• Sonuç bulunamadı

Varalım dedik Görelim dedik Yapışıp sabanın sapına, şol kardeş toprağı Biz de bir yol sürelim dedik.

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Varalım dedik Görelim dedik Yapışıp sabanın sapına, şol kardeş toprağı Biz de bir yol sürelim dedik."

Copied!
10
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

“Varalım dedik Görelim dedik

Yapışıp sabanın sapına , şol kardeş toprağı Biz de bir yol sürelim dedik.”

Saat beşe geliyor. Terminalde oturmaktayız. Küçük ve şirin bir kız dolanıyor yanımızda.

Merakını ürkekliğinin arkasına gizleyemiyor. Kitap kolilerine hayran hayran bakıyor. Annesi telefonu uzatıp birini aramamı istedi. Dilini anlayamadım kadının. Ama söylediği ismi aramayı başardım. Kadın ve küçük kızı da bizim gittiğimiz yere gidiyor. Kadın hiç tepki göstermedi. Ben de ne tepki beklediğimi bilmiyordum zaten...

Uzun bir bekleyişten sonra arabamız geldi. Yolcular bizi izliyor. Garip olan neydi acaba?

Biz miydik, yoksa kitap kolileri mi?

Birkaç kişi kolileri iyice inceledi.

“Bizim köye gidiyor bunlar!” dedi birisi. Öteki:

“Ya öyle mi? Niye acaba? Kim bunlar?”

Kitapların bu yolculuktaki rolünü ve kendi rolümüzü, yolculuk henüz başlamamasına rağmen, bitiş anındaki izlenimlere kadar anlattık. Anladıklarını ima eden işaretler yaptılar. Ya da anlamak istediklerini anlatmaya çalıştılar...

Gelgelim şöföre hiç birşey anlatamadık. O da anlamak istediğini anlatmaya çalıştı.

Anlamak istediği tek nokta arabanın yakacağı mazot miktarı ve kitap kolilerinden koparacağı beş on kuruştu.

Kitaplarımızı yükledik arabaya. Arabacıyla olan amansız mücadelemizde, yolcuların içten desteğine rağmen, yararlı bir sonuç alamadık. Oysa yolcu abilerimiz sonsuz bir samimiyetle

ellerinden geleni yapmak istemiştiler...

Yoldayız. Uzaklara ve bilinmeyene doğru...

Yolculuk on dokuz saat sürdü. Bizi anlamak istemeyen arabacıdan başka moral bozucu veya

tebessüm verici bir vukuat olmadı yolculuk boyunca.

Arabacı hakkı olduğunu düşündüğü parayı, ona karşı pekte kibar olmak istemeyen bayan öğretmenden

cümlelerindeki boğuculuk ve anlaşılmazlıkla aldı.

Daha doğrusu bizimle alakası olmayan bir bakkal sahibi ödedi parayı. Ve aynı

(2)

adam bizi çok iyi karşıladı. Nerden ve niçin geldiğimizi merak etmeden dostça elimizi sıktı. Ey insanoğlu ! İşte ellerinle yarattığın değer; seni sen yapan değer. Büyüttüğün sevgi olmasaydı hangi kalıba sığardın...

Bakkalın önünde oturuyoruz, korkunç bir sıcak var. Giydiğim elbiseler üzerime yapışıyor.

Çevreden meraklı amcalar konuşmaya başlıyor. Aslında meraklarından değil. Şu sıcakta bişey merak edecek halleri yoktur sanırım.

-Hoş gelmişsiniz hele! Nerden böle?

-Ankara’dan geliyoruz biz.

Anlaşılmayan bir ifade belirdi az ilerdeki amcanın yüzünde. Umursamaz tavrının arkasında korkunç bir çelişki vardı aslında. Ankara’dan geldik! Bu bir çelişki olur muydu? Olabilirdi belki meydanda duran kitap kolileri ve bizim suskun samimiyetimiz olmasaydı.

On metrelik mesafade kısılıyor gözlerim. “Uzak”

bana burda daha bir uzak çağrışım yapıyor. Burda uzaklar on metre sonra başlıyor sanki. İşte Anadolu! Nazım Hikmet ve Yakup Kadri’nin cümleleri dolaşıyor zihnimde. Anadolu burası; alabildiğine bozkır ve hep toprak. Korkunç bir

sessizlik. Havada uçan kara sineğin sesi sonsuz boşlukta yok olup gidiyor. Şu kavurucu sıcak altında kanı buz gibi olmaz mı insanın... Hakikat sonsuz hararetiyle titretmez mi seni soğuktan.

