• Sonuç bulunamadı

1 numaralı Sivrihisar kadı sicilinin 1-81. sahifelerinin transkripsiyon ve tahlili

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "1 numaralı Sivrihisar kadı sicilinin 1-81. sahifelerinin transkripsiyon ve tahlili"

Copied!
274
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

1 NUMARALI SİVRİHİSAR KADI SİCİLİNİN 1-81. SAHİFELERİNİN

TRANSKRİPSİYON VE TAHLİLİ Abdülkadir ERÇİN

T.C.

Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yakınçağ Tarihi Anabilim Dalı

YÜKSEK LİSANS TEZİ

ESKİŞEHİR

(2)

VE TAHLİLİ

Abdülkadir ERÇİN

T.C.

Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü

Yakınçağ Tarihi Anabilim Dalı

YÜKSEK LİSANS TEZİ

ESKİŞEHİR 2014

(3)

Sicilinin 1-81. Sahifelerinin Transkripsiyon ve Tahlili başlıklı bu çalışma (19.06.2014) tarihinde Eskişehir Sosyal Bilimler Enstitüsü Lisansüstü Eğitim ve Öğretim Yönetmeliğinin ilgili maddesi uyarınca yapılan savunma sınavı sonucunda başarılı bulunarak, Jürimiz tarafından Yakınçağ Tarihi Anabilim Dalında Yüksek Lisans tezi olarak kabul edilmiştir.

Başkan : Doç. Dr. Mehmet TOPAL

Üye : Doç .Dr. Hasan Hüseyin ADALIOĞLU (Danışman)

Üye : Doç. Dr. Adnan ADIGÜZEL

ONAY

…/ …/ 20.…

Doç. Dr. Hasan Hüseyin ADALIOĞLU Enstitü Müdürü

(4)

Yayın Etiği Yönergesi hükümlerine göre hazırlandığını; bana ait, özgün bir çalışma olduğunu; çalışmanın hazırlık, veri toplama, analiz ve bilgilerin sunumu aşamalarında bilimsel etik ilke ve kurallara uygun davrandığımı; bu çalışma kapsamında elde edilen tüm veri ve bilgiler için kaynak gösterdiğimi ve bu kaynaklara kaynakçada yer verdiğimi; bu çalışmanın Eskişehir Osmangazi Üniversitesi tarafından kullanılan bilimsel intihal tespit programıyla taranmasını kabul ettiğimi ve hiçbir şekilde intihal içermediğini beyan ederim. Yaptığım bu beyana aykırı bir durumun saptanması halinde ortaya çıkacak tüm ahlaki ve hukuki sonuçlara razı olduğumu bildiririm.

Abdülkadir ERÇİN

(5)

Yüksek Lisans-2014 Tarih Anabilim Dalı Yakınçağ Tarihi Anabilim Dalı Danışman: Doç. Dr. Hasan Hüseyin ADALIOĞLU

İncelediğimiz tez, Sivrihisar’a dair, mahkemeye intikal eden kayıtlardan oluşmaktadır. Sicil adını verdiğimiz bu kayıtlar XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin bir kazâsı olan Sivrihisar’a ait olup, 1 numaralı defterin 1-81. sayfalarının Latin harflerine çevrilmesi ve tahlil edilmesi amacı ile yapılmıştır.

Sicilin Latin harflerine çevirisi sırasında basit transkripsiyon kurallarına bağlı kalınmıştır. Metinde yer alan hükümler çevirisi yapıldıktan sonra bir sicil çalışmasında olması gereken kurallar çerçevesinde değerlendirilmiştir.

Değerlendirme işleminin yanı sıra çalışmada, Osmanlı hukuk düzeni ve Sivrihisar tarihi hakkında da bilgi verilmiştir. 1 Numaralı Sivrihisar Şer’iyye Sicili, Ankara Milli Kütüphanesi Mikrofilm Arşivinden alınmıştır. Anadolu şehirlerine ait pek çok sicil gibi, Sivrihisar’a ait toplam 69 adet sicilin mikrofilmleri de burada bulunmaktadır.

Farklı konularda yazılmış toplam 161 hükmün yer aldığı bu çalışma, Sivrihisar’ın, kültürel ve ekonomik yapısı hakkında önemli bilgiler içermektedir.

Sicile bakarak XIX. yüzyılda Sivrihisar’da halkın yaşantısı hakkında önemli ipuçlarına ulaşmak da mümkündür.

(6)

ERÇİN, Abdülkadir Master’s Degree-2014 Department of History Branch of Contemporary History

Tutor: Associate Professor Hasan HÜSEYİN ADALIOĞLU

Thesis we examine consists of court records that reveal the structure of the Sivrihisar. These records that are called as kadı registers belong to Sivrihisar, which is a division of the Ottoman State during the 19th century, are examined with the purpose of transcribing and analyzing the pages 1-81.

Simple guidelines of transcription apply when transcribing register with latin alphabet. After transcription of provisions in the text has been completed, they have been analyzed within the body of rules which is necessary in a study of registers.

Besides analysis, information regarding Ottoman legal system and history of Sivrihisar is given. Sivrihisar legal records were taken from the archives of microfilms of the National Library of Ankara. Like many registers that belong to Anatolian cities, 69 microfilms of registers of Sivrihisar are in this library.

This study in which there are 161 judgements in written on different subjects contains important information about cultural and economic structure of the Sivrihisar. It is also possible to reach important clues regarding the life of the people in Sivrihisar in the 19th century.

(7)

ABSRACT………..Vİ İÇİNDEKİLER………..Vİİ KISALTMALAR……….Vİİİ EKLER………...İX ÖNSÖZ………X

GİRİŞ………..…. 1

1. BÖLÜM OSMANLI HUKUKU VE TARİHSEL SÜREÇTE SİVRİHİSAR 1.1. KADI MAHKEMELERİ VE ŞER’İYYE SİCİLLERİ……….4

1.2. TARİHSEL SÜREÇTE SİVRİHİSAR…….………. 23

2. BÖLÜM 1 NUMARALI SİVRİHİSAR KADI SİCİLİNİN 1-81. SAYFALARININ TANITIMI 2.1. DEFTERİN FİZİKSEL ÖZELLİKLERİ………….……….. 32

2.2. DEFTERDEKİ HÜKÜMLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ.……… 33

2.3. SİCİLDEKİ BELGELERİN TÜRLERİNE GÖRE TASNİFİ………46

2.4. SİCİLİN TRANSKRİPSİYONU……….……….. 56

SONUÇ ………..253

BİBLİYOGRAFYA ……….256

EKLER ……….260

(8)

H.

: hicri

L.

: şevval

M.

: miladi

M.

: muharrem

N.

: ramazan

R.

: rebiülahir

Ra.

: rebiülevvel

S.

: safer

Ş.

: şaban

vb.

: ve benzeri

Z.

: zilhicce

Za.

: zilkade

(9)
(10)

içerisinde yalnızca Türk tarihi için değil, aynı zamanda Dünya tarihi açısından da büyük bir öneme sahip olmuştur. Bu önem devletin tıpkı Roma İmparatorluğu gibi geniş sınırlara hükmederek, bünyesinde pek çok insanı barındırmasından ileri gelmektedir. Devletlerin büyük sınırlara ulaşması sadece askerî güç ile açıklanabilecek bir durum değildir. Askerî gücün yanında farklı milletlerden insanları bir arada tutabilmek için sistemli bir yönetim yapısı da gerekmektedir.

Sistemli bir yönetim yapısının askerî, siyasî, sosyal, kültürel ve ekonomik ayakları vardır. Bu ayakları toplum üzerinde başarı ile uygulayabilen bir devlet uzun ömürlü olabilir. Osmanlı Devleti Dünya üzerinde bunu başarabilen sayılı devletlerden birisidir. Buradan hareketle büyük ve sistemli bir medeniyet kurmanın sonucu olarak, Osmanlı’dan günümüze farklı alanlarda kaleme alınan, birçok yazılı belge ulaşmıştır. Sayıları oldukça fazla olan yazılı belgeler ile Osmanlı Devleti arşivciliğin güzel bir örneğini sunmuştur. Bu doğrultuda farklı konularda hemen hemen her olayın yazılı bir kaydı tutulmuştur. Tutulan kayıtlardan birisi de çalışmamıza konu olan kadı sicilleridir. Osmanlı mahkeme davalarına yönelik belgeler olarak nitelendirebileceğimiz siciller, halkın mahkemeye yansıyan davalarının yanında toplumun sosyal yaşantısı hakkında da önemli bilgiler vermektedir.

Şer’iyye sicillerinde yer alan tereke kayıtları, hüccet ve i’lâmlar toplumun sosyal, ekonomik ve kültürel yaşantısı hakkında önemli veriler sağlamaktadır. Bunun yanında kadının dini hükümleri nasıl uyguladığı ve kazâyı nasıl yönettiğini anlamak için de, sicillere bakmak lâzımdır. Merkezden gönderilen ferman, buyruldu gibi merkezi yönetim hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlayacak resmi yazışma ve belgeler de düşünüldüğünde, siciller şehir tarihi araştırmalarında birinci dereceden kaynak durumunda bulunmaktadır.

Böylesine farklı ve değerli bilgiler içeren siciller, Osmanlı tarihini güzel bir şekilde değerlendirmek için mutlaka başvurulması gereken bir kaynak olarak karşımıza

(11)

çıkmaktadır. Çalışmamızda da değerli belgelerden oluşan 1 Numaralı Sivrihisar Kadı Sicilinin ilk 81 sayfası temel alınarak bir transkripsiyon ve değerlendirmeye yer verilmiştir.

Çalışmamıza; kadı mahkemeleri ve şer’iyye sicilleri ile, tarihsel süreçte Sivrihisar kazasının yer bulduğu birinci bölüm ile başlangıç yapılmıştır. ikinci bölümde ise, 1 Numaralı Sivrihisar Kadı Sicili’nin 1-81. sayfalarının tanıtımı yer almaktadır. Bu bölüm içerisinde defterdeki hükümler ve özellikleri hakkında bilgi verildikten sonra, sicilin transkripsiyonu yapılarak sonuç, bibliyografya ve ekler ile tez çalışmamız sonlandırılmıştır.

Sivrihisar’a yönelik yaptığım bu tez çalışmasında konunun belirlenmesi ve çalışılması aşamasında benden yardımlarını esirgemeyen danışmanım Sayın Doç. Dr.

