• Sonuç bulunamadı

TASAVVUFUN KAYNAKLARI

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "TASAVVUFUN KAYNAKLARI"

Copied!
69
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

1

TASAVVUFUN KAYNAKLARI

1. ER-RİÂYETU Lİ-HUKÛKİLLAH -EBU HÂRİS B. ESED EL-MUHÂSİBÎ (Ö. 857) 2. HATMU’L-EVLİYÂ HAKÎM-İ TİRMİZİ (Ö. 932)

3. EL-LÜMA’ EBU NASR ES-SERRÂC ET-TÛSÎ (Ö. 988) 4. KÛTÜ’L-KULÛB EBU TÂLİB EL-MEKKÎ (Ö. 996)

5. ET-TAARRUF Lİ MEZHEBİ EHLİ’T-TASAVVUF EBÛ BEKİR EL-KELÂBÂZÎ(Ö.990) 6. ER-RİSÂLETÜ’L-KUŞEYRİYYE ABDÜLKERÎM EL-KUŞEYRÎ (Ö. 1072)

7. KEŞFÜ’L-MAHCÛB EBU’L-HASAN EL-HÜCVÎRÎ (Ö. 1072) 8. iHYÂ-U ULÛMİDDÎN EBÛ HÂMİD EL-GAZÂLÎ (Ö. 1111)

9. HADİKATU’L-HAKİKA EBU’L-MECD MECDÛD B. ÂDEM-İ SENÂÎ (Ö. 1140) 10. EL-FÜTÛHÂTÜ’L-MEKKİYYE MUHYİDDİN İBNU’L-ARABÎ (Ö. 1240) 11. MESNEVÎ-İ MANEVÎ MEVLÂNÂ (Ö. 1273)

12. MEVAİDU’L-İRFÂN NİYAZÎ-İ MISRÎ EL-MALATÎ (Ö. 1694) (MAKÂMÂT, AHVÂL)

Sözlükte “yer, mertebe, mevki” gibi anlamlara gelen makâm, kararlı ve düzenli çabalarla kazanılan bir ahlâk ilkesi ve sülûkün mertebelerini ifade ederken havl kökünden olan ve sözlükte değişme, dönüşme, durum gibi anlamlara gelen hâl ise, ilâhî bir lütuf olarak sâlikin kalbine gelen hislerin ruh ve bedenine yansımasıdır.

MAKÂM

ÂT AHVÂL USÛL-İ

AŞERE

Tevbe Fenâ-Bekâ Tevbe

Vera’ Şühûd-

Gaybet Zühd

Zühd-

Fakr Sekr-Sahv Tevekk

Sabır Tecrid- ül

Tefrid Kanaat

Havf- rrecaRec

â

Vecd Uzlet

Takvâ Cem’-Fark Zikir

İhlâs UYUB-İ

NEFS Riyâ Hubb-i Dünya Hased Hevâ

Teveccü

Şükür Sabır h

Tevekkü

l Muraka

Rıza Rıza be

Makam ve Hâl Kavramlar Tablosu MAKAMLAR (تاماقم)

Genellikle makâmât bölümlerinde incelenen bu kavramlara ilk dönem mutasavvıfları özgün anlamlar yüklerken şeriat çerçevesine riayet etmiş; Kur'ân, Hadis ve selef-i salihinin üzerinde ittifak ettikleri hususlara uygun hareket etmişlerdir.385 Hiç kimse şeriata muhalif söz veya davranışta bulunma yetkisine sahip değildir. Esasen makâm yükseldikçe şeriata bağlılığın da artması gerekmektedir.

1. Tevbe

Tasvip edilmeyen çirkin şeyden dönmek en güzel şekilde hatayı terketmek demek olan tevbe; günahta ısrar etmeyip Allah’a dönmek, Rabbin emir ve nehiylerine uymak, Allah’a iltica edip, Hukukullah’ı yerine getirmektir. Bu anlamıyla tevbe, sürekli gelişmeyi içeren,

(2)

2

değişimin ve tekâmülün anahtar kavramı olmaktadır. Ebu’n-Nasr-ı Serrâc (ö. 989) tevbe ile ilgili olarak, Allah’a yönelenlerin ilk makamı olduğunu, ilmin zemmettiği her şeyden dönmek ilmin medhettiği şeye yönelmek anlamına geldiğini belirtir.

Zahiri-bâtini kirlerden arınıp, varoluşa yeniden katılma olarak nitelendirebileceğimiz tevbe, kişinin ruhi tekâmül ve kendini gerçekleştirme şuuruna erme sürecinde bir başlangıçtır. Burada yürüyen kimse yönünü Allah’tan gayrından Allah’a çevirmiş olur.

2. Verâ’

Vera’ın sözlük anlamı; korkmak, çekinmek, şüpheli şeylerden uzak durmak, mubah ve helallerden fazlasını terk etmektir. Literatürde verâ’; haram ve mekruh şeyleri terk ettikten sonra, haram ve mekruh oldukları şüpheli hususlar ile helal ve mubahların ihtiyaçtan fazlasını da bırakmaktır. Ayrıca, zerre kadar da olsa kimsenin hakkını üzerine geçirmemektir. “نوضرعم وغللا نع مه نيذلاو/Onlar boş şeylerden yüz çevirirler” Vera’ı sûfiler hadislere dayanarak kavramsallaştırmışlardır. Hz. Peygamber vera’lı olmayı tavsiye etmiş, هينعي لا ام هكرت أرلما ملسا نسح نم / Kişinin, kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesinin iyi bir Müslüman olmasının delili” olduğunu bildirmiştir. Tasavvuf yazarları haramlardan öte, şüpheli şeylerin de terkini vera’ olarak isimlendirmişlerdir. Konuyla ilgili diğer hadislerde vera’ şöyle gelmiştir: “Helal bellidir, haram da bellidir. Bu ikisinin arasında şüpheli şeyler vardır. Bu şüpheliler Allah’ın koruluğudur.”, “Verâ’dan daha kolay ve sağlam bir yol görmedim.”

Klasik yazarlar vera’ı, Allah’ın hoşuna gitmeyen şeylerden uzak durmak, Allah’tan başka her şeyden kaçınmak olarak tanımlamışlardır. Vera’ı elde etmenin yolu ise muhasebe ve mücâhededir.

Nefis, yokluk zamanında verâ’ sahibidir belki fakat imkân bulduğu anda harekete geçer, terk ettiği şeyleri ister. Bu nedenle sûfîler, nefse rıfk ile muamele etmemiş, nefsin arzularının zıddını yapmışlardır. Hatta kimileri Kâbe’ye ihtiram duygusuyla abdest ihtiyacını harem dışında gidermiştir. Sûfîlerin az yemesi ve az yemeyi felsefe haline getirmeleri de bu duygudandır.

Verâ’, değil şüphelilerden; mubah şeylerden dahi uzak durmak olduğu için sonuç olarak insanın kaybettiğine üzülmeme düzeyinde bir yakine ulaşmasıdır. Bu makama ulaşan kişi elinden kaçırdığı bir şeye üzülmediği gibi, kaybettiği bir şeyi de aramaz. Çünkü verâ’ makâmı rızâ ve teslimiyet makâmıdır.

3. Zühd ve Fakr

Zühd lügatte; az olan ile yetinmek, rağbetsiz olmaktır. Dünya sevgisi ve hırsının zıddı”.

Tasavvuf ıstılahında zühd, dünya sevgisini kalpten söküp atmak ve insanı sınırlayan bağlardan ve Kur’ân tabiriyle “eğlâl”den (zincirlerden) âzad olmaktır.

Fakr ise ihtiyaçlılık halidir. Yani evrenin işleyişinden, insan yaşamı için gerekli her şeyi Allah temin ettiği için insan ve diğer bütün varlıklar fakr halindedir, yani fakirdir.

Tasavvuf, bu ihtiyaçlılığa dikkat çekerek mümkün olan en yüksek seviyede bir idrak ile varlığa bağlılıktan sıyrılmayı, fakr kavramı ile varlığa ihtiyaçsızlığı, böylece melekûtî bir nitelik kazanmayı hedeflemiş, bu farkındalığın teorik çerçevesini kurmuştur.

4. Sabır (ربصلا)

Tasavvuf düşüncesinin anahtar kavramlarından biri de sabırdır. Sabrı olmayanın dini

(3)

3

eksiktir. Zira insanın hakikat arayışı ve bu doğrultuda bir hayatı yaşaması her aşamasında sabrı gerektiren bir süreç işidir. Sabır, kendini tutmak, öz sınırlama yapmak, nefsi akıl ve şer’ ile dizginlemektir. Bir kenara çekilip beklemek olmayan sabır, belâ ve musibetler karşısında, şikâyet etmek yerine çözüme odaklanmak sıkıntılara direnmektir. Kısaca, zühde dayalı derûnî inşa yönteminin en önemli aşaması olan sabrın, problemler karşısında insanlığın karşı koyma gücü olduğunu söyleyebiliriz.

5. Havf ve Recâ (ءاجرلا فوخلا)

Havf, sözlükte; korkmak, endişe etmek, uyanıklık, ihtiyatlı olmak, kıtal gibi anlamlara gelir. Tasavvufta ise muhtemel bir hadiseden korkarak kalbin ızdırap duyması, üzülmek mânâlarına gelir. “Korku ve ümitle Rab’lerine ibadet ederler” ayeti ile “Süt, çıktığı yere tekrar girmediği gibi, Allah korkusundan ağlayan kimse de cehenneme girmez” hadisi havf ve reca kavramını çerçevelendirir. Hasan Basrî (ö. 728) havf merkezli bir sülûk anlayışını benimser.

Recâ ise ümit etmek, dilemek, yalvarmak, endişe duymak gibi anlamlara gelir.

Tasavvufta ise Allah’tan ve Allah’ın rahmetinden ümit kesmemektir. Havf ehli, recâ sayesinde helak olmaktan kurtulur. Havf ve recâ, gece ile gündüz gibidir.

Havf ve recâ kulluğun şanındandır. Kulluk ise, muhtaçlık demektir. Kul, daima havf ve recâ halinde olmalıdır. Çünkü havf ve recâ kalbi günahtan korur. Dolayısıyla havf ve recâ, kulluğun iki boyutu olarak karşımıza çıkmaktadır.

7. Takva (يوقتلا): Vikaye kökünden olan takva, bir şeyi muhafaza etmek, himaye etmek, zarar görecek bir yerden onu korumaktır. Bir başka tanıma göre taatte ihlas, masiyette terk ve sakınmadır. Kulun Allah’tan başka her şeyden sakınması, Allah-u Teâlâ’dan uzaklaştıran her şeyden korunmasıdır.

Ebu’l-Hasan-i Harakânî (ö. 1033) dervişliği tanımlarken dervişliğin üç pınardan beslenen bir deniz olduğunu ve bu pınarlardan ilkinin takvâ pınarı (perhiz) olduğunu söylemiş takvânın önemine vurgu yapmıştır.

