• Sonuç bulunamadı

İçindekiler. Tasarım ve Dizgi:

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "İçindekiler. Tasarım ve Dizgi:"

Copied!
40
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Önsöz/ Abuzer Türkmen

Okul Müdürünün Mesajı/ Ünal Aydın Okulumuz/ Melih Topal

Hacı Bayram-ı Veli/ M. Mürşit Tekin Öğretmene Mektup / Faruk Bitmez

Bu Matematik Ne İşimize Yarıyor/ Melahat Kahraman Bir Öğretmenin Gözünden/ Eda Ergül

Çetin Yollar/ Abdulkadir Kastalani Arapçanın önemi/ Yıldız Apaydın İnsani Diriliş/ Elif Esra Atalan Çocuğun Çilesi/ Elmutaz Billah

Cahit Sıtkı Tarancı ve Otuz Beş Yaş/ Emin Çakır Bir Kahvenin Kırk Yıl Hatırı Vardır/ Muhammed Soud Tolstoy’un İbretlik Öyküsünden/ Abuzer Türkmen Rahman, Rahim Allah’ın Adıyla/ Muhammed Vadi Eğer/ Rudyard Kipling

Newton’a Mektup/ Abuzer Türkmen Öğretmen Olmak/ Alper Deveci Ben/ Elmutaz Billah

Ali Kuşçu/ İsmail Öncüler Teknoloji (!)/ Hasan Koca Olur/ Burak Karakaya Vatan/ Necip Akkurt Aşk/ Hasan Koca

Kanlı Bir Gölet Sanki Kalbim/ Batuhan Kureş Aziz Sancar/ Emin Çakır

Güzelliğin On Par’etmez/ Çeviri: Abdulkadir Salih Abro Okulumuzdan Kareler/ İlker Acar - Ahmet Eren Kaya

2 3 4 5 7 8 10 12 14 15 16 18 20 21 22 27 28 30 31 32 34 35 35 36 37 38 39 40

İçindekiler

İmtiyaz Sahibi: Hacı Bayram Anadolu İmam Hatip Lisesi adına Ünal AYDIN Genel Yayın Yönetmeni: Abuzer Türkmen

Editör: M. Mürşit Tekin

Danışma Kurulu: M. Mürşit Tekin, Abuzer Türkmen, Mutullah Sungur, Orhan Düşünmez, Ünal Aydın, Serdal Avşar Kapak Hattı (Nefes): M. Mürşit Tekin

Tasarım ve Dizgi:

(2)

Önsöz

Sevgili öğrenciler,

Dakikası dakikasına belirlenmiş olan öğretim programının dışında hep beraber bir bahar nefesi almak istedik. Şiirin müziğinden, hikayenin gerçekliğinden, mektubun hasretinden, alimin azminden, bilgiye varmanın heyecanından bir nefes…

Bu nefes, Hacı Bayram Anadolu İmam Hatip Lisesi olarak bizleri, Hacıbayram’ın

“NEFESler”inde buluşturdu. Daha da güzeli ise birlikte alacağımız nefesin, Hacı Bayram Anadolu İmam Hatip Lisesinin bu yayını üzerinden kayıtlara geçmiş olmasıdır.

Başta düşündüğüm ile vardığım sonuç aynı şey olmadı. Daha güzeli oldu. Bilindiği gibi eğitimin temel amaçlarından biri olan öğrencilerin gizil kabiliyetlerinin gün yüzüne çıkarılmasında sanat ve sanat eserlerinin yeri tartışılmazdır. Siz öğrencilerimizin meydana getirdiği; hakikaten “Ne cevherler varmış!” dedirten çok güzel eserler, dergimizde yerini aldı. Birlikte makale, şiir, mektup, hikaye gibi eserler ortaya çıkardık. Bir toprakta biten farklı çiçekler misali. Bundan sonra da öğretmen öğrenci el ele verdiğimizde daha güzelini başarabileceğimize olan inancım bir kat daha arttı.

Başka ülkelerden; Suriye’den, Irak’tan, savaştan kaçıp gelen çocuklarla da toprak olduk. Bu oluşuma onları da dahil ederek hayatı paylaşmayı bir tık daha ilerlettik. Bu eseri inşa sürecinde onlarla daha fazla diyalog kurmuş olduk. Onları daha iyi tanıdık. Anladıkça da onların dramını, samimi birer dost olduk. “Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız. İman etmedikçe cennete giremezsiniz.” hadis-i şerifin sırrına erdik adeta. Yabancı uyruklu öğrencilerle bırak didişmeyi, onların bize olumsuz gelen davranışlarının gerisindeki hikayelerin fotoğraflarını çektik. Paylaştıkça anladık ki sahip olduklarımızın rabbi Allah’mış. Biz sadece bir süreliğine emanetçisiymişiz. Bu emaneti asıl sahibinin rızasına uygun olarak paylaşınca; kaybetmeyi değil, Allah’ın kalbimize verdiği o erişilmez hazzı fark ettik.

Bu dergi sayesinde Arapçaya daha fazla aşina olduk. Ayrıca bilim adamlarının çok büyük emekler vererek o güzelim inciden bilgilere nasıl ulaştıklarına bir kez daha tanık olduk.