Hep beraber işlenen bu kardeş toprak bana yabancı bakıyorsa suç sendedir ey insanoğlu. Ortak hasreti değiştiren sensin,bu daveti geri çeviren sensin, bu ormanı bölen sensin. Sen insanoğlu! sen ,biz değil miyiz?

...ve ipek bir halıya benzeyen toprak , Bu cehennem , bu cennet bizim...

Bu sevgi, bu umut bizim. Batan güneş ve

aydınlık şafak bizim. Yarın bizim ey güzel çocuk. Dil senin, dilinle söylediğin senin; ama bu hasret , bu hürriyet bizim...

“Bir sabah erken

Süphan ovası’nda hiç kuş ötmezken Sıska bir söğüt altında

Zeytin tanesi yedik.”

(3)

Kardeş sofrasında zeytin tanesiydi gözler. Bir bakış uzanıp öptük gözlerden. Hep beraber türkü söyleyip , hep beraber çektik ağlarımızı kardeş denizinden. Hep beraber kucaklar açıldı, hep beraber sarıldık. Her sarılmada yakın oldu uzaklar. Sulak gözlerde kurak umutlar boy verip filizlendi. Her bakışta başaklar sarardı, her yanakta beyaza ve maviye kesti çatlamış yaradaki kan ırmakları...

Anadolu’da bir köy tarihten kalma yıkık harabeleri andırır. Vahanın ortasında donuk bir tablo gibidir. Zaman donmuştur orda. Gördüğünüz insan manzarası karşısında dehşetten donup kalırsınız...

Süphan Dağı’nın eteklerinde köyler var. Sonsuz toprak yığınları uzanıyor. Uzaklara bakmak korku veriyor insana. Ufukta gökyüzüyle toprak tek parça. Hangi fırça anlatabilir o manzarayı... Ufuk boz bulanık, belli belirsiz akıyor balçık çamurdan bir ırmak...

Tozdan tekerlekler dönüyor, tekerlekler tozdan görünmüyor. Hava sıcak, bunaltıcı. Hiç kıpırtısız seyrediyorum etrafı. Ufak, yarı çıplak çocuklar çuvallarla kum taşıyorlar ırmak

kenarından. Bir anlam veremedim buna. Bir köye girdik. Gözlerim umutla ağaç arıyor. Yeşil ne güzel yakışır köye... Tezek yığınları yükseliyor evlerin önünde. Evlerin üstünde evler var. Hayır çift katlı filan değil; evlerin kimisi toprakla bütünleşmiş vaziyette. Biraz topraktan sıyrılan kısımlar varlığını hacmiyle hissettiriyor. Ne şirin suratı , ne ufak camları ne de içine açılan belirsiz karanlık bir hayat belirtisi gösteriyor. Karanlık kapıdan şirin bir çocuk çıkar ve evin ürkütücü yalnızlığını unutursunuz bir an. Bir çocuk: küçük bir insancık. Altında giysi yoktur bu çocuğun, ayaklarında boyutlarını aşan kalın bir ayakkabı vardır. Yine vücuduyla orantısız karnıyla ince bacaklarının üstünde , henüz dünyayı anlayamamanın verdiği rahatlıkla ve korkunç rüyasının dehşetiyle dikilir.

Bir elinde hep birşeyleri sürükler. Bazen bir teneke parçası ipe bağlanmış, bir şekilde bazen de bir dal parçası. Ve bir eli hep ağzındadır bu çocuğun.

Aklından neler geçiyor çocuk? Konuşsak beni anlayabilirmisin? Ya da ben seni...

Yaşamanın anlamı nedir söylesene bana. Bir filozof gibi anlat bana. Hicivli olsun dilin. Her kelimende yerden yere vur yaşamları. Sen bilir misin kaç farklı yaşam var dünyada, senin gibi kaçtane çocuk var? Şimdi o küçük insancıklar ne yapıyorlar acaba? Kimisi tatile gitti. Tatil ne demek bilir misin? Babaları neler aldı şimdi onlara. Başka babalar kıskancından ne aldı kimbilir kendi çocuğuna... Annen tezek yapıyor bahçede bak. Kışın üşüme diye. Oysa o kalın kazaklar almak istermiydi sana ve renkli renkli eldivenler örer miydi...

