Ç IK A N K ISM IN Ö Z E T İ: Karaos- manoğlu, M ehm et R auf, Şahabettin Süleym an, A hm et H afim , Yahya K em al ve C. Sahabettin den sonra bugünkü yazısında Süleym an Na zif’e ait hâtıralarına başlıyor.
Y a k u p Kadri K a ra o sm a n o ğ lu nun G ençlik |
ve Edebiyat Hâtıraları: 20
Üstat ufacık bir masa başında,
abajurlu bir gaz lâmbasının ışı
ğında bir saz kalemle yazı yazı
yordu. Uzunca boylu, geniş omuz
lu, kapkara sakallı ve gözleri kor
gibi parlayan yağız bir adamdı.
Süleyman Nazif’i İlk Defa
Evinde Tanımıştım
YAZAN: YAKUP KADRİ KARAOSMANOGLU
M
EŞRUTİYETİN ilanından beri, bana sık sık yatı misafirliğine ge len Şahabettin Süleyman, bir ak şam, her vakitki telâşlı ve heye canlı haille üzerime yürürcesine «Erken yemek yiyelim; Süleyman Nazifi ziyarete gideceğiz, demişti. Şahabettin Süleyma- nın bir büyük müjde gibi verdiği bu ha ber, doğrusunu söylemek lâzım gelirse, bende ne bir sevinç, ne bir ilgi uyandır mıştı. O zamanlar, bence Süleyman Na zif, İstibdat devrinde Edebiyatı Cedide şairleri arasında İbrahim Cehdi diye tak ma bir adla orta değerde bir takım şiir ler yazmış olan. Meşrutiyetten sonra da Ebuzztya'nm yeniden çıkarmaya başla dığı Tasviri Efkâr gazetesinin baş sütu nunda kendi adıyla makaleler yazan bir kalem sahibi idi.Gerçi, bu makalelerin birçok gazete okurlarında derin bir hayranlık uyandır dığını biliyordum ama, ben, o sıralarda edebi ve felsefi yazılardan başka bir şey okumadığım ve hele günlük gazeteleri elime bile almadığım için, bu hayran lığın ne derece yerinde olup olmadığım ayırt edabilecek bir durumda değildim. Nitekim, bir vakitler, hikâyelerinden, ro manlarından ve edebi tenkitlerinden bü yük bir zevk duyduğum Hüseyin Câhit, işi siyasi gazeteciliğe döktükten sonra gözümden düşmüş, Tanin'deki baş yazı larının, ikidebir, ortalığı neden velvele ye verdiğini anlamak merakıyla da olsa, bunlardan bir satır okumak külfetine katlanmamış bulunuyordum.
Fakat, Şahabettin Süleyman her iki yazar hakkındaki telâkkilerime aslâ ka- tılmayordu. Onca, hele Süleyman Na zif, devrin en büyük nâsiri idi ve tonun da Namık Kemali andıran bir ihtişam vardı. Yine, Şahabettine göre, Süleyman Nazif yalnız ifade tarzı bakımından de ğil, hayattaki feveranları bakımından da vatan ve hürriyet şâirine benzetilebilirdi. Onun da gençliği öbürününki gibi, Ab- dülhamit istibdadına karşı siyasi müca delelerle geçmişti. Nitekim, Meşrutiyetin ilânı üzerine sürgünden ( I ) döneli beş altı ay olmuştu.
Arkadaşım bana bunları söyleyerek Moda'nın dar sokaklarından birinde iki katlı bir. küçük evin önünde durdu. Ka pıyı çaldı. Mintanlı bir uşak bizi içeriye aldı ve üstadın bulunduğu odaya götür dü. Üstad, ufacık bir masa başında, aba jurlu bir gaz lambasının ışığında bir saz kalemle yazı yazıyordu. Bizi görünce cızır cızır işleyen kalemini mürekkep hokkasının içine bırakarak ayağa kalktı.
( 1 ) Şahabettin Sûleym anm « sür gü n » dediği şey. Bursa V ilâyeti M ek tupçuluğudur.