Muttakiler Allah için konuşur, Allah için yaparlar. Hz. Ömer (ö. 644)’e takvâdan soruldu: Hz. Ömer, dikenli yola girdin mi? diye sordu, adam evet dedi. Hz. Ömer, orada nasıl yaptın? diye sorunca adam, çok sakındım dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer, işte takvâ odur dedi. Yani günahların küçüğü ve büyüğünden tamamen sakınmaktır. Hâsılı takvâ insanı Allah’a yaklaştıran şeydir.

Takvânın kuşanılması, “takvâ elbisesi/ىوقتلا سابل”ni ifade eder. Takvâ elbisesi ise sâlih ameldir. İbn Abbas’a (ö. 687) göre takvâ elbisesi salih amel iken Hz. Osman (ö.

657)’a göre güzel huydur. Urve b. Zübeyr (ö. 712) ise takvâ elbisesinin Allah korkusu olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla Âdem (as); “ةرجشلا هذه ابرقت لاو/Bu ağaca yaklaşma” emrinden udul etmeseydi üzerindeki takvâ elbisesi açılmazdı.

Demek ki insanı İblis ve nefis iğvasından koruyan elbise gibi zahirî/şer’î se- bepler yanında asıl koruyucu manevî, bâtınî kalkan takvâ ve salih ameldir.

8. İhlas (صلاخلإا)

Sözlükte bir nesneyi halis kılmak, saf, katıksız olmak, riyayı terk etmek ıstılahta ise riya,

(4)

4

sum’a, gösteriş, şirk ve alayişin zıddı; samimiyet, sırf Hakk’ın rızasını düşünmek, sadece Allah’ı düşünerek konuşmak, hareket etmek ve ibadet etmektir. İhlasın zıddı riya ise gizli şirktir.

Allah ile kul arasındaki ilişkinin her türlü şaibeden uzak, samimi ve dürüst

olması gerektiğini ifade eden ihlas, Kur'ân-ı Kerîm’de “Ancak tevbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah’a yapışanlar ve dinlerinde ihlaslı olanlar müminlerle beraberdir.”; “Biz bu kitabı sana hak ile indirdik, öyle ise sen de dinî yalnızca kendisine halis kılarak Allah’a kulluk et.” âyetlerinde geçer. Allah Resulü de “hayatında ihlaslı ol, az amel yeter” buyurmuştur.

Ayet ve hadislerden anlaşıldığına göre ihlas, kulluğun geçerli olmasını sağlayan en temel unsurdur. Buna bağlı olarak müminlerle birlikte olabilmenin ve amellerin kabul şartıdır. Dolayısıyla ihlasın en önemli noktası, kulluğumuzun ve ibadetlerimizin kalitesini yükseltmesidir. Bundan dolayı ihlaslı az amel, ihlassız çok amelden daha hayırlıdır.

Gerçek anlamda yapılan bir ibadet Allah ile kul arasında bir sır olmasından dolayı bu ibadetlere nefsin, şeytanın hatta meleklerin bile müdahil olmaması gerekmektedir. Bu bağlamda ihlas, kul ile Allah arasına hiçbir varlığın girmemesidir. Bu durumdaki kişi nefsin istek ve arzularından uzaklaşır ve gayesi yalnız Allah ve O’nun rızası olur. Yaptığı ameli görmez. Bu noktada ihlas, yapılan işlerin kalbini ve ruhunu teşkil eder.

9. Şükür (ركشلا): Şükür, yapılan iyiliği övmek, teşekkür etmek, nimeti dile getirmek, kıymet bilmektir. Zıddı ise küfrân/nakkörlüktür ki bu da nimeti unutmak veya gizlemektir.

Şükür üç çeşittir: Kalbin şükrü (nimeti tasavvur etmek), dilin şükrü (nimeti verene hamd etmek) ve diğer organların şükrü ki bu da nimetin gerektirdiği ölçüde karşılık vermektir.

Tasavvuf ehline göre şükrün manası, Allah’ın nimetlerinin güzelliğini ilan etmek, ihsanda bulunanın nimetini ona boyun eğerek itiraf etmek, bütün bunları dil ile değil kalb, hâl ve fiil ile yapmaktır.

Sonuç olarak şükrün, imanın yarısı olacak kadar önemli bir mana içeriğine sahip olduğu ortaya çıkmaktadır. Şükrün her hal üzere yapılması, yalnız dil ile değil kalben, itikad ve itiraf tarzında eda edilmesi, hatırlama/zikir manasını da mündemiç olması, kavramın tasavvuftaki yerini ve önemini göstermektedir.

10. Tevekkül (لكوتلا): Tasavvuf düşüncesinin üzerine inşâ edildiği temel Kur’ânî kavramlardan tevekkül, Allah’ın indinde olana itimat, insanların yanında olandan ümitlenmemek, daima O’na dayanmak, O’nun hükmüne razı olmak manasında onurlu bir makamdır.

11. Rızâ (ءاضرلا): Râzı olmak, kabul edip hoşnut olmak manasındaki bu kelime ise Kur'ân-ı Kerîm’de yalnız Allah’a tahsis edilmiş, ancak kendisi ile muhabbete ulaşılabilen bir tasavvufî kavramdır. Tasavvuf klasiklerinde ilahî hükme ve kaderin tecellilerine kalbin razı olup sükûn bulması şeklinde tarif edilir. Tasavvufî inşa sürecinin son aşaması olarak kulun manevi zirve mevkiini ifade eden rıza makâmında artık kul ile Allah arasında bir söze gerek yoktur. Dil ve kalp zaten dua halindedir.

HÂLLER (لاوحلاا) 1. Fenâ ve Bekâ

Fenâ yok olmak, bekâ var olmak manasına, fenâ fillah ve bekâ billah şeklinde ve genellikle birlikte kullanılan fenâ ve bekâ kavramlarından fenâ; daha geniş anlamıyla fâni

(5)

5

olmak, yok olmak, kulun kendi amelini görmemesi bekâ ise var olmak, baki kalmak, fenâ olunan varlıkla birlikte olmak veya onda yaşamaktır.

Tasavvufta fenâ eğitimi, aslında kötü düşünce ve davranışların insanda minimum seviyeye çekilip yok olana kadar mücâhedeyi sürdürmesi şeklinde yapılır. Kul egosunu bilinçli ve sistemli olarak küçültür ve varlığını Allah’a adayarak O’nun hoşnutluğuyla bekâ bulur. Adanmışlık ruhu arttıkça –ki bunun son aşaması şehâdettir– fenanın derinliği de artacak ve bekâ hâli o denli yüksek olacaktır.

Bir müridin mürşid gözetiminde tasavvufi eğitimini tamamlamasından sonra ulaştığı noktaya da fenâ denir. Fenâ, aslında hiçlik ifade eder. İslâm tasavvufunda, ‘hiç’ makâmına gelen sûfî, beşerî huy ve sıfatları terk ederek Allah’ın sıfatlarıyla bezenir. O hâlde fenâ, kulun olgunlaşarak mükemmelliğini ifade eder.

Kur'ân’daki, “ههجو لاإ كلاه ئيش لك/O’nun yüzünden başka her şey helak olucu-

dur”; “ماركلا و للجلا وذ كبر هجو ىقبي و/Yerküre üzerinden bulunan her şey yok olacak. Ancak azamet ve ikram sahibi Allah bakidir” ayetleri varlıkların fani olduğunu anlatır. Fenâ hâlindeki kulun sevk ve idaresini bizzat Hak üzerine al- mıştır. Yusuf’u görünce bileklerini kesen kadınların hâli de bir nevi fenâ halidir.

Bekâ ise nebilerin makâmıdır. Allah onlara vakar ve sekinet elbisesini giy- dirmiştir.

Bundan dolayı içinde bulundukları hâl, farzları ifa etmelerine ve faziletli olmalarına engel olmaz. “Bu, Allah’ın dilediğine bahşettiği bir lütfu ve keremidir” ayeti bu hâli yaşayan kişileri ifade etmektedir.

Kuşeyrî (ö. 1072) fenâ ile insandaki olumsuz sıfatların yok olmasını, bekâ ile de insanın güzel vasıflar edinmesini anlatır. Dolayısıyla fenâ-bekâ ile bireyin toprak ve melek oluşu arasındaki seyyâliyete işaret edildiği söylenebilir.

2. Şuhûd-Gaybet

Şuhûd, bir mecliste hazır olmak, tanık olmak, bilmek, görmek, kendini, eşyayı ve çevreyi tanımak, seyretmek, perdenin kalkmasıdır. Literatürde, sâlikin gözünden sır perdesinin aralanması, eşyayı hakikate delil olarak görmek ve eşyada Hakk’ı temâşa etmektir. Şuhûd iç ve dış kuvvetlerin bir arada bulunduğu bir idrak hâlidir. Huzûr ve şuhûd terimlerinin iki mânâsı vardır: Hakk’ı şuhûd ve nefsini şuhûd.

Gaybet ise, kendinden geçmek, hislerini ve şuurunu kaybetmek anlamlarına gelir. Vecd ve istiğrak hâlidir. Gaybet hâlindeki kimseye gâib denir. Gâib bakar görmez, işitir anlayamaz. Gaybet, Allah’tan gelen vârid sebebiyle şuurun kaybol- masıdır.

Gaybet mi üstün huzûr mu? tartışması ilk sûfilerden itibaren yapılagelmiştir.

Mutasavvıfların genellikle birlikte kullandığı bu iki kavramın sadece lafzi farklıkları vardır. Kendinden gaib olan Hakk’ın huzurunda olur. Hak ile huzur ise kişinin kendisinden gaib olmasıdır.

Şuhud haliyle, hakikati görmeye başlayan yürüyüş ehli (sâlik) böylece yeni bir hale nefsin hallerinden gaib olmaya doğru adım atar ve bu halât ile yeni bir hâle inkılab eder.

3. Sekr-Sahv

Sekr kelimesi sözlükte durgunlaşmak, dinmek, yatışmak, mest olmak, fark edememek, kendini kaybetmek demektir. Tasavvufta sekr için, hâllerin etkisiyle muhabbetullahın verdiği duygu yoğunluğu ve kendinde olmama halidir diyebiliriz. Hâller geçici ve ansız

(6)

6

oldukları için birer fırsat olarak değerlendirilmelidirler. Bu fırsatlar, ganimete dönüştürmek suretiyle insan hayatında önemli ve devrim niteliğinde değişiklikler meydana getirebilirler.

Aşk, cezbe ve vecdin tesiriyle kendinden geçme, bütün kayıtlardan azade olup Hakk’a yönelme, kuvvetli bir tecelli ile kendinden geçip ruhi bir haz yaşamak demek olan sekr hâli, kulun temyiz kabiliyetini ortadan kaldırdığı için sûfîlerin bundan dolayı hatalara (şatahat) düştüğü de vaki olmaktadır. Bu durumda kişi eşyayı birbirinden ayırt edememekte Hakk’ı bulma (vecd) hali galip gelerek haz ile acıyı aynı görmeye başlamaktadır.

