• Sonuç bulunamadı

NİSAN 21 BATIDA HİÇ KİMSE ÇİN İN BİR DEMOKRASİ OLMASINI İSTEMİYOR KADINLAR VE ERKEKLER, İÇ İÇE GEÇMİŞ İPLİKLER 20 YILDA NE KADAR YOL GELDİK?

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "NİSAN 21 BATIDA HİÇ KİMSE ÇİN İN BİR DEMOKRASİ OLMASINI İSTEMİYOR KADINLAR VE ERKEKLER, İÇ İÇE GEÇMİŞ İPLİKLER 20 YILDA NE KADAR YOL GELDİK?"

Copied!
12
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

NİS AN‘ 21

KADINLAR VE ERKEKLER, İÇ İÇE GEÇMİŞ İPLİKLER

VIRGINIA POSTREL

20 YILDA NE KADAR YOL GELDİK?

“BATIDA HİÇ KİMSE ÇİN’İN BİR

DEMOKRASİ OLMASINI İSTEMİYOR”

TOM MUSTROPH

N E W S L E T T E R

Muhittin Üstündağ Caddesi No:61 Koşuyolu, Kadıköy, 34718, İstanbul

Optimist Newsletter’ı dostlarınızla paylaşabilirsiniz.

+90 (216) 412 72 13

(2)

Berlin’de yaşayan ünlü sanatçı Ai Weiwei, Neues Deutschland gazetesine verdiği röportajda Çin’in in- san hakları problemlerini ve batının bu konudaki tavrını değerlendirdi.

Yaklaşık bir yıl sonra, Şubat 2022’de Pekin’de Kış Olimpiyatlarının yapılması gerekiyor. Batıda bu konuda artan bir huzursuzluk var. Xinjiang’daki durum, oradaki çalışma kampları ve genel olarak Uygur halkına baskı uy- gulanması eleştiriliyor. Dünya sporcu gençliğinin neşeli buluşmasının böyle bir arka planda gerçekleşecek olması tepki görüyor. Siz durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu ilginç bir konu. Çin’e, insan hakları ihlallerine ve düşün- ce özgürlüğü problemine nasıl yaklaşacağız? Bu küresel

“Batıda hiç kimse

Çin’in bir demokrasi olmasını istemiyor”

TOM MUSTROPH

Neues Deutschland

(3)

bir sorun aynı zamanda. Önce şunu belirtmek gerekir: Çin hâlâ her türlü aykırı görüşü bastıran partinin çok sıkı kont- rolü altında. Hiçbir şekilde fikir açıklama özgürlüğü yok ve insan hakları çok çeşitli şekillerde ihlal ediliyor. Bütün bun- lara rağmen, Çin küreselleşmede bir partner olarak kabul ediliyor. Evrensel değer ve ilkeler var, bunlar batıda büyük ölçüde uygulanıyor. Ancak bu evrensel değerlerle ilgili olarak çifte standart olduğunu görüyoruz. Ve bu çok mo- ral bozucu. Çin’deki insan hakları ihlalleri konusunda gö- rüşler açıklanıyor ama gerçeklikte hiçbir şey değişmiyor.

İnsan hakları tartışması sadece kamuoyu için yürütülüyor.

Problemin özü bu.

Sizce, Çin’den ya da başkalarından talep etmeden önce Avrupa ve ABD’nin önce kendi insan hakları problemle- rini mi çözmesi gerekiyor? Yoksa bu gibi talepleri, kendi durumları örnek olmaktan uzak olsa bile dile getirebilir- ler mi?

Bu çoğu zaman Çin tarafının söylemi: “Sizin kendi insan hakları problemleriniz var.” Çin burada çok geçerli bir iti- razı seslendiriyor ama bu aynı zamanda Çinlilerin bir tak- tiği. Şöyle düşünmeliyiz: Bir insan hakları ihlali, nerede gerçekleşirse gerçekleşsin, herkesi yaralar. Bu yüzden,

“Nerede olursa olsun bütün insan hakları ihlallerini durdu- run” demeliyiz.

Daha önce de 2008 Yaz Olimpiyatları Pekin’de düzenlen- mişti.