Hasan Hüseyin ADALIOĞLU başta olmak üzere Doç. Dr. Meryem KAÇAN ERDOĞAN ve Araştırma Görevlisi Duygu TANIDI’ya teşekkürü bir borç bilirim.

Abdülkadir ERÇİN

(12)

GİRİŞ

Tarih boyunca Dünya üzerinde birçok medeniyet kurulmuştur. Bu medeniyetlerin bazıları hakkında bıraktıkları belgeler aracılığı ile fikir sahibi olunabilirken, bir kısmı hakkında neredeyse hiç bilgi sahibi olunamamıştır. Ortaya çıkan bu durum bize, bir medeniyetin incelenmesinde belgelerin ne kadar önemli rol oynadığını göstermektedir. Geçmişte yaşamış toplulukların günlük hayata dair tuttukları basit kayıtlar bile, bugün onlar hakkında azımsanmayacak ölçüde fikir edinmemizi sağlamaktadır. Bu noktada Osmanlı Devleti, sistemli teşkilat yapısı sayesinde, kendi kurduğu medeniyete ışık tutabilmemize olanak tanıyacak pek çok yazılı belge bırakmıştır. Geniş sınırlara ulaşarak büyük bir imparatorluk oluşturan Osmanlı Devleti’nin, hemen hemen her türlü olayın kaydını tuttuğu görülmektedir.

Meydana getirilen yazılı kayıtlar yalnızca Osmanlı İmparatorluğunu değil, tüm Dünya tarihini tam olarak anlamak için başvurulması zorunlu olan belgelerdir

Osmanlı Devleti’nin yüzyıllar boyu süren hakimiyeti sonucunda geniş sınırlara ulaşması ve bünyesinde çok sayıda ulusu barındırması, günümüzde bağımsızlığını kazanan ulusların kendi tarihlerini yazmaları için Osmanlı medeniyetini incelemelerini kaçınılmaz kılmaktadır. Bu durum da Osmanlı tarih araştırmalarının popülerliğini sürdürmesini sağlamaktadır. Böylesine geniş sınırları olan devletin ulaştığı hakimiyet alanı kadar, kurulup filizlendiği Anadolu coğrafyası da, büyük bir önem taşımaktadır. Anadolu coğrafyası içerisinde devletin kurulduğu topraklara çok yakın olan ve çalışmamızın temelini oluşturan Sivrihisar kazâsı da, bulunduğu coğrafyada merkeze giden geçiş güzergahında yer alması bakımından stratejik bir öneme sahiptir.

Tarihsel süreçte pek çok medeniyete ev sahipliği yapan ve son olarak uzun yıllar Osmanlı Devleti’nin hakimiyeti altında yer alan Sivrihisar’a ait mahkeme kayıtlarını içeren sicilin, transkripsiyon ve tahlil edilmesiyle özellikle Sivrihisar’ın XIX. yüzyıldaki yapısı hakkında fikir sahibi olunabilecektir. Bu defterde çalışılan 1 Numaralı Sivrihisar Kadı Sicili, arşiv kayıtlarına göre H. 1221-1275/ M. 1806-1858 yılları arasını kapsamaktadır. Fakat çalışmamıza konu olan kısım 1 numaralı sicilin 1-81. sayfaları arasıdır. İncelediğimiz ilk 81 sayfalık kısım H. 1268-1271/ M. 1852- 1855 yıllarına aittir. Çalışmamızın kapsamakta olduğu zaman dilimi dikkate

(13)

alındığında, I. Abdülmecid’in hükümdarlığı döneminde sicilin tutulduğu görülmektedir. Bu süreçte Osmanlı Devleti hem ekonomik olarak çok sıkıntılı bir dönem geçirmekte, hem de Avrupa devletlerinin de katıldığı büyük bir savaş olan Kırım Savaşı ile uğraşmaktadır.

1 Numaralı Sivrihisar Kadı Sicili toplamda 237 sayfadan oluşmaktadır. Sayfa numaraları arşivde çalışan görevliler tarafından verilmiştir. Fakat fikrimize göre sicilin kayıt altına alınmasında düzenli bir yol takip edilmemiş ve bir numaralı sicil olması dolayısıyla, sicilin bazı sayfaları rastgele toplanarak bir defter meydana getirilmiştir. Zira 1268 yılından 1275 yılına kadar olan sayfalar belirli bir düzen içinde ilerlerken, sonrasında aniden H. 1220’li, 1230’lu, 1240’lı yıllara ait yazısı bozuk ve birbirinden çok farklı kayıtlarla karşılaşılmaktadır. Hatta bazı kısımlarda bir sayfa ara ile Kadının değiştiği görülmektedir.

Sicilin çalışmamıza konu olan kısmı ise ilk 81 sayfadan ibaret olup, içerisinde 161 hüküm bulunmaktadır. Defterin 25. sayfası ise boştur. Hükümlerin büyük bir kısmını son dönem sicili olması nedeni ile tereke kayıtları oluşturmaktadır. Tereke kayıtlarının yanında i’lâm, hüccet, ferman, buyruldu gibi belgelerde önemli bir yer tutmaktadır. Sicil mikrofilmden CD’ye aktarıldığı için defterin orjinal boyutları hakkında herhangi bir bilgiye sahip olunamamaktadır. Defterin transkripsiyonunda, Sivrihisar’dan ‘‘Seferihisar’’ olarak bahsedilmiştir. Sayfa numaraları arşiv görevlileri tarafından verildiğinden, çalışmamızda yeniden numaralandırma yapılmamış ve bu sıraya uyulmuştur. Sayfadaki hükümlerin belirli bir düzen içinde anlaşılması için hükümler, her sayfada 1’den başlanarak 1, 2, 3 şeklinde sıra ile numaralandırılmıştır.

Sicil Latin harflerine çevrilirken basit transkripsiyon kurallarından yararlanılarak, hemze (’), ayın ( ‘), uzun sesli harfler ( ˆ), apostrof ( ') işaretleri ile vurgulanmıştır. Okunamayan kelimeler ‘‘(…)’’ şeklinde sicilde yer bulurken, şüpheli okunan kelimeler ‘‘( ?)’’ işareti ile ifade edilmiştir. Bunun yanında transkripsiyonda olması gereken ama olmayan kelimelerde ‘‘[ ]’’ işareti kullanılarak belirtilmiştir.

Çalışmamız iki bölümden meydana gelmektedir. İlk bölümde kadı mahkemeleri ve şer’iyye sicilleri hakkında bilgi paylaşımı yapıldıktan sonra, tarihsel süreçte Sivrihisar kazâsına dair bilgiler aktarılmıştır. ikinci bölümde ise, 1 Numaralı

(14)

Sivrihisar Kadı Sicili’nin 1-81. sayfalarının tanıtımı üzerinde durulmuştur. Bu kısımda defterin fiziki özelliklerinden bahsedilmiş, hükümlerin değerlendirilmesi ve sicildeki belgelerin türlerine göre tasnifine yer verilerek, defterin transkripsiyonu yapılmıştır. Sonuç kısmından sonra çalışmada yararlanılan kaynaklar gösterilerek, defterdeki sicil sayfalarından örnekler sunulmuştur.

(15)

1.BÖLÜM

OSMANLI HUKUKU VE TARİHSEL SÜREÇTE SİVRİHİSAR

1.1. Kadı Mahkemeleri ve Şer’iyye Sicilleri

Devletler bünyelerinde çok sayıda insanı barındırır. Devletlerin temel öznesi insandır. Çok sayıda insanın bir arada yaşayıp, bir bütünlük içinde hareket etmelerini sağlayabilmek için de adalet şarttır. Osmanlı Devleti’nde de halkı adalet esasları çerçevesinde idare etmek devletin temel gayesi ve kuruluş sebeplerinden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Adalet anlayışı ile birlikte Osmanlı Devleti bir İslam devleti kimliği taşıdığından devletin ana hukuk kaynağını da İslam hukuku oluşturmuştur (Karal, t.y. : 134-135).

Teokratik yapı 1839 Tanzimat fermanına kadar Osmanlı Devleti içindeki etkinliğini sürdürmüştür (Anıl, 1993: 20). Tanzimatın ilanından önce hukuk, ticaret, ceza ve diğer bütün konularla ilgili davalara şer’iyye mahkemelerinde kadı huzurunda bakılıyordu (Şafak, 1999: 421). Kendisinden önceki İslam devletlerine göre daha gelişmiş bir mahkeme yapısına sahip olan ve klasik yapısını moderleşme dönemine kadar sürdüren Osmanlı mahkemelerine, “mahfil-i şer”’ ve “meclis-i şer”

gibi isimler de veriliyordu (Aydın, 2003: 341).

Osmanlı Devleti’nde kadıların önemli bir rol oynadığı yargı sisteminde hemen hemen İslam hukukunun tüm mezheplerine bağlı vatandaşlar bulunmasına rağmen, çoğunluk Hanefi mezhebinden olduğu için yargı faaliyeti de bu mezhebe göre yapılmaktaydı. Hanefi mezhebi dışında başka mezhebe bağlı vatandaşlar arasında meydana gelen davalarda, bazen taraflar o mezhebin âlimlerinden birisini hakem tayin edebiliyordu. Hakem tayin edilen kişi kendi mezhebine göre hüküm bildirip, bu hükmü mahkemede hâkime tasdik ettirebiliyordu (Bayındır, 2002: 69).

Kaza merkezinde görev yapan kadılar, ilmiye sınıfında önemli bir konumda bulunan baş-müftü denilen şeyhülislama bağlı durumdaydılar (Tanıdı, 2013: 4).

Şeyhülislamlar kadı, müftü ve müderrislerin atanmaları, terfileri gibi işlerin yanı sıra;

(16)

dinî-siyasî nitelikli fetva ve Divan-ı Hümâyun’a bilgi verme gibi görevleri de üstleniyorlardı (Fedayi, 1999: 448). Zira Osmanlı Devleti’nde genel olarak önemli konularda şeyhülislamların fikrine danışılmadan karar verilmiyordu (Çağatay, 1987:

629). Devlet mekanizması içinde ulemânın başında bulunmasına rağmen şeyhülislamların yargı ve hüküm verme yetkileri bulunmuyordu (Üçok, Mumcu ve Bozkurt, 1996: 195).