Şatahât adını verdiğimiz vecd sözleri de bu hâlde söylenen sözlerdir. Bu nedenle böyle bir duruma düçâr olanlar küfürle itham edilmez, şathiyyeler de elfaz-ı küfür olarak görülmezler. Çünki, bir sözün niçin ve nasıl söylendiği de en az o söz kadar önemlidir.

Nitekim Allah Resulü (sav)’in ölüm tehdidi karşısında küfür sözleri sarfeden sahabisine izin verdiği bilinmektedir.

Sahv ise uyanmak, uyandırmak, kendine gelmek, kendinde olmaktır. Tasavvufta sahv, kendinden geçen sekr halini yaşayan sâlikin, tekrar hislerine dönmesi, kendine gelmesi halidir. Her iki hal de birbirinin mütemmimidir. Sekr hali sahv ile sonuçlanır ve tam bir bilinç düzeyi elde edilir. Biri olmadan diğeri eksik kalır.

Sekr mi üstündür sahv mı konusu mutasavvıflar indinde tartışılmıştır. Herkes kendi karakteristik eğilimlerine uygun olarak sekr ve sahvdan birini üstün tutmuşlardır.

4. Tecrîd-Tefrîd

Tecrîd kelimesi sözlükte; soyutlamak, sıyırmak, kılıcı kınından çekmek, tek kalmaktır.

Tasavvufta ise tecrîd; sâlikin zahirini mal ve mülkten, bâtınını karşılık bekleme anlayışından soyutlaması, yaptığı her şeyi sırf Allah rızası için yapmasıdır. Tefrîd ise sözlükte; teklik ve yalnızlık, uzaklaşma, ibadet için bir köşeye çekilme, amelini nefs ve halktan gizlemektir.

‘Müferrid’, mâsivâyı bırakıp

sadece Allah’a adanan kişiye denir. Hadis-i Şerifte müferridûn medh edilmiştir. Tasavvufta tefrîd; Allah’ı tenzih etmek ve O’nu Ferd u Samed görmektir. Böylece tefrid halinde muhasebe daha kolay yapılır.

Klasik tasavvuf kaynaklarında tefrîd, genellikle tecrîd ile beraber ele alındığından, ikisi arasındaki fark: “Tecrîd mâlik olmamak, tefrîd ise memlûk olmamak” şeklinde formüle edilir. Yine tecrid zahirden ve halktan kopmak, tefrid ise kendinden kopmaktır. Dolayısıyla tecrîd ve tefrîdi, her salik tecrübe etmelidir.

5. Vecd

Sözlükte ve-ce-de kökünden türemiş bir mastar olan vecd kelimesi; aradığını bulmak, var olmak, sevgi, aşk anlamlarına gelir. Tasavvufta ise vecd; Allah’tan kulun içine doğan ferah-hüzün hâlidir. Sülûk esnasında ilahî feyzin kalbe akmasıyla yaşanan önemli hâllerdendir. Kur’ân-ı Kerîm’deki ‘’Yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır”; Önceden kendi yaptığınız her iyiliği Allah katında bulacaksınız” ayetleri vecde kaynaklık etmektedir. Buna göre vecd; zühd, takvâ ve ihlas ürünü bir haldir.

Vecd sürecinde tevâcüd başlangıç, vücûd ise son noktadır. Nitekim, “Ağlayınız, eğer ağlayamazsanız, ağlar görününüz” hadisi tevacüdü destekler mahiyettedir.

İslâm’ı yaşamanın; biri bilgiye, diğeri duyguya bakan iki boyutundan biri kuşkusuz vecd adı verilen haldir. Arzu edilen bu bilgi-duygu ilişkisinin denge düzeyinde olmasıdır.

(7)

7

Vecd hâlinde, özlem, şevk, iştiyak içinde sallanma vb. hareketler olabilir. Bunlar kişiden kişiye değişebilen tezahürlerdir. Serrac’a göre bu hal esnasında derin nefes alma, bayılma, ağlama, inleme, sarsılma, bağırıp nara atma türü davranışlar olabilir.” Allah anıldığı zaman kalplerin titremesi bu tezahürlere işarettir. Ancak Kelâbâzi’ye göre sükûnet hâli, hareket hâlinden yine de daha üstündür.

Böylece iman göstergesi bir hâl olan vecdin zühd, takva, verâ’ ve ihlasın neticesi olduğunu ve sonraki hâlleri müjdelediğini söylemek mümkündür.

6. Cem’-Fark

Toplamak, bir araya getirmek, kalpleri muhabbet üzere birleştirmek, bir iş üzerinde ittifak etmek manasına gelen cem’, tasavvufta; hâlik ile mahlûk arasındaki ayrılığı ortadan kaldırıp, sadece Allah’ı görmektir. Aynu’l-cem’ veya cem’u’l-cem’, bu kavramla ilgilidir ve Allah’tan başkasını görmemek demektir.

Cem’ ile fark genellikle birlikte kullanılır. Aralarındaki fark, kaynaklarda; ‘cem’ sadece Allah’ı görmek, ‘fark’ ise hem yaratanı hem de yaratılanı görmek” şeklinde açıklanmıştır. Bu zaviyeden bakıldığında cem’ vahdetçi bir bakışı, fark ise kesretçi bir bakışı ifade etmektedir.

Bu kavramlarla ilintili başka kavramlar da vardır. ‘Cem’iyet-i hâtır’ bunlardan biridir.

Anlamı; aklı, fikri ve kalbi bir noktada top-lamaktır. ‘Aynü’l-cem’ bir diğeridir. Allah’tan başkasını görmemek anlamına gelir ve bu, ‘Ene’l-Hakk’ makâmıdır. Serrâc (ö. 988)’a göre ise cem’: “Yaratıkları dikkate almaksızın, Hak ile irtibat kurmayı anlatan mücmel bir lafızdır.”

Fark kavramında dağıtma, düşüncenin dağınık olması hâli vardır. Tefrika-i hâtır;

düşüncenin ve arzuların dağınıklığı; fark-ı sânî ise cem’ hâlinden sonraki kendine gel-me hâlidir. Cem’ ve fark genellikle birlikte kullanılır.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

SÛF HAREKETİNDE KURUMSALLAŞMA, KAVRAM VE UYGULAMALAR 4.1. TÜZEL KİŞİLİK OLUŞUMLARI (TARİKATLAR)

Bir temel İslâm bilimi olarak sûf hareketi (tasavvuf) artık olgunlaşmış, bu alana ait kavramlar, ıstılahlar üretilmiş, Kur’ân ve Sünnet referanslı sistematik çerçeve tamamlanmıştı. Bu düşünce o zamana kadar hep zühd hareketi olarak toplumda varlığını sürdürmüştü. Şimdi düşüncenin kurumsallaşması gerekiyordu. İç bünyeye dönük, zühd temelli bu öz muhalefet hareketi, artık dış tehlikelere karşı yeni bir savunma hattı oluşturmak zorundaydı.

Zira İslâm’ın küreselleşme eğilimi pozitif kutup noktasındaydı ve Haçlı-Moğol tehlikesiyle yüzyüze gelmişti. Böylece Beşir Caluti’ye göre ancak Allah için olan ve tevbe ile başlayarak atılan her türlü adımları ifade eden tarikat girişimleri, tasavvuf düşüncesinin yeni savunma hatları olarak sınır bölgelerdeki zaviyelerde fütüvvet, uhuvvet, cevdet, salvet, vahdet, salabet ruhuyla teşekkül etmeye başladı.

Sözlükte yol, yöntem, mezhep gibi anlamlara gelen tarikat, tasavvuf ıstılahında Allah’a ve O’nun rızasına ulaşan yolları ifade eder. Dolayısıyla tarikat, Allah gayesi ile hareket eden bütün kurumsal/organize yapılardır. Kimi yazarlara göre tarikat, varlıkların aldıkları nefes

(8)

8 sayısı kadardır.

Başlangıçtan Hicri altıncı yüzyıla kadar zühd ve takva merkezli tasavvufi anlayış; tüzel kişilik kazanmadan zümreler halinde küçük ölçekli sosyal topluluklarda devam etti. Gazali’den (ö.1111) itibaren ise sosyal açıdan yeni bir şekil aldı. Bu açıdan Gazali, önemli bir dönüm noktasıdır.

Kendi içinde âdâb adı altında kurallar ve yönetmeliklere göre fonksiyonellikle bu yapının hayatiyeti sürdürülüyordu. Tıpkı bir lise, üniversite eğitim-öğretimi gibi, kendilerine mahsus yönetmelikleri, uyulması gereken birtakım kuralları vardı.

Kurumsallaşmış tasavvufun öğretim yeri olarak çeşitli tekke ve zaviyeler kurulmuştu.

Takvimler 1100’lü yılları gösterdiğinde İslâm şehirleri büyük bir tehlike ile karşı karşıyaydı. Çok geçmeden Doğu’dan gelen bu tehlike kapıya dayandı ve büyük göç/dram yaşandı. İnsanlar bitkin, perişan bir vaziyette sığınabilecekleri bir yer arayışındaydılar. Bu dönemde tasavvufun kurumsallaşması için bütün koşullar uygun hale gelmişti. Hilafet merkezi artık gücünü kaybetmiş, Batı’dan Haçlı saldırıları ile Doğu’dan Moğol saldırıları arasında sıkışıp kalkmıştı.

İslâm beldelerinde yıkım, işgal, kıtlık ve yokluk hüküm sürmektedir. Anadolu sığınmacılar için bir kapı araladı. Halk zaviyelerde, hangâhlarda kümelenmeye başladı.

Buralarda yeniden inşa ruhuyla çalışan şeyh ve dervişler tekkenin büyüklüğü oranında bir ekonomiyi de yönetiyorlardı. Giderek daha bir popüler hale gelen ve ekonomisi büyüyen bu sivil işletmeler, Hicri altıncı yüzyıldan itibaren tarikatlara evrilmek suretiyle yeni bir dönemi başlattılar.

XII. ve XIII. yüzyıllar tarikatların tekevvün dönemidir. Bugünkü anlamıyla tekkesi, zaviyesi, şeyh-mürid münasebetleriyle ilk tarikatlar bu yüzyılda kuruldu.

Sivil toplum müesseseleri olarak teşkilatlanan bu tasavvuf oluşumları, Müslümanların tarihinde önemli sosyo-kültürel, ekonomi-politik görevler üstlenecek, tevhidî hayatın gönüllerdeki tecellilerinden başlayarak toplumsal alanlardaki tecellilerini inkişaf ettireceklerdir. Şimdi kurucu pîrlerinin vefat tarihlerini sıralayarak önemli tarikatları kısaca görelim:

4.1.1. KADİRİYYE / ABDULKADİR-İ GEYLÂNÎ (Ö. 1166)

En eski ve en yaygın tasavvuf ekolü olarak Kadiriyye hareketi, adını Ab- dülkâdir-i Geylâni’den alır. Soyu Hz. Ali’ye ulaşan ve küçük yaşta yetim kalan Geylânî, siyasî çekişmeler, dinî ve mezhebî kavgalardan rahatsız olur, fitne olarak gördüğü dönemleri uzlet ile geçirir.

