• Sonuç bulunamadı

TOPLUMSAL KERÂMET: ADALET VE İSTİKÂMET

Belgede TASAVVUFUN KAYNAKLARI (sayfa 48-55)

Sûfîler, kerameti ilahî bir ikrâm olarak görür, keramet gösterilerini (kerâmet-furûş) eleştirirler. Keramette gizlilik esas olduğundan keramete ‘hay- zu’r-ricâl’ nazarıyla bakmışlardır. Gerçek sûfîler keramet vuku bulduğu za- man, Allah’ın kendilerini imtihan ettiğini bilirler, endişeli davranırlar.

Mutasavvıflara göre en büyük keramet, kötü huylardan birini değiştirebil-mektir.1Mevlânâ da (ö. 1273) “Bir kimsenin bir günde veya bir anda Kâbe’ye gitmesi şaşılacak bir iş değildir.

Sam yeli bile aynı kerameti gösterir. Keramet, Hakk’ın seni aşağı bir hâlden yüksek bir hâle getirmesidir”1der. Sûfi gelenekte velî, keramete güvenemez, gerçek velîler kerametin Allah’ın fiili olduğunu bilir ler.

Tasavvuf tarihinde, kerâmetten çok istikamet üzerinde durulur. Buna göre ha- kiki kerâmet, hududullah ve hukukullaha riayet etmektir. Mevlânâ Halid-i Bağdâdi ise kerâmet ile ilgili olarak; “İstikamet ve gayret, sayısız keşf ve kerâmetten üstün- dür” demektedir.

Genellikle kerâmet ile mucize kavramları birbirine karıştırılmaktadır. Bu yüzden, kimileri kolaycılığa yönelerek kerameti reddetme yolunu tercih ederler. Peygamberlerden sadır olan olağanüstü hallere mucize denildiğine göre, pey- gamber olmayıp da olağanüstü

49

hallere mazhar olan insanlardan sadır olan du- rumlara ne ad vereceğiz?

Sözgelimi peygamber olmadıkları halde Hz. Musa’nın annesi, Hz. Meryem, Ashab-ı Kehf, sahabeden Hz. Ömer, Hz. Ali ve gerek peygamberler tarihinde ge- rekse İslâm tarihinde yer alan diğer salih insanlardan tevatüren sadır olan ola- ğanüstü hadiselere ne ad verilecektir? Kezâ Buhari’de yer alan hadis-i şerife göre, mağarada mahsur kaldıktan sonra dua ve tevessül ederek kendilerinden kerâmet sadır olan o üç kişinin durumları da böyledir.

Oysa keramet ile mucize birbirinden farklı olgulardır. Mucize bir görevdir ve açıklanması emir gereğidir. Keramet ise Allah’ın bir lütfu ve saklanması gereken, çoğu zaman ehlinin bile haberi olmadan zuhur eden bir durumdur. Yine mucize- nin açıklanması, kerametin ise gizlenmesi gerekir. Mucizeye inanmak farz iken velinin kerametine inanıp inanmamakta insanlar serbesttir.

Peygamberler, mucizeyi halka göstermekle memurdurlar. Bunu yapmazlarsa, Allah’ın emrine muhalefet etmiş olurlar. Oysa velîler kerametlerini gizlemekle memurdurlar. Eğer itibar sahibi olmak için bunu halka gösterirlerse, emre karşı çıkmış ve günaha girmiş olurlar.

Netice olarak kerâmet, bir kavram ve olgu olarak mevcuttur. İnsan, Kerîm bir Rabbin var edip kendi ruhundan kattığı değerli bir varlıktır. En güzel şekilde (ahsen-i takvim) tasarlanmıştır. “رحبلا و ربلا يف مهانلمح و مدآ ينب انمرك دقلو/Biz insanı değerli kıldık sonra onları karada ve denizde taşıdık…” âyeti, değerli bir varlık- tan ancak kerâmetin sadır olacağını göstermektedir. Kerametlerin en büyüğü, iman, istikamet ve adalet üzere olmaktır. İman ve davranış bakımından Kur'ân’a aykırı birinden olağanüstü hallerin sâdır olması, bir kerâmet değildir, ancak is- tidrâc olarak isimlendirilebilir.