Doğru, o zaman Ulusal Stadyum’un mimarı bendim. Rejimi desteklediğim ve insan hakları sorusunu sormadığım için çok eleştirilmiştim, özellikle de batı tarafından…

O zaman oyunların verilmesi, kısa sürede Çin’de daha çok özgürlük, demokrasi ve açılma olacağı ve Tibet’teki du- rumun yumuşayacağı umutlarıyla bağlıydı. Bu umutların hangisi gerçekleşti? Ya da bu tür umutlar beslemek kör- lük müydü?

Bunlar sahte umutlardı. Çünkü batılı şirketler ve hükümet- ler insan haklarından çok Çin’in işgücü pazarına ilgi duyu- yordu. İnsan hakları sorununu batı kamuoyunun kafasını karıştırmak için kullanıyorlar. İş yaptıkları ülkelerdeki insan haklarını dert ettikleri yok. Bu bir olgu. Kârdan başka bir şey istedikleri yok. Batıda hiç kimse Çin’in bir demokra- si olmasını istemiyor. Çünkü öyle olursa Çin kendileri için daha büyük ve güçlü bir rakip olur.

Batının, aslında daha zengin ve güçlü hale geleceği için demokratik bir Çin’den korktuğunu mu düşünüyorsunuz?

Evet, batının bu devlet kapitalizmine karşı duramayaca- ğını düşünüyorum. Çin büyüyor, güçleniyor, kudretli bir

Ai Weiwei

(4)

hükümeti var. Batı yavaş yavaş bunu anlıyor. Çin’e karşı artan bir hayranlık gözlemliyorum. Çin’in partneri olmak isteniyor. Almanya Çin’le özellikle sıkı ilişkilerden yararlan- mak istiyor.

Şimdi büyük stratejik düzleme geldik, somut konuşursak, Xinjiang’da durumun değişmesi için ne yapılabilir?

Xinjiang’da olanları görebiliriz ama Tibet’te ya da Hong Kong’da şimdiye kadar ne olduğuna da bakabiliriz. Bunlar ayrı ayrı olaylar değil, kudretli bir devletin genel ilkelerinin uygulanması. Ve bu devlet, insan haklarını dert etmiyor.

Ve batıyı da dert etmiyor. Muktedirler çok kendilerini be- ğenmiş, kendi ilkelerini izliyorlar. Ve oyunun da farkında- lar. Batı sadece endişeliymiş gibi yapıyor. Ama harekete geçmiyor.

Alman şirketleri tedarik zincirlerini gözden geçirseler, Xinjiang’daki zorla çalışmadan ne kadar yararlandıklarına bir baksalar iyi olmaz mı? Gerekirse kendilerine başka te- darikçiler arasalar?

Doğru, Xinjiang’la iş ilişkileri olan yaklaşık 500 uluslararası

firma var. Eyalet dünyanın en büyük pamuk üreticisi.

Bütün moda sektörü Xinjiang’la bağlantılı. Bunun büyük kısmı zorla çalıştırma. Alman otomobil endüstrisinin, ör- neğin Volkswagen’ın da Xinjiang’da kendi montaj fabri- kaları var.

VW ve bütün diğer firmalar Xinjiang’ı terk mi etmeli?

Hiçbir zaman etmezler. Zaten ne yapmaları gerektiğini on- lara ben söyleyecek değilim. Bu sadece evrensel değerle- rin ağırlığının ne kadar olduğunu gösteriyor.

Sporculara ne önerirsiniz? Olimpiyatlara katılmalılar mı yoksa boykot mu etmeliler?

Bir tartışma olanağı yaratılmalı, öyle ki Çin söz konusu ola- nın ne olduğunu anlasın. Bunda ısrarcı olunmalıdır, yoksa bir şey olmaz.

2008 Olimpiyatlarında Çin üzerindeki baskı şimdikinden daha büyüktü. Niçin dersiniz?

Çok basit: Çin daha güçlendi ve ABD ile Avrupa zayıfladı.

Baskı o yüzden azaldı.

(5)

Hepimiz hem kültürel hem de biyolojik olarak hem kadınların hem de erkeklerin soyundan geliyoruz. Öyleyse neden “Kadın Tarihi Ayı”nı birlikte kutlamıyoruz?

Kadın ve erkeklerin tarihsel başarı ve deneyimleri, dokuma bir kumaşın iç içe geçmiş iplikleri gibidir. Birinden birini çı- kardığınızda elinizde sadece bir yumak ip kalır. Kadınların geçmiş deneyimlerini araştırıp ortaya çıkarmak, yeni ve münferit bir tarihsel kumaş yarattığı için değil, sökülmüş kısımları restore ettiği için değerlidir.