40 yaşlarında Hammâd ed-Debbâs (ö. 1131) ile tanışıp irşad sohbetlerinde bulunur, 50 yaşlarında ise vaazlar vermeye başlar ve kısa zamanda tesiri yayılır.

Bağdatta (1095) Ebû Galib b. Bâkıllânî, Ca‘fer es-Serrâc gibi âlimlerden hadis; Ebû Saîd el-Muharrimî’den fıkıh; Zekeriyyâ-yı Tebrîzî’den edebiyat okudu. Kısa zamanda şer’i ilimlerde mücaz oldu. Bağdat mutasavvıflarıyla yakın dostluklar kurduğu bu yıllarda Debbâs (ö. 1131)’tan hırka giydi. Hadis, tefsir, kıraat, fıkıh ve nahiv gibi ilimleri okuttu ve halka konuşmalar yapmaya başladı. Uzun süre riya- zete girdiği ve kırk gün boyunca hiçbir şey yemeden direndiği nakledilir. İnziva döneminin sonunda Mekke’ye gider ve dünyanın farklı beldelerinden gelen ulemâ ile görüşüp onlara hırka giydirir (diploma verir).

Geylânî, Şafiî olmakla birlikte Hanbeli mezhebinden de faydalanmıştır. Her iki mezhebe göre fetva vermiştir. Geylânî’nin tasavvufu, şeriata dayanır. Kur'ân ve hadislere uygun

(9)

9

hareket etmeyi şart koşar. İbn Teymiyye bir Geylânî hayranıdır. Açık havada verdiği konferanslarını dinlemek için yetmiş bin kişinin Bağdat’a geldiği, arka saflarda bulunanların ön saflardakiler kadar sesini rahatlıkla işittik- leri rivayet edilir. Karşılaştığı kimseleri hemen tesiri altına aldığı için “Bâzullah” (Allah’ın şahini) denmiştir. Geylânî’nin konuşmalarını her görüşten ulema, avam takip eder ve gün geçtikçe meclislerini alacak genişlikte mekânlar kalma- yınca açık hava konuşmalarına dönüşür.

1166 tarihinde vefat eden ve çok tesirli konuşmalarıyla hem ilimde hem de tasavvufta cehabeze bir şahsiyet olarak temayüz eden Geylanî’nin konuşmaları ve dersleri yanında yazdığı kitapları da insanların gönlünde yer etmiştir. Ona göre zâhir-bâtın bir gömleğin iki yakası gibidir, biri diğerini tamamlar. Vefatının ar- dından öncü anlamında kutup olarak isimlendirilir. Ona göre bu yolda yürüyen mümin, önce uzlet ile alışkanlıklarından izole olacak ve belli bir riyazet sürecin- den geçerek, dünya sevgisinden kalbini azad edip yürüyüşünü tamamlayacak ve yeni bir insan olarak toplumun arasına girecektir.

Geylanî’nin en önemli eserlerinden birkaçı şöyledir: El-Gunye li-Tâlibi

Tarîkil-Hak (Hak Yolunu Arzulayana Gerekli Azık), El-Fethu’r-Rabbanî ve Feyzu’r-Rahmanî (Rabbani Açılım ve Rahmani Doğuş), Futûhu’l-Gayb (Gaybi Açılımlar), El-Fuyûzatu’r- Rabbaniyye li-Evradi’l-Kâdiriyye (Kadiriyye Virdinde Rabbani Doğuşlar), Mektûbat (Mektuplar), Cilâü’l-Hâtır min Kelâmi Şeyh Abdilkâdir (Şeyh Abdulkadir’in Sözünde Aklın Cilası).822 Abdülkâdir-i Geylâni’nin ilmî, tasavvufî kişiliği yanında gerçekleştirdiği eğitim ve vakıf hizmetleri, Kâdirî hareketini kısa zamanda yaygınlaştırmış ve kurumsallaşmasına temel teşkil etmiştir. İslâm dünyasının istila yıllarındaki perişan halinin de etkisiyle ve İslâm beldelerine dağılan çocukları ve öğrencileri sayesinde bu hareket Müslüman halklar için yeni bir ümit olmuştur. Kadirî hareketin Afrika ülkelerindeki etkinliği ile misyoner faaliyetleri çoğu yerde başarısız olmuş ve İslâm, coğrafyanın hâkim yaşam biçimi haline gelmiştir.

Kadirîlik hareketi Anadolu’ya meşhur Müzekki’n-Nüfûs yazarı Eşrefoğlu Rûmî (ö. 1469) tarafından getirilmiştir. Kâdirî hareketin kendine özgü usûl ve yöntemleri vardır. Sözgelimi bu ekole girişte tevbe, zühd, tevekkül, kanâat, uzlet, zikir, teveccüh, sabır, murâkebe ve rıza’dan oluşan on şartın yerine getirilmesi istenir.

Kadirilikte zikir usulü cehrî ve kıyam (ayakta) tarzındadır. Bu tarz zikirde Müslümanlar namazda saf bağlar gibi ayakta saf bağlar ve ahenk içinde belli bir ritimle virdleri okurlar.

4.1.2. YESEVİYYE / AHMET YESEVÎ (Ö. 1166)

Yeseviyye tasavvuf ekolünün pîri Ahmed-i Yesevî Pîr-i Türkistân, Hâce-i Türkistân gibi unvanlarla anılır. Ahmed-i Yesevî’ye nispet edilen Yeseviyye veya Yesevilik hareketi Orta Asya başta olmak üzere Anadolu’nun İslâmlaşmasında ve Balkanlara sirayet etmesinde önemli role sahiptir.

Arslan Baba’nın vefatından sonra Buhara’da devrin ileri gelen âlim ve mutasavvıflarından Yusuf Hemedânî’ye intisap etmiş ve seyr u sülukunu onun yanında tamamlamıştır. Kısa zamanda Hemedânî’nin teveccühünü kazanıp onun yanında kemale eren Ahmed Yesevi, her yönüyle onun tesiri altında kalmış, onu ilmi, fazlı ve takvasıyla kendisine örnek bilmiştir. Onun gibi Kur'ân’a, nebevî sünnete ve Hanefi fıkhına sıkı bir bağlılık

(10)

10 göstermiştir.

Silsile-i Meşâyih-i Türk de denilen hareketin kurucusu (pîri) Ahmed Yesevî, Yûsuf el- Hemedânî’den hilâfet (icazet, diploma) almıştır. Yûsuf el-Hemedânî’nin halifelerinden Malatyalı Abdülhâlik-ı Gucdüvânî de Hâcegân tarikatının kurucusudur.

Ahmet Yesevî’nin en çok adından söz edilen eserleri yaklaşık 250 hikmetten oluşan Divân-ı Hikmet, inanç esaslarını konu alan Akaid ve Divân-ı Hikmet için bir mukaddime niteliğinde kaleme aldığı Fakr-Nâme’dir. Türk-İslâm edebiyatının en önemli ve bilinen en eski örneklerinden olan Divân-ı Hikmet, büyük ölçüde Özbek Türkçesi özelliği gösterir.

Konar-Göçer Türk topluluklarının yerleşik hayata geçtikleri ve kitleler halinde İslâm’a girmeye devam ettikleri bir dönemde, Hoca Ahmed Yesevi’nin İslâm’ın bütünleşitirici esaslarını, bağlayıcı pratik ilkeler olarak toplumun en uç kesimlerine kadar yaygınlaştırması, yeni arayışlar içerisindeki geniş kitleleri, tek kültür odağında bütünleştirdi. Sadece Maveraünnehir’de değil Anadolu’da, Rumeli’de ve Balkanlar’da İslâm’ın ilke ve kültürünün yerleşmesinde Ahmet Yesevi ve takipçileri önemli rol oynamışlardır.

Meşhûr halifelerinden Sûfî Muhammed Dânişmend, Ahmed Yesevî’nin ve diğer sûfîlerin görüşlerini Mir’âtü’l-kulûb adlı Türkçe eserinde toplamıştır. Yine halifelerinden Hoca İshak, XIV. yüzyılın ortalarında kaleme aldığı Hadîkatü’l-ârifîn isimli Türkçe eserinde İsmâil Ata’nın ve diğer bazı sûfîlerin görüşlerine yer vermiştir. Ahmed Yesevî’nin dördüncü ve en meşhur halifesi Hakîm Ata’dır (ö. 1186). Ahmed Yesevî gibi hikmet tarzında Türkçe şiirler söyleyen Hakîm Ata’nın günümüze ulaşan kitapları vardır. Hakîm Ata’nın en önemli halifesi Zengî Ata’dır (ö. 1258). Zengî Ata’nın tavsiyesiyle Altınordu Hükümdarı Özbek Han ile birlikte kişinin müslüman olduğu nakledilir. Eymen Baba, Şeyh Ali ve Mevdûd Şeyh halkı irşada devam etmiştir. Tasavvufa dair birçok eser kaleme alan Şeyh Hudâydâd, Bustânü’l- muhibbîn adlı Türkçe eserinde Yeseviyye âdâbı hakkında önemli bilgiler nakleder ve cehrî zikri savunur.

Yeseviyye hareketi; İslâm’a henüz girmiş olan Türklere, Zühd hareketinin Medine, Kûfe, Basra ekollerinin mirasıyla geliştirdiği mütekâmil Horasan ekolü üzerinden İslâm’ı öğretmeye, tarikat âdâbını öğrencilerine benimsetmeye çalışmıştır. Kur'ân, sünnet ve Horasan Melâmî tasavvuf anlayışından oluşan üç temele dayanan Yesevîliğin esasları ise beş tanedir. Bunlar:

1. Tevhidî tasavvuf,

2. Kur’ân ve Sünnet’e ittiba, 3. İslâmî ilkelere bağlılık, 4. Riyâzet ve mücâhede, 5. Halvet ve zikirdir.

Bu hareket önce Seyhun çevresinde Taşkent ve civarında doğmuş, sonra, Harezm tarafına yayılmış, Maveraunnehir’de kuvvetlenmeye başlamıştır. Çok sayıda müntesipleriyle Horasan, Azerbaycan, Anadolu bölgelerine kadar yayılmıştır. Türklere mahsus sayabileceğimiz bu tasavvuf ekolü, Nakşibendiliğin ortaya çıkmasına kadar genellikle Türk memleketlerinde hüküm sürmüştür. Nakşibendiliğin ortaya çıkmasından sonra, bilhassa Maveraunnehir Türkleri arasında Nakşibendilik büyük bir yer kazanmış, daha sonra Horasan ve Harezm’e de nüfuz etmiştir.

Yeseviyye, Anadolu’nun fethinden sonra bu bölgeye ilk gelen tarîkat olmasına rağmen

(11)

11

zaman içinde tesir gücünü kaybetmiştir. Bir diğer ifade ile kendisinden sonra gelen tarîkatların içinde erimiştir. Anadolu’yu şenlendiren Yesevî dervişleri ve bu dervişlerin kurduğu Yesevî tekkeleri, Osmanlılar döneminde yerini kardeş tasavvuf ekollerine devretmiştir.