Hacı Bayram Anadolu İmam Hatip Lisesi öğretmen ve öğrencileri olarak, yayın hayatına beraberce soluk vermeye çalıştığımız dergimiz “NEFES”imizi sizlerle buluşturmak ne güzelmiş.

Emeği geçen tüm dostlara çok teşekkür ederim.

Abuzer TÜRKMEN Fizik Öğrt.

(3)

Okul Müdürünün Mesajı

Okulumuzun; potansiyelini kullanarak “NEFES”i çıkarması, beni çok memnun etti.

Öğrencilerimizin kabiliyetlerinin açığa çıkması biz eğitimcilerin tükenmez isteğidir.

Öğretmenlerimizle el ele vererek bu kabiliyetlerinin ürünü olan NEFES dergimizin çıkıyor olmasından onur duyuyorum. Derginin hazırlanması sürecinde böylesine güzel bir esere katkıda bulunduğum için son derece memnunum.

Okulumuz adına şimdilik bir ilki gerçekleştirmenin tatlı yorgunluğu beni dinlendiriyor.

Emeğini esirgemeyen tüm öğrenci ve öğretmen arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.

İyi ki birlikte varız…

Ünal AYDIN Okul Müdürü

(4)

Okulumuz 25.08.1980 tarihli MEB onayı ile 1980-1981 eğitim-öğretim yılında Solfasol İmam Hatip Lisesi adıyla eğitim ve öğretime açılmıştır.

23.03.1996 tarih ve B.08.04.MEM.4.17.316/694 sayılı onay ile okulumuzun ismi “Altındağ Hacı Bayram İmam Hatip Lisesi” olarak değiştirilmiştir.

Bu isim değişikliği 14. asırda aynı semtte doğmuş ve ömrünün önemli bir kısmını burada geçirmiş olan ünlü alim ve fikir adamı Hacı Bayram’ı Veli’nin ismine binaen yapılmıştır. Okulumuza 2005-2006 Eğitim- öğretim yılından itibaren önceki bölümüne ilave

Okulumuzun Tarihçesi

olarak Anadolu İHL bölümü de eklenmiştir. 2015- 2016 eğitim-öğretim yılından itibaren okulumuz, Hacı Bayram Anadolu Kız İmam Hatip Lisesi ve Hacı Bayram Anadolu (Erkek) Lisesi olarak iki ayrı okula dönüştürüldü. Hacı Bayram Anadolu Kız İmam Hatip Lisesi Baraj Mahallesi’nin girişinde açılırken; Hacı Bayram Anadolu (Erkek ) Lisesi halen önceki adresinde eğitimine devam etmektedir.

Okulumuz şimdi Anadolu İmam Hatip Lisesi olarak hizmet vermektedir. 371 öğrencisi ile eğitim ve öğretime devam eden okulumuzda, ayrıca Mesleki Açık Lise kapsamında 70 öğrenciye yüz yüze eğitim verilmektedir.

Okulumuzun konferans salonu, mescidi, kütüphanesi, fizik, kimya, biyoloji laboratuarının yanı sıra 100 kişilik çok amaçlı salonu mevcuttur. Tüm sınıflarımızda network ağı sistemi kurulmuş olup dersler internet destekli işlenebilmektedir. Ayrıca okulumuz «Fatih Projesi» kapsamına alınan ilk yedi okul içerisine girmiştir.

Adres ve İletişim Bilgileri:

Telefon: (0312) 503 07 67 E-Posta :118646@Meb.K12.Tr

Web Sitesi Adresi: Http://Www.Hacibayramihl.Meb.K12.Tr  Adres: Karakum Mah. Hacı Bayram Veli Cad. No:34 06150 Hasköy Solfasol Altındağ/Ankara 

Hazırlayan: Melih Topal/11-A

(5)

Asıl adı

Numan bin Ahmed, lakabı Hacı Bayram’dır. 1325 yılında Ankara’nın Çubuk Çayı üzerindeki Zülfadl (Solfasol) köyünde doğdu. Dönemin Anadolu’sunda yetişen alimlerindendir.

Eserlerini Türkçe yazdı. Sultan Murad; verdiği fermanda, Hacı Bayram-ı Veli’nin talebelerinin, yalnız ilim ile meşgul olmaları için vergi ve askerlikten muaf tutulduklarını bildirmiştir.

Bir gün medreseye birisi gelerek; “İsmim Şüca-i Karamani’dir. Hocam Hamideddin-i Veli’nin selamı var. Sizi Kayseri’ye davet ediyor. Bu vazife ile huzurunuza geldim.” dedi.

O da,”Baş üstüne, bu davete icabet lazımdır. Hemen gidelim.”

diyerek müderrisliği bıraktı. Birlikte Kayseri’ye yöneldiler.

Somuncu Baba diye bilinen Hamideddin-i Veli ile Kurban Bayramında buluştular. Hamideddin-i Veli; “İki bayramı birden kutluyoruz!” buyurdu ve ona Bayram lakabını verdi. Talebeliğe kabul etti.

Din ve fen ilimlerinde yüksek derecelere kavuşturdu.