Klasik dönemde Osmanlı mahkemesinin esas olarak tek hâkimli ve tek dereceli olduğu görülmekteydi. İslam hukuku içerisinde çok hâkimli hukuk yapısı uygun olmakla birlikte birkaç istisna dışında bu sistem Osmanlı hukuk yapısına ve uygulamasına yabancı kalıyordu. Öyle ki, Divan-ı Hümâyun yüksek mahkeme olarak bir yargılama faaliyetinde bulunduğunda, yargılama işlemi yalnızca Rumeli kazaskeri tarafından yapılıyordu. Bu durumda Anadolu kazaskeri yargılama işine karışmıyordu (Aydın, 2003: 341-342, Tanıdı, 2013: 4-5).

Osmanlı hukuk sistemi içerisinde tüm kadıları görevlendirme yetkisi padişaha verilmişti. Padişah aynı zamanda halife ünvanını da taşıyor ve yargının başı sayılıyordu (Fendoğlu, 1996: 119). Bu geniş haklarına rağmen padişahlar kadıları tayin yetkisini kazaskerlere ve şeyhülislamlara bırakmıştı (Gedikli, 2004: 228-229).

Padişahın beratı ile tayin edilen kadıların tayin, azl ve nakil işlemleri “Anadolu ve Rumeli Kazaskerlikleri Dairesi” tarafından yapılıyordu. Kadılar bu dairelerde ruznâme denilen deftere kayıt ediliyorlardı. Eğer bir kadının tayini bu deftere kaydedilmez ise, elindeki berat geçersiz oluyordu (Ortaylı, 1994: 13).

Mahkemenin davaya bakabilmesi için, davacı kişinin dava açmış olması gerekiyordu. Dava, bir kişinin kadı huzurunda diğer kişiden hak talep etmesi idi.

Hak talebinde bulunan şahısa davacı, karşı tarafa da davalı deniliyordu. Davanın dilekçe ile açılma şartı yoktu. Davacının kadıya bizzat başvurması ile de dava açılmış oluyordu (Bayındır, 2002: 69).

Bir davanın geçerli olması için bazı şartlar aranmaktaydı. Bu şartlardan bazıları şunlardır:

1-Tarafların taraf ve dava ehliyetine sahip olmaları gerekiyordu.

2-Davalının şahsen bilinmesi gerekiyordu.

(17)

3-Yargılama sırasında davalı ve davacının mahkemede hazır bulunmaları gerekiyordu.

4-Dava konusunun bilinmesi ve meydana gelebilecek muhtemel dava konularından olması şarttı.

5-Davaya şahitlerin de dinlenmesi ile hakim huzurunda bakılmalıydı.

6-Davada davacının kendi iddiasını geçersiz kılan bir beyanı bulunmamalıydı (Cin- Akgündüz, 1990: 404-405).

Şer’î mahkemede açılan dava karşısında davalının tutumu ise şu şekillerde olabilirdi:

1-Davalı davayı inkar edebilir ve aksi deliller sunabilirdi.

2-Davalı davacının talebini kabul edebilirdi.

3-Davalı davacının talebini kısmen kabul ve kısmen inkar edebilirdi. Kabul edilen kısımda dava sona ererken, diğer kısımda ise dava devam ederdi (Cin- Akgündüz, 1990: 406).

Mahkemeye müracaat edildikten sonra, kadı davayı görmek isterdi. Kadı yargılama sırasında önce davacıyı sonra da davalıyı dinlerdi. Eğer davalı davacının iddiasını kabul ederse karar safhasına geçilir ve mesele açıklığa kavuşturulurdu. Eğer davalı iddiayı reddederse bu takdirde kadı davacıya iddiasını ispatlamasını söylerdi.

Fakat davacı iddiasını ispat etmek için delil getiremez veya lehine şahitler bulamaz ise, onun talebi üzerine kadı davalıya yemin etmesini emrederdi. Eğer davalı yemin ederse dava düşerdi. Ancak, davalı yemin etmeyi reddederse o takdirde hüküm davacı lehine verilirdi (Ortaylı, 1994: 56-57).

Osmanlı mahkemesinde kadıların kararına doğrudan etki etmeseler bile şuhûdu’l- hâl olarak belgelere geçirilen şahitlerde önemli bir yer tutarlardı. Şahitler mahkemede yapılan yargılamanın gözlemcisi konumunda bulunarak kadıların adaletli karar vermelerini sağlarlardı. Mahkeme sistemi içerisinde önemli bir konumda bulunmalarından dolayı şahitlerin seçilişi de gelişigüzel bir şekilde yapılmazdı. Çoğunlukla şahitler bölgenin ileri gelenlerinden seçilirdi. Saygın kişilerin ismi, kıymet ve hürmet ifade eden ünvanları ile birlikte mahkeme defterine

(18)

kaydedilirdi. Sıradan kişilerin ise sadece isimleri, mahalleleri ve meslekleri yazılırdı (Aslan, 1999: 53-55).

Osmanlı mahkemelerinin işleyiş şekillerinde, diğer İslam devletlerinde olduğu gibi fetva kurumunun ve müftülerinde önemli bir yeri bulunmaktaydı.

Müftüler bir taraftan bazı anlaşmazlıkların mahkemelere intikal etmeden barış yoluyla halledilmelerini sağlarken, diğer taraftan mahkemelerin uygulamalarını dolaylı bir şekilde etkileyerek, onlara belirli ölçüde yön veriyorlardı. Zira müftülerin verdikleri fetvalar kadıyı bağlamasa bile mahkemeye intikal eden anlaşmazlık ile verilen fetva birbiriyle uyumlu ise, kadının fetvaya aykırı karar alması yanlış karar vermiş olduğuna kuvvetli bir delil sayılabiliyordu. Bu sebepten dolayı kadıların genel olarak mahkemeye sunulan fetvalara uygun karar verdikleri görülüyordu (Aydın, 2003: 343).

Adalet sistemi içerisinde özellikle yargı alanında önemli görevler üstlenen ve şer’î mahkemelerin başında bulunan kadı, Osmanlı Devletinin halk ile olan ilişkilerinde de önemli bir köprü görevi görmekteydi (Tanıdı, 2013: 6). Arapça’da kazâ ( kadâ ) kökünden ism-i fail olan kadı, insanlar arasında çözüm bekleyen hukuki mesele ve davaları İslami hükümlere göre karara bağlamak üzere devletin yetkili makamları tarafından tayin edilen görevli kişiyi ifade etmektedir. Kadı kelimesi Kuran-ı Kerim’de ( Tâhâ 20/72 ) ‘‘hükmünü, sözünü geçiren’’ anlamında kullanılırken, hakim kelimesinin çoğulu olan hükkam da yine Kuran-ı Kerim’de

‘‘uhdesinde yargı yetkisi bulunan yöneticiler’’ olarak ifade edilmiştir (Atar, 2001:

66).

Osmanlı devlet yapısında devletin halk ile olan ilişkileri bakımından en önemli idarî bölümünü kazâ oluşturuyordu. Kazâ belli köyler grubunun doğal merkezi olduğu gibi, aynı zamanda; siyasî, kültürel, ekonomik ve sosyal bir merkez durumunda da bulunmaktaydı. Kazâ yapılanması idarî, beledî ve adlî olmak üzere üç yapılanmadan oluşuyordu. Bu üç yapılanmanın meydana getirdiği birliğin tümüne birden kazâ adı veriliyordu (Anıl, 1993: 43-44, Tanıdı, 2013: 6). Osmanlı kadıları da bu kazâ biriminde mahkeme yargıcı olmasının yanı sıra aynı zamanda bir noter, vakıf müfettişi ve belediye reisi olarak hizmet veriyorlardı (Ortaylı, 2006: 127).

(19)

Yargılama faaliyetinin yanında bulunduğu bölgenin yönetiminde de söz sahibi olması, kadılık kurumuna ayrı bir önem katıyordu. Bu bakımdan kadılık mesleğine tayinde devlet çok sıkı bir eleme usulüne başvurmaktaydı (Anıl, 1993:

58). Bir kadının atanması için kadı da başlıca şu nitelikler aranıyordu;

1-Kadı reşid olmalı

2-Temyiz gücüne sahip birisi olmalı

3-Doğru, dürüst ve iman sahibi bir kişi olmalı

4-Hukuki ehliyet ve davranış kabiliyetine sahip olmalı 5-Tarafsız olmalı

6-islam dinine mensup olmalı

7-Yeterli derecede hukuki bilgi sahibi olmalı

8-Erkek olmalıydı (Ortaylı, 1994: 9; Şafak, 1999: 420).

Osmanlı devletinde adliye teşkilatının en önemli kısmını oluşturan kadılar ilmiye sınıfından tayin ediliyordu. İlmiye sınıfı için insan yetiştiren en önemli kaynak medreselerdi. Devletin kuruluşu ile birlikte te’sis edilen medreseler içerisinde de, Fatih medreseleri ya da diğer adı ile ‘‘Sahn-ı Semân’’ medreseleri önemli bir yer tutmaktaydı. Bu medreselerin öğrencilerine danişmend adı veriliyordu. Medreseleri bitiren bir talebe mülazım adıyla Matlab veya Tarik denilen bir deftere kaydolunuyordu. Kadılığı tercih eden talebeler ilk önce kazâ kadılığına tayin ediliyordu. Kazâ kadılığına tayin edilen mülazımlar, kadılık derecelerinde yükselerek Şeyhülislamlığa kadar çıkabilme hakkına sahip oluyorlardı (Cin- Akgündüz, 1990:

275- 277).

Kadılar dereceleri bakımından iki büyük gruba ayrılıyorlardı. Birinci derecede mevleviyet denilen büyük kadılıklar yer alıyordu. Büyük ve önemli görülen eyaletlere, vilayet ve sancaklara mevleviyet denilen kadılar (Mevali) tayin ediliyordu. Mevleviyet kadıları kendi içinde de aldıkları maaşa göre iki kısıma ayrılıyorlardı. Bunlardan birincisi üç yüz akçe maaşlı devriye mevalisi adı verilen kadılıklardı. İkinci kısımda ise maaşları beş yüz akçeye kadar çıkan ve en önemli eyaletlere gönderilen kadılar yer almaktaydı. Mevleviyet kadılarından sonra ikinci

(20)

derecede kazâ kadılıkları bulunuyordu. Kazâ kadılıkları da kendi içerisinde sınıflara ayrılmaktaydı. Bunların en yüksek derecesine sitte, eşrâf-ı kuzât yada yüz elli akçeli kadılık ismi veriliyordu (Akgündüz, 1988: 68-69).

