• Sonuç bulunamadı

62değer anlayışı tevhidî

Belgede TASAVVUFUN KAYNAKLARI (sayfa 62-69)

dünya görüşü etrafında Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan Rabbinize karşı takva üzere olun” ayeti doğrultu- sunda zühd ve takvâda sabitlenmiş oldu. Kimi zaman, nifak girişimleri sonucu tekrar cahiliyye asabiyyeti kendini hissettirdiyse de Allah Resûlü (sav) hemen önlemini alıp; “مكرهظأ ن ييب انأ و ةيلهاجلا ىوعدبأ” diyerek zühd ve takva dışında hiçbir asabiyyete izin vermedi.

Allah Resûlü’nün vefatından sonra Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer zamanında da aynı birlik ve bütünlük büyük ölçüde korundu. Ancak Hz. Ömer zamanında artan refah seviyesinin neden olduğu sekülerleşme eğilimlerinin etkisiyle ganimet paylaşımına razı olmayan bir İran’lının Hz. Ömer’i şehid etmesiyle patlak veren olaylar, Hz. Osman’ın hilafetinin ilk yıllarında tekrar yerini sükûnete devretti. Fakat zühd ve takvâdan giderek uzaklaşan insanlar ile İslâm’a mensubiyeti yeni kazanç kapısı olarak gören fırsatçı kimseler, zahiri müslümanlıkla yetinip içlerindeki servet, şeh- vet ve şöhret tutkusuyla üst görevlere talip oldular. Dünya tutkunu üst görevlere atanan bu kimselere karşı tepkiler de hızla yükseldi.

Hz. Osman’ın ve ardından Hz. Ali’nin şehid edilmeleri ile sonuçlanan dünyevileşme temayülleri, neticede kendi tepkisini de doğurdu. Buradan yola çıkarak zühd hareketinin sonraki toplumsal ve tarihsel süreçte devam edip sûf hareketine evrildiğini söyleyebiliriz.

İlerleyen sü- reçlerde sûf hareketinin Kûfe’de belirginleştiğini, sonra Basra ekolüne dönüşüp, ardından Horasan ekolü ile tekemmül ettiğini de söylemek mümkündür.

Teşeyyü’-Tasavvuf-Tesennün eğilimlerinin ise Horasan tasavvufundan sonra şekillenmeye başladığını ve daha ötede resmileşmeye doğru bir seyir takip ettiğini söyleyebiliriz. Erdebil tekkesine bağlı bir Türk sûfî iken, Teşeyyü’ hareketi lideri olarak Ebu Muzaffer Bahadır Hüseynî, nam-ı diğer Şeyh veya Şâh İsmail (ö. 1524)’in, 1501 yılında Tebriz’de iktidarını açıklamasıyla, Şiîliği resmi mezhep ilan ederek o günden bugüne 500 yılı aşkın bir süredir Türk-İslâm dünyasında Tasavvuf ve Teşeyyü’ ayrışmasına neden olması, etkileri henüz devam eden bir resmi ideoloji döneminin başlangıcı olmuştur.

Kimi zaman Sünni tasavvufu-Şii irfânı gibi ayrımcı tasnifler de bu sürecin ürünü olsa gerektir. Sözgelimi sünnî olduğu halde Mevlânâ (ö. 1273)’yı mahkûm etmeye çalışan, Moğol ajanı suçlamasıyla eserlerini görmezden gelen ayrıca Şems-i Tebrizî (ö. 1244)’yi sapkınlıkla suçlayan Tesennün eğiliminin yanısıra, İran’da da Mevlânâ ve Senâî (ö. 1140)’yi sünnilikle, ehlibeyt karşıtı olmakla itham eden Teşeyyü’ eğilimi uzun yıllara sâri etkisiyle bugünlere gelmiştir. Üçüncü bir eğilim de vardır ki (Tasavvuf) her iki aşırılık karşısında doğduğu ilk günden beri hak, adalet ve zühd etrafındaki duruşunu sürdürmektedir. Sünni mutasavvıf Mevlânâ (ö. 1273)’nın Ca’ferî mutasavvıf Şems (ö. 1248) ile olan sıkı diyalogu bunun en güzel örneklerinden biridir. O nedenle, Tasavvuf ve İrfan’ı birbirinden ayrıştıran anlayışların yeniden ele alınarak analiz edilmesi; hareket noktaları zühd ve takva olduğu halde ve aynı kökten beslendikleri halde bu üç eğilimin zaman içerisinde resmileşerek tatarrufî (aşırı) uçlara yöneldiği ve birbirinden ayrı telakki edilmesine neden olduğunun anlaşılması açısından önemlidir.