Kadınlar ve erkekler, iç içe geçmiş iplikler

VIRGINIA POSTREL

New York Times

(6)

Bu durum, insanlığın en önemli ve en etkili teknoloji- lerinden tekstilin tarihinde, başka hiçbir alanda olmadığı kadar açıktır. Tekstilde erkeklerin kadim yün ticaretinden naylonun icadına kadar tüm aşamalarda önemli rolü var.

Buna rağmen yine de mefruşatı kadınca ve önemsiz gör- me eğilimindeyiz.

Tekstil, her zaman kadınların yaşamının ve cinsiyetçi şekilde konumlandırılmış ev işçiliğinin merkezinde yer al- mıştır. “Erkekler tarlada çalışır, kadınlar evde kumaş do- kur” anlamına gelen ifadelere eski İngiliz deyişlerinde de Çin atasözlerinde de rastlarız. Çoğu maddi kültürde tekstil ürünleri ancak son yıllarda, o da kadın bilim insanlarının etkisiyle, tarihçiler ve arkeologlar tarafından ilgi görür hale geldi.

“Vikingler”i düşünün

History Channel’ın efsane dizisi Vikingler gibi popüler fe- minist yeniden anlatımlar, Viking kadınlarının savaşçı ve lider özelliklerine vurgu yapıyor. Ama dizi, bu savaşçıları uzak kıyılara taşıyan gemiler için kadınların yaptığı işin ne kadar önemli olduğuna dair çok az ipucu veriyor.

Vikingler’in ana karakterlerinden biri, maharetli bir gemi

ustası… Ama dizide sanki bu ustanın yaptığı gemilerde kullanılan yelkenler, mağaza rafından alınmış gibi. Nasıl ki 21. yüzyıldaki yaşamımızda tekstil işini hafife alıyoruz, dizi- de de aynı şekilde… Yünü hazırlayan, iplik haline getiren, kumaşı dokuyan ve yelkenleri diken kadınlar ortada yok.

Gerçekte, bir Viking gemisinin yelkenlerini baştan sona hazırlamak, gemiyi inşa etmekten daha uzun sürüyordu.

Yelken o kadar değerliydi ki İzlanda destanlarından birin- de, yelkeni çalınan bir gemicinin nasıl ağladığı anlatılır. Tek bir yelkeni dokumaya yetecek kadar iplik elde etmek için bir yıldan fazla bir süre yün eğirmek gerekiyordu; o da 385 gün boyunca, her gün sekiz saat çalışılırsa… On birinci yüzyılda, bir Kuzey Denizi imparatorluğunu yöneten Kral Knud’un, yaklaşık bir milyon metrekare yelken kumaşına sahip bir filosu vardı. Bu yelkenlerde kullanılan iplikleri sa- dece eğirmek için 10.000 çalışma yılına ihtiyaç vardır.

Medeniyetimizi medeniyet yapan, kadınların ürettiği tekstil ürünleridir

Tekstili görmezden gelmek, kadınların yaptığı işi tarihin dı- şına atmak anlamına gelir. İngiliz arkeolog ve tarihçi Mary Harlow’un da işaret ettiği gibi, bilim insanları modern ön- cesi toplumların karşılaştığı bazı önemli ekonomik, poli- tik ve organizsyonel zorlukları görmezden geliyor. Tekstil hem özel hem de kamusal yaşam için hayati önem taşıyor- du. Giysiler, ev eşyaları, çadırlar, bandajlar, çuvallar, yel- kenler… Tekstil ürünleri, uzun mesafelere ticareti yapılan ilk mallar arasındaydı. Roma ordusu tonlarca kumaş tüket- ti. Çin imparatorları askerlerini giydirmek için vergi olarak tekstil ürünleri toplardı.

Dr. Harlow, 2016 tarihli bir makalesinde, “Dokuma yel- kenlerin üretimi için büyük miktarda hammadde ve zama- na ihtiyaç oluyordu; bu yüzden de bir filo inşa etmek uzun vadeli planlama gerektiriyordu. Hammadde için ürünlerin ekilmesi, yetiştirilmesi, hasat edilmesi; hayvanların bakıl- ması, otlatılması, kırkılması ve sonra bu hammaddenin işlenmesi gerekiyordu. Hem ev içi hem de ev dışı tekstil ihtiyacı için tekstil üretiminde zamana ve planlamaya ihti- yaç vardı” diyor. Tek bir ihramda kullanılacak yünü eğirip dokumak için Romalı bir kadının 1000 ila 1200 saat arası zaman ayırdığı tahmin ediliyor.

