimizi oluşturma yolunda ön plana çıkar. Sonuçta insanın düşünce yapısı, içinde yetiştiği toplumun tüm geçmişinin bir etkisiyle oluşur. Bu etkinin birincil aracı ise ana dildir.

Ana dil, bir çocuğun doğduğu toplumda edinmeye başladığı dildir. Bu süreç ilk olarak çekirdek ailede başlar ve geniş ailede devam eder. Çocuğun hayatına dokunan insan sayısı arttıkça ana dilini öğrenme seviyesi ve hızı da doğru orantılı olarak artış gösterir. Bu açıdan her dil, dünyaya açılan bir kapıdır. Ailesinden çıkıp çevresiyle, mahallesiyle, okullarıyla ilişki kurmaya başladıkça çocuğun edindiği dil zenginleşir. İnsanlarla kurduğu iletişimin dışında okumaya başlaması, medya kanalları, izlediği ve dinlediği şeyler ana dilin önemli bir parçasıdır. Çünkü ana dil, adındaki dar anlama karşın, yaşadığı toplumun

6Akt. Öner, N. (1995). Felsefe Yolunda Düşünceler. Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.

(25)

dilidir. Çocuğun bu şekilde dili edindiği ve yaşadığı çevreyle kurduğu iletişimi geliştirdiği sürece toplumsallaşma denir. Toplumsallaşma, asla tek başına konuşmayı öğrenmek ve iletişim kurmak demek değildir. Toplumsallaşma süreciyle beraber bir çocuk, aslında bir davranış sistemi, bir karakter edinir. İçinde yetiştiği toplumun görüşlerini yansıtan bir ürün haline gelir. “Ana dilini öğrenmekle dünyadaki yerini öğrenmek, dünyayı kazanmak aynı yaşantı anlamını taşır. Bir insan diğer bütün dilleri, sahip olduğu bir dünya temeli üzerine ve o dünyadan hareketle öğrenir, sadece ana diline dünya ile beraber sahip olur” (Porzig, 2018: 62). Çünkü öğrendiği dil içindeki kalıplar çocukta bir algı ve bakış açısı oluşturur.

Çocuk bir kültürü izleyip o kültür üzerinden toplumsallaşmayı öğrendiğinde o kültürün sınırları içine girmiş olur. Bu kültürün çizdiği sınırlar çerçevesinde düşünür, dünyayı buradan görür. Hayatı anlama kapasitesi bu dile bağlı olarak gelişir. Çocuğun yaşadığı toplumdan başka bir toplum ya da sınıfta var olan kavramlar, dolayısıyla görüş ve algılar onunkinden farklı olacaktır. Bernstein, bu durumu eksiklik kuramı olarak tanımlar. Buna göre bir toplumsal sınıfa özgü dil ve dilin bireylerde oluşturduğu düşünce sistemi ve davranışlar diğerlerinden farklı olacağından o topluluk başka dillerin konuşulduğu toplumun görüş ve düşüncelerinden eksik kalacaktır.

20. yüzyıl düşünürlerinden Jean Piaget, insnanın bilişsel gelişiminde biyolojinin yanında sosyal ve fiziksel çevrenin etkilerinin üzerinde durur. Piaget’e göre dil çocuğun soyut düşünebilme yeteneğine dış dünyadan edindiği anlamları eklemesine yardımcı olur.

Dolayısıyla Piaget, çocuğun dili elverdiği oranda düşündüğünü söyler. Çocuğun soyut düşünceden somut düşünceye geçmesinin ise on iki - on üç yaşlarında gerçekleştiğini, bu dönemden sonra çocuğun zihnindeki düşüncelerle toplumun değerlerini özdeşleştirmeye başladığını sonuç olarak toplumsallaştığını söyler (Piaget, 1981: 137-140; Dağabakan, 2007: 5). Dil vasıtasıyla toplumsallaşan çocuk, yaşadığı çevrenin hem bir parçası hem de bir ürünü haline gelir. Böylece dil ile kültürü edinen bireyler, diğer taraftan kültürün

(26)

20

sürdürücüsü ve kültürün toplumdaki yerini sağlamlaştırmada önemli bir etkendir. İnsan, dil vasıtasıyla kültürü edinir, çünkü dil kültürün taşıyıcısıdır. Dil diğer insanlarla kurulan ilişkilerde öğrenilir. Bu açıdan kültür doğal bir şey değil, toplumun bir ürünüdür. Dilde var olan her şey kültürde, dolayısıyla insanda bir yansıma bulur. İnsanların ürettiği davranışların sebebi, çoğunlukla içinde yaşadıkları kültürün bu davranışlar için bir zemin hazırlamış olmasıdır. Öte yandan kültür insanlar sayesinde varlığını korur ve sürdürür.