ıe
Bu, uzunca boylu, geniş omuzlu, kap kara sakallı ve gözleri kor gibi parlayan yağız bir adamdı. Kılık kıyafeti bakımın dan ise tam manasile bir Osmanlı dev let adamının resmiliğini taşıyordu. Fesi kaşlarının üstüne doğru iğik ve Redingo tunun düğmeleri yukarıdan aşağıya sım sıkı ilikliydi. Bu hail karşısında onunla, elimi uzatarak mı, yoksa kandilli bir te- mennah savurarak mı selamlayacaktım, bilememiş, şaşırıp kalmıştım. Fakat, Sü leyman Nazif Bey, hafifçe dışarıya fırlak iki ön dişini gösteren bir tebessümle gülümseyerek ellerimizi sıkıp tekrar ye rine oturduktan ve bizimle bir meslek taş gibi konuşmağa başladıktan sonra her şey değişti; ortada yalnız, vakit va kit üzerimizde gezdirdiği dik bakışları nın dokunaklı tesirinden başka bir şey kalmadı
ŞUURLU MEŞRUTİYET
Sözleri «nükte, ler ve «cinas, larla doluydu ve hafif bir Diyarbakır şivesi bu sözlere baharatlı bir tad katıyordu. Hep o söyleyor ve biz dinleyorduk. Bu sıra da, nasıl oldu bllmeyorum, Şahabettin Süleyman, bir Namık Kemal bahsidir açıvermişti. Sanırım, «Ne yazık, Namık Kemal, yolunda o kadar mücadele ettiği hürriyet ve Meşrutiyet devrine erişeme d i. demek istemişti. Bunun üzerine, Sü leyman Nazif'in, o insanı ısıracakmış gibi dışarıya fırlak dişlerile gülümseye rek şöyle söylediğini hatırlayorum:
«— iyi ki erişemedi. Aksi takdirde, Abdülhamid'e takdim ettiği arizelerin meydana çıkarılışı karşısında çok müş kül bir vazıyete düşerdi, ve bu sözlerine şunu da ilâve etmişti «Hem, merhum Kemal Bey pek de şuurlu bir Meşrutiyet taraftarı değildi. Mitat Paşaya yazdığı bir mektubu bugün oğlu Ali Haydar Beyin elindeki tarihi vesaik arasındadır. Mer hum bu mektubunda der ki «Eğer, Meş rutiyet dediğiniz tarzı idare «zerretümâ» Şeriata muğayir ise ben bu davaya kat'iy- yen iştirak edemem.
Şahabettin Süleymanla ben dona kal mıştık. Hele Şahabettin adeta aptallaş- mıştı. Üstadtan ayrılıp eve dönerken yol da, ikidebir, şöyle söyleniyordu: «Sanki, vücudumdan bir parça kopmuş gibi geli yor banal«
Bir genç adam, hayatında ilk defa uğ radığı hayal kırıklığını bundan daha iyi ifade edemezdi. Şahabettin Süleymanın o andaki hayal kırıklığı İse iki kattı. Zira, hem Namık Kemal, hem onun ben zeri Süleyman Nazif birdenbire gözünden
SulcyınM Nazif'in, Y. Kadri Karaosman- oğlu İle tanıştığı sıralardaki bir resmi.
düşmüş, her İkisi hakkında ne düşüne ceğini şaşırıp kalmıştı.
Bana gelince, ben, yalnız, biraz önce gördüğümüz adamın kişiliğinden sızan gizli bir kuvvetin tesiri altında idim. Bu kuvvet, diyebilirim ki, onun keskin ze kâsından olduğu kadar fizik özelliklerin den, bakışlarından, gülümseyişlerinden, şuurlarından da geliyordu ve nedendir bilmeyorum, onu, bu hailenle, Tanzimat Efendisi kıyafetine rağmen, hayalimdeki Asur Hükümdarı Buhtulnasr'a benzetiyor dum ( II) .