Tarihte kadınları üretici olarak resmetmek, bir tutum de- ğişikliği gerektirir. On yıllarca süren feminist etkinin ardın- dan bugün bile çoğu zaman, önemli şeyler hâlâ erkelerin

(7)

uzmanlık alanı gibi görülür. Kadınlarınsa süslenmek ve tü- ketmekle meşgul olduğu klişesi sürer gider; başka insanla- ra bağlı yaşar, zaruri malların üretiminde yer almazlar.

Oysa Rönesans’tan 19. yüzyıla kadar Avrupa sanatında

“sanayii” düşüncesini, fabrika bacaları değil yün eğiren kadın figürleri temsil ediyordu. Herkes, bitmek tükenmek bilmeyen bu emeğin ne kadar önemli olduğunu görüyor- du. Tek bir dokuma tezgâhının iş görebilmesi için en az 20 kadının yün eğirmesi gerekiyordu. 1768’de İngiltere’nin kuzeyini gezen tarım uzmanı ve gezi yazarı Arthur Young,

“Yün eğirenler asla işsiz kalmıyor, istediği sürece her za- man iş bulabiliyorlar ama dokumacılar zaman zaman yün olmadığından beklemek zorunda kalabiliyor” diye yazar.

Zenginleşmenin talihsiz yan etkisi

Kısa süre sonra Sanayi Devriminin iplik makineleri, kadın- ları iğlerden ve örekelerden kurtardı; dünyanın en yoksul insanlarını dahi, atalarımızın hayal bile edemeyeceği ya- şam standartlarına yükselten, yüzyıllar sürecek bir süreç başladı. Fakat bu “büyük zenginleşmenin” talihsiz bir yan etkisi oldu. Tekstil bolluğu, kadınların, insanlığın en önem- li uğraşlarından birine olan katkısına dair tarihsel anıları- mızı sildi. Sektörü bir şova dönüştürdü. Harlow, “Batıda, tekstil üretimi, endüstriyel ekonominin temel ve gerekli bir

parçası olmaktan çıkıp ağırlıklı olarak kadınlara yönelik bir zanaat faaliyetine dönüştü” diyor.

Bu derin hafıza kaybını görmek için Hollywood’un Wonder Woman film serisinde yer alan, baştan aşağı deri kıyafetlere bürünmüş Amazonlara bakmak yeterli…

Antik Yunan’da dokumacılık, kültürün tanımlayıcı unsur- larından biriydi; hem ritüellerde hem de sanatta övülürdü.

Homeros, Penelope’nin Laertes için yaptığı kefen bezini dokuyup sökerek taliplerini nasıl savuşturduğunu anlattı- ğı ünlü hikâyesi de dahil, toplam 27 pasajında dokumacı- lıktan bahseder. Platon, Devlet Adamı adlı eserinde ideal yöneticiyi bir dokumacıya benzetir; nasıl ki bir dokumacı güçlü çözgü iplikleriyle yumuşak atkı ipliklerini birleştiri- yorsa, ideal yöneticinin de cesur ve ılımlı vatandaşları öyle bir araya getirmesi gerektiğini söyler.

Wonder Woman filmlerinde anlatılan sözde femi- nist mitolojide, bir tanrıça dikkat çekici şekilde eksiktir:

Odysseus’da planların “dokumacısı” olarak geçen; faydalı zanaatın, gemilerin ve dokuma tezgâhlarının zeki tanrıça- sı Athena… Yunanlar onun etkinlik alanına, hem teknoloji hem de tekstil sözcüğünün kökeni olan “techne” derler.

Yeteneklerini küçümsediğimizde, hakkıyla örülmüş me- deniyet kumaşına kadınların yaptığı önemli katkıyı gözden kaçırıyoruz.

(8)

20 Yılda Ne Kadar Yol Geldik?

Bundan 20 yıl önce MIT Technology Review “dünyayı de- ğiştireceğine” emin olduğumuz gelişmekte olan 10 ino- vasyon alanını seçmişti. Teknoloji konusunda iyimserliğin zirve yaptığı bir dönemdi. Geleneksel olarak her yıl yayın- ladığımız listelerin ilkine bir göz atmakta, ne kadar aşama kaydettiğimizi görmekte fayda var. Bu teknolojiler, 20 yıl önce kurduğumuz hayalleri ne kadar gerçekleştirdi? 2001 listesinden bazı dersler çıkarabilir miyiz?