Çünkü onu nesilden nesile aktaran, toplumsal özelliklerin taşınmasını sağlayan ve sürekli yeniden üreten insanlardır. Bugün bir toplumda insanların konuştuğu dili inceleyerek o toplumun kültürel tarihinin haritasını ortaya çıkarmak mümkündür (Aksan, 2017: 65).

Bir dili konuşan birey, o dil içindeki toplumsal kodları da edinir. Bu kodlar bireyin düşünme ve algılama sistemini oluşturur. Dolayısıyla bireyin konuştuğu dil, onun dünyayı anlamlandırma şeklini belirleyerek yaşamın ilk yıllarından itibaren bireyin hayatının gidişatının belirleyicisi olur. “Bir halk nasıl düşünüyorsa öyle konuşur ve nasıl konuşuyorsa öyle düşünür ve onun böyle düşünmesi ve konuşması, özünde, o halkın cismani ve tinsel yatkınlıklarında temel bulur” (Akt. Altuğ, 2017: 80). Humboldt’un bu ifadesi, bir toplumun dilinin o toplumda yaşayan tek tek bireylerin düşünme yapısını nasıl etkilediğinin bir özetidir. Konuştuğu dil insanın dünyayı kavrama şeklidir.

Aynı çevrede yetişip düşünce yapısı aynı ana dil içinden gelişen insanlar nihayetinde bir toplum oluşturur. Başka bir deyişle ana dil, bir toplum olabilmenin şartlarından biridir. Dilin toplumsallığını savunan birçok dilbilimciye göre, aynı dili konuşan bir topluluk, ortak bakış açısına sahip olacak demektir. Bu, bir toplumda yaşayan bütün insanların, konuştukları dil yoluyla, aynı dünya görüşüne sahip bireyler olması anlamına gelir. Bireylerin dili konuşması sayesinde varlığını koruyan ve sürdüren dil, böylece kısır bir döngünün içine hapsolmuş olur. Çünkü bir yandan kendisi insanlardaki

(27)

düşünme yapısını oluştururken, öte yandan sürekli aynı düşünce yapısına sahip insanlar tarafından üretilerek var olur ve nesilden nesile aktarılır. Yani dil düşüncenin hem dayanağı, hem de taşıyıcısıdır.

Sonuçta dil, bireyde düşünceyi var eder ve bu düşünce sistemleriyle kendisi de var olur. İnsanları diğer canlılardan ayıran dil ve düşüncenin bu birliktelikleri, toplumu ve kültürü oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda onların devamlılığını da sağlar. Dilin bu devamlılığı ve kültür ortaklığı aynı toplumdaki insanları bir arada tutan şeydir. “Dil bir topluluğu topluma dönüştürür” (Aksan, 2015: 15). Dil, sağladığı düşünce ortaklığıyla bir toplumdaki bireyleri bir arada tutan şeydir. Aynı zamanda dil, o toplumun tarihi ve kültürel hafızasıdır ve taşıdığı bu hafızayı nesilden nesile aktarır. Bu anlamda dil, geçmişe bağımlıdır ve geleceğin inşacısıdır. Toplumların oluşması, insanların da toplumsallaşması dil yoluyla olur. Bu yüzden bireylerin konuştuğu dil, konuşulduğu toplumun bütün özelliklerini üzerinde taşır. Kısaca dil, insanlardan ve toplumlardan önce vardır. Dilin insandan önce gelen bu belirleyici özelliğine dilbilimsel determinizm adı verilir. Kamil Veli Nerimanoğlu, bu anlamda dilin beş işlevi olduğunu söyler ve bunları şu şekilde açıklar:

(1) Dil düşüncenin oluşumuna aktif bir şekilde katılır. (2) Fikrin ifadesi bilginin dil göstergesidir. Fikrin oluşumu, alınan veya verilen bilgiyi de kapsamaktadır. (3) Dil, dinleyicinin aldığı bilgiye eş değer karşılığın ifadesidir. (4) Dil, fikri oluşturarak maddi ve manevi eylemi, gerçekliği daha doğru algılamasına ve çözmesine olanak sağlar. Dilin bu dördüncü işlevi, algılama süreci için önem arz etmektedir. (5) Dilin beşinci işlevi modelleştirme, kodlaştırmadır (Nerimanoğlu, 2015: 107-108).