Zühd hareketi ile başlayan vahyin sosyal pratiğinin ardından, yirmi üç yılda tamamlanan bir değerler bütününü ifade eden İslâm, “tamamlanmış ve kemale ermiş” dinin adı, zühd hareketi ise onun yeryüzü uygulamasının, farklı zaman ve mekânlarda farklı

63

tavırlar geliştiren, fakat özü itibariyle dinin korunmasını amaçlayan “aktif pratiği”nin adı olmuştur. Bir taraftan Hz. Peygamber’in rüyası

gerçekleşerek Mekke’nin fethedilmesi, diğer taraftan fethedilen beldelerden elde edilen ganimetlerin adil paylaşımının sağladığı yüksek hayat standardı, İslâm toplumunu sosyo-ekonomik açıdan refah toplumu haline getirmişti. Gelir bölü- şüm sistemi sayesinde zekât verecek kimsenin kalmaması, Medine’de refah eko- nomisi şartlarının yerleştiğini gösteriyordu.

Refah ekonomisi, birey ve toplumun iktisadi refahını arttırmak için alınması gerekli iktisat politikası tedbirlerinin analitik esaslarını tespite çalışan bir iktisadi analiz dalı olarak, 630-654 tarihli Medine’nin ekonomi-politiğine uygulanacak olursa, buradan birçok çıkarımın yapılmasına imkân doğacaktır. Şöyle ki;

Hz. Ömer (ö. 644), Maide suresindeki; “مكنيد مكل تلمكأ مويلا/Bugün dininizi

kemâle erdirdim” ayeti nazil olduğunda, her kemâlin akabinde zevâl vardır, bu da Hz.

Peygamber’in aramızdan ayrılacağına işarettir demişti. Son vahyin tamamla- nıp tekemmül etmesi, aynı zamanda o kemâl noktasından geriye dönük bir yoz- laşmanın da başlangıcı anlamı taşıyordu. Öyle ise, Medine’deki iktisadî kemâlin, alternatif maliyet olarak yozlaşmayı da beraberinde getirdiğini ve hicretten 28 yıl sonra başlayan bu dünyevileşme ile birlikte fırkalaşmanın (3T–Üç tarz-ı temayül) yaşandığını söyleyebiliriz.

Buna göre; dinin özünden hareketle zühd ve sûf merkezli tasavvufun 1400 yıla yakın geçmişinde aşırılıklardan uzak, Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde bir ortayolu takip ettiğini, sırasıyla 600 ile 300 yıllık geçmişleri olan Teşeyyü’ - Tesennün eğilimlerinin ise dünyevî kaygılarla aşırılıklara yönelip hem birbirini hem de Tasavvuf’u ret-inkâr hatta tekfir ettiğini görmek mümkündür.

Bu nedenle gelenek, tasavvuf, zühd, kelâm, siyaset, mezhep, meşrep, metod gibi kavramlar üzerinde yeniden düşünmek ve günümüz dünyasının ihtiyaçları, tutkuları, düşünce ve kabülleri bağlamında bu kavramlarla yeniden yüzleşmek gibi gerekliliğin varlığı aşikârdır. Bu bağlamda ele aldığımız tasavvufun ne olup ne olmadığına ilişkin aşağıdaki değerlendirmeleri sıralayabiliriz:

Tasavvuf, İslâm’ın ilk (Kur’an) neslinin beslendiği ana kaynak Kur’an ve Yaşayan Kur’an (Sünnet)’a uygunluğunu denetleyen, bu alanda bir sorumluluk hissi ile emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker görevi gören, itiraz eden, hesap soran, sivil muhalefet geliştiren, şiddete başvurmadan direnen bir iç muhalif tavrın adı olmuştur.