5.2.2. RABITA

Sûf hareketi tarihinde üzerinde tartışmaların yapıldığı bir diğer uygulama kavramı rabıtadır. Rabıta; bağlamak, ilgi kurmak anlamlarına gelir. Tasavvufta sâlikin kâmil bir mürşide gönlünü bağlaması, onun sûret ve sîretini örnek almaş, benimsediği kişinin hem yüzünü hem de ahlâkını zihin yoluyla düşünerek be- nimsemesidir.

Rabıta, bütün toplumsal hareketlerde var olan önder ve öncü kimselerin ör- nek alınması meselesiyle ilgilidir. Kitleler, önderlerini gerek suret ve şekil, gerek- se yaşantı ve ahlâk bakımından örnek almaya çalışırlar. Tarikatlar da birer kitle hareketleri olarak önderleri olan Şeyh ve Mürşidlerini örnek alırlar.

Kur'ân-ı Kerîm’de geçen rabıta; yalnızca dış düşmana karşı değil, iç düşmana karşı da mevzi almayı ifade eder. Dolayısıyla rabıta; aidiyet hissini diri tutmak, iç ve dış düşmanlara karşı korunmak manasındadır.

Sûfîlere göre rabıta, Allah’ı hatırlamak için yapılır. “Kişi sevdikleriyle bera- berdir”

hadisi buna işaret eder. Rabıta bir ibadet değildir bilakis şeyh-mürid arasındaki padagojik kanaldan ibarettir. Mürşidi sevmek ve düşünmek Allah için olmalıdır. Allah’ı sever gibi bir kimseyi sevmek zaten şirktir ve merduttur.

Bir insanın aidiyet duygusu ile Rabbine, Peygamberine, anne-babasına, camia- sına, okul ve öğretmenine bağlılığı ve sevgisi bir rabıta olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla rabıta, insanın insanı tanrı edinmesi değil, bir duygusal bağ kurmasıdır.

50

Şeyhin sûretini tasavvur etmek kendini onun suretinde farz etmek, ona ben- zemeye çalışmak şeklinde uygulanan rabıtayı; rabıta-i mevt, rabıta-i mürşid ve rabıta-i huzur olarak genişletmek de mümkündür.

1. Rabıta-i Mevt: Tezekkür-i mevt de denilen bu durum, düşünce ve davra- nışları düzenlemek için ‘ölmeden önce ölmek’ sırrına erebilmek, bedenin ruh üzerindeki ağırlığını gidermeye çalışmaktır.

2. Rabıta-i Mürşid: Mürşidin ruhaniyetinin, ondaki güzel ahlâk ve hâllerin kendi kalbine aktığını tahayyül etmek.

3. Rabıta-i Huzur: Asıl gaye budur. Hakk’tan gayri her şeyi akıldan silebil- mektir.

Tevbe 119’da; “Sadıklarla beraber olun”, Maide 35’te: “O’na yaklaşmaya ve- sile arayın”, Al-i İmrân 31’de “De ki eğer siz, Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin”, Ahzab 21’de “And olsun Allah’ın Resulünde sizin için, Allah’ı

ve ahireti arzu eden ve Allah’ı çok anan kimseler için, en güzel örnek vardır” ayetlerinde geçen model alma, sevme, doğrularla beraber olma gibi davranışlar rabıta kavramı için Kurânî birer delil olarak öne sürülebilir.

Taberî’ye göre; “Eğer (Yusuf) Rabbinin burhanını görmeseydi, o da ona mey- lederdi.

İşte Biz ondan o fenalığı bertaraf edelim diye burhan gönderdik” ayetindeki burhan, Hz.

Yakub’un Yusuf’a temessülü (rabıta)’dür. Hz. Yusuf bir anda babasını karşısında görünce bulunduğu yerden kaçarak kurtulmuştur. Rabıta, bir eğitim metodudur. Allah’ı hatırlatan, Hz. Peygamber’in sünnetiyle ya- şayan ‘sadıklara’ benzeme ve onlarla aynileşmeye gayretidir.