4.1.3. RİFÂİYYE / AHMED ER-RİFÂÎ (Ö. 1182)

Basralı Ahmed er-Rifâî’ye (ö. 1182) nisbet edilen İslâm dünyasının Kadirilik ve Yesevilikten sonra ilk tarikatlarından biri olan Rifaiyye, ismine nispetle Ahmediyye, kaldığı mekâna nispetle Batâihiyye ismiyle de bilinmektedir.

Tarikatlar içinde en hızlı teşkilatlanan ve kurumsallaşan tarikattır. Soyu İmam Musa Kazım (ö. 799)’a, silsilesi ise Hz. Ali (ö. 661)’ye ulaşır.

Merkez tekke on yıl sonra ilâvelerle genişletilmiş 1155’te 4000 kemerli olarak inşa edilmiştir. Rivâk diye anılan tekke binlerce metrekarelik bir alanı kapsayacak büyüklüktedir. Büyük zikir meclislerinin kurulduğu geceler (mahyâ) 100.000 mürid Ümmüabîde civarında çadırlarını kurar ve her gün mürid rivâkta toplanırdı. Bunlara sabah akşam yiyecek ikram edilirdi. Ebu’l-Feth el-Vâsıtî (ö. 1235) aracılığıyla Mısır’da teşkilâtlanan ilk tarikat olmuştur. Anadolu’da Rifâiyye’ye ait 1257 bir zaviye mevcuttur. İbn Battûta 1332 yıllarında Kuzey Anadolu’da Rifâiyye’den söz eder. Molla Fenârî’nin Rifai olduğu bilinmektedir. Bugün varlığını sürdüren Rifâiyye hareketinin esasları Ahmed er- Rifâî tarafından tespit edilmiştir. Onun ifadesine göre Rifâiyye Kitap ve Sünnet’e dayanan, tevazuun esas alındığı bir tarikattır. Rifâiyye’de intisap, bir mübâyaadır ve bir merasimle gerçekleşir. Bütün zikirleri cehridir. Cemaatle yapılan zikir ise, hem kuûdî hem de kıyâmî yapılır. Zikir meclislerinde Ahmed er-Rifâî’nin tertip ettiği evrâd ve ahzâbdan bir bölümü (sekizinci hizip) okunur. İlk kaynaklarda zikir meclislerinde (şiş, iğne, ateş vs.) yer verilmemiştir. Rifâiyye tarikatında siyah taç tercih edilmiştir.

Rifailiğin esaslarını Divan-ı Hikmet’ten şöylece çıkarmak mümkündür;

1. Allah’ın emrine ittiba, nehyinden ictinab.

2. Şeriat ve Tarikata ters düşen şeylerden kaçınmak.

3. Dininde ve ahdinde muhkem durmak.

4. Şeriat ve Tarikata lazım olan şeyleri öğrenip, onları uygulamak.

5. Kişilerin ayıp ve kusurlarını öğrenmemek.

6. Muhtaçlara insaf ve merhamet etmek.

7. Çirkin huyları terketmek.

8. Şeyhinin nasihatını kabul etmek.

4.1.4. SUHREVERDİYYE / ŞİHABÜDDİN ES-SUHREVERDÎ (Ö. 1234)

Bağdat fütüvvet hareketinin fikir mimarlarından Ebu Hafs Ömer es-Suhreverdî’nin başlattığı bu hareket kısa zamanda etkisini göstermiş, ‘Avarifu’l-Ma’arif adlı eseriyle de İslâm dünyasının her köşesine yayılmıştır.

Anadolu’da Zeyniyye hareketi, Suhreverdiyyenin devamı olarak bilinmiş, bu hareket Hindistan’da Çiştiyye olarak tanınmıştır. Bir bakıma Kübreviyye ve Ebheriyye hareketleri de Suhreverdiyyenin kolu veya faklı isimlerle devamı olarak değerlendirilebilir. Zira bunlar da Ebu’n-Necib es-Suhreverdi (amcası)’nin halifeleridir.

Ebu Hafs Ömer es-Suhreverdî İran’ın Zencan’a bağlı Suhreverd kasabasındandır. Ancak hayatı Bağdat’ta geçmiştir. Bağdat’ta amcasından ve çeşitli âlimlerden hadis, tefsir, Şafiî fıkhı tahsil etmiş, Geylânî ile görüşüp Abbasi halifesi Nasır Lidinillah’ın saygısını

(12)

12

kazanmıştır. Halife, Anadolu’ya ve Maveraunnehir’e diplomatik görevler için Suhreverdî’yi göndermiştir. Bağdat’ta Şeyhu’ş-Şuyuh makamına ulaştığı için devrinin en itibarlı şeyhi haline gelmişti. Öyle ki Bağdat’taki bütün tarikat ve tekkelerin yönetimi kendisine bağlanmıştı. Ünlü Bostan ve Gülistan yazarı Şeyh Sa’di-i Şirazî de onun müridleri arasındadır.

Suhreverdiyye Irak başta olmak üzere çevre beldeler olan Suriye, İran ve Anadolu’da etkili olmuş, Hindistan ve Pakistan’a ulaşmıştır. Halifeleri Zerekiya Multânî (ö. 1262), Kemâleddin Isfehânî (ö. 1237) ve İzzüddin b. Abdüsselam (ö. 1281) hareketin yayılmasında önemli paya sahiptirler. Günümüzde sadece eserleriyle bilinen Suhreverdî hareketi, farklı isimlerle çeşitli beldelerde devam etmektedir.

4.1.5. ÇİŞTİYYE / MUİNÜDDİN HASAN ÇİŞTÎ (Ö. 1234)

Kurucusu Muinüddin Hasan Çiştî’ye nispet edilen hareket, Sicistan’da ortaya çıkmış, Hindistan bölgesinin ilk ve en yaygın tarikati olmuştur. Muinüddin, Buhara ve Semerkand’da okuduktan sonra Belh, Bağdat gibi şehirlere rihlet etmiştir. Geylânî (ö. 1166), Ebu’n-Necib Suhreverdî (ö. 1168) ve Necmeddin-i Kübrâ (ö. 1221) ile görüşmüş, Hücvîrî (ö. 1072)’nin türbesinde inzivaya çekilmiş,

Ebu İshâk Şâmî (ö. 940)’nin yaşadığı Çişt köyüne yerleşmiştir.

Hem cehrî hem de hafî zikrin olduğu, murakabe, çile ve sema’ın uygulandığı bir ekol olarak Çiştiyye, Hindistan’ın İslâmlaşmasında büyük bir role sahiptir. İrşad faaliyetlerinde deniz gibi cömert, güneş gibi tatlı ve toprak gibi alçak gönüllülüğü esas alan hareketin tekkeleri misafir ağırlamasıyla ünlüdür.

Çişti tasavvuf ekolü Anadolu, Avrupa ve Afrika dışında Asya ve Uzak doğuda daha çok Endonezya, Malezya ve çevre ülkelerde yayılmıştır.

4.1.6. ŞAZELİYYE / EBU’L-HASAN ŞAZİLÎ (Ö. 1258)

Kurucu pîri Ebu’l-Hasan Şazilî’ye nispet edilen bu hareket, Tunus’un Cebel-i Zafrân mevkiinde Şâzile denilen yerde kurulduğu için buraya nispetle adlandırılmıştır. İlme düşkün bir zât olan Şâzilî çok mütalaa yaptığından gözlerini kaybettiği nakledilir. Birçok rihletler yapmış, Hacc’a giderken Mısır’da vefat edip oraya defnedilmiştir. Ebu’l-Hasan talebelerine Allah için fâni varlıklardan feragati, her saat, her yer ve her şartta zikri (zikr-i daim, zikr-i hafî) tavsiye eder, riyazat ve halvete, âyin ve toplu zikre çok önem vermezdi. Halvet der encümen prensibini uygulardı. Bu nedenle Şazilî müridler çile ve riyazetten ziyade dünya nimetlerinden azami istifade ile birlikte dua, zikir ve nevafil yaparak tevhide erilebileceğini savunurlar.

Şaziliyye ekolünün esasları şunlardır:

1. Zahiren ve batınen Allah’tan sakınmak.

2. Sünnet-i Seniyye’ye bağlılık.

3. Saadet ve musibet anında insanlardan bir şey beklememek.

4. Her meselede Allah’ın iradesine tam teslimiyet.

5. Sevinçte de kederde de Allah’a sığınmak.

Şaziliyye’de sekrden çok sahv ve temkine itibar edilir. Bu nedenle kimi tarikatların insanı vecde getiren musiki ve uygulamalarına bu ekolde rastlanmaz. Bedenini mihnet ve meşakkatlerin tesirinden kurtardığın gibi kalbini de nefsin heva ve heves putlarından

(13)

13

arındırarak sükûnete erdir. Ebu’l-Hasan’dan sonra Ebu’l-Abbas el-Mürsi (ö. 1287), onun yerine de İbn Ataullah İskenderî (ö. 1309) geçti. Ünlü müverrih ve sosyolog İbn Haldun (ö.

1406) da Şazilî mensubu bir mutasavvıftır.

4.1.7. MEVLEVİYYE / CELÂLEDDİN-İ RÛMÎ EL-BELHÎ (Ö. 1273)

Mevlevilik Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî el-Belhî’nin kurucusu olduğu vesilsilesi Hz. Ali (ö. 661)’ye ulaşan bir tarikattır. Bugün Afganistan sınırları içindeki Belh’te 1207 tarihinde dünyaya gelen Mevlânâ, 1219’da on iki yaşında iken babası Bahâeddin Veled’le (ö.1231) birlikte Anadolu’ya gelmiştir. İlk eğitimini babası ve Seyyid Burhaneddin Muhakkik- i Tirmizî (ö. 1241)’den alan Mevlânâ, eğitim sonrası Halep ve Şam’a gitmiş; burada İbn Arabi (ö. 1240), Sa’deddin Hamevî (ö. 1435), Evhaduddin Kirmânî (ö. 1237) gibi dönemin ileri gelen âlim sûfileriyle görüşmüştür.

Mevlânâ ailesinin Anadolu’ya göç etmesinin sebebini Moğol İstilalarının neden olduğu kargaşaya bağlayanlar varsa da asıl sebebin Belh yönetimi ile içiçe ve güçlü olan Fahr-ı Râzî (ö. 1209) ve çevresinin Mevlânâ’nın babası Bahaeddin Veled (ö. 1231)’e düşmanlıkları olsa gerektir.

Mevlâna’nın Şems’le buluşması, kendisi için bir dönüm noktası niteliğindedir. Şems (ö.

1247)’ten sonra da Selahaddin Zerkûb ve Hüsamettin Çelebi onun hayatında önemli bir yer tutar. Şems’le buluştuktan sonra uzlete çekilen Mevlânâ, en büyük eseri Mesnevî’yi onun isteğiyle te’lif etmiştir. Ayrıca Fihi Mâ Fih, Divan-ı Kebir, Mecâlis-i Seb’a, Mektubât gibi önemli eserleri vardır. Mevlânâ, Çelebi Hüsameddin’i yerine halife bırakarak 5 Cemaziyelahir 17 Aralık 1273 günü vefat etmiştir. Mevleviliğin teşkilatlanması, özellikle Çelebi Hüsameddin’in vefatından sonra (1284) postnişin olan Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled dönemindedir.