(9)

• Birinci Ders: Gelişim Genelde Yavaş Olur

İlk seçimimiz olan beyin-makine arayüzleri, nörobilimci Miguel Nicolelis’in, bir yudum meyve suyu içmenin yolları- nı düşünen Belle adındaki pek sevimli bir maymunun bey- nindeki elektrik sinyallerini nasıl kaydettiğini anlatmasıyla başlıyor. 2020 sonlarına hızlı bir geçiş yaptığımızda, Elon Musk’ın, beyin-makine alanındaki girişimi Neuralink tara- fından gerçekleştirilen bir etkinlikte, izleyicilerin heyecanlı bakışları arasında, Gertrude adında pek sevimli bir domu- zun beyin sinyallerini gösterdiğine tanık oluyoruz.

Musk’ın düzenlediği etkinliğe katılanların Nicolelis’in de- neyinin üzerinden 20 yıl geçmiş olduğunu düşünmemesi affedilebilir bir durum. Her ikisi de benzer bir vizyona sa- hipti: Takılan çipler yoluyla beyni doğrudan bilgisayarlara bağlamak. Biyotıp editörümüz Antonio Regalado 2001’de

“Nicolelis’in çabaları (beyin arayüzlerini) Palm Pilot kadar yaygın hâle getirecek devrimin bir parçası” demişti.

Bu iddiasında haklı çıktı. Ancak bu beyin-makine ara- yüzlerinin popülerlik kazanması sayesinde değil, Palm Pilot’ın çöküşü sayesinde oldu. Aradan geçen yıllar içinde, insanlar üzerinde gerçekleştirilen umut verici deneylere rağmen, bu tür arayüzler bilimsel ve tıbbi bir “acayiplik”

olma niteliğini sürdürüyor. Görünüşe göre nörobilim ol- dukça zor bir alan. Elektronik cihazları küçültme, yerleşti- rilen cihazları kablosuz hale getirme konusunda başarılar elde edilse de bilimdeki ilerleme Nicolelis ve Musk’ın ger- çekleştirmek istedikleri vizyonu sekteye uğratacak kadar yavaş oldu. (Birinci derse dair bir dipnot: Başarı, genellikle bir dizi ilerlemenin bir araya gelmesine bağlıdır. Beyin ara- yüzlerini pratik hale getirmek, hem bilim hem de teknolo- jide gelişmeyi gerektirir.)

• İkinci Ders: Kimi Zaman Bir Kriz Gerekir

2001’de küçük miktarlardaki biyolojik numuneleri (çipteki laboratuvar olarak adlandırılan) küçük bir cihazla taşıma konusunda sağlanan kayda değer başarılardan dolayı mik- ro sıvıları da seçmiştik. Bu başarılar, hızlı teşhis olanağının yanı sıra ilaç ve gen deneylerinin otomatik hale gelmesini vaat ediyordu.

O günden bu yana mikro sıvılar biyoloji araştırmalarında önemli kullanım alanları elde etti. Ultra ucuz ve kullanımı kolay kâğıt teşhis testleri gibi zekice ilerlemeler kaydedil- meye devam edildi (“Kâğıt Teşhis” 2009’daki TR 10 listesin- de yar alıyordu). Ancak bu çalışmalar testleri dönüştürme

vaadini yerine getirme konusunda yetersiz kaldı. Bu tek- nolojiye yoğun bir talep gelmedi. Bilim dünyasının mikro sıvılara pek ilgi göstermediğini söylemek yanlış olmaz.

Buna COVID-19 son verdi. Geleneksel testler analitik la- boratuvarlarda gerçekleştirilen çok aşamalı prosedürler gerektirir; bu da pahalı ve yavaş bir süreçtir. COVID-19’la birlikte bir anda hızlı ve ucuz “çipteki laboratuvar” çözüm- lerine yönelik iştah arttı. Araştırmacıların bu teknolojinin tozunu alması birkaç ay sürse de şu anda mikro sıvıların kullanıldığı COVID-19 teşhisleri gerçekleştirilmeye başlanı- yor. Aralarında CRISPR gen düzenleme yöntemi kullanan bir tanesinin de bulunduğu bu teknikler COVID-19 testle- rini daha erişilebilir ve yaygın hale getirmeyi vaat ediyor.