Her ne hal ise... işte, ben o geceden sonra Tasviri Efkâr gazetesinin baş yazı larını büyük bir dikkatle ve devamlı su rette okumaya başlamıştım. Her
okuyu-( I I ) Burada Buhtulnasır adını Sü leym an N azif'in babası Sait Paşanın (A su r ve Gildan) tarihinde okum uş olmam dolayısıyla hatırlam ıştım soru
şumda, Süleyman Nazif, benim gözümde Osmanlıca nesri en son kemal mertebe sine çıkaran ve bu nesire hattâ yeni bir soluk getiren bir «edip. ( I I I ) olarak yükseldikçe yükseliyordu.
EDEBİYATIN SİNANI
Evet, Süleyman Nazif'in nesri, bence artık eski Osmanlıca nesri gibi kuru bir «cümleperdazlık» — yani üstü şişkin içi boş laflar sıralamak marifeti değil — hacmini muhtevasından alan yeni bir BEYAN sanatı idi ve bu suretle, tıpkı Osmanlı mimarisinin Koca Sinan'da en
( I I I ) Edebiyatçı yerin e «ed ip » sözü nü onun ruhuna azap verm em ek için kullanıyorum : Süleyman N azif ( d ) edatını hiç sevm ezdi. Biz kendim ize Türkçü dediğim iz vakit (B ir kundu racı ayni zamanda kundura olamayaca ğı gibi bir Türk de hem Türk hem de T ürkçü olam az) d iye kükrerdi. rım .
son kemal derecesine erişi gibi, Osmanlı edebiyatı da Süleyman Nazif'in nesrinde en özlü belâgât örneklerini vermiş bu lunuyordu.
Her iki sanatkâra bu başarıyı sağla yan neydi? Hemen söyleyeyim: Birinin dini vecdini, öbürünün insani heyecanını şekle hâkim kılması, daha doğrusu, şekli bu vecit ve bu heyecanla yuğurması idi. Sanatın her kolunda başarının ilk sırrı da bu olsa gerektir ve öyle sanıyorum ki, bütün çağdaşları arasında Süleyman Nazif üslubundaki şahsiyetle bu sırra en çok ermiş tek yazardır. Ahmet Haşim'in bir çınara benzettiği bu adam yanında, nesirci olarak. Hal it Ziya ile Cenap Şa habettin bize birer saksı çiçeği gibi gö rünürler. Gerçi, güzel güzel kokular, el van renkler saçarlar ama, bununla niha yet hoşumuza gitmekten öteye geçemez ler. Süleyman Nazif'in nesri ise bizi ru humuzun tâ derinliklerinden kavrar ve her cümlesi birer vecize gibi zihnimize oyulur. Bunun için değil midir ki, gerek günlük gazete yazıları, gerek hitabe ve mektup şeklinde yayımlanmış o nesir lerin bir çok parçaları, nice yıllar sonra, bizim gibi Meşrutiyet devri genç okur larının hâlâ ezberindedir ve 31 Mart de nilince ilk hatırımıza gelen onun « M i zan. gazetesi sahibi Murat Beye yazdığı açık mektup'dur. Balkan Harbi denilin ce, o milli felâket günlerinin en yanık sesini «Mihritedın Tacı, bir makalesin de tekrar duyar gibi oluruz. «Kara bir G ün . yazısıyla Pierre Loti töreninde söy lediği hitabe ise aradan kırk beş yıl geç miş olmasına rağmen, daha dün okuyup dinlemişiz gibi bizi heyecanlandırmak tadır.
Bu bakımdan ben Süleyman Nazifi ne Namık Kemale benzetir, ne de araların da bulunduğu Edebiyatı Cedide'cilerden biri sayabilirim. O belki Namık Kemal' den pek çok şey almıştır ama, hepsini kendi şahsiyetinin mayasıyla yuğurmuş, ruhunun ateşinde has ekmek haline sok muştur.