Hocası Hamidüddin’in 1412 yılında Aksaray’da ölümünden sonra Hacı Bayram-ı Veli Ankara’ya gelerek doğduğu köye yerleşti. lrşad faaliyetlerine, yeniden talebe yetiştirmeye başladı. Bu tarih, ilk Türk tarikatı olan Bayramiye Tarikatı’nın kuruluşu kabul edilir.

Talebelerini daha çok sanata ve ziraata sevk ederdi. Kendisi de geçimini ziraatla sağlardı.

Açtığı ilim ve irfan ocağına, dönemin meşhur alimleri, hak aşıkları akın etti. Fatih Sultan Mehmed’in hocası Akşemseddin bunların en meşhurlarıdır. Fatih’in babası Sultan İkinci Murat, Hacı Bayram-ı Veli’yi Edirne’ye davet edip ilim ve manevi derecesini anlayınca fevkalade hürmet göstermiş, Eski Cami’de vazettirmiş, tekrar Ankara’ya uğurlamıştır. Sultan İkinci Murad, kendisinden nasihat isteyince İmam’ı Azam’ın, talebesi Ebu Yusuf’a yaptığı uzun nasihatı yaptı.1

Hacı Bayram-ı Veli 1429 da vefat etti.

(6)

Editör

(7)

Değerli Öğretmenlerimiz,

Bizlerin geleceğinin altyapısını oluştururken geleceğin öğretmenlerini, doktorlarını, mühendislerini, mimarlarını… sizler yetiştiriyorsunuz ve onlara eğitim veriyorsunuz. Bu eğitim, biz daha beş yaşındayken başlıyor 20- 25 hatta daha ileri yaşlara kadar devam ediyor.

Sizlerin bize ne kadar fazla eğitim vermeniz bizimle de alakalıdır. Kimimiz ortaokulu bitirip bırakıyor, kimimiz liseyi, kimimiz de sonuna kadar okuyor ve hedefine ulaşıyor.

Bizler okul hayatı boyunca okulda, evden daha fazla zaman geçiriyoruz. Yani sizlerin yanında.

ana okulunda daha küçük oluyoruz. Daha hiçbir şeyin farkında olmuyoruz. O zamanlar okula gitmek güzel oluyor tabiki. Okula gidiyoruz eğleniyoruz. İlkokul eğitimi başladığında artık okuma- yazma öğrenmeye başlıyor ve öğreniyoruz. Ortaokulda, lise hedefimiz oluyor.

Liseye gelince artık her şeyin farkındayız. Okuyunca veya okumayınca bize sunulan hayatın farkındayız. Bazılarımıza okumak zor geliyor ve bırakıyoruz. Artık her şey kendi irademize kaldığı zaman pişman oluyoruz. Yazları çalıştığımız yerlerde herkes aynı şeyleri söylüyor: “Oku. Bizim halimizi görüyorsun.” diyorlar.

Sınav zamanları okumayan kişilerin sınava çalışma derdi olmadığı için onları görünce sınava çalışmak zor geliyor. Okumak da derse girmek değil mi zaten. Derse girersen notların hazır olur.

Neye çalışacağını bilirsin. Ve çalışıp sınava girdiğinde sonuçların iyi gelir. Sonuçta bir bakmışız kendimize, hedefe ulaşmışız. Her şey çok güzel!

Biz öğrencileri zorlayan şeylerden biri de öğretmenlerin, öğrenci psikolojisini bazen anlamamalarıdır. Bazı kusurlarımız göz ardı edilebilmelidir. Eğer öğrenci genelde dersin içinde olup da iki- üç veya daha fazla kez ders dışı şeylerle ilgileniyorsa bilin ki o öğrencinin mutlaka bir derdi vardır. Bir sorunu olmuştur. Öğrenciyi çok fazla sıkmamak gerek. Şahsen ben öğretmen olsam şöyle düşünürüm: Öğrencinin dersi sevmesi için ne yapabilirim veya nasıl daha eğlenceli anlatabilirim.

Bir diğer konu ise ödevlerin fazla olmasıdır. Zaten 11. ve 12. sınıftayız. Bu kadar ödevin ne anlamı var. Bence öğrencilerin sıkılmasına neden olan konulardan biri de budur.

Her şeye rağmen bizlere öğrettikleriniz için sonsuz teşekkürler…

Okumak hayatın bir örneğidir. Hayat da bir sınavdır ve sonuçlarını göreceğiz.

Bunların farkına varmamızı sağladığınız için, sürekli bizleri uyarıp tavsiyeler verdiğiniz için sonsuz teşekkürler...

Faruk Bitmez/ 11-A

ÖĞRETMENE MEKTUP

(8)

BU MATEMATİK NE İŞİMİZE YARIYOR?

M. Şemsettin: Hocam bu matematik iyi de ne işimize yarıyor günlük hayatta?

Kerim: Evet hocam. Bize ne Sinüsten, Kosinüsten?

Behçet Yiğit: Hocam bu Pisagor var ya…

Klasik bir matematik dersiydi. Öğrenciler bunca kuralın, formülün olduğu dersin, ne işlerine yarayacağını merak ediyorlardı. Öğretmen yanıtladı.

Çocuklar, Matematik insanları değil, insanlar matematiği keşfetmiştir. Matematik bizim genlerimizde vardır, DNA larımızın dizilişi bile matematiğin temel kurallarına uygun dizilmiştir.