İlk mutasavvıflar yün giyerek muhalefetlerini sivil zeminde ortaya koymuş- lar;

/Filancası yüne büründü” manasında kullanılmaya başlayan Ta-savvuf, Hicri ikinci yüzyıl ile birlikte İslâm’ın değişimci düşünce tarzının, huku-kullaha vurgu yapan vechesinin adı haline gelip, Hicri altıncı yüzyıl ile birlikte kurumsal kimlik, tüzel kişilikle tarikatlaşmasını ifade etmektedir.

Kısaca sûf hareketini; değer muhafızı, anti-seküler bir hareket, adab ve ne- zaket şuuru, değişimci ve inkılapçı bir hayat tasavvuru, multi-disipliner bir bilim, siyaset üstü bir siyaset, saltanat üstü bir sultanlık ve bir ahlaki model (fena ahla- kı) olarak tanımlamak mümkündür.

Zira servet-şöhret-şehvet sarmalındaki insanlığı, bu zincilerinden kurtarmak için

64

tevhidi bir zühd ve takvâ bilincine ihtiyaç olduğu görülmektedir. Bu bilinç maneviyatı önceleyen, kalp ve kalbin arı, duru, saf, berrak bir şekilde inşasını hedefleyen ve ilahi vahye dayanan zühd öğretisi sayesinde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla İslâm’ın bu çağda gündem kılınmasında ve savaşlara neden olan ta- tarrufi eğilimlerin önlenmesinde Tasavvuf’un stratejik değerinin olduğunu söy- lemek mümkündür.

SONUÇ

Hz. Peygamber’in Hira süreci akabinde kelime-i tevhid ile duyurduğu Tevhid akidesi ve onunla eşzamanlı başlayan ve bu tevhidi inanç ve düşüncenin sosyo-ekonomik ve siyasal tutum şeklinde tezahürü olarak ortaya çıkan zühd hareketi, ilk Müslümanların yaşamında belirgin bir şekilde görülmektedir.

Hz. Hacer, Hz. Meryem, Hz. Sâre gibi İslâm’ın ilk Müslümanı ve ilk zâhidesi Hz. Hatice (ö. 619)’nin de, bu yeni dönemde zühd hareketine öncülük ettiğini söyleyebiliriz. Onun zühd tutumu, sahip olduğu bütün servetini ve varlığını Allah’a adayarak dünyaya değer vermeyişi biçiminde tezahür etmişti.

Hz. Hacer; Babil yıllarında tecrit, teb’iz görmüş bir kuma kadındır ve zühd tutumuyla bugüne kadar etrafından dönüp dolaşan, zühd eğitimi için bir rida, bir izardan başka herşeyinden teberri eden Hacerce bir yürüyüşü ruhunda başlatmak üzere onun ayak izlerini takip edip, onun koştuğu yerde koşan, onun gittiği kadar giden, ne bir fazla ne bir eksik onun say’ı adedince sa’y eden sayısız tevhid ehline rehberlik ettiğini söylemek mümkündür. Yaklaşık beşbin yıldır tevhid ehli, siyahi bir cariye iken, Allah’ın beyt-i haramına adanmak suretiyle, bu isâr ve zühd tutumu sayesinde, dünyanın en değerli birkaç insanı arasına giren bu büyük zâhidenin rehberliğinde, onun adımlarının izini takip ederek halen zühd eğitimi almaktadır.

Hz. Meryem (ö. 45)’in zühd tutumunun ise; daha belirgin hatlarla ve daha mufassal tablolarla, Hadice bint-i Huveylid (ö. 619) ve Fatıma bint-i Ebiha (ö. 633)’dan Rabiatu’l-Adeviyye (ö. 796)’ye ve günümüze 2045 yıl önce Süleyman Mabedi’nin içinde Rabbine ahdedilmiş bir nezir ve muharrar/özgürleşmiş olarak; tam bir isâr, ihlas, ihsan, vera’, takva, cûiyyet, tazarru’ içinde gerçekleştiğini görürüz.