Biliyor musun çocuk? Düşünebiliyor musun? Yargılayabiliyor musun , yorumlayabiliyor musun?

Onlar da insancık işte senin gibi. Onlar da ağlıyor ve uyuyorlar. Onlar da acıkıyor ve altına yapıyorlar. Onların da eli küçük ama tombul ve pembedirler. Bunları bilsen şaşırırmıydın çocuk?

Bir gün sana insan olduğunu anlatsa biri ve biyolojik olarak kanıtlasalar şaşırır mıydın?

Bakıyorsun şimdi küçük. Hiç konuşmadan, kıpırtısız duruyorsun. Tutsam elinden, bastırsam kafanı göğsüme, sana henüz anlayamayacağın şeylere dair birşeyler anlatsam, o zaman değişir miydi bakışların, böyle anlamsız bakarmıydın yine? Sözlerime değil ; varlığıma bile bir anlam vermeden dönüp arkanı gidermiydin sadece.

(4)

Bak suratıma birşeyler anlat ufaklık. Küçük düşür beni. Bak suratıma ve insanlar öyle manalı öyle derin şeyler söyle ki; utansınlar ve suratım kıpkırmızı olsun...

Arabayla köy okuluna girdik. Küçük çocuk arkasını dönüp uzaklaştı, toprağın içinde kayboldu.

“varalım dedik Görelim dedik

Yapışıp sabanın sapına

Şol kardeş toprağı biz de bir yol Sürelim dedik.”

Vardık. Tuttuk sabanın sapından küçük ellerle. Bu taze ama kurak toprak nasıl da sürülür...

Nasılda yeşerir ufacık fidanlar. Sürelim çocuklar sürelim. Sevgiyle, umutla; bilgiyle, kitapla. Bu güzel dünyaya bir kardeş sofrası kuralım. Kaşık sallayalım kardeşliğe doymadan. Kaşık sallayalım hep beraber, hep beraber türkü söyleyerek...

(5)

Hep beraber türkü söyledik. Sevda türküleri, umut türküleri...Bitip tükenmek bilmeyen toprağa inat denizler düşledik, öyle sonsuz ve masmavi...Dünyalar kurduk sıcak

düşlerde; dokunulmamış dünyalar ve siyah perçemli ve mavi gözlü ve sarı saçlı çocuklar koyduk bu dünyalara...

Sıcak bir öğle sonu. Gözler gökyüzünde bir kuş gölgesi arıyor. Bakışlar uzayıp kısalıyor, hep aynı mesafede geziniyorlar. Süphan heybetli zirvesiyle uzakları uzak yapıyor. Bir serinlik istiyorum Süphan’dan yalvaran gözlerle. “Biraz serinlik! Biraz rüzgar ey Süphan!...” küçük bir kız elimi çekiştiriyor, yumuşak ve ürkek bir sesle: “Abei! Murat abei!” Durakladı bir süre.

Düşündüğü cümleyi kuramadı. Çırpınıyor, dilinin ucuna geliyor ama istediği cümleyi kuramıyor.

Ah bir söyleyebilse!...” Buyur ! Canım benim. Ne diyecektin?” Söylemek istediği şeyi

söylemeyeceğini veya söyleyemeyeceğini biliyorum. Aslında o da ne söyleyeceğini bilmiyor. Yüreği öyle hızla çarpmasaydı şimdi, şu kısacık zaman içinde düşündüklerini, düşüneceklerini bir bir anlatmazmıydı! Küçücük ağzından titrek kelimeler döküldü : “ Siz ne zaman gideceksiniz?” Yüzü soluklaştı , yüzüme bakmıyor. Kederli bir mapusluk gibi kıstı gözlerini. Elleri titriyor, kalbinin ne kadar hızlı attığını hissedebiliyorum. Benden hala cevap alamadı. Ne demeliydim ki...