Kazâ kadısı tayinleri haftada dört gün devam eden Divan-ı Hümâyun toplantıları sırasında ve arz günü denilen günde kazaskerlerin durumu padişaha bildirmesi ile olurdu. Buna göre, tayin edilecek kadı Anadolu kadılarından ise Anadolu kazaskeri, Rumeli’den ise Rumeli kazaskeri elindeki defter ile padişaha müracaat edip irade alırdı. Divan toplantıları sona erdikten sonra kazaskerler, tayin edecekleri kadıları sadrazam aracılığı ile bildirirlerdi (Uzunçarşılı, 1984: 105).

XIV. yüzyıldan XVI. yüzyılın ortalarına kadar tüm kadıları tayin yetkisi Anadolu ve Rumeli kazaskerlerine bırakılmıştır. XVI. yüzyılın ikinci yarısından sonra ise mevali adı verilen büyük kadıları tayin yetkisi şeyhülislamlara verilmiştir (Akgündüz, 1988: 69). Tayin yetkilerindeki değişikliğin yanı sıra Osmanlı Devleti’nde kadının görev süresi için de tam bir süre sınırının konulmadığı görülmektedir. Zira XVII. yüzyılın sonuna kadar kadıların görev süresinde kesin bir kısıtlamaya gidilmemiştir. XVII. yüzyılın sonlarına doğru yeterli kadro olmaması, kadıların bulundukları bölgenin halkı ile yakınlaşmamaları ve hiyerarşide meydana gelebilecek tıkanıkların önlenmesi gibi nedenlerden dolayı kadıların düzenli görev süresi bir yıl olarak belirlenmiştir. Buna göre mevlevi kadılıklarının süresi XVI.

yüzyıldan itibaren önce üç yıla sonra iki yıla ve XVII. yüzyıldan sonra ise bir yıla düşürülmüştür. Küçük kadılıklar ise önce iki seneye sonra 20 aya indirilmiştir (Fendoğlu, 1999: 455).

İslam hukukuna göre adalet dağıtımı para karşılığı yapılan bir görev olmadığından bu işin ücretsiz olarak yapılması gerekiyordu. Bu duruma göre yargılama işlerini yürüten kadıların da maaş almadan adalet dağıtması dini bir gereklilik olarak ortaya çıkmaktaydı. Fakat devletin büyüyüp teşkilatlanması ve kadıların üzerine binen yükün artması sebebiyle adalet işlerinin ücretsiz olmasına yönelik ilkenin uygulanma alanı kalmadı (Anıl, 1993: 73, Tanıdı, 2013: 9). Kadıların görevlerini suistimal etme yoluna gitmelerini önlemek için Yıldırım Bayezid zamanında kadılık teşkilatının ilk düzenlemesi oluşturuldu. Yapılan düzenlemeye göre Padişahın iradesi ile vezir-i âzam Ali Paşa, kadılıkların yapacakları her

(21)

hukuksal işlem için alacakları harçların düzeyini gösteren bir sistem meydana getirdi (Mardin, 1977: 45).

Devlet sistemi içerisinde kadıların gerek tayinlerinde, gerekse ücretlerinde sürekli bir düzenlemeye gidilmesi bile onların Osmanlı adalet mekanizmasında ne kadar önemli bir rol oynadıklarını bize göstermektedir. Asıl olarak kadılara verilen önem ise İslami esaslardan kaynaklanmaktadır. Zira İslami esaslara göre kadılar kendilerini hem İslam peygamberinin şeriatının temsilcisi, hem de hükümdarın yardımcısı olarak görüyorlardı. Bu açıdan bakıldığında kadılar görev yaptıkları kaza bölgesinde devletin temsilcisi olarak halk üzerinde padişah adına velayet hakkını kullanıyorlardı. Kadının sahip olduğu bu velayete fıkıh’ta, ‘‘velâyet-i kazâ’’ yani yargılama hakkı adı veriliyordu (Anıl, 1993: 46).

İslamiyet kamu hayatında ve kişiler arası ilişkilerde temel olarak yalnızca şeriatı esas almaktaydı. Bunun yanında Osmanlı sisteminde örfî hukuk da kadıya yardımcı oluyordu. Üstün bir hukuk sistemi geliştiren Osmanlı Devleti’nde örf, hükümdarın kendi iradesine dayanarak şeriatın ilgi alanına girmeyen konularda devletin kanun koyma yetkisi olarak tanımlanmaktaydı (İnalcık, 2000: 27). Örf ve âdet kuralları, şer’î hukukun hükümlerini tamamlayan bir kanun makamında bulunuyordu. Buna rağmen kadı, sadece örf ve âdet kurallarına dayanarak hüküm veremezdi (Akgündüz, 1990: 48).

Osmanlı Devleti’nde yargı sistemi içerisinde kadıların bulunduğu şer’î mahkemeler dışında, Divan-ı Hümâyun da yargılama faaliyeti yürütebiliyordu.

Bunun dışında vezir-i âzam başkanlığında toplanan ikindi divanı gibi mahkeme yapıları da mevcuttu. Bu mahkemeler içerisinde önemli devlet meselelerinin görüşüldüğü yer olan Divan-ı Hümâyun, aynı zamanda bir temyiz mahkemesi olarak da görev yapmaktaydı. Bu haliyle Divan-ı Hümâyun kadıların verdikleri yanlış kararları düzeltebiliyor ve kadıların halledemedikleri davalara bakabiliyordu (Anıl, 1993: 24). Tüm bu hukukî yapıya rağmen Osmanlı hukuku’nun en önemli uygulayıcıları kadılardı. Bütün yargı faaliyetleri kadıya bırakılmıştı. Oluşturulan hukuk sistemi içerisinde, Padişahın zaman zaman hukuk dışına çıkma girişimlerinin yanı sıra, ehl-i örf denilen idarî sınıfın ve ilmiye sınıfından olan molla, müderris gibi kişilerin yargı faaliyetine karışmalarına izin verilmemiştir (Bilgin, 2002: 58).

(22)

Kadı her ne kadar ilmiye sınıfından olsa da, yargılama faaliyetinin yanında bulunduğu bölgenin idarecisi olarak da görev yapmaktaydı (Bilgin, 2002: 58). Bu geniş görev yetkisine rağmen Osmanlı Devleti’nde yargı ile siyaset birbirinden ayrıldığından, kadının devlet yönetimi ve siyasî konularda karar alma yetkisi bulunmuyordu. Buna göre kadılar devletin siyasî ve idarî işlerine karışamaz, ganimetleri paylaştıramaz, ordunun düzenine müdahalede bulunamaz ve devlet başkanının yani padişahın izni olmadan asileri öldürme emri veremezdi (Fendoğlu, 1996: 123-124).

Geniş görev yetkilerine bağlı olarak kadılara yardımcı olan ve onların isteklerini yerine getiren çeşitli görevliler bulunmaktaydı. Bu görevlilerin başında naibler gelmekteydi. Naibler kadı mahkemesinin asli görevlilerinden olup, kadı tarafından tayin edilirlerdi (Ortaylı, 1994: 63). Naib kelimesi Osmanlı hukukunda iki anlama gelmekteydi. Bunlardan birincisi; tüm kadılar, sultanın vekili olarak kabul edildiklerinden bunlara da naib ve çoğul anlamda nüvvab denilirdi. İkinci olarak ise;

kadıların bazı durumlarda davalara bakmak için kendi yerlerine görevlendirdikleri şahıslara verilen isimdi (Akgündüz, 1988: 72).

Özellikle yargı alanında önemli bir rol oynayan naiblerden başka kadının yardımcısı durumunda bulunan kâtipler gibi başka görevliler de vardı. Katipler mahkeme sicillerinin saklanmasından ve düzgün tutulmasından sorumluydular.

Bunun yanında adliye örgütü içerisinde mahkeme ile ilgili yazışmaları yürütmek de, yine katiplerin göreviydi (Ortaylı, 1994: 64). Katiplerden sonra bir diğer önemli görevli ise muhzırlardı. Muhzırlar davacı ve davalıları mahkeme huzuruna getiren memurlar olarak adlandırılıyorlardı. Bu sayılanların dışında ayrıca müşavirler, hademeler ve kapıcılar da, Osmanlı adliye teşkilatının önemli görevlileri arasında yer alıyorlardı (Cin – Akgündüz, 1990: 280-281).

Kadı bulunduğu bölgenin sadece yargılama işleri ile değil, idarî işleri ile de uğraştığından, yargı görevinin dışında şehrin asayişi, yönetimi, esnaf loncalarının denetimi, pazar yerlerinin kontrolü, vakıf, okul ve camilerin denetimi, narh ve fiyat kontrolü, imar ve altyapı hizmetleri ile de yakından ilgilenmekteydi. Kadı bu işleri yerine getirirken subaşı, asesler, kale dizdarları ve muhtesip gibi görevlilerle de ortak bir uyum içerisinde çalışmaktaydı (Ortaylı, 1994: 34-40).

(23)

XIX. yüzyıldan önce Osmanlı adalet teşkilatının önemli bir parçası olan kadıların yetkileri ve görevleri, XIX. yüzyılda II. Mahmut döneminden itibaren azalmaya başladı. 1837 yılında tüm kadılar şeyhülislama bağlandı ve kadıların idari yetkileri de kaldırıldı. Yine 1838 yılında kadıların yetkilerini kötüye kullanmalarını önlemek için ‘‘Târik-i İlmiye Dâir Ceza Kanunnâme-i Hümâyunu’’ yürürlüğe konuldu (Cin- Akgündüz, 1990: 283). 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı ise Osmanlı hukuk sisteminde büyük değişmelere yol açan süreci başlattı. Tanzimat dönemi öncesinde yargı teşkilatında İslam hukuku egemen olurken, Tanzimat dönemi ile birlikte İslam hukukunun yanında batı hukuku da devreye girdi.

Oluşturulan batı tarzı kanunlaştırma hareketleriyle, Tanzimat’tan önce mevcut durumda olan şer’î mahkeme, cemaat ve konsolosluk mahkemelerinin yanında bir de ticaret karma mahkemesi ve asliye karma mahkemesi kuruldu (Hayta- Ünal, 2010:

136-137).