Öğretmen: Sabah çayına kaç şeker attın?

M. Şemsettin: Üç hocam.

Güne matematikle başlamışsın bak.

-Matematik evrensel bir dildir. Yani Mısır’a da gitseniz, Çin’e de gitseniz 2+2=4 tür.

-Matematik insanların beyin fonksiyonlarının çalışmasına olanak sağlar.

-Matematik, insanların düşünmede analiz yapmasına ve sentez yapmasına olanak sağlar.

-Matematik birçok bilim dalının oluşmasına katkı sağlar.

-Matematik pozitif bir bilimdir. İnsanda pozitif düşünmeyi sağlar ve pozitif şekilde görmeye olanak sağlar.

-Matematik en doğru şekilde hüküm vermeye olanak sağlar.

-Alışveriş yaparken, yemek yaparken, terziler dikim yaparken matematik kullanır.

-Kullandığımız cep telefonları, matematiksel hesaplara göre yapılmıştır.

Hasan: Hocam matematik ne zaman ortaya çıktı peki?

(9)

Öğretmen: M.Ö 3000 yıllarından itibaren Mısır’da ve Mezopotamya’da karşılaşıldı. Arazi parçalarının yüz ölçümlerini bulduklarını, yapı işleri ve kanal hafriyatıyla ilgili hacim hesapları yaptıklarını ve alışveriş kayıtlarını tuttuklarını gösteren kil tablet ve papiruslar mevcuttur.

Sefa: Hocam sayılar nereden çıktı?

Öğretmen: Sayı kavramı insanoğluyla beraber var olagelen, tedrici bir bilince varma süreci olarak değerlendirilebilir.

Şurası açık ki eskiden atalarımız, ilkin parmaklarını ayak parmakları ile bir araya getirilmesiyle 20’ye kadar sayabilmişti. İnsan parmakları yetmeyince başka bir kümedeki öğelerle tekabüliyet kurmak için taş yığınları kullanılmıştı. İnsan el parmak sayısı 10 olduğu için 10’luk sayma sistemi geliştirildi.

Öğretmen: Derse kaç dakika kaldı?

Elmutaz: 10 dakika

Öğretmen: Bakın yine matematik işin içine girdi.

Melahat KAHRAMAH Matematik Öğrt.

Resme bakarken; ilk beş saniyede iki, ilk on saniyede en az altı insan kafası görüyorsanız algılamanızdan boşuna şüphe etmeyin :)

(10)

Ders zili çalıyor ve her zamanki gibi sınıfıma girmek için yürüyorum koridorda. Tam sınıfın kapısını açıyorum ve kapıda kalakalıyorum. İsmail!

İsmail, ikinci kattaki sınıfımızın penceresinden aşağı ayaklarını sarkıtmış oturuyor. Üstümdeki şoku atlatınca sakin bir şekilde:

“İsmail!” diyorum, “İn oğlum oradan aşağı, ne yapıyorsun orda?”

“Siz Türk hocalar” diyor, “Zalım, vallahi zalım!”

Kim bilir ne yaşadı İsmail? Ama belli ki dil bilmemek, onu da bizi de yoruyor. Sonra yavaşça iniyor İsmail. Yerine geçiyor. Üzgün. Keyfi yerine gelsin diye Suriye müziği açıyoruz dersin son dakikaları. Arkadaşlarıyla halay çekiyor. Bakıyorum yüzü gülüyor İsmail’in.

Ama yaklaşık iki hafta sonra okulu bırakıyor. Halbuki:

“Baba çalışacak, ben okuyacak.” diyordu İsmail.

Ama olmadı, okuyamadı. Sonra duyuyorum ki terzi olma yolunda ilerliyormuş bizim oğlan.

Başka bir gün Abdülrahman evde kalemliğini unutuyor. Ödünç kalem veriyorum. Eziliyor, büzülüyor ve sonunda kabul ediyor. Kırk dakikanın sonunda Abdülrahman yanımda bitiyor ve kalemi geri veriyor.

“Gün uzun,” diyorum, “Kalem sende kalsın.”

Yine güç bela kabul ediyor iki büklüm. Öğleden sonra okulda yokum. Beni bulamamış.

Ertesi gün daha ilk derse girmeden beni buluyor Abdülrahman. Elinde önceki gün ödünç vermiş olduğum ösym kalemi ve yanında bir tane de Suriye şekeriyle. Kendince telafi ediyor kalemi geç getirmesini. Hâlbuki o sene tam bir poşet kalemle başlamıştım okula. İhtiyaç oldukça “ödünç”

vermiştim öğrencilere kalemlerimi ve hiç biri geri getirmemişti, “ödünç” aldıklarını bile bile. Ama Abdülrahman şaşırtıyor beni o koca yüreğiyle.

Bir başka İsmail daha var hafızamdan silemediğim. Akıllı ve zeki bu İsmail! Ama gel gör ki Türkçesi yok denecek kadar az. İletişim kurmakta zorluk çekiyoruz İsmail ile. Dil bilmemekten kaynaklı hep gerilerde oturmayı tercih ediyor. Konuşmuyor kimselerle. Bir gün makas lazım oluyor bana. Makas istiyorum sınıftan. Bizim öğrencilerde kalemi zor buluyoruz, makas ne gezer! Sorumu anlamıyor İsmail. Elimle makas işareti yapıyorum, kapıp geliyor makasını. İlk etkileşimimiz böyle başlıyor, sonra işe yaramış olmanın haklı gururu oluşuyor İsmailde:

“Gel” diyorum, “Bir de selfie çekilelim.”