“Gideceğiz” kelimesinin önüne sonuna ne eklersen ekle, nasıl ifade edersen et ayrılığı mutluluk verici gösteremez

-Biraz sonra gideceğiz.

-Ne kadar biraz?

-Çoooook biraz sonra!...

Gülüştük. Biraz sonraya kadar güldük. “Biraz sonra” dan sonra ben öyle içten gülebilecek miydim acaba?

“Biraz” yılları kapsıyordu sanki , hiç bitmeyecekti.

“Ne zaman gideceksiniz? Biraz sonra. Belki hiç gitmeyiz. Hayal et ki; hep burdayız. Hep burda duracak bir yarımız. Bir elim hep böyle saçını okşayacak...”

Bir elim küçük kızın saçında kendi kendime konuştuğumu sanıyordum; küçük kız hayretle beni dinliyordu.

-Sahiden mi Murat abei?

-Evet ! Tabiki öyle...Tabiki...

Yollara baktıkça ayrılmayı anımsatıyor bana. “Biraz sonra “ yı anımsatıyor.... “Biraz sonra” çabuk geldi. Yıllar ne çabuk geçti!... Ben ne kadar da büyüdüm küçük kız ne kadar da küçüldü. Yol ayrımında el sallıyor bize sıkıca sarıldığı kitabıyla. Hoşçakal küçük! Hoşçakal!...

Biraz daha yetişkin kızlar vardı köyde ve okulda. Kimisinin o yaşlarda bile okulda olması ne güzel. Sadece bu bile sonsuz bir mutluluk veriyor insana. Anadolu’da ; uzak yerlerde kız olmak ne kadar zor ve bilinen gerçekler ne kadar farklı. ”Onlar, zamanının uyuttuğu bu coğrafyada gökyüzüne bile bakmaya cesaret edemeden yaşarlar. Evde kapalı kalır ve ehli bir hayvan gibi, fakat çok daha maksatsız ve zamandan ve yaşamdan habersiz büyürler. Vücutlarını ve kafalarını

hiçbirşeyle meşgul etmezler, hiçbirşey düşünmeden ve hiçbirşey yapmadan saatlerce, günlerce,

(6)

belki aylarca , senelerce beklemek kabiliyeti vardır ve içlerini yakan düşüncelerden bitap bir hale gelince, bu mutlak hiçliğin kucağına atılırlar.”(Sabahattin Ali)

Kara bir yazgı çocuk yaşta tutar ellerinden. Terkedilmişlik duygusu iliklerine işler.

Neye yazgılı olduklarını bile bilmezler. Aynı kaderi yaşamaya mecbur hissederler kendilerini.

Maksatsız, hayalsiz sonsuz bir hiçlik dolu...

Ey Süphan!

Hangi yücelikte, hangi kuytuda saklıdır hakikat?

Başında hep kar

Yuva mısın kuşlara yoksa esirlik mi?

Nedir bu heybetin!

Bırak kuşları uçsunlar!

Niye hala sana zincirli bu saltanat...

Uzak ihtimaller

düşünüyorum yakın oluşumlar için : Zincirleri kıran ihtimaller, saltanatları yıkan ihtimaller... Bağırsam şu sonsuz boşluğa, ne cavap gelirdi acaba?

Cevap uzayıp giden sonsuz bir “hiç”

mi olurdu? Küçük kızı düşünüyorum.

O maksatsız bir yaşam

doldurmayacak eminim. O bir hiç olmayacak

Geleli bir gün geçmişti.

Yorgunduk. Muhtemelen o gece kalacaktık. Okullar boşalmıştı.

Çocuklar olmayınca dünya ne kadar da sessiz... Gece bir YİBO’da kaldık yine. Bomboş bir okuldu; koğuşlar boş, yataklar boş... Kimlikler

duruyordu ranzalarda. Ahmet onun yatağında yattığımı bilmiyordu ve bilmeyecekti de. Oysa o şimdi ya ay ışığında babasıyla bahçe suluyor ya da günün

yorgunluğundan bitkin düşmüş ufacık bedeni sessizce uyuyor yarına diri olmak için. “İyi geceler Ahmet ! ”

Yatıyoruz artık. Odada dört kişiyiz. Vanlı şoförümüz de var. Çok iyi biriydi şoför. Bize güzel arkadaşlık etti. O da bizden çok memnun kalmıştı. Evinde ağırlamak istemişti bizi. O an için

(7)

mümkün değildi belki. Bir daha oralara yolumuzun düşme ihtimalini içtenlikle bildirdi bize.