5.2.3. TEVESSÜL

Sözlükte vesile edinmek demek olan tevessül, tartışılan kavramlardan biri- dir. Bazı kavramlar zamanla anlam kaymalarına da uğrayabilir veya asıl anlamla- rına zamanla yan anlamlar eklenebilmektedir. Bu nedenle kelime ve kavramların kök ve terim anlamlarından uzaklaşmamak gerekir.

Kur'ân’da tevessül Yusuf 24’te geçer: “ هيلا اوغتبا و لاله اوقتا اونمآ نيذلا اهيا اي

ةليسولا/Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve O’na yaklaşmaya yol (vesile) arayın.” Tevessül konusunda itiraz sadedinde öne sürülen “ ام ءايلوأ مهنود نم اوذختا نيذلاو

...ىفلز لاله ىلإ انوبرقيل لاإ مهدبعن / Allah’ın dışında kendilerine veli ittihaz edenler biz onlara bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz derler. Yalancı ve inatçı kâfirleri Allah doğru yola iletmez” ayetinin tevessül ile bir ilgisi yoktur. Burada yöneten velayet manası vardır.

İbn Teymiyye (ö. 1328) tevessüle dair Kaidetün Celiletün F’it-Tevessül ve’l-Vesile adlı bir risale kaleme almış ve bu konuda yapılan kimi hatalara işaret etmiştir.

Yakınlık, derece, kendisiyle arzu edilen bir şeye ulaşmaya yarayan şey anla- mına gelen tevessül ve vesîle kavramları Kur'ân’da ve hadislerde Allah’a yakınlığı sağlayan vasıtalar anlamına gelmektedir. Râğıb el-İsfehânî’ye göre Allah’a ulaştı- racak gerçek vesile, ilim ve ibadet ile O’nun yolunda yürümek, şeriatın güzel ahlâk ilkelerini izlemektir. Vâsıl da Yüce Allah’a rağbet eden, O’nu arzu eden kişi de-

mektir. Tasavvuf klasiklerinde salih amel ve Allah’a yakınlık olarak anlaşılan tevessül;

Allah’ın isim ve sıfatları, iman ve salih ameller ve iyilerin duasıyla yapılır.

51

Bu üç tevessül çeşidiyle ilgili Kur'ân ve sünnette deliller mevcuttur. Söz-gelimi Allah’ın isim ve sıfatlarıyla yapılan dualar hadis mecmualarında çok sayıda mevcuttur. Kur’ân-ı Kerîm’de; “اهب هوعداف ىنسحلا ءامسلأا للهو/En güzel isimler Allah’a aittir. O hâlde O’na bu isimlerle dua edin” buyrulur. Bu tarz tevessülde kişi neye ihtiyaç duyuyorsa Allah’ın o isimlerine sığınır.

Şifa istiyorsa Şâfî ismine, hidayet istiyorsa Hâdî ismine gibi.

Salih amellerle tevessüle gelince; “ةولصلا و ربصلاب اونيعتساو/Allah’tan sabır ve

namaz ile yardım dileyin” ayeti bu tevessüle örnektir. Ayrıca Buhari ve diğer hadis kitaplarında yeralan ve mağarada mahsur kalan üç kişinin çaresizlik içinde Allah’a yalvarıp salih amellerini vesile edinerek tevessül etmeleri de ikinci tevessül türüne örnektir.

Üçüncü tevessül türü ise sâlihlerin duasıyla yapılan tevessüldür. Rasûlüllah (sav) namazdan sonra hamdele ve salvele getirmeden dua eden birini gördü: “Bu adam acele etti”

buyurdu. Sonra, dua eden kişiyi yanına çağırdı ve şöyle dedi: “Biriniz dua edeceği zaman önce Allah Teâlâ’ya hamd u senâ etsin sonra Pey- gamber’e selat u selam getirsin. Daha sonra dilediği şekilde dua etsin. Teves- sül ile ilgili bir başka rivayet: “Müezzini işittiğiniz zaman, siz de onun söyledikle- rini tekrar edin. Sonra bana salavat getirin. Daha sonra bana vesile isteyin. Zira vesile cennette bir yerdir. Kim benim için vesile isterse şefaatim ona helal olur.” Yine Hz. Ömer’in hilafeti günlerinde yağmur duasına ısrarla Efendimi- zin yaşlı amcasını alarak duasında onu vesile edinmesi bir tevessüldür.