Hepten gözlerinin içi parlıyor İsmail’in. Ve sonra her ders gözlerimin içine bakıyor. Onu anladığımı hissediyor. Bir makas, birilerinin kendini guruba dâhil hissetmesi için yeterli oluyormuş.

Bir de Mahmut var; şu aralar beni sevindiren, İngilizce sınavlarında sınıfın en yüksek notunu alan. Nasıl bir mutluluk yaşıyor anlatamam. Yaşasın tabi!

Kendi memleketi olmadığı halde coğrafyamızı öğrenmeye çalışırken tökezliyor Mahmut.

Kendi geçmişi olmadığı halde geçmişimizi öğrenmeye çalışırken zorlanıyor. Kendi dili olmadığı halde başka bir dilin kurallarını öğrenmek güç geliyor. Okumadığı, duymadığı yazarları tabi ki bilemiyor sınavlarda. Zaten anadilinde bile öğrenmesi zor olan matematiği, fiziği, biyolojiyi anlamaya

BİR ÖĞRETMENİN GÖZÜNDEN

(11)

çalışıyor, ama beceremiyor Mahmut. Bir İngilizce bir de Arapça var başarabildiği. Bir İngilizce var, kendini diğerleriyle eşit kulvarda yarışırken görebildiği. Ve eşit yarıştan galibiyetle çıkıyor Mahmut!

Sevin be Mahmut!

Yaşa sevincini doya doya; hakkındır senin bu sevinç.

Bir de ben varım, bu vatanından uzak insan evlatları için ne yapacağını bilemeyen!

Bir de ben varım, kendimi onların yerine koydukça işin içinden çıkamayan!

Eda Ergül İngilizce Öğrt.

Vefâsız yurd! Öz evlâdın için olsun, vefâ yok mu?

Neden kalbin kararmış? Bin ocaktan bir ziyâ yok mu?

İlâhî, kimsesizlikten bunaldım, âşinâ yok mu?

Vatansız, hânümansız bir garibim... Mültecâ yok mu?

Bütün yokluk mu her yer? Bâri bir «Yok!» der sadâ yok mu?

Sahipsiz olan memleketin batması haktır;

Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.

Mehmet Akif Ersoy

(12)

Güneşin hüzünle doğan ışığıyla beraber, tankların gürültüsü ve üzerimize kimyasal mermiler yağdıran uçakların sesleri altında uyandık.

Askerlerin postalları altında inleyen yeryüzünün yorgunluğunu duyardık.

Bütün bunlar niçin ve neden?

Çünkü onurlu yaşamak diliyorduk biz,

Dili damağı kurumuş açlarımıza helal bir lokma!

Ve biz, bir ve tek olan Allah’a ibadet eder ve ona hiç ortak koşmazdık.

Ve çünkü onlar istemiyordu bunu.

Onlar, bizim için zillet ve hiçlik- amaçsızlık diliyordu!

Niçin?

Çünkü biz namaz kılar, kuran okur, oruç tutar, hicabı örterdik.

Bütün bunlar onların hoşuna gitmez ve onlar istemezler bunları!

Ya namazı, örtüyü, kuranı terk edecektik;

Ya da işkence görecek, tekmelenecek, meçhul zindanlara götürülecek, öldürülecek, namu- sumuzla beraber çiğnenecektik!

Evlerimize kapıyı çalmadan girdiler vahşice!

Gözlerimizin önünde erkeklerimizi, gençlerimizi sürüklediler.

Bir şey diyemedik, bir şey yapamadık.

Bu zulüm nereye kadar, bu acı nereye kadar?

Çocukların açlığını, çocuğunu kaybetmiş annelerin feryadını, erkeklerin inlemesini dindiremedik.

Kaçtık…

Selam ve barışı, güven ve emniyeti;

İslam’ı bulacağımız yere...

ÇETİN YOLLAR

(13)

Abdulkadir KASTALANİ/11-A

(14)

Dünyada konuşulan diller arasında Arapça beşinci sırada geliyor. Ayrıca yapılan bir araştırmaya göre geleceğin en çok konuşulacak dilleri arasında ikinci sırada geliyor. En eski dillerden biri olan Arapça; kuralları, kaideleri ile köklü, kapsamlı ve son derece estetiktir.

Sanıldığı gibi zor bir dil değildir. Dünya dilleri arasında Arapçayı bilmek bir ayrıcalıktır. Arapça; kelime, cümle, kural, atasözü ve deyimler bakımından zengin bir dildir.

Türkçede kullandığımız yaklaşık 6500 kelime Arapça kökenlidir.

Özellikle iş dünyasında ve akademik çalışmalarda Arapça bilmek;

ticari ve kültürel seyahatlerde Arapça konuşabilmek bir gereklilik halini almıştır.