Dilin bu gücü, Condon’un ifadeleriyle, bildiğimizi sandığımız her şeyi dilin içinden

(28)

22

öğrenmiş olmamızdan kaynaklanır. Çünkü konuşmayıp kendi içimizdeki düşünürken dahi aslında dili kullanıyoruz (Condon, 1995: 77). Bu süreç, bir insan dünyaya geldiği andan itibaren, gördüğü ve duyduğu her şeyde vardır. Yani aslında, hayatımızın dilin etkisi altında kalmadığımız bir anı hiç olamamıştır. Bu yüzden insan, her zaman dilin gerisindedir ve dil karşısında edilgendir.

Bireylerin düşünce yapılarının, dolayısıyla bireylerin ve toplumun oluşturucusu olan dilin yaşamlarımıza ve topluma olan etkisi sadece düşüncelerimizi oluşturmaktan çok daha fazlasıdır. Condillac’a göre “zihnin bütün yeteneklerinin duyum yeteneğinden türemiştir” (Akt. Harris & Taylor, 2018: 125). İnsanlar dil olmadan zihnin herhangi bir işlevini kullanamazlar, dil yaratıcı bir edimdir. Buna göre sadece düşüncelerimiz değil, zihnimiz yoluyla varolan her şey, dilin bir ürünüdür. “İnsan var olması, kendine özgü yerleşim alanını dilde bulur” (Altuğ, 2017: 112). Dil merkezdedir, merkezdir. Bunun sebebi, zihnin işlevlerini yerine getirebilmesi için olması gereken mantığın dil içinden gelişmesidir. Çocuk, toplumsallaşması başladığı andan itibaren, dille beraber zihinsel bir mantık sistemi geliştirir. Bu mantık sistemi, kendi içinde konuşurken bile dili kullanan çocuğun hayatının geri kalanında fikirlerinin oluşmasında, olayları anlamlandırıp yorumlamasında başat etken olacaktır. Bu anlamda dil, insan hayatının daha ilk yıllarında bu hayatın geleceğini çizmiş, dünyadaki yerini ve duruşunu belirlemiş olur.

Dilin en önemli işlevlerinden biri, bireye dünyadaki yerini öğretmektir. İnsanların çevrelerini dille anlamalarının yanı sıra dil, insanın toplumda hangi sınıfta duracağını, sosyal konumunu, toplumdaki hiyerarşiyi öğretir ve bu hiyerarşideki konumunu söyler.

Bundan sonra insan, yaşadığı toplumda kendisinden alt ve üst sınıfları biliyor ve kendi sınıfına mensup diğer bireylerle bir toplumsallaşma süreci içinde var olabiliyordur. Bunlar

(29)

olmadan insan toplumdaki yerini öğrenemez ve sınıflı yapıdan oluşan bir toplumda yerini bilmemek demek var olmamak demektir. Bu anlamda dil, insanı görünür kılar. İnsanın toplumdaki yerinin ve kimliğinin dil yoluyla belirlendiği görüşü yapısalcı akımın temellerindendir. Buna göre, dışarıdan bir zorunluluk olarak insanın edindiği dil, insanların kimliğinin kurucusudur. İnsan var olan yapıdan ayrı düşünülemez. Bu yapı, dilin oluşturduğu toplumdur, bireyse tüm bunların bir ürünü.

Bir aradalık, ortaklık gerektirir: Tarihsel, kültürel, dini, siyasi ortaklık. Bu ortaklıkların en önemlisi elbette ki dildir. Çünkü dil ortaklığı olmaksızın kültür ortaklığından söz edemeyiz. Bu anlamda dil, birçok diğer etmenin kurucusudur. Dili ortak olan bir halk aynı düşün yapısını, kültürü, tarihi, inançları da paylaşır. İnsanlar aynı dili kullandıkları için bir halk olabilirler. Bedia Akarsu dilin bir halkın oluşması üzerine olan etkilerini şu sözleriyle açıklar:

…dil, düşüncede her zaman yeniden yaratılır ve bu yolda bireyin bütün etkilerini alır.