Mamafih zühd/sûf hareketinin, menşe’ bakımından tevhid ile eşzamanlı bir hareket olarak çok eskilere dayandığını söyleyebiliriz. Sûf hareketinin dış kaynaklı olduğunu iddia edenler, eğer hareketin Hz. Hacer, Hz. Meryem ve Enbiya (hepsine selam)’nın zühd tutum ve davranışlarına dayandığını ima ediyorlarsa, bunda âşikâre haklıdırlar. Lâkin eğer sûf hareketi, geçmiş peygamberlerin zühd ve nefis terbiyesine dayalı geleneklerinden mülhem, fakat zamanla içine şirk unsurları katılmış olan Hindu, Kadim İran, Yunan, Hırisitiyan ve Musevî düşünce ve uygulama kalıntılarının tesiriyle oluşmuş bir tarz-ı tefekkür ve ameldir denirse bu, aklen, hissen ve şer’an muhâldir ve kabil-i kabul değildir.

İşte sûf hareketi tarihini hakikati ile kavrayabilmek için böylece İslâm’ın zühd hareketi teorisini ve menşe’ini tanımak gerekir. Buna göre İslâm, kemâle ulaşmış tevhid dininin son halkasıdır. Zühd hareketi ise bu dinin; zaman, insan ve toplumla buluştuğu ilk anda başlayan ve en büyük değer olarak Vâcibu’l-Vücûd’u ve O’ndan gelenleri benimseyen, dünya ve içindekilere ise kısa süreliğine kendisine verilmiş birer emanet bilerek, olduğundan fazla değer vermeyen zühhâd ve übbâdının sürdürdüğü ve günümüze taşıdığı bir harekettir.

65

O nedenle zuhûrundan itibaren yüz yıl sonra sûf hareketine/tasavvufa evrilecek olan zühd hareketinin nefislerde ve cemiyetlerde, afakta ve enfüste meydana getirdiği değişimi Hacer, Meryem, Hatice, Fatıma örnekleri bağlamında iyi tahlil etmek gerekir.

En büyük asabiyete dayandığı için zühd/sûf hareketi, bir değer ve onur hareketi olarak bütün zamanlara hitap edecek bir kabiliyete sahiptir. Zühd hareketinin değişimci etkisini tespit etmenin en iyi yolunun, kuşkusuz ilk iman eden sahabenin davranışlarını yakın takibe almak ve bu hareketin onlarda nasıl bir etki meydana getirdiğini incelemek olduğu söylenebilir.

Hz. Ebubekir b. Ebi Kuhafe (ö. 634), Hz. Ali b. Ebi Talip (ö. 661), Hz. Zeyd b. Sabit (ö.

665) ve Hz. Ebu Zerr-i Gifari (ö. 652)’nin zühd davranışları da önemli detaylar vermektedir.

Yer yer değindiğimiz gibi zühd kavramı; dünya ve dünyaya ait olanlara değer vermemek, en büyük değer olarak Allah ve O’nun ilahi kelâmını benimsemekyit. Dolayısıyla, ilk iman edenlerin yalnız Allah adına sergiledikleri davranışlarının, birer zühd davranışı olduğunu söyleyebiliriz.

Sözgelimi Hz. Hatice’nin bütün maddi servetini ve varlığını Allah’ın dini için harcaması, keza Hz. Ebubekir’in ailesi için tek dirhem geride bırakmadan bütün servetini harcanmak üzere getirmesi, Hz. Ali’nin ölüm yatağına yatıp varlığını tehlikeye atması, Hz. Ebuzer’in ilk defa Ka’be’de zahidlerin vird-i zebânı; “لاإ هلاإ لا لاله/La İlah İllallah”ı haykırıp ta öldüresiye dövülmekten son anda kurtarılması onların zühd hareketinin önderleri olduğunu gösteren önemli tablolar sunmaktadır.

İlk Kur’ân neslinin bu ahlâkî davranışları; Allah’tan gayrı şeylere (mâsivâ) ehemmiyet vermeyişlerinin, dünyanın zahirine aldanmayışlarının göstergesiydi.

Dünya ve içindekileri bir oyalanma, değersiz bir meta’ gören bu anlayış (zühd fikri) ilk müminlerin hareketlerindeki en büyük karakterdi. Bu nedenle İbn Haldûn (ö. 1409)’un belirttiği gibi sahabe, kendi aralarında üstünlük ifadesi olmak üzere zâhid, âbid sıfatlarını kullanmaktaydı.