İş dünyasında ihtiyaç duyulan Arapça ülkemizin ticaret yaptığı pek çok ülkenin resmi dilidir. Birleşmiş milletler tarafından kabul edilen altı dilden bir tanesidir.

ARAPÇANIN ÖNEMİ

UNESCO 18 Aralık gününü Dünya Arapça Günü olarak ilan etmiştir.

Milli Eğitim Bakanlığımız da Arapça alanındaki gelişmeleri göz önüne alarak okullarda seçmeli yabancı diller arasına Arapçayı da eklemiştir. Arapça kurallara ve kaidelere dayalı bir dil olduğu için matematik zekası ve ezber gerektirdiği için; İmam Hatip Lisesi öğrencilerimiz Arapça öğreniminde son derece başarılı olmaktadırlar.

Yıldız APAYDIN Arapça Öğrt.

(15)

İNSANİ DİRİLİŞ

Dirilmek ya da direnmek...

Dirilirken diğer tüm direnişlere boyun eğmek... Suret bulmuş azalarının şükrünü, yarım ka- lan eğilişinde ama tam bir sükûnet ile armağan edebilmek... İlahi kuvvette ulûhiyet kokan bir ıs- rarla sırları aşina kılarak susuzluğunu dile dökebilmek... Yalpalayan vücudunla demir gibi huzura çıkabilmek ve hazziyatı huzur içinde yudumlamak... Tanrıda kaybolup tanrıda kaybetmek... Soluk- suz soluğunu tanrıda vermek... Asılsız fikirlerde ve amellerde direnirken aslını unutup asalet diye eriyen şahsını, seni şahsa kavuşturanda diriltmek... Kabuk bağlamış dünyanın yarasından taşıp gerçeklerle yüzleşebilmek... Yüzüne geçirdiğin sureti sıyırırken, çehrene gizlenmiş ruhu hissedip o şekilde yönelebilmek... Yönelirken de yön tutmak değil amaç yönsüzlük huzurunda sonsuzluğu hissetmek, yüzsüzlüğü fark etmek... Bir hayda can bulup, cansızlığında hayat bulabilmek... Nama- za “zaman”da durup zamansızlıkta sücut eylemek... Her bir hareketinde manayı derinlere gömüp aydınlık ruhlar ve alınlar liderliğinde bel büküp boyun eğmek.

Dayanacağımız yerde direniyoruz. Dirileceğimiz halde donuklaşıp, başkaldıramıyoruz... Bir âdemi hikâyenin yeni “Âdem” ve “Havvalarını” canlandırıyoruz. Huzurdan kovulmak adına tüm yasakların tadına bakıp en büyük hazzı nefsi zirvelerde yaşıyoruz. Teslim olmakla esareti birbiri- ne karıştırıyor, prangalar altında hürriyeti yaşadığımızı zannediyoruz. İman etmiş her bir benliğin içinde yaşadığı fırtınalar ve düşüşleri görmezden gelip kördüğüm olmuş çözümlere çareler ara- maya devam ederken durmadan dönen bir plağın estirdiği rüzgâr gibi bizlerde yalama yapmış bu iç duygularla, teslim olmuş halde, gözlerimize ve vicdanımıza çekilmiş bir mil gibi aydınlık günler düşlercesine siyahın en tenhasında tanrının bahşettiği şeref sıfatının dışına taşıp yaşadığımızı zan- nederek bize yüklenen anlamda boğuluyor, değerlerimizin altında yok oluyoruz. Yaşadığımızı zan- nederek boyun eğdiğimiz direnişlerimizin kıyısında dirilmekten vazgeçiyor ve mananın olmadığı düzlemlerde yön buluyor söylemlerimiz.

Bir nokta kadar olan bizler büyük cihattan vazgeçip, bir cühela cehaletinde ve bilgisizliğin bilginliğinde, ilahi kelama kafa tutarcasına, yüklendiğimiz merkep yükünün ağrılığını umursama- dan ölümsüzlük şerbetini içmiş gibi ömrümüze her geçen gün ulûhiyet ilmeklerini ekliyor, bir aczin kavisinde ekâbir eda ile secdelerin sacidi, suçluların yargıcı, ahlaksızların zabitliğini oynar gibi kafa tutuyoruz en âlimin ilmine.

Ey insan!

Kokuşmuş tohumuna ruh veren o ilahın önünde tam bir acziyet içinde eğil. Bir tahiyat- la selamını alan tanrıya karşı küstahlık yapma. Sen bu dünya sürgününde en büyük mahkûmsun.

Mahkûmluğunun mahkemesi, suçlarının yargıcı olma. Sen senliğini bil ve Tanrıya öyle eğil. Tanrı- laşma... Haddini aşma...

E. Esra ATALAN Meslek Dersleri Öğrt.

(16)

Savaş patlak verince çileli yolculuk ve peş peşe sıkıntılar da başlamış oldu.

Yaşadığımız en ağır sıkıntı, dostlarımızdan ve sevdiklerimizden koparılmamızdı.

Kapımıza her an dayanması kaçınılmaz olan eceli/ ölümü bekleyedurduk. Ondan hiç mi hiç korkmuyorduk. Asıl korktuğumuz, aynı vatanı paylaştığımız kardeşlerimiz ve onların işbirlikçileri tarafından yakılıp yıkılan evlerin enkazları altında kalacağımız ölüm yoluydu.