Mevleviyye tarikatının, Necmüddin Kübra’nın (ö. 1221) insanın gelişimini esas alan (usul-i aşere) zühd anlayışından, Şems-i Tebrizî (ö. 1244)’nin Horasan Melametiliği’nden ve İbn Arabi (ö. 1240)’nin vahdet düşüncesinden beslenerek yeni bir anlayış geliştirdiğini söyleyebiliriz.

Mevlevîliğin temel esasları ise aşağıdaki şekildedir;

1. Allah’a iman ve teslimiyet, 2. İlahi muhabbet,

3. Hz. Peygamber (sav)’e ittiba,

4. Bütün varlığını Allah’ın zikrine ve kulluğuna vermek, 5. Kalbi temiz tutmak,

6. Allah yolunda hizmet, ilim, fazilet, zarâfet ve nezaketten ibarettir.

Mevlânâ’dan sonra bir tarikata dönüşen Mevleviyye ekolünde cehrî zikir ve semâ’

uygulaması mevcuttur. Bir tarikatta cehrî zikrin varlığı hafi zikrin yapılamayacağı anlamına gelmez. Buradaki cehrî zikirden maksat, tekke ve dergâhlarda toplu ve bir merasim halinde yapılan uygulamalardır. Bu uygulamalar içinde Kur'ân kıraatı, şiir, enstrümental ezgi, sema’ gibi sanat ve

edebiyat da vardır. Bu nedenle Mevlevîlik programları, önemli sanat erbabının yetişmesinde de etkili olmuştur. Musıkî, şiir, hat, ebrû ve tezhib gibi sanat alanlarında Mevlevî tekkeler birer eğitim merkezi gibi işlev görmüşler, Türk edebiyat ve sanat dünyasının önemli isimlerini yetiştirmişlerdir.

Osmanlı topraklarında kurdukları zâviyelerde fütüvvet, fikir, sanat, edebiyat gibi çok

(14)

14

boyutlu bir kültür oluşturan, Osmanlı bürokrasisinde kimi zaman etkin olarak yer alan ve zamanla saray içinde önemli destek gören Mevlevîlik, silsile bakımından Hz. Ali’ye dayanmaktadır.

4.1.8. BEDEVİYYE / AHMED EL-BEDEVÎ (1276)

Ahmed el-Bedevî’ye nispet edilen Bedeviyye hareketi Fas’ta doğmuştur. Selefleri gibi el-Bedevî de, günümüzde temel İslâm bilimleri olarak adlandırılan şeriat ilimlerinini tahsil etmiş, Kur’ân’ı hıfzetmiş, Kıraat-ı Seb’ayı öğrenmiş, iyi bir fıkıh tahsili almıştır. Tanta’da mürşidi Bedreddin Hasan Mağribi’ye intisab edip vefatına kadar orada kalmıştır. Mısır’da halen oldukça etkili olan Bedeviyye hareketi, Haçlı saldırıları sırasında büyük kahramanlıklar göstermiş, Şaziliyye’den sonra en yaygın tarikat haline gelmiştir. İstanbul’da da Bedeviyye hareketini temsilen birkaç tekke kurulmuştur. Bektaşilik Osmanlı’da ne ise Bedeviyye de Mısır’da aynı şeye karşılık gelmektedir.

Hasan eş-Şazîlî (ö. 1258) ile görüştüğü için Şaziliyye’nin bir kolu olarak da değerlendirilen Bedeviyye hareketi lideri Ahmed el-Bedevî’nin Vesâyâ’sında (Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 1397) üzerinde durduğu şu konular tarikatın esasları haline gelmiştir:

1. Kur'ân ve Sünnet’e bağlı kalmak, 2. Kalbî zikre devam etmek, 3. Teheccüd namazı kılmak,

4. Sıkıntılara karşı sabır ve tahammül göstermek, 5. Sözünde durmak,

6. Kötülüklere iyilikle karşılık vermek, 7. Gariplere ve misafirlere ilgi göstermek, 8. Mütevâzi olmak,

9. Dervişliğin âdâbına dikkat etmek.

Ahmed el-Bedevî’ye göre zikirde esas olan kalbî zikirdir. Buna rağmen Bedeviyye’nin zikri tarihî seyir içinde cehrî, kıyâmî-kuûdî olarak icra edilir hale gelmiştir. Bedevî dervişleri âyin sırasında heyecanları artınca birbirlerine sarılarak zikre devam ederler. Buna “Bedevî topu” adı verilir.

4.1.9. NAKŞİBENDİYYE / BURHANEDDİN MUHAMMED NAKŞİBENDÎ (Ö. 1389)

Bahâeddin Muhammed Nakşibend’e nispet adilen ve silsilesi Malatyalı Abdülhalik-i Gucdüvânî (ö. 1179)’den Yusuf-i Hemedanî (ö. 1140) ve Beyazid-i Bistamî (ö. 848) vasıtasıyla Hz. Ebu Bekir (ö. 634)’e ulaşan Nakşibendiyye hareketi Sıddıkiyye, Tayfuriyye, Hacegâniyye, Ahrariyye, Kasaniyye, Müceddidiyye ve Halidiyye gibi isimlerle de anılmıştır. Nakşibendiyye hareketinin, günümüzde tasavvuf akımları içerisinde Kadiri hareketinin de fevkinde bir yaygınlığa ulaşmış olduğunu söyleyenler vardır.

Nakşibendîlik, Buhara başta olmak üzere Asya ve Uzak Doğu, Güney Asya, Avrupa ve Afrika’da yaygınlık kazanmış; Müslümanların yaşadığı ülkelerde geniş kitlelere İslâm’ın pro-aktif modelini ulaştırmıştır. Hareketin yayılışını etkileyen önemli bir neden olarak kullandığı dilleri görmek mümkündür. Zira ağırlıklı olarak Farsça’nın kullanıldığı Nakşi gelenekte Farsça’dan sonra Türkçe, Arapça, Kürtçe, Urduca’nın da zamanla kullanıldığını görüyoruz. Osmanlı Devleti’nde ulema, bürokrasi ve saray çevrelerinde kabul görmesiyle istikrarlı bir seyir izleyen Nakşilik hareketi, bu özelliğini, Kur'ân ve Sünnet’e (şeriata)

(15)

15 bağlılık anlayışına borçlu olsa gerektir.

Hüseyin b. Muhammed Hilmi (ö. 1934)’nin Tenbihu’s-Sâlikin adlı eserinde

إ خ تي ار ال ط ري ق ة ال ن ق ش بن د ية م ن بي ن س ائ ر ط ر ق ال ص و في ة أو لى و أن س ب . لأ ن ه ؤ لا ء ا لأ كا ب ر ق د ال تز م وا م تا عب

“ ة

.ةعدبلا بانتجا و ةنسلا” diyerek Nakşibendi tarikat kurucularının Sünnet’e sıkı bağlı- lığı ve aynı nispette bid’attan uzak durduğunu belirtmekte, bu nedenle sûfî tari- katlar arasında Nakşi yolunun tercih edilmesinin daha uygun olduğunu bildir- mektedir.

Nakşibendiyye yolunda dini kurallara sıkı bir şekilde riayet etmek, ilme ve âlimlere saygı göstermek eskiden beri bir gelenek halinde devam etmektedir. Hacegân tarikatının kurucusu Abdulhalik-i Gücdüvânî hazretleri müridine tavsiyede bulunurken: “Fıkıh ve hadis ilmini öğren, câhil sûfilerden uzak dur, sermayen fıkıh kitapları olsun” demiştir.

Âlimlerden biri Hâce Ali Râmitenî’ye: “Siz özsünüz, biz ise kabuk” deyince, Râmitenî: “Öz, kabuğun himayesi altındadır” diye cevap vermiş, kabuk olmazsa özün çürüyüp zâyi olacağını ifade etmiştir.

Nakşîlikte zikir, sessiz/hafî bir şekilde yapılır. Zikir, ferdi olarak yapıldığı gibi, adına

“hatme-i hacegân” denilen toplu yöntemle de yapılabilir.

Nakşibendî’yi daha önceki hâcelerden farklı kılan tek husus hafî zikir konusunda ısrarlı olmasıdır. Nitekim kendisine yöneltilen bir soruya verdiği

cevapta cehrî zikri, halveti ve semâı reddetmiş, “Tarikin neleri içermektedir?” denildiğinde

“zâhirde halk, bâtında Hak ile olmak” (halvet der encümen) şeklinde cevap vermiştir (Câmî, s. 391). Bu ifade, ilk dönem Nakşîliğinde merkezî öneme sahip sekiz ilkeden (kelimât-ı kudsiyye) biridir. Şeriata bağlılığı vurgulayan diğerleri de Horasan Melâmetiyyesi’nin temel ilkelerinin bir nevi devamı mahiyetindedir. Dolayısıyla tarikatın Melâmetiyye’nin ilkelerini tevarüs ettiği söylenebilir. Tarikat Alevî silsileye (silsiletü’z-zeheb) sahip olmakla birlikte Sünnîliğe güçlü bir şekilde bağlıdır, Bekrî silsilenin ön plana çıkarılması da bu bağlılığa işaret etmektedir. Nakşîlik’te Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin bazı sistematik düşüncelerine yönelik eleştirel bir tavır söz konusudur.

Müridin zikir sırasında hocasının telkin ettiği sayıya riayet etmesi önemlidir. Zikirde sayı arttırma ve eksiltme, müridin durumuna göre mürşidin denetiminde gerçekleştirilir.

Kalbin arınması için letâif-i hamse denilen -kalb, ruh, sır hafi ve ahfa- beş merhaleden geçirilir. Aşılan her bir safhada zikir ve tefekkür de değişir. Son olarak mürşid tarafından sülûku belli bir aşamaya getirilen müride nefy-ispat zikri ve murâkabe telkin edilir, manevî seyrin formel kısmı tamamlanır.

Nakşıbendîler, İmam-ı Rabbanî (ö. 1624)’ye kadar tevhid görüşü olarak daha çok vahdetçi bir yaklaşıma sahipken, Rabbanî’den sonra bu yaklaşımın kimi su-i niyetlilerin (İngiltere destekli Hint karma din projesi) hesaplarına alet edildiğinden yola çıkarak reddedildiğini görüyoruz. Nakşîlerin önemli bir kısmı, İmam-ı Rabbânî’den sonra, onun geliştirdiği vahdet-i şühûd anlayışını benimsemiştir. Hem vahdetçi hem de şühûdçu olanlar da vardır. Sözgelimi Şeyh Hamîd Hamdî-i Vânî el-Malatî (ö. 1955) Zübdetü’l-İrfân’ında İbn Arabî (ö. 1240)’nin vahdetçi anlayışını reddederken, daha öncelerde yaşamış örneğin Şah Veliyyullah-ı Dehlevî (ö. 1762) gibi bazı yazarlar da vahdet ve şühûd arasını telif etmeye çalışmışlardır.