Bununla her ikisi arasında bir de ğer tartısı yapmak ve birini öbüründen üstün göstermek istediğim anlaşılmama lıdır. Hiç şüphesiz, Namık Kemal ol masaydı Süleyman Nazfi de olmazdı. Hiç şüphesiz Namık . Kemal Osmanlıca nesri başı yok, sonu yok, virgülsüz, noktasız bir sürü kelime yığını ve basmakalıp bir «inşâ, şeklinden kurtarıp ona canlı bir söz bünyesi mahiyetini vermemiş ol saydı, daha doğrusu, şimdiki anlayışımı za göre «müpteda. sı, «haber, i, ile CÜMLE terkibi yolunu açmamış bulun saydı, diğer bir çok nesircilerimiz gibi Süleyman Nazif'in de yetişmesi imkân dışında kalırdı.
KLÂSİK NİZAMA BAĞLI
Ancak, şu var ki. Edebiyatı Cedide ya zarları bu yolda anarşik diyebileceğimiz bir aşırılığa saptıkları halde Süleyman Nazif klasik adını vermemiz lazımgelen bu nizam içinde ilerlemiştir ve onun cümle mimarisinde ne Halit Ziya'nın, ne Cenap Şahabettin'in rokoko cümle mima risinde olduğu gibi bir takım helezon lar, girinti ve çıkıntılar vardır; ne de Namık Kemal'in bazı yazılarında sırıtan «Vaktaki mukaddemâ...* şeklinde aca yip yamalardan eser görülür.
Bu bakımdan, biraz yukarıda Süley man Nazifte Sinan arasında bir nispet buluşum boşuna değildi. Nasıl ki, Sinan'ın kurduğu binalarda en ufak bir kusur gö remeyiz ve şurası böyle olsaydı, burası şöyle olsaydı diyemeyiz, Süleyman Na zif'in yazdığı yazılarda da herhangibir pürüz, herhangibir düzensizlik bulamayız. Bu yazılarda bütün kelimeler tam yerli yerindedir; hiçbirinin tekrarlandığına, ya da eş manalı olanların yanyana sıralan dığına rastgelinmez. Hele klişeleşmiş har- cı-âlem sözlerden tek bir iz bile bulma nın imkânı yoktur. Ama, şunu da söyle mem iazımgetir ki, dil kurallarına ve cümle düzenine bu titiz bağlılık bir çok «puriste. yazarlar gibi, Süleyman Nazifi dar ve kurak bir ifade tarzına aslâ sü rüklememiş; romantik ve coşkun ruhu nun bütün heyecanlarını bu kural ve dü zen setlerini yıkmaksızın dalga -dalga akıt masını bilmiştir.
Herbirl toplum hayatımızın muhata ralı günlerinde birer çıkmazı, ya da bi rer dönüm noktasını belirten bu dalga ların arasıra bir alarm işareti haline gir diği olurdu.
Bu bakımdan Süleyman Nazif'in yazı larından çoğunu yalnız Osmanlı edebiya tının değil, doğrudan doğruya Osmanlı Saltanatının son devri tarihinde bir mer hale telâkki etmek, bizzat Süleyman Na zif'i ise birer siperi andıran bu merhale lerde saz kalemini çelik kılıç gibi kulla narak savaşan son Osmanlı olarak gör memiz lâzımgelir.
• K İN İM D İN İM D İR .
Süleyman Nazif bu savaşı sade kale- mile yapmazdı. Kaleminden daha keskin olan dili kullandığı ikinci mücadele silâ- hiydi ve «Kinim dinim dir, parolasıyla açtığı taarruz cephesinde en ziyade bu silâhın kuvvetine dayanmıştır. Eski Os manlI Padişahları gibi kellelerini uçur mak istediği düşmanlarına da en ziyade bu silahla hücum ederdi ve onda böy- lesine bir gazap uyandıranların başında, tanıdığım insanların en masumu, en iyi si olan şair Mehmet Emin Bey gelirdi. (D evam ı gelecek sayıda)
Taha Toros Arşivi
* 0 0 1 5 1 2 3 7 8 0 0 6 *