İslam hukukunun yanında Tanzimat döneminde batı hukukunun da etkinlik kazanması kadı ve şer’î mahkemelerin durumlarında da önemli değişikliklere yol açtı. 1840 tarihindeki “Tâlimnâme-i Hükkâm” talimatnamesi ile nâibler kadıların kontrolünden çıkarılarak, atamaları merkezileştirildi. Tanzimat Fermanı’ndan sonra eyalet ve sancaklarda oluşturulan meclislere de yargı yetkisinin verilmesi ile şer’î mahkemelerin yetkileri sınırlandırıldı. 1849 yılında ilan edilen ‘‘Eyalet Meclisleri Nizamnamesi’’ ile kişiyi ilgilendiren özel hukuk alanı şer’î mahkemelere bırakılarak, yetkileri dahilindeki konular kısıtlandı (Feyzioğlu, 2010: 104-105).

XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren şer’î mahkemelerin Osmanlı hukuk sistemi içerisinde oynadıkları rol daha da azalmaya başladı. 1870 tarihinde nizamiye mahkemeleri’nin kurulması ile özellikle ceza hukuku alanında bir hukuk ikilemi meydana geldi. Şer’î mahkemenin kaldırılmadan, batı hukukunun hakim olduğu nizamiye mahkemeleri’nin kurulması, bazen bir suçlunun her iki mahkemede de yargılanmasına yol açtı (Rumpf, 1999: 486).

Nizamiye mahkemeleri ve şer’iyye mahkemeleri’nin görevlerinin belirlenmesinde karışıklıklar meydana gelince, devlet tarafından yeni düzenlemelere gidildi. Yapılan ilk düzenlemeye göre, şer’iyye mahkemeleri sadece vakıf mallarının aslına, vasiyete, vasi tayin ve azline, yetim mallarına, miras hukukuna ve diğer şer’ î

(24)

davalara bakabilecekti. Diğer konular ise nizamiye ahkemeleri’nin yetki alanına bırakılacaktı. 1913 tarihli ‘‘Kanun-ı Muvakkat’’ ile kadı mahkemelerinin yetkileri bir kez daha kısıtlanarak, sınırlı süreli kadılık düzeni kaldırıldı. Kadılık için 25 yaşını doldurma şartı getirildi. 1916 yılında kazaskerlik ve evkaf mahkemeleri gibi, tüm şer’iyye mahkemeleri de adliye nezaretine bağlandı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra ise 1924 tarihli “Mahâkim-i Şer’iye’nin ilgasına ve Mahâkimin Teşkilatına ait Ahkâmı Muâdil Kanûn” ile şer’iyye mahkemelerinin görevine tamamen son verildi (Cin-Akgündüz, 1990: 285-286).

Osmanlı Devleti’nin en önemli yargı kurumu olan kadı mahkemelerinin faaliyette bulundukları dönem içerisinde devletin dinî, hukukî, iktisadî, idarî ve askerî kurumları hakkında günümüze kadar ulaşan çok değerli tarihi belgeler de bıraktıkları görülmektedir. Şer’iyye sicilleri dediğimiz bu belgeler, Osmanlı topraklarında yaşayan tüm insanları ilgilendiren olayları, idarî düzenlemeleri ve mahkeme kararlarını içerisinde barındırmaktadır. Şer’iyye sicilleri ya da diğer adı ile kadı sicilleri, XV. yüzyılın ilk yarısından XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar geçen uzun zaman diliminde, Osmanlı halkının iktisadî, siyasî, sosyal ve hukukî hayatının aydınlatılmasında önemli bir kaynak vazifesi görmektedir (Akgündüz, 1988: 11, Tanıdı, 2013: 11). Siciller yalnızca yargı yetkisine değil, aynı zamanda bulunduğu bölgede idarî yetkiye de sahip olan kadıların verdikleri kararları, tuttukları zabıtları, devletin yüksek makamları ile yaptıkları yazışmaları da içeren önemli birer tarihî belge konumundadırlar (Akgündüz, 1988: V , Tanıdı, 2013: 11).

Sicil kelimesi sözlükte ‘‘Okumak, kaydetmek ve karar vermek’’ anlamında kullanılmaktadır. Terim olarak ise insanlarla ilgili tüm hukukî olayları, kadıların verdikleri kararın suretlerini, hüccetleri ve yargıyı ilgilendiren çeşitli yazılı kayıtları içeren defterleri ifade etmektedir (Akgündüz, 1988: 17). Resmi statü taşıyan her türlü kayıtların toplanmış olduğu bu defterlere ‘‘Şer’iyye sicili, kadı defterleri, mahkeme defterleri, defâtir-i şer’iyye ve zabıt defteri’’ gibi isimler verilmiştir (Taş, 1998: 178).

Şer’iyye sicillerinin yazıları genellikle ta’lik kırması olmakla birlikte, kağıtları çok sağlam ve parlaktır. Yazıda kullanılan mürekkepler günümüzde bile parlaklığını muhafaza edecek kadar kalitelidir. Defterlerin genel olarak eni dar, boyu uzundur. Buna göre 40 cm boyunda olan bir defterin eninin yaklaşık 16-17 cm

(25)

olduğu görülmektedir. Kadıdan kadıya bırakılan bu defterlerin başında genellikle Arapça yazılmış olan dibace yani bir giriş kısmı bulunmaktadır. Bu kısımda Allah ve peygamberine saygı arz edilmekte, daha sonra sicili tutan kadının ismi ve ünvanı yazılmaktadır (Akgündüz, 1988: 18-19).

Şer’iyye sicillerindeki kayıtlar belli bir usule göre deftere kaydedilmiş, bu sisteme de ‘‘Sakk-ı Şer’î’’ usulü adı verilmiştir. Sicillerdeki yazı dili ilk başta Arapça ve Türkçe karışık iken, XVII. yüzyılın sonlarından itibaren sakk kitaplarının telif edilmesiyle Türkçeleşmiştir. Bu şekilde şer’iyye sicillerinde bir üslup birliği sağlanmıştır. Bunun yanında eski tarihli sicil defterlerinde vakıf tescili dışındaki tüm kayıtların genel olarak bir sayfanın yarısını geçmediği, hatta çoğunlukla bir sayfaya beş, altı, bazen yedi, sekiz hukukî işlemin kaydedildiği görülmüştür (Akgündüz, 1988: 18-19).

Sicil defterlerinde genel olarak belirli bir sistem, yazı stili ve üslup oluşturulmasına rağmen, eski siciller ile Tanzimat döneminden sonraki siciller arasında birtakım farklılıklar meydana gelmiştir. Buna göre eski defterler daha küçük ve dar iken, Tanzimat’tan sonra mahkemenin son kararında, şahitleri gizli ve açık olarak belirtenlerin isimleri, adresleri kaydedilmiş ve gerekçeler daha uzun tutulmuştur. Bu yüzden bu tür defterler eskilerinden daha büyük ve geniş olmuştur (Akgündüz, 1988: 19, Yurtışığı, 2009: 43).

Siyasî tarihin yanı sıra askerî kültürel, iktisadî ve sosyal yapı hakkında oldukça değerli bilgiler veren şer’iyye sicilleri, belge çeşitliliği açısından da son derece zengin bir kaynak durumundadır. Kadı sicillerinde yer alan belgeleri şu şekilde sıralamak mümkündür;

1-Merkezden gönderilen ferman, berat ve mektuplar,

2-Beylerbeyi, vali, sancakbeyi, mutasarrıf, mütesellim v.b. mahalli yöneticilerin çeşitli konularda, sancak veya şehir meselelerini çözmek için yayınladıkları buyruldular ile bunların icraatlerini gösteren kayıtlar,

3-Kadıların çeşitli konularda merkeze gönderdikleri i’lâmlar ile şehir yönetiminde kişi ya da çeşitli müesseseler arasında doğan anlaşmazlıkları çözüme kavuşturmak için verdikleri hüccetler,

(26)

4-Şehrin mahalle listeleri, dinî ve sosyal yapıların inşası, bakım ve tamirlerinin yapılması, şehirde yapılan imar faaliyetleri, imar işlerinde kullanılan inşaat malzemelerinin çeşitleri ve fiyatları ile ilgili vesikalar,

5-Şehir nüfusunu, nüfusun dinî ve ırkî yönden ayrımını, bu nüfusun zaman zaman maruz kaldığı hastalık ile doğal afetleri anlatan belgeler,

6-Evlenme, boşanma, kız kaçırma, mehir bağlama, alım-satım, mukavele ve kefalet senetleri, kalpazanlık, hırsızlık, yaralama ve öldürme ile ilgili belge ve kayıtlar 7-Şehirdeki esnaf grupları, bunların meslekleri ile ürettikleri malların çeşitleri, çarşı ve pazarda satılan malların narh listeleri, usta ve ırgat ücretleri ile ilgili kayıtlar, 8-Sancak ve şehir halkından alınan vergi miktarları, bu vergilerin toplanmasında yararlanılan avârız hanesi ile ilgili listeler,

9-Altın ve para meseleleri ile farklı türden eşya fiyatlarını gösteren belgeler,

10-Ölen kişilerin meslekleri ile mal varlıklarını gösteren terekeler ve bu kayıtlarda yer alan etnografik eşya listelerini içeren belgeler yer almaktadır (Yılmazçelik, 1998:

160-162).

İmparatorluğun genel yapı ve düzeni içerisinde yukarıda sözü edilen bütün belgeleri kapsadığı için, şer’iyye sicillerinin önemi rahatlıkla anlaşılmaktadır. Tarih araştırmalarında ilk elden kaynak durumunda bulunan siciller; devrinin sosyo- ekonomik yapısından, etnografyasına, konuşulan diline kadar tüm özellik ve incelikleri yansıtmasından dolayı ayrı bir önem taşımaktadırlar (Kayıran, 1983: 132).

Bunun yanında kadıların devlet ile yaptıkları resmi yazışmaları, halkın şikayet ve isteklerini, mahallî idarelere ait hukukî düzenlemeler olarak ferman ve hükümleri, en önemlisi de ait olduğu bölgenin sosyal ve iktisadî hayatını yansıtan mahkeme kararlarını içeren bu siciller araştırılmadan Osmanlı Devleti’nin siyasî, idarî ve sosyal tarihini tam olarak ortaya koymak mümkün gözükmemektedir (Taş, 1998:

178- 179).