Ancak bireyin bu etkisi, kendi içinde, dilin etkide bulunuşuyla da bağlıdır. Bir ulusta o ulusun dilinin bütün geçen yüzyılları boyunca edindiği şeylerin her kuşak üzerine nasıl etkide bulunduğu, bununla ayrı ayrı kuşakların gücünün nasıl birbiriyle bağlantı içine girdiği ve bunların gelişen ve göçen kuşaklar karışık olarak birbirleri yanında

yaşadıklarından salt olmadıkları düşünülürse, bireyin gücünün dilin gücü karşısında gerçekten ne denli az olduğu ortaya çıkar (1993: 48).

Bu güç, düşüncemizi oluşturan dilin aynı zamanda düşünceyi ifade etme aracı olmasıyla pekişir. İnsanlar en başta diyalog kurarak dili üretirler. Diyaloğun, yani konuşulan dilin içeriğinin zenginliği bireylerin düşünme yapısının zenginliğini, dolayısıyla bir halkın kültürel zenginliğini belirler.

(30)

24

Bir insan ana dilinden farklı bir ya da birden fazla dil öğrenip, farklı bir coğrafyada yaşamaya başlasa da, ana dili bütün zihinsel süreçlerini oluşturmuş olduğundan, yetiştiği toplumun özelliklerini taşımaya ve sürdürmeye devam eder. “Hiçbir insan, yabancı bir dilin dünya görüşü içine tamamen giremez, çünkü kendi dilinin dünya görüşünün baskısı altındadır. Kendi dilinin dünya görüşü ona egemendir, ona belli bir yön vermiştir” (Akarsu, 1993: 64). Sonuçta dil, görünmez bir fanus gibi, insanın yaşamının bütün sınırlarını belirlemiş bir şekilde yaşamı boyunca onunladır.

20. yüzyılda Amerika’da yaşamış olan Edward Sapir ve Benjamin Lee Whorf, bireyin ve toplumun dil karşısındaki edilgenliğini en çok konu edinen düşünürlerdendir.

Whorf, aslında Sapir’in öğrencisidir. Sapir, bir antropolog olan hocası Franz Boas ile çalışmaya başladıktan sonra, dilbilim çalışmalarını dilin kökeni üzerine yoğunlaştırır.

Fakat bu çalışmaların Amerikan yapısalcılığının temellerini oluşturacak şekilde sistemli bir hal almasını sağlayan, dilin izafiliği üzerine Whorf ile birlikte geliştirdikleri düşüncelerdir. İkilinin birlikte geliştirdikleri bu çalışma Sapir-Whorf Hipotezi olarak bilinir (Kay ve Kempton, 1984: 65).

Saphir-Whorf hipotezi, temelde insanların dilin etkisi altında oldukları görüşüne dayanır. Buna göre gerçeklik ve yaşadığımız dünya, dil alışkanlıklarımızın bir ürünüdür.

Kullandığımız dil, tercihlerimizi önceden belirler. Dilin gramerinden çok anlamıyla ilgilenen ikili, özellikle ana dil vurgusu yaparlar. Ana dilini öğrenen çocuk, hayatının geri kalanını bu temel etrafında şekillendirecektir. Sapir ve Whorf’un bu görüşleri dilbilimsel görelilik olarak da adlandırılır. Bu anlamda, insanın konuştuğu dil onun gerçeklik algısını belirler. Dolayısıyla iki farklı dili ana dilleri olarak öğrenmiş iki insanın bilişsel dünyaları da farklı olacaktır (Lucy, 2001: 65-79)

(31)

Edward Sapir’e göre “…gerçek dünya bir grubun bilinçsizce edindiği alışkanlıkları üzerine kuruludur” (Akt. Kay ve Kempton, 1984: 66). Bu alışkanlıkların her biri ve günlük hayatta kullandığımız her türlü davranışın amacı iletişim kurmaktır.