Kimbilir belki ihtimali samimiyetine layık olur...

Öğle sonu hazırlanıp arabamızı beklemeye başladık. Süphan ‘ı saltanatıyla ve zincirleriyle bıraktık. Artık onun saltanatı kuşlara sökmez. Ne yazık sana Süphan ! Ne yazık...

Oturuyoruz. Aklıma o ilginç arabacı geliyor. Sadece tebessüm ediyorum.

Sıkıcı bir bekleyişin içindeyiz. Boyacı küçük bir çocuk yanaştı yanımıza.

Boya sandığının ipini elleriyle başının üzerinde birleştirmiş, gölgesi önümüze uzanıyor.

Çantalarımıza ve suratlarımıza bakıyor. Güneş altında gezmekten bir hayli

yorulmuş gibi ve yüzünden

bıkkınlık akıyor.

Büyük

şehirlerdeki boyacı sokak çocuklarına hiç benzemiyor. Hem görüntüsüyle hem de konuşmasıyla bizi hiç sıkmıyor, içimize o arabesk duyguları sokmuyor. Hiç sormadı boyayım mı diye.

Ayakkabılarımız spor ayakkabıydı çünkü. Ama o hala dikiliyordu başımızda. Aydın’la konuşmaya başladı. Arada bir başı yanlara düşüyordu. Parlak ışıktan yorulmuş gözlerinde tarif edilemez bir ızdırap kırmızılığı vardı. Gözleri kanlı olur köylü çocukların ve teni yanık. Bütün yaşam koşulu ve yaşamının amacı o gözlerde yazılıdır sayfa sayfa ve ibret için aciz insan oğluna kalın puntolarla...

Babası okutmak istemiyormuş küçük boyacıyı. Bunu o kadar masum ve çaresiz söylediki...

Fazla konuşmuyordu. Kurduğu cümleler çok kısaydı. Sadece insanı korkutan masumiyeti ve canayakınlığı ve Aydın’ın fırçasıyla ayakkabılarının tozunu alması (bunu Aydın kendi yaptı, çocuğa yaptırmaya kıyamadık) ona bir lira kazandırdı. Yüzünde bir sevinç belirtisi olmadan ve teşekkür etmeden, boş duran eliyle pantolonunu çekerek yanımızdan uzaklaştı.

Yolculuklara çocuklarla başlayıp bitirmek ne güzel.

Hep çocuk düşleriyle yollarda olmak ne güzel.

(8)

Arabadayız. Aydın şişme yastığını çıkardı uyumaya hazırlanıyor. Ön koltuklarda hararetli bir yer tartışması var. Görevliye bağıran amca, çaresiz görevli ve oturduğu yerin konumunu

beğenmeyen kadın da olmasa böyle uzun yolculuklarda, nasıl çekilir bu kadar yol!... Önde tartışma devam ediyor. Birinin sesi çok ağır basıyor. Arada bir otobüs görevlisi araya giriyor, nefes almadan konuşan yaşlı amcamızı sakinleştirmeye ve vaziyetin çıkmaz bir hal almış olmasını , bu çıkmazı düzeltmenin de üzerine vazife olduğunu ve bu durumda amcamızın sukunet içinde gidişata ayak uydurması gerektiğini ve zaten hatalı olduğunu resmi olmayan bir dille ama pozisyonu gereği resmi bir ifadeyle açıklamaya çalışıyor. Tartışmanın harareti azaldı. Yaşlı amcamız haklılığını kanıtlamak adına arada bir mırıldanarak son kozlarını oynadı. Görevli vaziyeti kurtardı, hüküm verildi dosya kapandı.

Aklımda türlü düşünceler dolaşıyor. Değişik kurgular yapıyorum. Beynimde yol çok kalabalık,bir türlü boşluğa çıkamıyorum...

Otobüs toz ve gürültüyle kalktı. Döne ve ben tedirginliğimizi saklamakla birlikte , arabanın bizi Ankara ‘ya kadar parçalanmadan ulaştıramama ihtimalini gözardı edemiyoruz.