Allah’ın isimleri, salih amel ve salih kişilerin duasıyla tevessül İslâm uleması- nın ittifakla kabul ettiği tevessül olmakla birlikte, ölmüş kimselerle tevessül ko- nusu tartışmalara sebep olmuş, ölülerin artık tasarrufta bulunamayacakları ileri sürülmüştür.

Oysa bu tarz bir itiraz, seküler bir zihin yapısını yansıtmaktadır. Hz. Abbas (ö. 653)’ın 88 yaşında hangi tasarrufu ile yağmur yağmıştır? Buradaki te- vessül duasının sırrı, Allah’a arz edilecek duaya, O’nun hoşnutluğu bulunan şeyle- ri katmaktan ibaret olsa gerektir.

“Yâ Rabbi! Peygamberinin hürmetine” diye duaya başlamak bir vesiledir. Fakat burada vesileyi amaçlaştırmak şirktir. Bir kimsenin “Ya Hacı Bayrâm, şifa ver, mağ- firet et!” gibi ifadeler o kimseyi ilahlaştırmaktır ki bu, şirk ve küfürdür.

Dünya üzerinde hiçbir tevhid ehli mümin Allah’tan başka sığınılacak bir merci ve O’ndan daha üstün bir yaratıcı kuvvet tasavvur edemez. Kâinatın yaratı- cısı Allah olduğu gibi onu sevk ve idare eden de Allah Teâladır. Dolayısıyla Al-lah’ın dışında hiç kimsenin bu tür bir idarede mutlak tasarrufunun bulunması imkânsızdır.

5.3. İBN-İ TEYMİYYE SOSYO-KÜLTÜREL MUHİTİ VE TASAVVUF ANLAYIŞI

Sûfî hareketini sıddikların, Kur’ân ve Sünnet takipçilerinin yolu olarak gö- ren İbn-i Teymiyye, bid’at ve hurafelere karşı Sünnet’i ve selef-i salihinin yolu- nu takip etmiş, cihâdı ile de öne çıkmış bir şahsiyettir. Bu nedenle İslâm dünya- sında mevcut birçok eğilim, düşüncelerini ona dayandırmak istemiştir,

İbn-i Teymiyye, ömrünün ilk yıllarını Harrân’da geçirdi. Dedesi Mecdüd- din Abdüsselâm (ö. 1255) hadîs, tefsîr, fıkıh, kırâat, akaid ve lisan âlimi, babası Şihabüddin Abdülhâlim (ö. 1284) feraiz, hesap, hey’et âlimi idi.

Eyyûbî Devleti 1250 yılında yıkılmış, yerine Memlûkîler kurulmuştur. Ana- dolu Selçuklu Devleti Moğol İstilasına karşı hazırlık yapıyordu. Bacu Noyan ko- mutasındaki Moğol orduları 1243’te Kösedağ Muharebesi’nde Selçukluları yene- rek Anadolu’yu işgale başlamışlardı. 1231’de Harizmşahları tarihten silen Moğol- lar 1258’de Bağdat’ı zapt ederek

52

Abbasi Devleti’ne son verdiler ve halife el-Mu’tasım’ı katledip Suriye’ye doğru harekete geçtiler. Kuluz (ö. 1260) ve Bay- bars (ö. 1277) 1260’da Ayncalut mevkiinde Moğolları hezimete uğrattıklarında Moğol istilasını kısmen önlemişlerdi. Memluklar, Moğol-Haçlı-Bâtınî gruplar İslâm Devletlerini iyice zayıflatmıştı.

Moğol ve Haçlı saldırıları neticesinde ilmî ve entelektüel yaşam geriledi. Halk böylesi bir ortamda manevi huzur için tekkelere koştu. Bu da sahih olsun olmasın bütün tasavvuf ve tarikat hareketlerinin yayılmasını sağladı. İşte böylesi sos- yo-kültürel ve siyasal koşullarda yetişen İbn Teymiyye’nin Bâtınîlik karşısındaki muhalefetini doğru değerlendirmek gerekir. Bu muhalefeti, bir tasavvuf karşıtlığı olarak değil, tasavvuftaki sapmalara karşı bir itiraz olarak görmek daha sağlıklı ve ilmî bir yaklaşım olacaktır.