Hulafa-i Raşidin’den sonra ashabın ve tabiinin bizzat iştirak ettiği fetihlerden elde edilen ganimetlerin tesiriyle başgösteren dünyevileşme eğilimleri neticesinde, Nebevî öğretilerden uzaklaşan, ilahi değer ve hukukullah konusundaki hassasiyetleri azalan ve genelde yeni valiliklerin etrafında toplanan, iktidar nimetlerini aralarında paylaşıp Roma ve Sasani valilerini taklit eden yeni bir sınıf türemişti.

Henüz sahabenin hayatta olduğu bir dönemde bu türden sapmalar zühd, takva ve vera’

sahibi sahabe ve tabiin’i derinden üzüyordu. Bu nedenle sahabe, tabiin ve etba-ı tabiin arasında dünyevileşmeye itiraz eden zâhid kimseler seslerini yükseltmeye başladılar.

Siyasilerin uygulamalarını eleştirerek hesap soruyor, kimi zaman valilerin yakasından tutup cübbesini parçalayacak kadar onları sarsıyor, emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yaparak onları Allah’ın azabı ve Mü’minlerin gazabı ile tehdit ediyorlardı.

Hz. Peygamber (sav)’in vefatından kısa bir süre sonra giderek tepkilerin arttığına şahit oluyoruz. Zühd hareketinin ileri gelenleri, Hz. Ömer (ö. 644), Hz. Osman (ö. 656) ve Hz. Ali (ö. 661)’nin şehid edilmesi ile neticelenen bu süreçte, şiddetin çözüm olmadığını, bu şekilde Müslümanların birbirlerinin canına kıydıklarını görüyorlardı.

Muaviye b. Ebi Süfyan (ö. 680)’ın Hasan b. Ali (ö. 669) ile yaptığı anlaşmaya uymayarak

66

kendi yerine oğlu Yezid’i halife tayin etmesi ümmetin büyükleri arasında tepkilerin artmasına neden oldu. Tenkitlerini giyinişleriyle, söylem ve tavırları ile ortaya koyan zâhidler, İslâmî Tasavvufun sistemleşmesine de öncülük ettiler. İslâm’ın egemen olduğu beldelerden kalkıp gayr-ı müslimlerin içlerine doğru dinin özünü taşımak suretiyle yeni kapılar açtılar. Sonra bu düşünce İslâm’ın küreselleşmesinde önemli rol oynadı.

Burada şöyle bir soru akla gelmektedir. Acaba başlangıçta müşriklere karşı hakikatin şahitliğini yapan zühd hareketi, ne oldu da iç bünyeye yöneldi? Kûfe’de sûf hareketine evrildi ve Basra üzerinden Horasan’a intikal etti? Bu dönüşümü sağlayan şey ne idi?

“Zühd” hareketinin, “Sûfî harekete (medenî muhalefete)” dönüşmesinin arkasında, bir takım sebepler zinciri olmalıdır. Cemel-Sıffîn olaylarından sonra Hz. Ali (ö. 661), Hz. Hasan (ö. 870) ve Hz. Hüseyin (ö 680)’in peş peşe şehit edilmeleri, bu sebepler zincirinin halkalarından biri olabilir. Yezid’e (ö. 683) biat etmeyenlerin Horasan’a doğru bir nevi göçe zorlanmaları da bir başka sebep olarak zikredilebilir.

Hatta Medine ekolünün, nebevî değerlere sahip çıkan zühd kalkışından sonra Harre katliamına (683) uğraması ve akabinde Mekke’nin aynı gadre duçâr olup Kâbe-i Muazzama’nın yakılması (692), dolayısıyla Haremeyn’in derin bir sessizliğe girmesi de ayrı bir sebep sayılmalıdır. Çünkü bu katliamla birlikte İbn Kuteybe (ö. 889)’nin aktardığına göre Medine’de sahabi kalmamıştı.

İslâm tarihinin en kanlı olaylarından biri olan Harre Vak’ası, hukukullaha riâyet etmeyerek sekülerleşen ve değerlerinden uzaklaşan bir kesimin, Medine’de işlediği ve 80 sahabinin işkencelerle şehid edildiği bir sahabe katliamıdır. Zühd hareketinin Medine’de başlayıp Kûfe, Basra ve Horasan’a uzanan ve Resulullah (sav)’ın mirasına bağlı kalmayı öğütleyen ilk tezahürüne karşı işlenmiş şen’i toplu cinayetlerden biriydi.