Bombardımanların sesi, gece gündüz dinmek bilmeyen korkunç bir orkestrayı andırıyordu.

Artık kimseciklerin gezmediği sokaklarımızdan şehrin dışına çıkıncaya kadar Halep’te üç yıl boyunca böyle yaşadık.

Komşularımızdan, kimi enkazlar altında şehit olurken kimi de meçhul kaderlerine, çileli yolculuklara mahkûm oldu.

Sanırdım ki şehrin dışına çıkabilmek kurtuluş olacaktı bizim için. Oysa gerçekte bir cehennemden bir başka cehenneme göç etmekten başka bir şey değilmiş. Öyle ki bu göç bizim için azap ve işkencenin ta kendisi oldu…

Barış yurdu olarak bildiğimiz Türkiye’ye varıncaya kadar büyük göçümüz böylece sürdü.

Bütün bunlar yaşadığımız işkence dolu hayatın minicik halkalarıdır sadece.

Ve kahredici yolculuk hala devam etmekte…

Elmutaz Billah/ 9-A

ÇOCUĞUN ÇİLESİ

04. 04. 2019/ Ankara

(17)
(18)

Cahit Sıtkı Tarancı

4 Ekim 1910’da Diyarbakır’ın Cami-i Kebir Mahallesi’nde doğdu. Galatasaray Lisesi’nden mezun oldu. Mülkiye Mektebi’ne (Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi) devam etti, bir süre de Ankara Yüksek Ticaret Okulu’nda öğrenim gördü. Sümerbank’ta memur olarak çalıştı. 1939’da Paris’e gitti. Paris Radyosu’nda Türkçe yayınlar spikerliği yaptı. 2. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla yurda döndü. Askerliğini yaptı, bir süre İstanbul’da babasına ait işyerinde çalıştı. Ankara’da Anadolu Ajansı’nda çevirmenlik yaptı. Toprak Mahsulleri Ofisi ve Çalışma Bakanlığı’nda da bir süre görev yaptı. Geçirdiği kısmi felç sonucu konuşma yeteneğini yitirdi. Tedavi için götürüldüğü Viyana’da 12 Ekim 1956’da 46 yaşındayken yaşamını yitirdi.

Cahit Sıtkı Tarancı’nın daha çok tanınmasını sağlayan en önemli eseri “Otuz Beş Yaş” şiiridir.

Bu eserinde, ölüm temasını çarpıcı bir üslupla ele almıştır.

Hazırlayan: Emin Çakır/ 11-A

(19)

Otuz Beş Yaş

Yaş otuz beş, yolun yarısı eder.

Dante gibi ortasındayız ömrün.

Delikanlı çağımızdaki cevher, Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,

Gözünün yaşına bakmadan gider.

Şakaklarıma kar mı yağdı, ne var?

Benim mi Allah›ım bu çizgili yüz?

Ya gözler altındaki mor halkalar!

Neden böyle düşman görünürsünüz, Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?

Zamanla nasıl değişiyor insan! 

Hangi resmime baksam ben değilim.

Nerde o günler, o şevk, o heyecan?

Bu güler yüzlü adam ben değilim; 

Yalandır kaygısız olduğum yalan.

Hayâl meyâl şeylerden ilk aşkımız; 

Hatırası bile yabancı gelir.

Hayata beraber başladığımız Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir,

Gittikçe artıyor yalnızlığımız.

Gökyüzünün başka rengi de varmış! 

Geç fark ettim taşın sert olduğunu.

Su insanı boğar, ateş yakarmış! 

Her doğan günün bir dert olduğunu, İnsan bu yaşa gelince anlarmış.

Ayva sarı, nar kırmızı, sonbahar; 

Her yıl biraz daha benimsediğim.

Ne dönüp duruyor havada kuşlar!

Nerden çıktı bu cenaze, ölen kim?

Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?

Neylersin ölüm herkesin başında, Uyudun uyanamadın olacak.

Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?

Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misâli o musalla taşında.

Cahit Sıtkı Tarancı

(20)

Gerçek tarihçesi, Üsküdarlı Bilge Yusuf ile Rum balıkçısı Stelyon’un hikâyesine dayanır.

1895, Eminönü Yemiş İskelesi…

Balıkçı kahvesine giren Osmanlı zabiti:“Bre Yusuf, herkese benden okkalı bir kahve, ama şu- rada oturan Rum palikaryasına yok. Ona kahvem de param da haramdır.” der.

Bilge Yusuf, kahveleri ikram eder ama palikarya, yani külhanbeyi Stelyo’nun önüne de bir kahve koyar. Zabit adeta kükrer: “Ben, ona haramdır demedim mi Yusuf?” Hiç istifini bozmayan Bilge Yusuf: “Komutan, o kahve, benden ona helaldir” der. Stelyo minnetle bakar Yusuf’a.

Yıl 1905 olur, Samos (Sisam) adasında Rum isyanı başlar. Damat Ferit paşa adaya asker çı- karır. Bilge Yusuf da askerdir ve adaya çıkan askerler arasındadır. Ancak ilk çatışmada esir düşer.

İki yıl Samos zindanlarında yatar. İki yılın sonunda Rum çeteciler, onu esir pazarında satışa çıkarır.