İbn-i Teymiyye Fıkıh, Tasavvuf, Akaid, Tefsir gibi farklı disiplinlerde çok sayıda eser kaleme alarak multi-disipliner kişiliğini ortaya koymuştur. İbn-i Tey- miyye akâid konularında görüş bildirmiş Bâtınî akımlara karşı mücadele etmiştir. Ancak kendisi de el-Akidetü’l-Vasıtiyye adlı eserinde teşbihle suçlanmış bir buçuk yıl hapsedilmiştir. Daha sonra 1309’da İskenderiye’ye sürgün edilip bir süre göz hapsinde tutulmuştur.

Akli ve felsefi yorumlardan kaçınan İbn Teymiyye, Kahire’de üç yıl kalıp 1313 yılında Dımaşk’a döndü. Sultanın emrini çiğnemek suçuyla Dımaşk Kale- si’nde hapsedildi. İbn Teymiyye, şikâyet üzerine düşüncelerini yazmaktan da alıkondu ve bu olaydan beş ay sonra 1328 yılında hapiste vefat etti.

İbn Teymiyye, Moğol istilası karşısındaki cihadıyla da örnek olmuş. şakirdle- riyle birlikte Moğollara karşı savaşmış, es-Siyasetü’ş-Şer’iyye ile siyasi etik ve si- yaset sosyolojisi geliştirmiş bir sûfîdir.

Hisbe fi’l-İslâm ve Nakdu’l mantık ve Minhâc’ûs-Sünne en-Nebeviyye adlı ünlü eserlerinde selef kavramı mühim bir yer tutar. İslâmî litaratürde “selef” ilk dönemlere mensup bilginler anlamında, Selefiyye ise “İtikadi konularda âyet ve hadislerle yetinip, teşbih ve tecsîme düşmeyen ehl-i sünnet topluluğu”dur. İbn Teymiyye’nin selef akidesine bağlı olması; sünnet ve hayatu’s-sahabe konu- sunda oldukça hassas davranan ve tabiatıyla selefi bir çizgide yer alan sûf hareke- tine mensubiyetini gösterir.

Nitekim İbn-i Teymiyye (ö. 1328) ve öğrencisi İbn-i Kayyim el-Cevziyye (ö. 1350), Resul-i Ekrem (sav) ve sahabesinin yaşadığı İslâm’ı (selefi düşünceyi) sistemleştirmişlerdir.

Hanbelî olmasına rağmen bütün konularda bu mezhebi takip etmemiş, zaman zaman kendisi de içtihat yapmıştır. Dolayısıyla İbn-i Teymiyye’nin tasavvuf anlayışı, Kur’ân, Sünnet ve selef-i salihinin (sahabe) yakla- şımıyla şekillenmiş, sûfî yazarlar gibi gerisini bid’at olarak nitelemiştir.

İbn Teymiyye denilince, onun tasavvuf karşıtı olduğu za’mı akla gelir. Oysa o, gerçek sûf hareketini tasvip etmekle kalmamış, onu tahlil ve izah etmiş, bu hayatı yaşamak için çalışmıştır. İbn Teymiyye ilk sûfîlerin tasavvufî fikirlerinden faydalanmış, özellikle Muhasibi’den etkilenmiştir. Hulûlcu ve ittihadcı Batınî an- layışları reddetmiştir. Tasavvufa sonradan girip onun özünü ifsat eden şey- lere, hakkı bâtılla karıştıranlara ve sûfî adını istismar edenlere Kuşeyrî, Kelâbâzî gibi o da karşı çıkmıştır.

İbn Teymiyye’nin eserleri arasında selefi-sûfi kültürü içeren bir hayli eser var- dır. O, sûfi şeyhlerin kitaplarından da faydalanmıştır. Geride bıraktığı eserlerin büyük bir

53

kısmında açık bir şekilde sülûk ahlâkı ve tasavvufa yönelmiş olması, ilk sûfi şeyhlerin kitaplarından faydalanmış olduğunu gösteren en büyük delildir. İşte bu durum, onun genelde bir tasavvuf düşmanı olduğu şeklindeki yaygın görüşü

kökünden yıkar.”