Tarihu’l-Hulefâ’nın aktardığına göre Peygamber şehri Medine'de, 80’i sahâbi olmak üzere, yaklaşık on bin kişi katledildi. Medine üç gün boyunca katliam ve tecavüzlere uğradı.

Tarihi kaynaklar, bu olaydan sonra doğan babasız çocuklara, "Harre Evladı" adını verdiler.

En çok hadis rivayet eden sahabilerden Ebu Said el-Hudrî (ö. 683)’nin de sakalları yolunarak işkencelerle katledildiği bilinmekte- dir.

Bütün bunlar, Yezid’e (ö. 683)’ye biatı reddeden ve zühd/sûf hareketinin ilk nüvesini teşkil eden Medinelileri cezalandırmak için yapıldı. Ardından aynı cina- yetler, zühd hareketinin Mekke’deki öncüsü Abdullah b. Zübeyir b. Avvâm (ö. 692)’a yöneldi. Kâbe (Beytullah) mancınıklarla tahrip edilip ateşe verildi. Mekke 10 yıl sonraki Haccâc b. Yusuf es-Sakafî (ö. 714) katliamını da gördü.

Bu olaylar; zühd hareketi öncüsü sahabilerin (Ammar b. Yasir, Ebuzer-i Gifa- ri, Bilâl-i Habeşî, Ali b. Ebi Talip, Abdullah b. Mes’ud, Sad b. Ebi Vakkâs vb.) 30 yıl önce Medine’de Hz.

Osman’a adeta yalvarmalarının hayatî bir tutum olduğunun kanıtıydı.

Böylece atamalarda ehliyet, liyakat, adalete riayet edilmemesi; yozlaşma, Al- lah’ın haklarını gözetmeme ve dünyevileşme, başlangıçta dinin ilkelerinden kü- çük bir sapma gibi görülmesine karşın, bir dünya ve iktidar hırsına dönüşünce toplumu emsalsiz günahlara, küfür ve isyana sürükleyeceğini de göstermiştir.

Tarihçi İbn Sa'd (ö. 844)’ın Tabakat’ında geçtiğine göre Yezid bu olaydan sonra,

67

sahabileri şehid eden askerleri önce ödüllendirdi sonra onları (muhteme- len konuşmasınlar ve toplumda infial olmasın diye) tek tek öldürdü.

Bu tarihten sonra Kûfe ekolünden bekkâun ve tevvâbun zümrelerinin, yaşanan katliamların acısını canlı tutan faaliyetleri ve şiddet dışı yöntemlerle, hukukullaha riayetsizlik karşısında yüne bürünmeleri zühd hareketinin sûf hareketine evrildiği döneme karşılık gelir.

Hasan-ı Basrî (ö. 728) ve arkadaşlarının büyük bir üzüntü içinde Basra’ya çekilmeleri;

Şam, Bağdat, Mısır, Basra valilerinin uyguladığı sosyo-ekonomik ve siyasi politikalardan bağımsız düşünülmemelidir.

Hulasa İslâm toplumunda bazı kesimler, zâhid ve âbidlerin özenle üzerinde durduğu ilahi vahyin âhkam ve ahlâkını önemsemeyerek dünyaya daha çok değer vermeye; servet, şöhret ve kudreti Allah ve Resulünden önde tutmaya başladı. Bu ise Resul-i Ekrem (sav)’in ümmetine bıraktığı “iki emanet”e (hukukullah) riâyetsizlik anlamı taşıyordu.