Uyumak da zordu. Uyuyamıyoruz. Ama uyumalıyız. Özellikle ben uyumalıydım, çünkü yan koltuktaki orta yaşlarda olan amcamız konuşmak için arkadaş arıyor kendine. Gözlerimi yumdum.

Derdine ortak olurdum amcacığım. Sen hep anlatırdın. Havaların sıcak olduğundan bahsederdin, oğullarının nasıl iş bulduğunu, nerde çalıştıklarını ve bazılarının nasıl hayırsız olduğunu anlatırdın, siyasi düşencelerinden ve devlet politikasından başlıklar sunardın... Ben sıkılarak dinlerdim seni ama belli etmezdim sıkıldığımı sırf durumu kurtarmak için. Ancak şimdi olmaz. Buna gücüm yok.

(9)

Aklım çok karışık. Beni kurgularımla ve düşüncelerimle bırak. “Haa öylemi! Yaaa!..” diyeceğin ve belki de hiç yorum yapamıyacağın şeyler düşünüyorum.

Amcam uyuma numarasını yemedi. Bir anlık dalgınlığımda gözümü açtım ve can alıcı soruyla yakalandım: “Ankara’ya mı gidiyorsunuz?” Derin bir nefes aldım ve biraz doğrularak , gelen ve gelmesi muhtemel sorulara cevap vermeye başladım.

“....Evet amca işte o yüzden geldik buraya.” diyerek kısaca özetledim burada bulunma amacımızı.”İy iy, saolasınız siz. Allah sizi vatana millete bağışlasın.”

Bozkıra yağmurlu bir karanlık çöktü. Kitap okumak istedim olmadı , birşeyler karalamaya çalıştım yine başaramadım. Ama kafamdaki kurgular ve düşünceler devam etti...

“Zeynep’in adı doğmadan kondu. İlk adı Ahmet’ti. Doğduktan sonra kız olduğu anlaşılınca adı Zeynep olarak değiştirildi. Babası erkek bekliyordu oysa. Zeynep’in doğumuna pek sevinemedi babası ama bunu belli ettmemekle birlikte annesine sinirlendiği anlarda sık sık dert yandı bu durumdan. Ahmet doğsaydı daha iyi olurdu dendi. Ve bunu diyen ahali oğullarını askere uğurlarken, iddialarının geçerliliğini kanıtlarcasına göğüs kabarttılar. Ahmet soy demekti, arka demekti, güç demekti ; toprak demekti, hasat demekti...

Zeynep doğduğu zaman anlamayacağı çok şey vardı. Ve o bunları belki hiçbir zaman anlamayacaktı. Annesi onu tarlada doğurdu. Göbekli nüfus memuru , doğum yerini tarla yazmadı ve yaşam alanını büyük bir coğrafyayı kapsayan bir ikamet adresiyle belirledi. Zeynep’in yaşam alanı çok dardı ama nüfus kağıdındaki doğum yeri sınırları çok büyüktü. Babası doğum tarihini herhangi bir tarih olarak yazdırdı. Doğduğu yerde büyüdü Zeynep. Fazla konuşmazdı.

Bazen konuşmak isterdi ama korkardı neyden korktuğunu bilmeden. Yemek yaparken türküler

(10)

mırıldandı , nasıl ve nerden öğrendiğini bilmediği türküler... Tarlaya giderken babası ve abilerinin arkalarından yürüdü. Akşam onlardan sonra yattı , sabah önce kalktı.

Babası devletten çekindi onu okula gönderdi. Zeynep korkuyla sevinci birlikte yaşadı. Kitaplar başını döndürdü. Babası kitaplardan tedirgin oldu ve öğretmene ve okula ve ilim denen o şeye hiç içi ısınmadı.

Zeynep okul rüyasından çabuk uyandı. Evlendirildi. Giderken ağlamadı. Ağlamak istemişti fakat... Evlendiğinde on beşindeydi. Yirmisinde üç çocuğu oldu. Bedeninde mayalanmış ruhu , yirmisinde yıllanmış ; yirmisinde hala taze ama kurumaya hazırdı.