Üçüncü Ders: Ne İstediğinize Dikkat Edin

2001’de, biyometri alanının öncülerinden biri olan Joseph Atick, yüz tanıma sistemlerinin insanların bilgisayar ve ci- hazlarla daha güvenli ve kolay şekilde etkileşime girmesini sağlayan bir yöntem olacağını düşünüyordu. Cep telefonu ve dijital kişisel asistanların sahiplerini tanımasının gide- rek yaygınlaşan bir yöntemi olacak, pin kodu ve şifrelerin sonunu getirecekti. Bu vizyonun bir kısmı Apple’ın FaceID gibi uygulamaları seyesinde gerçekleşti. Ancak yüz tanı- ma sistemleri Atcik’in “Beni şoke ediyor” dediği bir boyut da kazandı.

Bu süreçte kamu fonlarının, saldırılara açık topluluklar- da yüz tanıma sistemlerinin konuşlandırılması amacıyla nasıl kullanılacağını, bunun doğru olup olmayacağını tar- tışmaya başladık.

2001’de yüz tanıma algoritmaları sınırlıydı. Bir yüzün ayırt edici özelliklerini belirleyebilmeleri için insanların

2001’in Çığır Açan 10 Teknolojisi

• Beyin-makine arayüzleri

• Esnek transistörler

• Veri madenciliği

• Dijital haklar yönetimi

• Biyometri

• Doğal dil işleme

• Mikro fotonik

• Kod çözme

• Robot tasarımı

• Mikro sıvılar

(10)

matematiksel formda verdiği komutlara ihtiyaçları vardı.

Üstelik veritabanındaki her bir yüzün titizlikle taranması ve yazılıma yüklenmesi gerekiyordu.

Derken sosyal medya patlaması gerçekleşti. Atick, ilk dönemlerde, makine öğrenmesi algoritmalarının, yüz tanı- ma veritabanlarındaki 100.000 görselle yetinmemesinin, Facebook, LinkedIn ve diğer sitelerden taranacak milyar- larca yüz sayesinde eğitilebilecek olmasının kendisini he- yecanlandırdığını söylüyor. Artık bu türden yüzlerce algo- ritma vardı ve bu algoritmalar insanların yardımına ihtiyaç duymadan, sadece görselleri karşılaştırarak, kendi kendi- lerini eğitebiliyordu.

Ancak bu olağanüstü gelişmenin bir bedeli de vardı:

Kimse makinelerin kullandığı mantığı tam olarak anlaya- mıyordu. Bu da yüz tanıma sistemlerinin, şüphelilerin be- lirlenmesi gibi hassas görevlerde giderek daha fazla kul- lanıldığı bir ortamda ciddi bir problem teşkil ediyor. Atick

“Bu makinelerin kontrolü ele geçireceği ve bizim adımıza kararlar vereceği bir dünya hayal etmemiştim” diyor.

• Dördüncü Ders: Gelişim Süreci de Önemlidir

“Tekrar merhaba Sidney P. Manyclicks. Size önerilerimiz var. Bu ürünü alan müşteriler şunları da aldı…”

2001’deki veri madenciliği konusundaki haberimizin ba- şında bu şekilde tanımlanan tavsiye motorları, o dönem oldukça etkileyici görünüyordu. 2001’de veri madenciliği- nin heyecan veren bir diğer potansiyel kullanım alanı daha vardı: Bilgisayarlar üzerinden arama yapılabilen video kü- tüphaneleri. Günümüzde sıradan bir şey.

Giderek artan bilgiişlem gücü, veritabanlarının katlana- rak artan büyüklüğü ve yapay zekâ alanındaki bağlantılı

gelişmeler sayesinde veri madenciliği (bu deyim yerine günümüzde yapay zekâ da kullanılıyor) iş dünyasını yöne- tir hale geldi. Bu teknoloji Google’dan ona bağlı YouTube’a, Amazon’dan Facebook’a kadar tüm büyük teknoloji şirket- lerinin hayat damarı. Reklamcılığın ve kişiselleştirilmiş tav- siye motorları yoluyla ayakkabıdan sigortaya dek her şeyin satışının ardında bu teknoloji var.

Bu teknolojiler hayatımızı kolaylaştırmanın yanında, onu bizim açımızdan anlam ifade edecek şekilde iyileştirdi mi?