Hz. Ebuzer’in hukukullah ve hukukulibad ihlallerine muhalefeti Şam’da tartışmalara neden olunca Emire’l-Mü’minin Hz. Osman, onu Medine’ye çağırıp olayı soruşturmuş ve meselenin genel bir rahatsızlık olduğunu görünce Hz. Ebuzer’e sadece üslubunu sertleştirmemesini tavsiye etmişti. Ancak Mısır, Şam, Yemen ve Kufe’den gelen şikâyetlerin devam etmesi üzerine soruşturmanın ciddiyeti anlaşılmış ve daha bir derinleşen hadiseler neticesinde Hz. Ebuzer’in bir müddet Rebeze denen mevkiye zorunlu ikametine karar verilmişti. Hal böyle olunca İbn Hişam, Mesûdî ve İbn Kuteybe’nin naklettiklerine göre sahabe arasında zühd önderlerinden Hz. Ebuzer-i Gifari (ö. 652) başta olmak üzere Sa’d b. Ebi Vakkâs (ö. 674), Abdullah b. Mes’ûd (ö. 652) Ammâr b. Yâsir (ö. 656), Ebû Berze el-Eslemî (ö. 684) gibi çok sayıda bilge sahabînin emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker çalışmalarıyla başlayan bu zühd ve sûf muhalefeti, Medine İslâm Devleti’nin ilk halifelerinin (Hz. Ebubekir (ö. 634), Hz. Ömer (ö. 644), Hz. Ali (ö. 661) çocukları ve Hicret’in evlatları Muhammed b. Ebubekir (ö. 658), Abdullah b. Ömer (ö. 693), Ümmü’l-Mü’minin Hz. Aişe’nin yeğeni Abdullah b. Zübeyir (ö. 692) ile Hasan (ö. 670) ve Hüseyin b. Ali (ö. 680) tarafından devam ettirildi.

Genellikle ilimle meşgul olan sûf hareketi, hukuk ve ahlak ilkelerine riayet konusundaki vaaz ve nasihatleriyle varlığını sürdürdü. Medine’de Hicret evladı ile

gelişen Medine ekolü, valinin Yezid’e biat için ısrar etmesi üzerine, bir kısım zühd ehli Medine’den Mekke’ye doğru hareket etti. Mekke’de de durum farksızdı. Aynı biat zorlaması ile karşılaşılınca bir topluluk Hz. Hüseyin ile birlikte Kûfe’ye doğru yola koyuldu. Hz.

Hüseyin’in Kerbelâ’da şehid edilişinden sonra ise zühd hareketinin tabiin öncüleri arasında şiddet dışı yöntemlerle yapılan bir muhalefet geleneği, farklı biçim ve uygulamalarla hep devam edegeldi. Medine ekolü böylece Kûfe ekolüne evrildi ve Kerbelâ’nın şokunu uzun süre atlatamadı. Bekkâûn ve Tevvâbûn zümreleri bu şaşkınlığın ve pişmanlığı göstergesiydi.

Hz. Ali’nin en yakınlarından ve tabiinin ileri gelenlerinden Hasan-ı Basrî (ö. 828) artık Basra’ya yerleşti. Ömrünün sonuna kadar Şam iktidarlarına muhalif duruşunu devam ettiren Hasan-ı Basrî, Haccac-ı Zâlim (ö. 714)’den de 14 yıl boyunca gizlenmek zorunda kaldı.

Hasan-ı Basrî’nin bu muhalif tutumu Basra Ekolünün temellerini atmış ve Basra’dan

68

Horasan’a uzanıp Horasan Ekolü’ne evrilen bir süreci başlatmıştır. Serhad bölgelere (suğur) giderek oralardaki zaviyelerde (sınır karakolları) cihad ve nefis tezkiyesi ile meşgul olan zahid ve abidler gerek Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in torunları, gerekse Hz. Hüseyin’in ailesi ve çocukları ile buluşarak Horasan’da yaşamaya, İbrahim b. Ethem (ö. 777), Maruf-i Kerhî (ö. 815) ve Bayezid-i Bestâmî (ö. 874) gibi bu hareketin öncü şahsiyetlerini yetiştirmeye başladılar.

Bir başka açıdan İslâm tarihi okunursa, dört râşid halife’den sonra, sûfî bir iç muhalefetin yükseldiği görülecektir. Esasen hareketin bir iktidar talebi olmadığı halde, kimi emirler bu itirazı bir başkaldırı olarak gördüler ve tasavvuf ehline yönelik şiddet uyguladılar.

Sünnete bağlılıklarıyla aslında bir Ehl-i Sünnet çizgisini takip etmiş Ehl-i Beyt imamları

Sünnete bağlılıklarıyla aslında bir Ehl-i Sünnet çizgisini takip etmiş Ehl-i Beyt imamları

Belgede TASAVVUFUN KAYNAKLARI (sayfa 62-69)