Zeynep’in kocasıyla babasının arası açıldı. Abileri kocasının üstüne yürüdü. Zeynep baba evine gönderildi. Kocasını öldüren büyük abisi hapse girdi. Tarlalarda sınır sorunları

çözülemedi. En masum kişi Zeynep olmasına rağmen babası onu hep suçlu gördü ve sinirle bakan gözlerle suçlu hissetmesini sağladı.

Günler geçti. Zaman hızlandı Zeynep’in bedeninde. Uyku tutmadı çoğu zaman, sabaha kadar düşler kurdu. Kavurucu bir günde buz gibi olan Zeynep’in bedeniydi. Belirsiz aydınlıkta cansız bir karartı sallanıyordu. Jandarmalar tez geldi. Tutanaklar tutuldu, tanıklar dinlendi. Gereği düşünüldü ve kimsede en ufak bir suç bulunmayıp , tek suçlunun Zeynep olduğu kabul edildi. Namazının kılınıp kılınmaması tartışmaları arasında gömüldü Zeynep. Süphan Dağı’

nı mezar taşı saydılar. Keçiler ayaklarıyla yazdılar adını yamaçlara. Mezar taşının efkarında ve çobanların kavalında saklıydı Zeynep’in yazgısı: O güzelliğiyle gurursuzdu ve güzelliğiyle yok oldu. Kurduğu düşte esirdi ruhu ve bedeni uyanmalara ve toprağa tutsak...

Zamana ve varolma nedenine aykırı, korkulan hasrete ve istenmeyen özleme ibret ve kurulu hakikate bir ihanetti o. Düşlerinde gerçek, varolan tabiata aykırı bir duyguydu o...

Ne yazık ki sana Zeynep; başucunda adın bile bozuk düzen yazar.

Araba mola verdi. Uyandım uykudan. Zeynep’e çok üzüldüm. Artık o yoktu. Kendi ellerimle gömdüm. Talihsiz yazgısını ben yazmıştım. Kaderini ben yazmıştım. Ben öldürdüm onu.

Yok hayır hep beraber öldürdük. Hep beraber yazdık kaderini, bütün insanlar böyle olmasını istedi.

Herkes onu öldürmek istedi. Ve istedikleri oldu. Ama hiç suçluluk duymuyorlar. Oysa ben suçlu olduğumu kabul ediyorum. Bir gün yeniden yaratırım seni Zeynep yazgını değiştirmek için.

Güzel bir hayat çizerim sana. O zaman ikimizde acı çekmeyiz...

Zeynep rüyası silinip gitti aklımdan. Yorgundum ve uykusuz. Ve yağmur dinmişti dışarıda. Sakin bir gökyüzünün altında masum bir karanlık ve ıslak toprak kokusu vardı...

Murat Şahan Ankara Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı www.ilkyar.org.tr ilkyar@ilkyar.org.tr

Referanslar

Benzer Belgeler

Böyle bir değerlendirme temelinde kültür de- nilen olguyu değerlendirirsek -ki, kültüre in- sanın yarattığı her şey dedik, böyle bir tanım- lamayı kabul ediyorsak-, o

Resmi tanıtım Basın duyuruları basın toplantıları basılı materyaller.. Etkinlik

• Temel ihtiyaclara harcanan zaman (yemek, uyku, kisisel bakim) + bos zaman (dinlenme +

Yaşamak dedik, yaşamak dedik kar üstünde sıcaklığını dolandı rüzgâr annem mavi önlükler dikti bir ağaç altında büyüdü annem durmadan menekşeler dikti bir

Karaveliler Belediye Başkanımız Osman Uğur'la ( Karaveliler de taş ocağı için gelen i şletmeci kahvede toplantı yaparken köylüler kahvenin camlarını indirmişler ve bu

 3- Siluryen 3- Siluryen devir, 435 milyon yıl önce başlayıp 23 milyon yıl boyunca devir, 435 milyon yıl önce başlayıp 23 milyon yıl boyunca devam etmiştir.. Bu devirde

Triyas boyunca timsah, kaplumbağa ve timsah benzeri sürüngenleri kapsayan yeni sürüngen grupları, mollusk (yumuşakça) yiyen zırhlı sürüngenleri kapsayan yeni

Yumuşak bedenli çok hücreli su hayvanları 1 milyar yıl önce suların altındaki çamurların su hayvanları 1 milyar yıl önce suların altındaki çamurların