İmam İbn Teymiyye’ye ait tasavvufun önemle üzerinde durduğu Takvâ, A’mâlu’l-Kulûb, Ahkâmu’l-Cihâd, el-Ubudiyye, Muhabbetullah, et-Takarrubu illallah gibi konu başlıklarıyla kaleme aldığı kitap ve risaleleri, onun tasavvufî yönünü ve tetebbuâtını göstermesi bakımından önemlidir.

İbn-i Teymiyye Mecmu’u’l-Fetâvâ adlı eserinin farklı bölümlerinde şunları söyler: “Ve şöyle dense inkâr edilemez: Mahlûkatın tamamı O’nun hürmetine yaratıldı, o olmasaydı yaratılmazdı. Mevlide tazim etmek ve onu bir bayram kabul etmek gerekir. Sen bir şahsı Allah için seversen, doğrudan Allah’ı sevmiş olursun. Sen o şahsı ne zaman kalbinde tasavvur etsen Allah’a olan mahabbetin artmış olur. Sen bu insanları Allah için seversen, Allah’ın sevgilisi olan zat da seni Allah sevgisine çeker. Peygamber olmayanların da şefaatleri hakkında hadis zikredip Aktâb, Evtâd, Agvâs, Ebdâl, Nucebâ’dan söz eder. Fenâ hali ona göre tevhid ve ihlâsın hakikatidir. Sekr hali ise söz ve fiilde sorumlulukları kaldıran bir durum- dur. Sûfiler arasında mukarrebler ve muktesitler olduğu gibi nefislerine zulme- denler de vardır. Ancak Peygamberimize iman, onu sevmek ve ona itaat etmekle, tevessül edilebilir. Nitekim İbn-i Teymiyye vefat ettiğinde Sûfiyye Kabrista- nı’na defnedilmiştir. O ancak Moğol ordularıyla savaşmak yerine anlaşmayı tercih eden kesimlere karşı sert bir muhalefet yürütür.

İslâm beldelerinin o dönemde tanık olduğu Moğol musibeti, İslâm Birliği’nin olmayışından kaynaklanmış, Müslümanlar Doğu (Moğol)-Batı (Haçlı) saldırıları arasında sıkışıp kalmıştı. Bugün aynı beldelerin benzer kıyımlara uğraması, tari- hin doğru analiz edilememesi ve hizip, meşrep, dil, eğilim farklılıklarının çatışma sebebiymiş gibi algılanmasıyla izah edilebilir.

Bâtınîlik ve Haricîlik gibi iki zıt eğilim karşısında vasatta yer alan İbn Tey- miyye; zühd ve sûf anlayışı ile gerçek selefiliğin, gerçek tasavvuf ile aynı doğrul- tuda olduğunu göstermiştir.

5.4. GENEL DEĞERLENDİRME

Elimizdeki tasavvuf tarihi kitapları, tasavvufun hemen bütün meselelerine değinmiş olmalarına karşın, bu hareketin sosyo-ekonomik ve tarihsel arka planına ilişkin konularda yeteri kadar detay vermemişlerdir. Dolayısıyla bu boşluğu doldurmaya çalışarak kitabı bu genel değerlendirme ve sonuç kısmı ile tamamlamaya çalıştık.

20. yüzyılın son çeyreği ile 21. yüzyılın ilk çeyreğinde Neo-Sûfism diye isim- lendirilen ve tasavvufu asıl formundan uzaklaştırarak hatta onu İslâmî orijinin- den kopartarak dinler üstü bir gerçeklik olarak sunmaya çalışan girişimlerin var- lığı dikkate alındığında, tasavvuf gerçeğinin ihmal ve inkâr edilemez bir sos- yo-politik karşılığa sahip olduğu görülecektir.

