• Sonuç bulunamadı

1. DİLBİLİM

1.2. Ferdinand De Saussure Ve Yapısalcı Dilbilim

19. ve 20. yüzyıllarda İsviçre’de yaşamış olan Saussure, yapısalcı dilbilimin kurucusu olarak görülür. Fakat Saussure, kendisi hayattayken yaptığı çalışmalara böyle bir isim vermez, hatta yapısalcılık terimini hiç kullanmaz. Saussure’un çalışmalarına bu ismi veren, 1890’ların başından Şubat 1913’teki ölümüne dek Cenevre Üniversitesi’nde verdiği karşılaştırmalı dilbilim ders notlarının ve evinde bulunan dilbilime dair henüz bitirmediği

26

çalışmalarının Saussure’ün öğrencisi olan iki dilbilimci Charles Bally ve Albert Sechehaye tarafından Genel Dilbilim Dersleri başlığıyla kitaplaştırılmasıdır. Bally ve Sechehaye, hocalarının çalışmalarına duydukları saygı ve çalışmalarının dilbilim için kalıcı olması amacıyla bu kitabı hazırlar, kitabı hazırlarken de Saussure’ün öncülük ettiği akımı yapısalcılık olarak adlandırırlar (Saussure, 1998: 5-13).

Saussure’ü kendisinden önceki dilbilimcilerden ayıran ve çalışmalarını bir yenilik olarak ortaya koyan şey onun dilbilim inceleme yöntemidir. Saussure, kendisinden önceki dilbilimcilerin konunun öz niteliğiyle hiç ilgilenmediklerini ve böyle bir incelemenin kendine ait bir yöntem oluşturmaktan uzak olacağını söyler ve kendi dil incelemelerine dili özerk bir yapı olarak görmekle başlar. Saussure öncesi çalışmalar, dili tarihsel bağlamında ele alıp artsüremli bir yol izlemişken Saussure, toplumsal nitelikli dil ile kişisel nitelikli sözü birbirinden ayırır, zamansal bir ortaklığı bulunan ögeleri bir arada inceler: Eşsüremli yöntem. Sonuç olarak Saussure, klasik dilbilim çalışmalarından farklı olarak, dilin iç gerçekliğiyle ilgilenir ve bu yöntemi yapısalcı dilbilimin temelini oluşturur. Ona göre, dilbilimin diğer bilimlerden en önemli farkı, başka bilimler önceden verilmiş konular üzerinde çalışırken dilbilimde konunun görüş açısından değil, görüş açısının konudan önce varolmasıdır (Saussure, 1998: 304-307).

Altuğ, Saussure’ün dil ile ilgili görüşlerini şu sözleriyle ifade eder:

Saussure düşüncesi, dilin içinde yaşadığımız dünyayı kavramada basit bir araç olmayıp; bu kavrayışın merkezinde yer aldığını; gerçekliği kavrayışımızın, sözel göstergeleri toplumsal olarak kullanışımıza bağlı olduğunu ve insan varoluşunun, özünde dilsel olarak eklemlenmiş bir varoluş olduğunu seslendirir. Sözcükler, önceden verilmiş şeyler düzenini adlandırmada kullandığımız salt sesler etiketler veya bildirişime yardımcı ögeler değildirler; sözcükler, kendileri aracılığıyla, insanların dünyalarını kurduğu ve

eklemlediği, toplumsal karşılıklı etkileşimin ürünü olan özsel ögelerdir (2017: 174).

Saussure’un dilbilim çalışmalarında en önemli kavramlardan biri dil yetisidir. Dil yetisi hem sabit bir dizgeyi, hem de evrimsel süreci içerir. Dil yetisi sürekli kullanımda olduğu için çağdaş, yüzlerce yıllık geçmişin izlerini taşıdığı için tarihseldir. Bu yönüyle bireysel ve toplumsal iki ayrı yönü olduğu söylenebilir. Dil ise, dil yetisini oluşturan birçok ögeden sadece biri, fakat aynı zamanda en önemlisidir. Dil, dil yetisinin toplumsal yönü olmakla beraber bu yetinin kullanılabilmesi için toplumun benimsediği zorunlu bir uzlaşımlar bütünüdür. Dil yetisi bireye ait bir şeyken dil, toplumsaldır. Birey ona müdahale edemez ve değiştiremez, çocukluktan itibaren yavaş yavaş dışarıdan edinir (Saussure, 1998: 36-45).