Bu iletişim, bizi sosyal gerçekliğe ulaştıran dile dayanır. Bir davranışlar sistemi ve insanın istemsizce edindiği kodlardan oluşan dil, kültürün üreticisidir. Sonuç olarak Sapir’e göre; kültürü, iletişimi ve davranışlarımızı belirleyen şey ana dilimizin kendisidir (Akt. Elmes, 2013: 12).

Benjamin Lee Whorf’a göre dilsel yapılar deneyim ile iş birliği yaparak düşünceyi etkiler. Bir dilde var olan ayrıştırma ve hiyerarşi söylemleri o dili ana dili olarak edinen kişilere doğal gelecektir. Çünkü bireylerin dünyayı anlama şekli, kullandıkları dile gömülüdür. Whorf’a göre insanın düşünce yapısı, diğer her şey gibi, sürekli değişim ve gelişim halindedir. Değişim ve gelişim süreci insanın yaşadığı dünyaya ayak uydurabilmesini sağlar. Fakat insanın zihinsel gelişmesi düşünce sistemine, düşünce sistemi de ana diline bağımlıdır. Sonuç olarak insanın yaşadığı dünyaya ayak uydurabilmek için ihtiyaç duyduğu gelişimin kaynağı pasif olarak edindiği ve sürekli olarak kullandığı ana dilidir.

1.2.Ferdinand de Saussure ve Yapısalcı Dilbilim

19. ve 20. yüzyıllarda İsviçre’de yaşamış olan Saussure, yapısalcı dilbilimin kurucusu olarak görülür. Fakat Saussure, kendisi hayattayken yaptığı çalışmalara böyle bir isim vermez, hatta yapısalcılık terimini hiç kullanmaz. Saussure’un çalışmalarına bu ismi veren, 1890’ların başından Şubat 1913’teki ölümüne dek Cenevre Üniversitesi’nde verdiği karşılaştırmalı dilbilim ders notlarının ve evinde bulunan dilbilime dair henüz bitirmediği

(32)

26

çalışmalarının Saussure’ün öğrencisi olan iki dilbilimci Charles Bally ve Albert Sechehaye tarafından Genel Dilbilim Dersleri başlığıyla kitaplaştırılmasıdır. Bally ve Sechehaye, hocalarının çalışmalarına duydukları saygı ve çalışmalarının dilbilim için kalıcı olması amacıyla bu kitabı hazırlar, kitabı hazırlarken de Saussure’ün öncülük ettiği akımı yapısalcılık olarak adlandırırlar (Saussure, 1998: 5-13).

Saussure’ü kendisinden önceki dilbilimcilerden ayıran ve çalışmalarını bir yenilik olarak ortaya koyan şey onun dilbilim inceleme yöntemidir. Saussure, kendisinden önceki dilbilimcilerin konunun öz niteliğiyle hiç ilgilenmediklerini ve böyle bir incelemenin kendine ait bir yöntem oluşturmaktan uzak olacağını söyler ve kendi dil incelemelerine dili özerk bir yapı olarak görmekle başlar. Saussure öncesi çalışmalar, dili tarihsel bağlamında ele alıp artsüremli bir yol izlemişken Saussure, toplumsal nitelikli dil ile kişisel nitelikli sözü birbirinden ayırır, zamansal bir ortaklığı bulunan ögeleri bir arada inceler: Eşsüremli yöntem. Sonuç olarak Saussure, klasik dilbilim çalışmalarından farklı olarak, dilin iç gerçekliğiyle ilgilenir ve bu yöntemi yapısalcı dilbilimin temelini oluşturur. Ona göre, dilbilimin diğer bilimlerden en önemli farkı, başka bilimler önceden verilmiş konular üzerinde çalışırken dilbilimde konunun görüş açısından değil, görüş açısının konudan önce varolmasıdır (Saussure, 1998: 304-307).

Altuğ, Saussure’ün dil ile ilgili görüşlerini şu sözleriyle ifade eder:

Saussure düşüncesi, dilin içinde yaşadığımız dünyayı kavramada basit bir araç olmayıp; bu kavrayışın merkezinde yer aldığını; gerçekliği kavrayışımızın, sözel göstergeleri toplumsal olarak kullanışımıza bağlı olduğunu ve insan varoluşunun, özünde dilsel olarak eklemlenmiş bir varoluş olduğunu seslendirir. Sözcükler, önceden verilmiş şeyler düzenini adlandırmada kullandığımız salt sesler etiketler veya bildirişime yardımcı ögeler değildirler; sözcükler, kendileri aracılığıyla, insanların dünyalarını kurduğu ve

(33)

eklemlediği, toplumsal karşılıklı etkileşimin ürünü olan özsel ögelerdir (2017: 174).