Şer’iyye sicilleri başta hükümdar olmak üzere her derecedeki büyük ve küçük makamlardan beylerbeyine, sancak beylerine, kadılara, mütesellimlere, müftülere, dizdarlara, defterdarlara, müderrislere, mütevellilere, voyvodalara, eminlere, altı bölük yerlerine, âyân-ı vilâyet ve iş erlerine hitaben yazılan ferman, berat, divan

(27)

tezkiresi, mektup ve tezkere gibi resmi nitelikteki emir ve yazı kopyalarını içermektedir (Ongan, 1958: X-XI).

Siciller, Türk halkının ve özellikle de Anadolu insanının yaşam ve geçim tarzını, yetiştirdikleri zirai ürünleri, imal ettikleri sanayi mamüllerini, meşgul oldukları zanaat ve meslek çeşitlerini, ithalat ve ihracata yönelik eşya, toplanan vergiler, carî para cins ve değerlerini, enflasyon ve develüasyonun tarihi sürecini bize gösteren temel kaynaklardan birisidir (Yurtışığı, 2009: 46, Tanıdı, 2013: 14-15).

Yine sicillerde öteki defterlerin aksine, herhangi bir kazaya ait fiyatları yıllık, hatta aylık olarak takip etmek mümkün olduğu gibi bu fiyatları öteki kazalarla karşılaştırmak da mümkün olmaktadır. Bu yönüyle siciller fiyat tarihi araştırmaları için en temel kaynaklardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır (Öztürk, 1991: 93).

Buradan hareketle kadı sicillerinde zaman zaman narh tespitlerine rastlandığı gibi, bazı sicillerin tamamen narh defteri olarak tutulduğu görülmektedir (Baltacı, 1985:

129).

Birinci elden kaynak olarak nitelendirebileceğimiz şer’iyye sicilleri askerî bakımdan da büyük bir önem taşımaktadır. Zira mahallinde meydana gelen askerî olayları sicillerden kesintisiz takip etmek mümkündür. Bu açıdan bakıldığında siciller; asker toplanması, askerin adedi, nereye nasıl gidecekleri, iaşeleri, sakatlık, ölüm, görevden uzaklaştırma, izin, emeklilik, destek hizmetleri, ikmal, taktik planlama, bedel gibi askerî tarih açısından son derece önemli konulara değinmektedir (Kayıran, 1983: 132).

Kadı sicilleri; vakfiye kayıtları, vakfa ait alacak davaları, vakıf mukataaları ve tamirler dolayısıyla isimleri geçen cami, medrese, muallimhane, imaret, türbe, zâviye, kale, kervansaray ve kilise adları gibi eski sanat eserlerinin varlığını ortaya koymaktadır. Hatta bu kayıtlardan kitabesiz âbidelerimizin inşa ve tamir tarihlerini tespit edebileceğimiz gibi tamiratta kullanılan malzemenin cins ve çeşidini öğrenmek de mümkündür. Bu bakımdan kadı defterlerinin mimarî tarihimiz bakımından da dikkate değer kaynaklardan biri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır (Ongan, 1958: XII).

(28)

Sicillerde kişi adları, kasaba, köy, mahalle, semt isimleri de önemli bir yer tutmaktadır. Bunlardan kadın, erkek adları ile unvan ve lakaplar dil bakımından incelenmeye değer nitelikte konulardır. Yine eskiden oturulan veya oturulmayan yerler, köy, kasaba, mahalle, mezraa ve özellikle aşiret ve cemaat adlarını içeren kayıtlar, iskan tarihimiz açısından büyük bir önem taşımaktadır (Yılmazçelik, 1998:

165).

Şer’iyye sicillerinde birçok devlet adamları, müderris, âlim, şair, sanatkar ve mimar isimleri de geçmektedir. Her ne kadar bu kişilerin biyografisi hakkında geniş bilgi vermese de, siciller adı geçen kişilerin yaşantısına dair önemli ipuçları vermektedir. Özellikle şair yaradılışlı bazı kadı ve naiplerin sicillerde rastladığımız kendilerine ait şiirleri, edebiyat tarihimiz için önemli örneklerdir. Bunun yanında siciller tıp tarihi bakımından da araştırmaya değer kaynaklardan birisidir. Zira bu defterlerde, cerrahlarla hastalar arasında mahkemeler aracılığı ile tanzim edilmiş bulunan mukaveleler ve ameliyat senetlerine, ilaç adlarına, tedavi usullerine, darüşşifalara, tecrithanelere dair ara sıra rastladığımız kayıtlar, tıp tarihi açısından küçümsenmeyecek derecede önemlidir (Ongan, 1958: XI-XIV).

Siciller Osmanlı aile yaşantısına dair de önemli bilgiler içermektedir. Sicil kayıtlarından eski aile yapısını, nişanlanma, evlenme ve buna benzer kurumların nasıl işlediğini, erkeğe ait sanılan boşanma hakkının kadın tarafından nasıl kullanıldığını, şiddetli geçimsizliğin kadına evliliği sonlandırma hakkını verdiğini, karı-koca arasındaki mal ayrılığı durumunu, karı-kocanın çocuklar üzerindeki hak ve görevlerini, mehir olarak nelerin verildiğini öğrenmek mümkündür (Akgündüz, 1988: 13, Tanıdı, 2013: 16).

Şer’iyye sicillerinin en önemli yönü, yukarıda saydıklarımızla paralel olarak hukuk tarihimizi ilgilendiren kayıtlar içermesidir. Hukuk tarihimiz açısından sadece kanunnamelere bakarak Osmanlı hukuk uygulamaları hakkında değerlendirme yapmak doğru olmayacaktır. Osmanlı hukukunun kaynağını, İslam hukukunun ne derece uygulandığını, Kur’an ve Sünnet’in tam bir açıklama getirmediği alanlarda padişahların yasama yetkilerinin sınırlarını tüm açıklığı ile görebilmek ve sağlıklı bir neticeye varabilmek için mutlaka şer’iyye sicillerine de başvurmamız yerinde olacaktır (Aslan, 1998: 189-190).

(29)

Çeşitli konulara dair oldukça önemli tarihi vesikalar içeren siciller, içerdiği belgelerin türü bakımından da oldukça zengindir (Tanıdı, 2013: 16). Siciller iki grup belgeden oluşmaktadır. Birinci grupta defterin ait olduğu şehirde, kadının da katılmasıyla meydana gelen gelişmelerin kayıtlarının yer aldığı hüccet ve i’lâmlardan oluşan belgeler yer almaktadır. İkinci grupta ise devlet merkezi ile diğer makam ve görevlilerle kadı arasında yapılan yazışmalardan oluşan ferman, berat, mektup, buyruldu v.b. belgeler bulunmaktadır (Avcı, 1998: 196-197).

Siciller tutulma şekilerine göre ise üçe ayrılmaktadır. Bunlardan birincisi, tereke, vekalet, i’lâm ve hüccet gibi sadece bir konuya ait kayıtların bulunduğu defterler; ikincisi, bir tarafına evlenme-boşanma, cürm-cinayet v.b. mahalli olayların, diğer tarafına ise merkezden gelen ferman, berat, izinname v.b. belgelerin kaydedildiği defterler; üçüncüsü ise konu ve tarih sırasına önem verilmeden karışık olarak tutulan belgeleri içeren defterlerdir (Taş, 1998: 178).

Kadı sicilleri daha önce de belirttiğimiz üzere, içerisinde çok değerli belgeler barındırmaktadır. Bu yüzden defterdeki belge çeşitleri hakkında fikir sahibi olmak önem taşımaktadır. Çalışmamız içerisindeki hükümlerin büyük bir kısmını kassamlar ile birlikte tereke kayıtları meydana getirdiğinden, ilk olarak tereke belgelerine dair bilgi vermek yerinde olacaktır. Asıl olarak tereke kayıtları ile kassam kayıtları arasında fark yoktur. Kassam, Osmanlı mahkemesinde vefat eden bir kişinin terekesini İslami kurallara göre mirasçılar arasında paylaştıran mahkeme görevlisidir.

Kassamın tuttuğu bu kayıtlara da kassam defteri denilmektedir (Akgündüz, 1988:

75).

İslam hukukunda tereke, vefat eden kişinin geride bıraktığı ve mirascılarına kalan şeylerdir. Hanefi mezhebine göre tereke ya mal, ya da mala bağlı haklardır.

Buna göre aşağıda yer alan mal ve haklar terekenin kapsamına girmektedir;

A- Taşınır ve taşınmaz olan, mislî, kıyemî tüm mallar.

B- Ölünün alacakları ve lehine hüküm verilmiş tazminatlar.

C- Borçlar ve eşya hukukunda söz konusu edilebilecek olan irtifak hakları ve hapis hakları (Karaman, 2010: 172- 173).

(30)

Bunlara mukabil menfaatler ile kişisel haklar terekeye dahil olamaz. Örneğin;

kiracının kiraladığı eşya üzerindeki hakkı menfaat olduğu için, kiracı öldüğü zaman kira sözleşmesi de sona ermektedir (Karaman, 2010: 173).

Miras hukukuna uygun olarak terekenin yazımında takip edilen başlıca yöntemler şunlardır;

A- Ölen kişinin mahalle ve köyü,

B- Terekenin kimler arasında pay edileceği, C- Henüz reşit olmayanlar için vâsi nasb ve tayini, D- Miras sahipleri tarafından miras taksim isteği, E- Terekenin yazıldığı zamanı gösteren tarih, F- Terekedeki mal ve haklar,

G- Techiz, tekfin, borçlar, vasiyetler, vergi borçları, resm-î kısmet gibi şeylerin yazılarak terekeden çıkarılması,

H- Mirasçılar arasında bölüştürülmek üzere kalan para ve mallar (Polat, 2003:

23-24).

İslam hukukuna göre terekeden hak sahibi olanlar ise şunlardır;

1- Ashabu’l Ferâiz (Belli payları olan mirasçılar) : Bunlar Kur’an- ı Kerim, Sünnet veya icma ile hisseleri belirlenmiş olan kimselerdir.

2- Nesep yönünden asâbe durumunda olan mirasçılar: Bunlar farz sahibi mirasçılar hisselerini aldıktan sonra terekeden geriye kalanı, farz sahibi mirasçılar olmayıp, yalnız kaldıkları zaman da mirasın tümünü alan mirasçılardır.