(16)

16

Nakşibendîlik’te Abdulhalik-ı Gucdevanî tarafından belirlenen sekiz esas vardır. Bu esaslara kelimât-ı kudsiyye ya da kelimât-ı hacegâniyye denilmiştir. Bunlar hûş der dem, nazar ber kadem, sefer der vatan, halvet der encümen, bazgeşt, yâd kerd, yâd daşt, nigâh daşt şeklinde sıralanır.

Bahaüddin Nakşibend daha önce Malatyalı Gücdevânî (ö. 1179)’nin geliştirdiği sekiz esasa vukuf-i adedi, vukuf-i zamanî ve vukuf-i kalbî adıyla üç esas daha eklemek suretiyle on bir temel Nakşibendî ilkesini Farsça ibare ile belirlemiştir. Bunları kısa kısa aşağıda izaha çalışalım:

1. Hûş der dem (مد رد شوه): Sülûk/yürüyüş ehli, her nefeste Allah’tan gafil olmamalıdır. Kendini Allah’ın mahzarında görüp her zaman Hak ila uyanık kalmalıdır.

2. Nazar ber kadem (مدق رب رظن): Sülûk ehlinin dikkati dağınık olmamalıdır.

Dünyevi düşüncelere dalarak dağınıklık ve gaflete kapılmaktan uzak durmalı, bakışlarını ayağına yani özüne, kendine yöneltmelidir. Önüne bakan insanın etrafını görmediği zannedilmemelidir. Aksine önüne bakan insan etrafta olup bitenlere daha duyarlı hale gelmektedir. Çünkü bu aynı zamanda bir murakabe halidir. Murakabede insanın duyuları normal zamanlardan kat be kat daha hassas çalışmaktadır.

3. Sefer der vatan (نطو رد رفس): Kötü sıfatlarını ve kabul görmeyen

davranışlarını terk edip, övülen sıfatlara ve rıza gösterilen ahlâka yönelmek suretiyle, süflîden ulvî olana doğru yükselerek mânevî bir yolculuk yapmalıdır.

4. Halvet der encümen (نمجنا رد تولخ): Sûfinin zahiren toplum arasında

yaşarken bâtınen Allah düşüncesi içinde olması ve daima tazarru’an hazar halinde bulunmasıdır. Yani subut ve tagayyürü aynı anda yaşamasıdır. Bir yönü Hakk’la, diğer yönü halkla olmak. Toplum içinde yaşarken Allah ile bulunmak. Adeta deniz içinde olmak ama batmamak. Denizde gark olmadan, boğulmadan yüzebilmek. Sûfinin, dıştan toplum arasında yaşayıp iç âleminde Hakk’la olması hali. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm ticaretin ve alışverişin Allah’tan alıkoymadığı nice kimselerden söz eder: ”لاله ركذ نع عيب لا و ةراجت مهيهلت لا لاجر /Adamlar vardır, ticaret ve

alışveriş onları Allah’ı zikirden, namazdan ve zekâttan alıkoymaz. Onlar kalplerin ve gözlerin çevrildiği o günden sakınırlar”.

5. Yâd kerd (درك داي): Farkındalık halinde, her zaman dilinle ve kalbinle

zikredip, ”Lâ ilâhe illa’llâh Muhammedün Rasûlullâh” diyerek tahkik sırrına ermelisin. Her zaman aklında ve kalbinde Allah olmalı. Bir an bile O’ndan mahrum olursan aklın ve kalbin geri kalır, seni de geriletir.

6. Bâz geşt (تشگ زاب): Allah fikriyle içiçe iken “lâ” diyerek bütün masivâyı

reddedip Allah’tan gayrısına bir alan bırakma, her an mevzi kaybettiğinde “illallâh” de ve dön. “İlâhî Ente maksûdî ve rıdâke matlûbî” (Allah’ım! Seni anmaktan gayem Sen’sin ve Sen’in rızandır) manasını düşün. Daima bir dönüşlülük içindesin ve bütün maksadın Allah’ın hoşnutluğunu elde etmek olsun.

7. Nigâh dâşt (تشاد هاگن): Mevzini korumalısın, elde ettiklerini bir an gaflet ederek savurma. Murakabe ve teveccüh halinde zikir yaparken, Hakk’ın dışındaki her

şeyi/mâsivâyı kalbinden çıkar ki yalnızca Hak orada kalsın. Zihnen ve kalben Allah ile yaşamalısın. Fikrin ve zikrin O olmalıdır.

(17)

17

8. Yâd dâşt (تشاد دای): Sâlik, Allah’ı her an hafızasında tutmalıdır. Murakabe mertebesine ulaşıp zihnen bu uygulamayı hafızada tutmasıdır. Yani Allah ve Allah ile beraberlik hissi daima muhafaza edilmelidir.

9. Vukûf-i zamânî (ینامز فوقو): Sâlik zaman şuuruna sahip olmalıdır. Her zaman kendini bilmeli, içinde bulunduğu durumu neyi gerektiriyorsa (şükür veya istiğfar) öylece davranmalıdır. Kendini daima hesaba çekmeli ve gafil durmamalıdır.

10. Vukûf-i adedî (یددع فوقو): Sâlik, tek solukta nefy ü ispat yaparken kelime-i tayyibeyi (Lâ ilâhe illa’llâh) üç, beş, yedi gibi tekil sayılardan yirmi bire kadar tekrarı esnasında, keyfiyetin/maksadın yani tesirinin ne zaman hâsıl olacağına vakıf olmalıdır. Zikir sırasında sayıya riâyet etmeli, aklı ve dikkati bir yere teksif etmelidir. Dolayısıyla verilen dersin sayısına da vâkıf olmalıdır.

Hâce-i Nakşibendî zikirde sayıya dikkat ve riâyetin gerekliliğine ve havâtırı toplayıp temizlediğine işaret etmiştir. İbadete taalluk eden hususların da zamanla kayıtlanması, birtakım kaidelere bağlanması, insanları disiplinli bir hayata sevkeder. Zikirde sayıya dikkat, önemli olmakla birlikte, aslolan; sayının çokluğu değil, zikrin keyfiyetidir. Kelime-i tevhid’i zikrederken, nefy ve ispat anında, ruh beden kafesinden çıkıp ilâhi cezbelere terkedişi, zikrullahın gayesini teşkil eder.

11. Vukûf-i kalbî (یبلق فوقو): Yol ehli (sâlik) kendisini gerçekleştirmesinin önündeki engellerden, her türlü bağdan, şek, şüphe, her türlü hayal ve histen sıyrılıp, sahici (sâdık) bir yönelişle kalbine yönelmeli, her an gönlünü Allah’a karşı uyanık tutmalıdır.

Namaza dururken Kâbe’ye yöneldiği gibi zikre dururken de kalbe yönelmelidir. Zira Allah (cc) suretlere değil kalplere ve amellere bakmaktadır. Bir kimse kalbe layık olmayan sıfatlarından arınırsa, kalbine yöneldiğinde orada kendi gerçeği ile karşılaşacaktır. İşte kalbe vâkıf olmak böyle bir yeteneği kazandırmaktadır.

4.1.10. BEKTÂŞİYYE / MUHAMMED B. İBRAHİM B. MUSA (Ö. 1271)

Bektâşilik, Yesevîliğin bir devamı niteliğinde kurucu piri, Makâlât müellifi Muhammed b. Muhammed nam-ı diğer Hacı Bektaş-ı Velî’dir. Velâyetnâme’sinde Ahmed-i Yesevî’den hürmetle bahsedilmektedir. Kırşehir-Nevşehir merkezli olarak 13. yüzyılda teşekkül etmeye başlayan ancak on beşinci yüzyılda temayüz eden bu hareket, Anadolu’da ortaya çıkmış, Balkanlar ve Avrupa’da yaygınlaşmış, sonradan batınî ve hurufî unsurların karıştığı Sünnî bir ekolüdür.

Zira Hacı Bektâş-ı Veli, Horasan ekolündendir ve Nişaburlu’dur. Horasan’dan

ayrıldıktan sonra Kırşehir’e gelene kadar Necef, Mekke, Medine, Kudüs, Halep, Elbistan, Kayseri, Sivas ve Amasya gibi yerlere rıhletler yapmış, Mekke’de üç yıl kalmış ve Ahmed el- Bedevî (ö. 1276) ile görüşmüştür.

Bu eserlerden Yesevî’nin Fakr-nâme’si, “dört kapı-kırk makam” tertibi üzere kaleme alınmıştır. Hacı Bektâş-ı Veli’nin “Makâlât”ı da Fakr-nâme tertibiyle yazılmıştır. Horasan Melâmet Ekolü’ne mensup Mevlâna gibi, Hacı Bektâş’ın çevresinde de ahî unvanlı kişiler vardır. Hacı Bektâş-ı Veli’nin tasavvufi düşüncesinde Yesevilik ile Horasan melâmet ve fütüvvet anlayışının önemli derecede tesirleri bulunmaktadır.

Ebu’l-Vefâ el-Bağdâdî’nin (ö. 1107) kurduğu Vefâiyye hareketinin Anadolu’daki şeyhi olan Baba İlyâs-ı Horasânî öncülüğünde meydana gelen Babaî isyanı, XIII. yüzyıl ortalarına

(18)

18

doğru yeni bir senkretik gayri Sünnî hareketin doğuşuyla sonuçlandı. Babaîlik adını taşıyan bu hareket Vefâîler’den başka Anadolu’daki Kalenderiyye, Haydariyye, Yeseviyye zümrelerince de benimsendi ve

XIV. yüzyılın başlarından itibaren abdalân-ı Rûm adı altında sürdürüldü. Rum abdalları bir bakıma ilk Bektaşilerdir.

Başlangıçta sünni bir hareket olan Bektaşiliğin zamanla Batınîleştiği Hurufîlik, Alevîlik hatta Şamanizm’den etkilendiği belirtilmektedir. Özellikle Anadolu ve Rumeli’de çok yaygındır. Bu yaygınlıkta, Yeniçerilikle olan fikri ve organik yakınlığının büyük payı vardır.

Nitekim Osmanlı Devleti 1826’da Yeniçeriliği kaldırırken bu tarikatı da yasaklamak zorunda kalmıştır. Bektaşilik, birçok akım ve kültürü sinesinde barındırdığı için, tarikatla ilgili örf, adet, adab-erkân ve merasimler çok zengindir.

Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde Yeniçeri Ocağı, Bektâşî hareketine tevdi edilmiştir. Bu durum Bektaşî hareketinin fütüvvet, yiğitlik, şüttârlık ekseninde aktif karakterli bir hareket olduğunu göstermektedir. Dudmân-ı Bektâşiyân veya Zümre-i Bektâşiyân adı verilen askerler dini eğitim, moral destek, İslâmî değerler, şehâdet ve cihad duygusunu Bektâşî dervişlerinden almışlardır.