Saussure’un dilbilim çalışmalarında en önemli kavramlardan biri dil yetisidir. Dil yetisi hem sabit bir dizgeyi, hem de evrimsel süreci içerir. Dil yetisi sürekli kullanımda olduğu için çağdaş, yüzlerce yıllık geçmişin izlerini taşıdığı için tarihseldir. Bu yönüyle bireysel ve toplumsal iki ayrı yönü olduğu söylenebilir. Dil ise, dil yetisini oluşturan birçok ögeden sadece biri, fakat aynı zamanda en önemlisidir. Dil, dil yetisinin toplumsal yönü olmakla beraber bu yetinin kullanılabilmesi için toplumun benimsediği zorunlu bir uzlaşımlar bütünüdür. Dil yetisi bireye ait bir şeyken dil, toplumsaldır. Birey ona müdahale edemez ve değiştiremez, çocukluktan itibaren yavaş yavaş dışarıdan edinir (Saussure, 1998: 36-45).

Yukarıda belirttiğimiz gibi, Saussure’de dil yetisi, bireyde doğuştan var olan bir şeyken, dil toplum tarafından üzerinde anlaşılan bir dizgeler bütünüdür. Dil, dil yetisinin toplumsal yönü; söz ise dilin bireysel yönüdür. Dili sözden ayırmak demek, toplumsal olanı bireysel olandan ayırmak demektir. Bilincin gerçekleşmesinin bir ön şartı ve ifadesi olan dil, her ne kadar sözün geldiği yer ve toplumsal bir zorunluluk olsa da, tek tek insanların dili kullanma ve ifade etme şekli farklıdır. İşte buna söz denir. Saussure’de söz için dil zorunludur, çünkü sözün ortaya çıkmasının temel şartı dildir. Fakat dilin sürekliliği ve yerleşebilmesi içinse söz zorunludur. Söz dilin gelişimini ve evrimini sağlar. Dil sözün hem aracı hem de ürünüdür. Bir toplumda kullanılan dilin tüm özellikleri o dili konuşan bireylerde görülür. Buna karşın söz, bireyseldir. Birey kullanacağı sözleri

o dil içinden kendi iradesiyle seçer. Kendisini nasıl ifade edeceği bireyin kendi seçimidir (Saussure, 1998: 49-51).

Saussure’ü kendisinden önce gelen dilbilimcilerden ayıran en önemli özellik, dil incelemelerinde kullandığı bu artsürem ve eşsürem ayrımıdır:

(34)

28

Eşsüremli dilbilim, bir arada bulunan ve dizge oluşturan ögelerin, aynı toplumsal bilincin algıladığı mantıksal ve ruhbilimsel bağıntılarıyla uğraşacak, aynı toplumsal bilinç onları nasıl örüyorsa o da öyle görecektir. Artsüremli dilbilim ise, aynı toplumsal bilincin bağıntılarını inceleyecektir (Saussure, 1998: 152).

Önceki incelemeler, artsüremci bir yöntemle zaman içinde birbirinin yerini alan ardışık ögelerin bağıntılarını incelerken, Saussure bir dil durumunda aynı anda bir arada bulunan yapılar arasındaki bağlantıyı inceleyerek eşsüremli bir yöntemle çalışır. Artsüremli yöntemle yapılan incelemeler geçmiş ve gelecek zamana dair bir bakış açısını da içinde barındırır. Buna karşın eşsüremde tek bir bakış açısı vardır: “Konuşan kişinin bakış açısı”

(Saussure, 1998: 304). Saussure, dizgelerin birden fazla döneme yayılmadıklarını ve tarihsel dil bilgisi diye bir şeyin olmayacağını düşündüğü için eşsüremli yöntemi benimser.

Ona göre dil bilgisel demek eşsüremli ve anlamlı demektir.