3- Sebep yönünden asâbe: sahibi olduğu köleyi bedelli veya bedelsiz olarak azad etmiş kimselerdir.

4- Sıra ve derecelerine göre sebep yönünden asâbe olan kişilerin asâbe binefsihi grubunu meydana getiren mirasçıları,

5- Terekenin geri kalan kısmı, belirli olan payları dahilinde farz sahibi mirascılara red yoluyla tevzi edilir.

(31)

6- Farz sahibi mirasçılara red yoluyla verilme durumu söz konusu olmadığında, yakın akrabalardan mirasçı olanlar,

7- Mukaveleli Varis: Bu iki kişinin birbirine mirasçı olma konusunda anlaşmalarıyla doğan hukuki münasebete denilmektedir.

8- Nesebi ikrar aracılığıyla başkasına nisbet edilen hısımlar, 9- Kendisine terekenin tümü vasiyet edilen kişiler,

10- Beytü’l- Mal: Terekeden hak sahibi olan kişilerden kimse mevcut değilse, kişinin terekesi devlet hazinesine teslim edilir (Akgündüz, 1986: 282-283).

Terekeden miras almaya hak kazanan pay sahipleri erkeklerden 12 kişidir.

Bunların başlıcaları; Baba (eb), dede (cedd-i sahih), murisin babası, babasının babası.

Anası bir olan erkek kardeşler (evlâdü’l-üm) ve koca (zevc). Kadınlardan ise hak sahipleri 8 kişidir; Bunlar zevce, kız (bint, sulbiye), ana baba bir olan kız kardeş (ahavât lehüma, şakikât ), oğlun kızı, oğlun oğlunun kızı. Oğlunun kızı (bintü’l- ibn, ibniyye), babası bir olan kızkardeşler (uhtü’l eb), anası bir olan kız kardeş (uht liüm), ana (üm) ve nine şeklindedir (Akgündüz, 1986: 285).

Tereke defterleri miras hukukunun yanı sıra ölenlerin kökenini, medeni hallerini, aile yapılarını gösterdiği gibi, vefat eden kişinin sahip olduğu tüm kılık- kıyafetlerini, ev eşyalarını, mobilyalarını, çiftlik veya hayvancılıkla ilgili malzemelerini, ev, bağ, bahçe, dükkan, değirmen, çiftlik gibi gayri menkulleri, bina çeşitlerini, hayvanların cins ve miktarlarını, sanat, ticaret ile ilgili malzemeleri ve bu malların tahmini veya fiili fiyatlarını ayrı ayrı görmemize imkan tanımaktadır. Bu defterlerin araştırılması ile bir devrin sosyal sınıflarını, bunların toplum içindeki durumlarını, kılık-kıyafet ve servetlerinin dağılımını, çeşitli malların o günkü câri fiyatlarını, vefat eden kişinin arkasından yapılan dini nitelikli faaliyetleri tespit etmek mümkündür (Yurtışığı, 2009: 52).

Kadı sicilleri içerisinde tereke kayıtları dışında farklı belge çeşitleri de bulunmaktadır. Bu belgelerden birisini hüccetler oluşturmaktadır. Osmanlı Devleti’nde kadıların şer’î ve kazâî konulara dair yazmış oldukları vesikalara hüccet adı verilmektedir. Hüccet bir davayı ispat eden şâhitlik, yemin veya yeminden kaçınma (nukûl) anlamına gelmektedir. Kadı sicillerindeki anlamıyla hüccet,

(32)

hâkimin hükmünü içermeyen, taraflardan birinin ikrarıyla diğerinin tasdikini kapsayan ve üzerinde bunu düzenleyen hâkimin mührünü ve imzasını taşıyan yazılı belgedir. Kadının ismi ve mührü göreve başladığı zaman sicil defterinin başında yer aldığından defterdeki kayıtlarda bulunmamaktadır (Kurt, 1999: 173).

Hüccetler konularının özelliklerine göre kendi içerisinde çeşitlere ayrılmıştır.

Bunlardan birincisi evlenme ile ilgili olan nikah hüccetleridir. Bu grup içerisinde küçüğün anası, babası veya kadı tarafından velâyeten evlendirilmesi, kadının vekil tarafından evlenme akdinin yapılması gibi konuları içeren hüccetler bulunmaktadır.

İkincisi boşanma ile ilgili hüccetlerdir. Üçüncüsü ise evlenmenin feshine ilişkin hüccetlerdir. Bu grup içerisinde de mehir ve nafaka hüccetleri gibi hüccetler yer almaktadır. Bunların dışında sicillerde satım akdi hüccetleri, ikrar, havale, şehadet, kısas, diyet, sulh, ibre ve iflas gibi hüccetler ile, kethüda, subaşı ve benzeri görevlilerin tayini ile ilgili hüccetler de bulunmaktadır (Yurtışığı, 2009: 48).

Şer’iyye sicillerinde yer alan bir başka belge çeşidi de i’lâmlardır. Kadının bir davada şeriata göre verdiği hükmü ile üzerinde imza ve mührünü taşıyan vesikaya i’lâm denilmektedir. İ’lâmlarda davacının mahallesi ve kimliği, davalının mahallesi ve kimliği, varsa vekilleri yazılmaktadır. Bu vesikalarda davacının iddiası ve davalının savunması açıklandıktan sonra, kadı kesin ve açık bir biçimde hükmünü belirtmektedir. İ’lâmın hüccetlerden farkı da kadının hükmünü bildirmiş olmasıdır.

Eski tarihli i’lâmlarda kadının imza ve mührü belgenin üst kısmında yer alırken, son zamanlı i’lâmlarda kadı ve başkâtibin belgenin altına mühür bastıkları görülmektedir (Kurt, 1999: 174).

Hüccet ve i’lâmlardan farklı olan ve genellikle şekil ve ifade açısından i’lâmlarla karıştırılan sicil belgelerinden birisi de ma’ruzlardır. Ma’ruz kelime olarak

‘‘arz edilen şey’’ anlamına gelmektedir. Kadı tarafından yazıldığı halde kadının kararını içermeyen ve hüccet gibi hukuki bir durumun tesbiti açısından yazılı delil olarak kabul görmeyen ve sadece kadının icra makamlarına idari bir durumu bildirdiği yazılı kayıtlara veya halkın icra makamına ya da kadıya hitaben yazdığı şikayet dilekçelerine ma’ruz denilmektedir. Kadı tarafından kaleme alınan ma’ruzların i’lâmlardan farkı kadının kararını içermemesidir (Akgündüz, 1988: 36- 37).

(33)

Sicillerde yer alan bir diğer belge türü ise müraselelerdir. Kazaskerlerin kadılara ve kadıların nâiblere gönderdikleri tayin ve yetkilerini açıklayan yazılara

‘‘mürasele’’ adı verilmektedir (Kurt, 1999: 175-176). Kadının kendisine denk veya aşağı rütbedeki kişi ya da makamlara hitaben kaleme aldığı yazılı belgeler olan müraselelere çoğul anlamda ise ‘‘müraselât’’ denilmektedir. Müraseleler çoğunlukla ya sanığın mahkemeye celbi isteğini içeren müraseleler veya değişik konulara ilişkin müraseleler olabilirlerdi (Yurtışığı, 2009: 51).

Hüccet, i’lâm, ma’ruz ve mürasele gibi kadı tarafından kaleme alınan belgeler dışında, başka makamlardan kadılık makamına gönderilen belgelerin de sicillerde yer aldığı görülmektedir. Bu belgelerin başında padişahtan gelen ferman ve emirler gelmektedir. Bu belgeler sicillerde ‘‘evâmir ve ferâmin’’ diye zikredilmektedir.

Gönderilen bu belgelerde padişah, ya çelişkili olan bir şer’î olayda mevcut görüşlerden birini tercih ettiğini kadıya bildirir; ya da şer’î hükümlerin uygulanmasını te’yid etmek için yazılı emir gönderirdi. Bunların dışında genel nitelikli olmayıp, hususi şahısları ilgilendiren vazife tevcihi, ticaret beratı ve benzeri konulara ilişkin olarak yazılan ferman, berat ve nişanların bir suretleri de şer’iyye sicillerine kaydedilirdi (Akgündüz, 1988: 39-42).

Kadılık makamına gönderilen bir diğer önemli belge ise buyruldulardır.

Türkçe ‘‘buyurmak’’ mastarından yapılmış bir isim olan buyruldu, Osmanlı diplomatiğinde sadrazam, vezir, defterdar, kazasker, kapdan paşa ve beylerbeyi gibi yüksek rütbeli görevlilerin kendilerinden aşağı mevkilerde bulunanlara gönderdikleri emirler anlamına gelmektedir (Kütükoğlu, 1994: 197).

Kadı sicillerinde yer alan ve başka makamlar tarafından gönderilen bir diğer belge çeşidi de tezkire ve temessüklerdir. Osmanlı diplomatiğinde genellikle üstten alta veya aynı seviyedeki makamlar arası yazılan ve resmi bir konuyu içeren belgelere tezkire adı verilmektedir (Akgündüz, 1988: 46). Temessük ise sözlükte

‘‘tutunma’’, ‘‘yapışma’’, ‘‘sarılma’’ anlamına gelmektedir. Diplomatik bakımdan temessük, bir borcun ödenmesinin kabul edilmesi, bir şeyin teslim alındığının gösterilmesi gibi konularda karşı tarafa yönelik verilen bir nevi senettir. XIX.

yüzyılın ikinci yarısından itibaren ‘‘temessük’’ kelimesinin yerini zamanla ‘‘sened’’

in aldığı görülmektedir (Kütükoğlu, 1994: 281).

(34)

Şer’iyye sicilleri günümüzde Ankara Milli Kütüphanesi, İstanbul Müftülük Arşivi ve Bursa Milli Kütüphanesi gibi önemli merkezlerde araştırmacıların faydalanabilmesi için muhafaza altına alınmıştır (Tanıdı, 2013: 19). Osmanlı ve Türk tarihi için son derece önemli bilgiler içeren kadı sicillerine yönelik çalışmalar son yıllarda hız kazanmıştır. Özellikle 2000’li yılların başından itibaren sicil çalışmalarının artarak devam ettiği görülmektedir.