İslâm’da bir biçimde var olan zühd, İslâm’ın ilk yüzyılının sonları ve ikinci yüzyılın başlarında aşikâr bir hal almıştı. Bu dönem, ilk mutasavvıfların zuhuruna tanıklık etti. Hicri altıncı yüzyıla gelindiğinde, bu ilk topluluklar, tarikat adında sosyal kurumlar tesis ederek felsefe, yaşam tarzı ve ahlak-adab sistemlerini ser- gilediler. Tasavvuf artık İslâmi toplumsal

54

düzenin belirgin bir unsuru haline geldi. Daha da önemlisi bu hareket, temel eserleri ve önderleriyle, kültürel ve etnik farklılıklarına rağmen İslâm’ın zühd şemsiyesi altında bütün kesimleri bir arada tutabilen manevi ve entelektüel bir harç teşkil etti. Hıristiyan mistisizminin aksi- ne tasavvuf, etkisini bugüne kadar sürdürdü. Sûfilerin uygulamaları, değer ve doktrinleri, reformcu, modernist, liberal ulusalcı ve Müslüman sosyalistler gibi birbirinden farklı dini siyasi grupların eleştirilerine maruz kaldı. Bu gruplar sûfi- leri, boş hurafelerin sözcülüğünü yapmakla, eğitimsiz yığınları sömürmekle suç- ladılar.

Ortadoğu’nun birçok ülkesinde, Batılılaşmış ulusalcı hükümetler, zirai reformlar, eğitimin sekülerleştirilmesi ve yeni mevzuatla tasavvufi kurumların iktisadi temellerini çökertti. 20.

Yüzyıla gelindiğinde tasavvufun çöküşü ülkeden ülkeye farklılık arz ediyordu. Tasavvuf karşıtı kampanyalar birçok Müslümanın gözünde tasavvufun cazibesini yitirmesine neden olmuştu. Az sayıdaki müritle- riyle eski etkilerini kaybeden şeyhlerin denetimindeki birkaç önemsiz sığınakta tutunmaya çalışıyordu. Öyle bir an geldi ki İslâmcı oluşumların neredeyse tamamı tarafından bu hareket geniş bir yaylım ateşine tutuldu ve yok olma tehlikesi ile yüz yüze geldi. Bütün bunlarla birlikte tasavvuf, onca dışlama, tahkir, tehdit ve tezyiflere, idam ve işkencelere rağmen varlığını sürdürdü. Geri dönüşü öncekin- den daha etkili ve geniş tabanlı olarak Ortadoğu, Güneydoğu Asya, Kuzey Afrika, Avrupa ve Birleşik Devletler ve Eski Sovyetler Birliğinden kopan Cumhuriyetler- de yeniden boy gösterdi. Bu doğrultuda sûf hareketi tarihini ele alırken, onu içinde geliştiği sosyo-ekonomik, kültürel ve siyasal bağlamından koparmadan resmedebilmek gerekir.

İlk zâhidler; Hz. Sümeyye (ö. 615), Hz. Hatice (ö. 619), Hz. Ebubekir (ö. 634), Hz. Ebu Zerr (ö. 652), Hz. Ali (ö. 661), Hz. Ebu’d-Derdâ (ö. 652), Hz. Üm- mü’d-Derdâ (ö. 650) Selman-ı Farisi (ö. 655) Huzeyfe b. Yemân (ö. 657) ve İmran

b. Hüseyin el-Huzaî (ö. 672) gibi sahabe idi. Hepsinin de yün giyinen kişiler ol- dukları ileri sürülmüştür.

Başlangıçta nüssâk, zühhâd, übbâd olarak adlandırılan bu kimseler, şekli ibadetin yanısıra ihlas, zühd ve ihsan mertebelerini hızla katetmiş kemâl ehli kimselerdi. Onlar Hz.

Peygamber’i harfiyyen takip eder, nefis muhasebesi içinde cihad ve mücâhede anlayışıyla sınır boylarında (suğur) gönüllü askerlik yaparlardı. İlk zahidler arasında yer alan birçok tanınmış sahabi, temiz bir hayat sürmek ve meşru bir geçim elde etmek ve gerekirse Allah yolunda şehid olmak için sınır boylarına yerleşmişti.

Nefsini kınamak ve dünyanın aldatıcı yüzünün farkında olmak gibi Kur’ân ve Hadislere dayandırılan bu hayat görüşünün, maddi refahın neden olduğu seküler eğilimlere bir tepki

Nefsini kınamak ve dünyanın aldatıcı yüzünün farkında olmak gibi Kur’ân ve Hadislere dayandırılan bu hayat görüşünün, maddi refahın neden olduğu seküler eğilimlere bir tepki

Belgede TASAVVUFUN KAYNAKLARI (sayfa 48-55)