Bu büyük başarılar, özellikle pandemi sırasında bariz şekil- de ortaya çıkan başarısızlıkları gizliyor. Büyük verinin gü- cünü bizim açımızdan önemli alanlarda kullanmadık.

Virüsün ilk belirtilerinden testlere, hastanelerdeki te- davilerden aşıların geliştirilmesine dek tüm aşamalarda, kritik konularda veri toplama ve veri madenciliği yapma fırsatlarını kaçırdık. Virüsün nasıl yayıldığı, nasıl bir evrim geçirdiği, hastalığı nasıl tedavi edebileceğimiz, kaynakları nasıl dağıtacağımız konusunda çok şey öğrenebilir, sayı- sız insanın hayatını kurtarabilirdik. Ancak ihtiyacımız olan veriyi nasıl toplayacağımız konusunda en ufak bir fikrimiz yokmuş gibi davrandık.

Genel anlamda bakıldığında, 2001’de seçtiğimiz 10 tek- noloji bugün de önemini koruyor. Hiçbirinden vazgeçil- miş değil ve kimilerinde önemli, hatta dünyayı değiştiren başarılar elde edildi. Ancak gelişim konusundaki asıl test çok daha zorlu: Bu teknolojiler hayatımızı kolaylaştırmanın yanında, onu bizim açımızdan anlam ifade edecek şekilde iyileştirdi mi? Bu konudaki gelişimi nasıl ölçebiliriz?

Kaynak: MIT Technology Review

(11)

Ed Viesturs:

“Kendinizi Zorlayın”

Dünyanın en iyi dağcılarından birisiniz ve destek oksijeni olmadan 14 tane 8000’lik zirveye tırmanan beşinci kişi- siniz. Bunu başarabilmek için yıllar içinde geliştirdiğiniz temel beceriler nelerdi?

Bunun kişisel bir yolculuk olduğunu söylemem gerek.

Gerçek anlamda aşık olduğum bir şey bu. Bir şeye tutkuyla bağlıysanız ve kendinizi motive edebiliyorsanız, temeliniz oluşmuş demektir. Dağcılık hiç kolay değildir. Benim zor- luklara kucak açan bir yapım var. Kontrolün hiçbir zaman tamamen benim elimde olmayacağını bilerek bu işe giriş- tim; kontrol dağdadır. Koşullar iyiyse, bir tepeye çıkabiliriz.

Koşullar iyi değilse, eve dönüp sonra tekrar denemeliyiz.

Her şeyin başı sabır. Biliyorsunuz, biz “tırmanıyoruz”; “zir- veye” çıkmıyoruz. Çünkü olayın yüzde 99,99’u “tımanmak- tır”. O yüzde bütün meseleye bir yolculuk ve süreç gözüy- le bakmalı, onu kucaklamalıyız.

Aylarca hazırlık yaptıktan sonra, “ölüm bölgesi” denen bir yerden geri dönmek zorunda olmanın yarattığı hayal kı- rıklığıyla nasıl baş ediyorsunuz?

Ne kadar yükseğe çıkarsanız, hedefe ne kadar yaklaşırsanız o kadar zorlaşıyor. Geri dönmek “zorunda” değildim, geri

(12)

dönmem “gerekiyordu”. Yaklaşımımı değiştirdim. Everest’e ilk yolculuğumda, 1987’de, zirveye son hamlemizi yaptık ve 90 metre kala durduk. Koşullar bizim kontrolümüzde değildi ve hava gittikçe kötüleşiyordu. Mentorlarımdan biri olan Eric Simonson’la birlikte tırmanıyordum ve bana zirveye tırmanmanın opsiyonal, aşağı inmenin zorunlu olduğunu öğretmişti. Orada durup onunla birlikte karar almak… Her şey çok netti. Buna hazırlıklıydım ve gururla şunu söyleyebilirim: “Bunlar öğrendiğim kurallar ve ben bu kurallara uyuyorum.” Elbette zirveye ulaşamadığımız için hayal kırıklığı yaşadım ama bu bizim suçumuz değildi.

Eve geri dönemiyorsanız, buna değmez. Bunu gözden ka- çıranlar hırsının esiri oluyor.

8000 metrelik bir dağa tırmanırken hangisi daha fazla zor- luyor: Fiziksel engeller mi yoksa psikolojik engeller mi?