Sonuç olarak, kadı sicilleri hüccet, i’lâm, buyruldu, ferman, berat ve ma’ruz gibi hukukî, adlî ve sosyal içerikli vesikaların yanı sıra, belediye hizmeti alanına ilişkin olarak da önemli belgeler barındırmaktadır. Buradan hareketle kadı sicillerinin arşivlerimiz açısından Tahrir ve Mühimme defterlerine göre daha zengin bir içeriğe sahip olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır (Aslan, 1998: 187).

1.2. Tarihsel Süreçte Sivrihisar

Sivrihisar nüfus ve kapladığı alan bakımından Eskişehir’in en büyük ilçelerinden biri durumundadır (Becerik, 2002: 1). İlçe Eskişehir’e 100 km.

uzaklıktadır ve Eskişehir – Ankara devlet karayolu üzerinde bulunmaktadır (İşcan, 2000: 9). Eskişehir’in güney doğusunda bulunan Sivrihisar, kuzeyden Eskişehir’in Mihalıççık, doğudan Ankara’nın Polatlı, batıdan Eskişehir’in Mahmudiye ve Çifteler, güneyden Konya’nın yunak ve Afyon’un Emirdağ ilçeleri ile çevrilidir (Üzümeri, Dinçer ve Kazancı, 1957: 151).

İç Anadolu Bölgesinde yer alan Sivrihisar yüzey şekilleri açısından yükseltili bir araziye sahiptir. Eskişehir’in güneydoğusunda, Sakarya Çayının içerisinden başlayan Sivrihisar dağları, güneydoğu- kuzeybatı yönünde uzanıp, Türkmen dağları ile buluşmaktadır. Deniz seviyesinden yüksekliği 1070 metre olan Sivrihisar’ın en yüksek noktasını ise ilçe merkezinin doğusunda yer alan ve 1690 metre yükseklikte bulunan Çaldağı oluşturmaktadır. Bunun dışında Akyokuş (961 metre), Adatepe (1400 metre), Yumrukçalı Tepesi (1300 metre), Sarnıçlı Tepe (1321 metre), Hasanpaşa Tepesi (1525 metre), Yediler Tepesi (1531 metre), ve Çamlıkdağı (1525 metre), diğer önemli yükseltiler olarak dikkat çekmektedir (Becerik, 2002: 1).

(35)

Yükseltiler dışında Sivrihisar’ın coğrafi olarak en önemli varlıklardan birini de su kaynakları oluşturmaktadır (Becerik, 2002: 2). Sivrihisar’ın batısında çifteler civarından kaynayan beş kaynak Sakarya ırmağını meydana getirmektedir.

Başlangıçta, güneyi takip eden Sakarya nehri, doğuya doğru ilerlerken, Kepen Çayı, Zorsu, Göksu ve Düden sularını alarak kuzeye dönmektedir. İlçe sınırlarına kuzeyden Biçer Köyü civarında giren Porsuk Nehri, Beylikköprü yakınlarında Sakarya ile birleşmek üzere doğuya ilerler. Karaburhan’dan çıkan Karaburhan suyu, Zey, Dümrek, Memik, Elcik, Mesut çiftliği ve Babadat sularını içine alarak Hortu suyu ile birleşir ve Pürtek suyu adını alır. Mülk Köyünün batısından geçerek son olarak Demirci, Ortaklar güzergahı ile İlören yakınlarında bulunan Porsuk Nehrine dökülür (Keskin, 2001: 13).

Sivrihisar’ın coğrafi koşullarına bağlı olarak tarihsel süreçte de önemli bir rol oynadığı ve birçok medeniyete ev sahipliği yaptığı görülmektedir. 2500 senelik bir geçmişe sahip olan Sivrihisar’ın en eski adı ‘‘Amuryum’’dur. Alpu’dan Ankara’ya kadar olan ve Sivrihisar’ı da içine alan geniş ormanlara Amurya ormanları denilmiştir. İşte bu ormanlardan esinlenilerek Sivrihisar’a da ‘‘Amurya’’ adı verilmiştir (Kılıçarslan, 1997: 27). Sivrihisar Amuryum adından sonra, o bölgede yaşayan medeniyetlerin verdikleri isimler ile anılmaya başlanmıştır. Bu doğrultuda Sivrihisar Etiler döneminde Sallpa, Yunan ve Roma döneminde Spalya, klasik devirde Abrustula, Bizanslılar döneminde Jüstinyanus, Kazvini zamanında Sibrihisar, sonra Seferihisar ve en son olarak ise Sivrihisar olarak anılmıştır (Özalp, 1961: 7).

Sivrihisar şehrinin tarihinden bahsederken Pessinus’dan da bahsetmek yerinde olacaktır. Zira Pessinus eski dönemlerde bölgenin en önemli yerleşim yerlerinden birisidir. Sivrihisar Pessinus’un bütün tarihsel önemine şahitlik ettiği gibi, daha sonradan Justinianopolis olarak anılacak olan Sivrihisar’ın önemli bir kısmı da bu eski Roma-Yunan şehrinin kalıntıları ile yapılmıştır (Ramsay, 1960:

243).

Kuruluşu çok eski dönemlere uzanan Pessinus şehri dünyanın o zamanki en büyük ticaret merkezlerinden biri olmasının yanı sıra, Hititler tarafından ‘‘Kubebe’’

diye anılan tanrıların anası ünlü Kybele tapınağının bulunduğu bir Frigya tapınak

(36)

devleti olarak anılmıştır (Albek, 1991: 79). M.Ö. 204 yılında Ana Tanrıça Roma’ya taşınınca, kült merkezi yavaş yavaş eski önemini kaybetmeye başlamıştır. Buna rağmen Anadolu’da Ana Tanrıça Kybele’ye ibadet devam etmiş, onun için tahtlar ve sunaklar yapılarak törenler düzenlenmiştir. Hristiyanlığın ortaya çıkışından sonra Anadolu’da dolaşan havari Saint Paul’un bütün çabalarına rağmen Kybele kültü Pessinus ve Eskişehir çevresinde gücünü korumuştur. IV. yüzyılda Hristiyanlık bölgede kesin olarak yerleşince Kybele kültü yasaklanmış ve Pessinus’taki tapınak da yıkılmıştır. Böylece Anadolu’da önemli bir yere sahip olan Ana Tanrıça geleneği son bulmuştur (Doğru, 1997: 7).

Pessinus M.Ö. 204’de parlak durumunu kaybettikten sonra Roma egemenliğine geçerek, Roma’nın Galatya eyaleti sınırlarına dahil edilmiştir. VI.

yüzyılda Bizans imparatoru Justinianus kenti yeniden hareketlendirmek isteyerek yeni kurduğu kente kendi adını (Justinianopolis) vermiş, fakat yeni kenti Pessinus’a değil de, bugünkü Sivrihisar’ın bulunduğu yere kurdurmuştur (Doğru, 1997: 8). Bu zamanda kaleler Pessinus’tan getirilen mermer taşlarla onarılmış ve imar faaliyetlerinden sonra şehir önemli bir Hristiyanlık merkezi haline gelmiştir (İşcan, 2000: 9).

I. Justinianos’un antik Palia şehrinin üzerine Justinianopolis adıyla bir kale yaptırmasıyla birlikte şehir Bizans askeri yolu üzerinde bulunduğundan hızla büyümeye devam etmiştir. Kısa süre içinde yakınında bulunan önemli şehirlerden Pessinus dan daha fazla önem kazanan Justinianopolis, dinî açıdan da gelişmesini sürdürmüştür. Hatta 700’lü yıllara doğru Pessinus başpiskoposu, Justinianopolis kalesinde yaşamaya başlamıştır (Sezgin, 2009: 289).

Bizans döneminde bulunduğu konum sebebiyle oldukça önemli bir yere sahip olan Sivrihisar, bu önemini Selçuklular döneminde de devam ettirmiştir. Selçuklular, 1070 yılında Rum Kayseri Romanus’u mağlup ettikten sonra Sivrihisar’ı ele geçirmişler ve Amuriye’yi tahrip etmişlerdir. Bu olay ile birlikte Amuriye halkı Sivrihisar beyliğine sığınmış ve Amuriye adı Sivrihisar’a verilmiştir (Özalp, 1961:

39). Türklerin Anadolu’ya girmelerinden sonra Melikşah’ın emriyle 200 bin Türkmen ailesi, Doğrul Bey döneminde ise 300 bin aile birlikte Sivrihisar ve çevresine yerleşmişlerdir. Bu doğrultuda bölge Selçuklular döneminde Oğuz

Referanslar

Benzer Belgeler

Rum ili beğlerbeğliği pâyelülerinden Kosova vilâyeti valisi olub birinci rütbe mecîdi ve ikinci rütbe Osmanî nişân-ı zi-şânlarını hâ’iz ve hâmil olan Faik

1549- 1565 yılları arasına ait 1 Numaralı Halep’ Şer’iye Sicilinin verilerine göre Halep’in sosyal ve iktisadi açılardan incelenmesi, bu çalışmanın esas konusunu

Medîne-i Sifrihisar mahallâtından Gedik mahallesi sâkinlerinden iken bundan akdem vefât eden Hüseyin bin Ali'nin verâseti zevce-i metrûkesi Rahime binti Osman ve sulb-i

Medîne-i mezbûr reâyâsından Karabet nâm zimmî huzûr-ı şer'a gelüb oğlakçı karyelerinden Ömer üzerine da'vâsında yüz dokuz guruş za'm olmağla

Medine-i Seferihisâr mahâllâtından Yenice mahallesinde sâkine Kadan oğlu kızı Alîme binti Mehmed tarafından husûs-i âti'l-beyanda vekîli olduğı zât-i mezbûre

Dârü’l-cihâd ve’l-mücâhidîn Medîne-i Vidin mahallâtından Çavuş mahallesinde sâkin iken bundan akdem vefât eden Ahmed Ağa bin Alî ibn Abdullah’ın verâseti

Budur ki Yenice Mahalle sâkinelerinden Tayyibe bint-i nâm hâtûn tarafından hîbe ve âtü’l-beyânı ikrâra vekil olub El-Hâc Musa İbn-i Yunus ve El-Hâc Mustafa bin

Eğin kazâsı mahallâtından Bağçe mahallesi sâkinlerinden olup bundan akdem vefât iden Mustafa Efendi ibn-i Mehmed bin Abdullah'ın verâseti zevce-i menkûha-i