Yukarıda belirttiğimiz gibi, Saussure’de dil yetisi, bireyde doğuştan var olan bir şeyken, dil toplum tarafından üzerinde anlaşılan bir dizgeler bütünüdür. Dil, dil yetisinin toplumsal yönü; söz ise dilin bireysel yönüdür. Dili sözden ayırmak demek, toplumsal olanı bireysel olandan ayırmak demektir. Bilincin gerçekleşmesinin bir ön şartı ve ifadesi olan dil, her ne kadar sözün geldiği yer ve toplumsal bir zorunluluk olsa da, tek tek insanların dili kullanma ve ifade etme şekli farklıdır. İşte buna söz denir. Saussure’de söz için dil zorunludur, çünkü sözün ortaya çıkmasının temel şartı dildir. Fakat dilin sürekliliği ve yerleşebilmesi içinse söz zorunludur. Söz dilin gelişimini ve evrimini sağlar. Dil sözün hem aracı hem de ürünüdür. Bir toplumda kullanılan dilin tüm özellikleri o dili konuşan bireylerde görülür. Buna karşın söz, bireyseldir. Birey kullanacağı sözleri

o dil içinden kendi iradesiyle seçer. Kendisini nasıl ifade edeceği bireyin kendi seçimidir (Saussure, 1998: 49-51).

Saussure’ü kendisinden önce gelen dilbilimcilerden ayıran en önemli özellik, dil incelemelerinde kullandığı bu artsürem ve eşsürem ayrımıdır:

28

Eşsüremli dilbilim, bir arada bulunan ve dizge oluşturan ögelerin, aynı toplumsal bilincin algıladığı mantıksal ve ruhbilimsel bağıntılarıyla uğraşacak, aynı toplumsal bilinç onları nasıl örüyorsa o da öyle görecektir. Artsüremli dilbilim ise, aynı toplumsal bilincin bağıntılarını inceleyecektir (Saussure, 1998: 152).

Önceki incelemeler, artsüremci bir yöntemle zaman içinde birbirinin yerini alan ardışık ögelerin bağıntılarını incelerken, Saussure bir dil durumunda aynı anda bir arada bulunan yapılar arasındaki bağlantıyı inceleyerek eşsüremli bir yöntemle çalışır. Artsüremli yöntemle yapılan incelemeler geçmiş ve gelecek zamana dair bir bakış açısını da içinde barındırır. Buna karşın eşsüremde tek bir bakış açısı vardır: “Konuşan kişinin bakış açısı”

(Saussure, 1998: 304). Saussure, dizgelerin birden fazla döneme yayılmadıklarını ve tarihsel dil bilgisi diye bir şeyin olmayacağını düşündüğü için eşsüremli yöntemi benimser.

Ona göre dil bilgisel demek eşsüremli ve anlamlı demektir.

Saussure’e göre dil insanda değil insan dildedir. Dil, bireyin edilgen bir biçimde dışarıdan edindiği bir üründür. Bu ürün, değiştirilemez bir tarihsel bir birikimi ve kalıtları içerir. Zaman geçtikte dil, hem bu kalıtları arttırır hem de var olan kalıtlarının toplumdaki yerini güçlendirir. Bu yüzden bir toplumda meydana gelecek olan değişimler, dilden gelen bir direnmeyle karşılaşır. Toplumsal hayatla kaynaşmış olan dil, toplumun gösterdiği durağanlıkla beraber var olanı korumak için direnir (Saussure, 1998: 119). Bu sebepledir ki dil geçmişe ve geleneğe bağlıdır. İnsan da geleneğe bağlıdır ve değişime direnir. Geçmişe olan bu bağlılık, bireylerin seçme özgürlüğünü engeller. Böylece, insanda dil aracılığıyla oluşmuş olan düşünce, toplumun, dilin tarihsel bütün izlerini üzerinde taşıyan değişime kapalı bir ürünü olarak gelişir.