Saussure’e göre dil insanda değil insan dildedir. Dil, bireyin edilgen bir biçimde dışarıdan edindiği bir üründür. Bu ürün, değiştirilemez bir tarihsel bir birikimi ve kalıtları içerir. Zaman geçtikte dil, hem bu kalıtları arttırır hem de var olan kalıtlarının toplumdaki yerini güçlendirir. Bu yüzden bir toplumda meydana gelecek olan değişimler, dilden gelen bir direnmeyle karşılaşır. Toplumsal hayatla kaynaşmış olan dil, toplumun gösterdiği durağanlıkla beraber var olanı korumak için direnir (Saussure, 1998: 119). Bu sebepledir ki dil geçmişe ve geleneğe bağlıdır. İnsan da geleneğe bağlıdır ve değişime direnir. Geçmişe olan bu bağlılık, bireylerin seçme özgürlüğünü engeller. Böylece, insanda dil aracılığıyla oluşmuş olan düşünce, toplumun, dilin tarihsel bütün izlerini üzerinde taşıyan değişime kapalı bir ürünü olarak gelişir.

Her ne kadar kendisi bu terimleri kullanmamış olsa da, hem yapısalcı hem de postyapısalcı akımların temelini Saussure’ün çalışmaları oluşturur. Yapısalcı ve

(35)

postyapısalcı akımları önceki akımlardan farklı kılan şey, birey / toplum, doğa / kültür, söz / dil ikiliklerinde bireyin topluma, doğanın kültüre, sözün de dile bağımlı olduğunu ortaya koymuş olmalarıdır. İki akımın ortaklaştığı en önemli nokta, dilin insan dışında gelişip insanın sonradan edindiği bir şey olmasıdır. Bu sayede, dilde bulunan kültür etmenlerini de edinen insanın düşünce sistemi belirlenmiş, toplum içinden oluşmuş olur. Sonuçta düşünme, toplumsal kurallar ve kültürel olgularla belirlenmiş olacaktır (Kotlu, 2007: 53- 54).

Yapısalcı düşünce, olguların anlamlarına değil, olgular arasındaki ilişkilere odaklanır. Toplumda tek tek var olan bütün kurumaların var olma alanı dildir. Dil aynı zamanda insanın inşa edildiği yer olduğundan insan, tüm bu kurumların bir kesişme noktası, sosyal gerçekliğin ve söylemler arası ilişkilerin bir ürünüdür (Kotlu, 2007: 1).

Postyapısalcı akım daha çok dil ve bilginin iktidar ile olan ilişkisi üzerinde durur.

Postyapısalcılar dille gerçek bir bilgiye ulaşılamayacağını, çünkü dilin toplumda hâkim olan ideolojinin bir taşıyıcısı olduğunu söylerler. Bu yüzden dille objektif bir bilgiye ulaşmak asla mümkün değildir. Bu görüşleriyle Saussure’ün dilin gelenekçi olması ve değişime direnmesi fikriyle paralellik gösteren postyapısalcılar, aynı zamanda dilin yıkıcı bir yapısı olduğu görüşündedirler. Çünkü dil değişimden kaçınır ve onu kendisine uyarlamaya çalışır.

İki akımın birbirlerinden ayrıldığı en temel noktalar, çalışma alanlarıdır.

Yapısalcılık kavram ve olguların kendi özellikleri üzerinde dururken, postyapısalcı akım kavramlar arası ilişkilere odaklanır. Çünkü postyapısalcılıkta sabit fikir ve tanımlar yoktur.

Postyapısalcılıkta sürekli değişen, çok yönlü ilişkiler vardır. Bilgi ve kavramlar, içinde bulundukları bağlama göre değişir.

(36)

30 Bölüm Sonu

Bu bölümde dilbilimin tarihsel gelişimi üzerinde durulmuş, genel felsefe ve sosyoloji çalışmalarında dilin düşüceye olan etkisinin yeri tartışılmıştır. Buna göre, dil, her dönemde düşüncenin oluşumunda başat rolü olan bir kurum olarak görülür. Dilin ve kültürün üreticisi erkekler olduğundan, dilin oluşturduğu bu düşünce sistemi erkek egemen sistemin kodlarının taşyıcısıdır ve bu sistemin sürdürülmesini sağlar. Erkek üretimi olan dili öğrenen bütün bireyler, dille birlikte kadının toplumdaki ikincilliğii öğrenmiş olurlar.