Şamanist Moğol kabileleri ve Anadolu Hıristiyanları arasında İslâm’ın tebliği görevini üstlenen Bektaşi hareketi, Rumeli ve Avrupa içlerine kadar İslâm’ın ulaştığı her Avrupa şehrinde yer etmiş, adeta Osmanlı’nın hem savaşan hem de ilmi ve sûfî faaliyetlerde bulunan ileri karakollarını oluşturmuştur. Hacı Bektaş’a ait Kitabu’l-fevâid, Fatiha Sûresi Tefsiri, Hacı Bektâş’ın Nasihatleri ve Makâlât gibi eserler günümüze ulaşabilmiştir.

Balım Sultan’dan itibaren 1826’da yasaklı ilan edilene kadar Bektaşi hareket gerileme yaşarken bütün tekkelerin kapatıldığı 1925’ten sonra ise Balkanlardaki varlığı hariç hareket adeta yok olma sürecine girdi. Daha çok şeklî, derin fikrî süreçten kopuk bir hâl aldı.

4.1.11. HALVETİYYE / ÖMER EL-HALVETÎ (Ö. 1349)

Halveti çok sevdiği için Halvetî olarak anılan Sirâcüddin Ömer b. Ekmeleddin el-Gilânî el-Lâhicî (ö. 1349)’ye nispet edilen Halvetîlik, birçok kola ayrılan Anadolu’da yaygın tarikatlardan biridir.

Ömer el-Halvetî, Tebriz’de irşadını sürdürür. Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî (ö. 1463) ise tarikatın ikinci piridir. Anadolu’dan Balkanlar, Mısır, Afrika ve Güney Asya’ya yayılan hareket, Pîr İlyas tarafından Anadolu’ya getirilir. Şirvânî’nin en önemli halifeleri Dede Ömer Rûşenî, Alâeddin Ali, Pîr Şükrullah Ensârî, Habîb Karamânî ve Muhammed Bahâeddin Erzincânî’dir. Habîb Karamânî vasıtasıyla Halvetiyye’de bir kol daha meydana gelmiştir. Bu kol, tarikatı Anadolu’nun çeşitli bölgelerine yayan Karamânî’nin en önemli halifesi Cemal Halîfe diye bilinen Cemâleddin İshak Karamânî (ö. 1527) vasıtasıyla İstanbul’a da yayılmıştır. Halvetiyye tarikatında Yahyâ-yı Şirvânî’nin Virdü’s-settâr’ının okunmasına önem verilir. Ayrıca haftanın belli günlerinde tekkelerde cehrî olarak topluca icra edilen zikre “darb-ı esmâ, devran, hadrâ”

gibi isimler verilir. Devranda ilâhiler okunur. Oturarak bir halka oluşturan müridler zikre ayakta devam eder, daha sonra da devrana başlarlar. Zikir yapılırken mûsikiye önem verilir ve başta ney, kudüm ve def olmak üzere çeşitli mûsiki aletleri kullanılır. Halvetiyye’nin esasları;

1. Az yemek yeme, 2. Az konuşma,

3. Az uyuma, 4. İnzivâ, 5. Zikir, 6. Fikir, 7. Şeyhe gönülden bağlı olmadır. Bu ilkelere uyarak müşâhede mertebesine ulaşmak için mücâhedeye devam etmek gerekir.

Halvetilik, genellikle Türklerin devam ettirdiği bir tasavvuf ekolüdür ve Şirvanî’nin yetiştirdiği halifeler, Osmanlı kuruluş döneminde Anadolu’nun ve Avrupa’nın İslâmlaşmasında önemli bir role sahip olmuştur. Saray çevrelerinde de oldukça etkin olan bu tarikat Osmanlı padişahlarının yirmi birinin mensup olduğu ve fikir, sanat dünyası üzerinde

(19)

19 etkili bir ekoldür.

Ehl-i Beyt sevgisi bu tarikatin en belirgin özelliği olmalıdır. Sözgelimi Niyazî-i Mısrî (ö.

1694)’nin Mevaidu’l-İrfân adlı eserindeki 57. Maide, Haseneyn hazeratının sevgisinin en fazla belirginleştiği bölümdür. Bu sevgi o kadar ileri düzeydedir ki onların peygamber olduklarını dahi savunacak boyutlara ulaşmıştır. Her ne kadar bu nübüvvet için; “Allah resulünün nübüvvetinin hatemiyyetine bir halel getirmez” kaydını düşmüş olsa bile, Ehl-i Beyt sevgisinin çok ileri boyutlarda tezahür ettiğini söylemek mümkündür.

Halvetîlik’de nefsin yedi mertebesine karşılık Allah’ın yedi esması ile uygulanan bir eğitim süreci vardır. Binaenaleyh Nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i mülhime, nefs-i mutmaine, nefs-i râdiyye, nefs-i mardiyye, nefs-i kâmile’den oluşan nefsin yedi aşamasına Lâilaheillallah, Allah, Hû, el-Hakk, el-Hayy, el-Kayyûm, el-Kahhâr zikri ile mükabele edilir.

Ayrıca Halvetilik’te rüyalar ve yorumları, kişinin manevi terakkisini tespit açısından önemli bir yere sahiptir.

Halvetiliğin silsilesi de, Alevî’dir. Safeviliğin kurucusu Şeyh Safiyyuddin-i Erdebilî (d.

1252) ile Halvetiliğin silsile üstatları, mürşidleri Ahi Muhammed-i Halveti’de birleşmektedir.

Ayrıca Mevlevîlik, Nakşibendîlik, Bayramîlik gibi Halvetîlik de devlet desteği almıştır.

BAYRAMİYYE / HACI NU’MAN BAYRAM-I VELÎ (Ö. 1429)

Bayrâmîlik; Anadolu’da doğup büyüyen Hacı Nu’mân tarafından, Anadolu’da kurulan bir ekoldür. Hacı Nu’man (Hacı Bayrâm) Ankara’da doğdu. Asıl adı “Bayram b. Ahmed b.

Mahmûd el-Ankaravî”dir. Lâmiî Çelebi, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin Ankara’da Çubuk suyu diye tanınan nehrin kenarındaki Solfasol (Zülfazl) köyünde doğduğunu, aklî ve şer‘î ilimleri tahsil ettiğini, çok etkili konuşmaları sayesinde birçok kimsenin yetiştiğini bildirir. Ankara’da müderris iken Somuncu Baba (ö. 1412)’ya öğrenci olup Darende’ye gider. Yıldırım’ı eleştiren müderris de Hacı Bayram’dır. Aşk müderrisi olarak zikredilen Hacı Bayram, Şam ve Hicaz’a gider. Dönüşte Somuncu Hacı Bayram’ı Ankara’ya gönderir. Anadolu’da siyasî otorite boşluğu vardır. Halk sıkıntı içindedir. Şeyhi “ekin ek, burçak ek” talimatı verince Hacı Bayram bu alana yönelir. Toplumsal ıslah projeleri ile meşgul olduğu bu dönemde Hacı Bayram’ın halkı dalâlete sevkettiği, saltanat davasına kalkışma ihtimali bulunduğu ileri sürülerek padişaha şikâyet edildiğini görüyoruz. İdam edilen Şeyh Bedreddin Simâvî ile Konya’da buluşarak birlikte halvete giren Somuncu Baba’nın halifesi olması bu şikâyetin gerçek sebebi kabul edilebilir.

Yaşadığı dönemde Anadolu’da İbn-i Arabî (ö. 1240), Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ö.1273), Sadreddin-i Konevî el-Malatî (ö.1274) ve Şeyh Hamideddin-i Aksaraî Dârendevî (ö. 1412)’nin etkisi mevcuttur. Hacı Bayram’ın kemâl eğitimi yanına müderrisliğinin de olması düşüncelerini daha kolay yaygınlaştırmasını sağlamıştır. İrtihalinden sonra ekolü halifeleri tarafından günümüze kadar devam ettirilmiştir.

Bayramî harekette zikrin hafiyyen ve cehren her iki türü de vardır. Biri o

dönem yaygın olan Halvetî öğretiden, diğeri ise yine Ali Semerkandi (ö. 1456)’nin Ankara’da yaygınlaştırdığı Nakşi öğretiden alınmış olmalıdır. Vahdet anlayışının ise İbn-i Arabî ve Sadreddin-i Konevî el-Malatî (ö. 1274) tesiri olduğu söylenebilir. Hayatında kimseye bâr olmamayı, yâr olup alın teriyle kazancı esas alan ve Yunus Emre tarzında ilâhiler yazan Hacı Bayram-ı Velî’nin tarikat esasları; cezbe, muhabbet ve sırr-ı ilahîden oluşur.

4.1.12. CERRAHİYYE / NUREDDİN-İ CERRÂHÎ (Ö. 1719)

Cerrâhîlik, İstanbul Cerrâhpaşa semtinde doğduğu için bu ismi alan ve Nureddin-i Cerrâhî’ye nispet edilen Halvetî geleneğe bağlı bir ekoldür. Asıl adı Muhammed b.

Abdullahtır.

İyi bir eğitim alan Cerrâhî genç bir yaşta Mısır Kahire kadılığına tayin edilmiş ancak veda için Üsküdar’da bulunan dayısı Hüseyin Efendi’nin yanına geldiğinde Selami Ali Tekkesi’nde Köstendilli Ali Efendi’nin etkisi altında kalarak Kahire Kadılığı görevinden

Referanslar

Benzer Belgeler

Tekfen Holding ENDEKS ÜZERİ GETİRİ Hisse Fiyatı: TL 6.46.. TKFEN F/K: 9.6x Hedef Fiyat: TL

Piyasa beklentisi olan 2,8 mn TL’ye paralel şekilde Boyner 3Ç11 karını 2,7 mn TL açıklarken önceki yıla göre karını aynı seviyede tutmuş oldu.. Diğer yandan

Anılan bir haftalık dönemde altın mevcudu 68 milyon Dolar artarak 6 milyar 279 milyon Dolar düzeyine çıkarken, altın ve döviz varlıklarının toplamından oluşan brüt rezerv

Bizim 406 mn TL’lik kar tahminimizin ve 400 mn TL’lik piyasa beklentisnin üzerinde Turkcell 3Ç11 karını 537 mn TL olarak açıklarken, bu rakam geçen yılın aynı dönemindeki

Sonuç olarak, CNBC-e Tüketim Endeksi nominal olarak önceki ayların tersine Ekim ayında bir artış göstermekle birlikte, mevsimsel olarak düzeltilmiş seri

YAPRAK TEST (KONU DEĞERLENDİRME TESTİ) 8,25 ₺ 6,00 ₺ FEN BİLİMLERİ SÜPER SET PARÇALARI. SOSYAL BİLGİLER SÜPER SET VE YAPRAK TESTLER

Azerbaycan mimarlık ve şehir planlama literatüründe bir ilk olan bu çalışma için vaka olarak tarihi, ulusal ve kültürel önemi nedeniyle Doğu ve Batıyı birleştiren en

Nûreddin’in ordusu Cisrü’l-Haşeb çevresinde iken aniden Haçlı saldırısına uğrayıp dağılmıştır. Nûreddin de etrafında has askerlerinden ve önemli savaşçılarından çok