Her ne kadar kendisi bu terimleri kullanmamış olsa da, hem yapısalcı hem de postyapısalcı akımların temelini Saussure’ün çalışmaları oluşturur. Yapısalcı ve

postyapısalcı akımları önceki akımlardan farklı kılan şey, birey / toplum, doğa / kültür, söz / dil ikiliklerinde bireyin topluma, doğanın kültüre, sözün de dile bağımlı olduğunu ortaya koymuş olmalarıdır. İki akımın ortaklaştığı en önemli nokta, dilin insan dışında gelişip insanın sonradan edindiği bir şey olmasıdır. Bu sayede, dilde bulunan kültür etmenlerini de edinen insanın düşünce sistemi belirlenmiş, toplum içinden oluşmuş olur. Sonuçta düşünme, toplumsal kurallar ve kültürel olgularla belirlenmiş olacaktır (Kotlu, 2007: 53-54).

Yapısalcı düşünce, olguların anlamlarına değil, olgular arasındaki ilişkilere odaklanır. Toplumda tek tek var olan bütün kurumaların var olma alanı dildir. Dil aynı zamanda insanın inşa edildiği yer olduğundan insan, tüm bu kurumların bir kesişme noktası, sosyal gerçekliğin ve söylemler arası ilişkilerin bir ürünüdür (Kotlu, 2007: 1).

Postyapısalcı akım daha çok dil ve bilginin iktidar ile olan ilişkisi üzerinde durur.

Postyapısalcılar dille gerçek bir bilgiye ulaşılamayacağını, çünkü dilin toplumda hâkim olan ideolojinin bir taşıyıcısı olduğunu söylerler. Bu yüzden dille objektif bir bilgiye ulaşmak asla mümkün değildir. Bu görüşleriyle Saussure’ün dilin gelenekçi olması ve değişime direnmesi fikriyle paralellik gösteren postyapısalcılar, aynı zamanda dilin yıkıcı bir yapısı olduğu görüşündedirler. Çünkü dil değişimden kaçınır ve onu kendisine uyarlamaya çalışır.

İki akımın birbirlerinden ayrıldığı en temel noktalar, çalışma alanlarıdır.

Yapısalcılık kavram ve olguların kendi özellikleri üzerinde dururken, postyapısalcı akım kavramlar arası ilişkilere odaklanır. Çünkü postyapısalcılıkta sabit fikir ve tanımlar yoktur.

Postyapısalcılıkta sürekli değişen, çok yönlü ilişkiler vardır. Bilgi ve kavramlar, içinde bulundukları bağlama göre değişir.

30 Bölüm Sonu

Bu bölümde dilbilimin tarihsel gelişimi üzerinde durulmuş, genel felsefe ve sosyoloji çalışmalarında dilin düşüceye olan etkisinin yeri tartışılmıştır. Buna göre, dil, her dönemde düşüncenin oluşumunda başat rolü olan bir kurum olarak görülür. Dilin ve kültürün üreticisi erkekler olduğundan, dilin oluşturduğu bu düşünce sistemi erkek egemen sistemin kodlarının taşyıcısıdır ve bu sistemin sürdürülmesini sağlar. Erkek üretimi olan dili öğrenen bütün bireyler, dille birlikte kadının toplumdaki ikincilliğii öğrenmiş olurlar.

Sonuçta dil, patriyarkanın tarih boyu sürdürülmesinde ve toplumda bu kadar kemikleşmiş bir sistem olarak varlığını korumasında temel bir rol oynar.

Benzer Belgeler