Sonuçta dil, patriyarkanın tarih boyu sürdürülmesinde ve toplumda bu kadar kemikleşmiş bir sistem olarak varlığını korumasında temel bir rol oynar.

(37)

2. FEMİNİST DİLBİLİM

“Her zaman savaşamazlar. Çünkü hareketsiz kalmaları için düzenlenmiş bir hiyerarşi söz konusudur.”7

Bir feministin, dil incelemesine başlar başlamaz ilk fark edeceği şey, kadınların erkekler tarafından üretilmiş bir dil içinde yaşıyor olduklarıdır. Kadınların dille olan bu dolaylı ilişkisi, onların hem bireysel hem de toplumsal anlamda sessizliklerinin en önemli sebebidir. Toplumda normlar ve dil erkekler tarafından belirlendiği için kadına ait olan her zaman norm ve dil dışı kalır; özel alana ait ve değersiz olarak görülür. Kadınlar ve dil arasındaki bu asimetrik ilişki ilk olarak ikinci dalga feministler tarafından politik bir mesele olarak ele alınır. İkinci dalga feministlere göre dil, cinsiyet eşitsizliğinin koruyucusudur. Çünkü erkekler sadece dili üretmiş olmakla kalmaz, hem bu ürettikleri dili kullanmak için kadınlara göre daha fazla şansları vardır hem de söylemleri toplum içinde değer görür. Bu bölümde, kadınların dille kurdukları edilgen ilişki biçimi ve bu durumun sonuçları ele alınacak, erkeklerin ürettiği dilin kadın deneyimlerini ve yaşantısını ifade etmedeki yetersizliği tartışılacak ve kadın söyleminin önemi üzerinde durulacaktır.

Toplumsal cinsiyet, kız ve erkek çocuklarla kadınlar ve erkekler arasında ne biyolojik ne de doğal olan farkların inşa edilmesidir. Bu inşa sürecinde en önemli araç, toplumla kurduğumuz ilişkide birincil rolü olan ve düşüncelerimizi şekillendiren dildir.

İkinci dalga ve radikal feminizmin dil konusundaki çalışmaları, aile içi ve toplumsal ilişkilerin cinsiyet rollerini nasıl ürettiğini ortaya koyar. Kadınlık ve erkekliğe dair biçilmiş roller, söylemler, bunların dil yoluyla öğrenilmesi eşit olmayan heteroseksist bir toplum

7Zeldin, T., & Özsayar, Ö. (1998). İnsanlığın Mahrem Tarihi: an Intimate History of Humanity.

Referanslar

Benzer Belgeler

Daba once degindigimiz gibi, dilin toplumsal yonu (langue) iie bireysel yiiniinii (paro!e) birbirinden aylrmak gerekir. DiIin bireysel olan yam kiginin pegitli

Beyin üzerine yapılan çalışmalar, alt parietal lobun, Broca alanı ve Wernicke alanı ile sinir.. liflerinin

• İlk sözcükler genellikle isimlerdir ve sözcük dağarcığı geliştikçe fiiller ve sıfatların kullanımı görülür... Semantik • 20 aydan küçük çocukların

• Görüşmeye dayalı ölçekler (TİGE, Sosyal Yanıtlayıcılık ölçeği, Sosyal iletişim davranışları kontrol listesi) • Sözel görüşme ile bilgi alınması

Önemli noktalar Çocukla sohbet sırasında rahat davranmak ve doğal olmak (çocuğu da rahatlatır) Çocuk sohbete odaklanmışken sohbet konusu değiştirmemek Dil örneği

Model olma kullanılırken, bir yetişkin iletişim kurmak için olanak yaratır ve ardından sözel bir dil hedefi için doğru şekline sözel olarak model olur.. Beklenti,

Adanın en büyük sıkıntısı şimdiye kadar su derdi idi Nizam tarafındaki küçük bir menba- dan başka suyu yoktu.. Fakat şimdi sarnıç vapuru ile adadaki

b) Konuşma ve yazı dilindeki “halk”ın anladığı Türkçeleşmiş yabancı kelimeleri... c) Türk dilinde daha önce işareti olmayan kavramları göstermek için yeni