İkisi de diyebilirim çünkü bunlar birbirinden bağımsız de- ğil. Fiziksel engeller çok bariz; dayanıklı olmalısınız. Bu yolculukların çoğu üç ay kadar sürebilir. Dağa adım attı- ğınız anda zayıflamaya başlarsınız, gücünüz azalır, kendi- nizi tüketirsiniz. Olağanüstü rakımlarda, doğru düzgün bir şey yemeden, aldığınızdan çok daha fazla kalori tüketerek devam edersiniz. O yüzden dayanıklı olmak şart. Yükseğe çıktıkça oksijen azaldığından zihinsel dayanıklılık da önem kazanır çünkü aslında vücudunuzu yapmak istemediği bir şeye zorluyorsunuz. Acı çekersiniz, canınız yanar ve çok ama çok yavaş tırmanırken şunu düşünürsünüz: “Tanrım, daha zirveye yaklaşamadım bile.”

Ne kadar yavaş tırmanmaktan bahsediyoruz?

Everest’in zirvesine çıktığım ilk seferi hatırlıyorum, 1990.

Yüksek kamptan zirveye o son tırmanış 12 saat sürdü.

Attığım her adımda 15 kez nefes alıp vermem gerekiyordu.

15 kez! 15 değil de 16, 17, 18 kez nefes alsaydım çok uzun sürecekti ve zirveye asla çıkamayacaktım. Daha az nefes alsaydım, hipoksiden çökebilirdim. Fiziksel olarak büyük bir mücadele ama zihinsel olarak da öyle: “Tamam, 15’inci nefeste sonraki adımı atmalıyım. Bunu yapmak zorunda- yım.” 10-12 saat boyunca aklınızdan sürekli bunun geçtiği- ni düşünsenize…

Aylarca süren bir yolculuğun sonunda zirvede olmak na- sıl bir duygu?

Muazzam bir tatmin duygusu ve bir amaca ulaşmanın ver- diği haz… Antrenman ve hazırlık sürecinde beni en çok motive eden şey başarısızlık korkusudur. Vazgeçmek çok kolay, değil mi? Ama yarın nasıl hissedeceksiniz? Pek çok amatör dağcıyı dağlara götürdüm ve kendilerini zorladıkla- rında yaşadıkları değişimi görmekten büyük haz duydum.

Hem fiziksel hem zihinsel olarak asla yapmayacakları şey- leri yapabiliyorlar. Zirvelerden birinde ayakta durduklarını gördüğünüzde, nasıl değiştiklerini de görebiliyorsunuz.

Aşağıya indiklerinde “artık hiçbir şey benim için imkânsız değil” diyorlar. Tüm yaşamları değişiyor, benimki de öyle.

Çünkü bu duygu bağımlılık yapıyor.

Kaynak: The Talks

Referanslar

Benzer Belgeler

 Özellikle ana karakterlerden biri olan Kee’nin siyahi olması ve uzun yıllar sonra dünyada ilk defa bir çocuğu doğuran kadın olması filmin politik altyapısında

Çin’in geleneksel tiyatro kültürünü öven film, aynı zamanda Pekin operasının geleneklerinin Kızıl Muhafızlar tarafından yok edilmesi nedeniyle acı çeken

Hemen akla gelen “çini”, “çini mürekkebi” gibi söz- cükler yan›nda, Farsçadan gelme “tarç›n” (dar-i çin: çin a¤ac›); Arap- çaya Sîn olarak geçmifl olan

Alman Parlamentosu İnsan Hakları ve İnsani Yardımlar Komitesi de 24 Haziran 2021 günü yaptığı oturumda, Çin’in Uygurlara yönelik ağır insan hakları

Sovyet yönetiminin vermiş olduğu bu notaya cevap olarak Amerika Birleşik Devletleri yönetimi Rusya’nın çıkarlarının korunacağı cevabını verirken, teknik alt

Bu uzun dönemin en önemli özelliği kuzeyden gelen Hun bakiyelerinin doğrudan Hun olarak ve yine Hun mirasını taşıyan Türk ve Moğol boyla- rı ile batıdaki Tibetlilerin Gansu

Kahvaltının ardından havaalanına transfer oluyoruz ve varışta yapacağımız şehir turunda Zümrüt Buda Tapınağı, Çin Bahçelerine çok güzel bir örnek olan Yuyuan

Teknik olarak baktığımızda, paritenin 4 saatlik grafikte 50 periyotluk üssel hareketli ortalaması olan 3,4020 seviyesinin üzerinde kalması durumunda yukarı