Mezat’ta “Beş para, yedi para!” sesleri arasında bir ses yükselir: “O Türk’e benden beş kuruş, hemen alıyorum!” Sessizlik hâkim olur.

Rum, alır Yusuf’u arabasına, köyün dışına çıkarır. Denize yakın bir yerde arabasını durdurur, döner Yusuf’a:“Serbestsin bilge Yusuf” der. Yusuf, inanamaz duruma. Rum’un ellerine kapanır:

“Beyim kimsin, necisin, beni neden özgür bırakırsın?” der. Rum, döner Yusuf’a: “Ben balıkçı Stelyo”

der. Yusuf çözemez durumu, adamı tanımaz bile. Rum, uzun uzun anlatır. On iki yıl öncesine, yemiş iskelesine döner, detaylarıyla o günü anlatıverir: “İşte ben, bir fincan kahveyi helal ettiğin balıkçı Stelyo.” der. Gözyaşları sel olur. Sarmaş dolaş olurlar. Stelyo, Yusuf’u kaçak yoldan İstanbul’a gön- derir.

Bu dostluk otuz beş yıl devam eder. Her yıl birbirlerini ziyaret ederler. Her ziyarette bir fin- can kahve mutlaka vardır. Çocuklarına, torunlarına anlatır dururlar dostluklarını ve

“Bu kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” derler. (T. C. Üsküdar Belediyesi Kültür Hizm. Arşivi)

Hazırlayan: Muhammed Soud/ 9-D

BİR KAHVENİN KIRK YIL HATIRI VARDIR

(21)

Sıradan, kendi halinde bir çiftçi olan Pahom, daha zengin bir hayatın hayalini kurmaktadır. Aslında kendini idare edecek kadar toprağı vardır. Fakat büyük topraklara sahip olmak istiyor. Başkasının hayvanının iki de bir tarlasına girip ürünlerine vereceği zararların, kaldıracağı kocaman harmanlarını yanında görülemeyecek derecede basit kalacağı kadar büyük topraklara sahip olmanın peşindedir. Çok ürün elde etmek, artık yıllık geçim hesapları yapmak yerine dolu dolu ambarlar hayal etmektedir. Büyük bir tarım tüccarı olmayı…

Pahom, epey uzak bir yer olan Başkır’da, basit bir ücret karşılığında kişinin istediği kadar toprak alabildiğini, evine misafir olan yabancıdan öğrenir.

Hazırlığını yapıp yanına aldığı bir uşakla yola koyulur.

Yedi gün yolculuktan sonra Başkır’ların obasına varır.

Başkır’lılar misafirlerini bir çadırda ağırlarlar.

Başkanları da gelir. Pahom toprak almak istediğini söyler. Başkan, Pahom’un getirdiği hediye ve para karşılığında istediği kadar arazi alabileceğini söyler.

TOLSTOY’UN İBRETLİK ÖYKÜSÜNDEN

Ancak Başkan, “Sabah gün doğumuyla başlayacak, gün batmadan başladığın yere dönmüş olman şartı ile yürüyerek çevrelediğin bütün topraklar senin olacaktır. Geçtiğin yerlerde belli aralıklarla işaretler bırakırsın. Başladığın yere varamazsan toprağı da paranı da kaybedersin.” der.

Güneş doğmadan yürümeye başlayacağı yerde birlikte hazır bulunurlar. Pahom fazlalık eşyasını ve parayı başlayacağı yere bırakır. Yetecek kadar erzakını yanına alıp gün doğumuyla yürümeye başlar. Başkan ve ahali orada beklerler. Pahom tarlalar, bağlar, bahçeler geçer. Tam geri dönecekken gördüğü sulak bir araziyi es geçemez. Şu bağ, bu bahçe derken bakar ki güneşin batmasına az kalmış. Koşar koşar ama kesilir takati. Batmaya yüztutmuş güneşe bakıp yürüyor.

Yetişmesi zor ama ümidini tümden yitirmemiştir. Kalan kısa mesafe gözünde uzadıkça uzar. Başta bıraktığı eşyasına yaklaşmıştır. Güneş batıyor. Halsiz adımlarla yürümeye devam ederken burnundan kanlar damlamaya başlar. Tam başladığı noktaya, bıraktığı eşyalarına, parasına yaklaşmışken bir an olduğu yere yığılır ve bir daha kalkamaz. Elini uzatır eşyasına ama nafile, kavuşamaz…

Başkan olanları izlemektedir. Çok kereler şahit olduğu olay yeniden vuku bulmuştur. Başkan,

“Bir sürü toprağın oldu!” diye bağırdı.

Pahom’un uşağı küreği alıp O’na uygun bir mezar kazıp gömdü.

İki metrelik toprak doyurmuştu Pahom’un gözünü.

Derleyen: Abuzer Türkmen

Mutlu olmak, mutlu etmek çok mu zor?

(22)

On yaşımdayken oynadığım, eğlendiğim ve okula gittiğim o yıllar, ömrümün en güzel yıllarıydı.

Ders çalışmayı çok severdim. Annemi, babamı ve beraberce oynadığımız kardeşlerimi de. O günler ömrümün en güzel, en heyecanlı harika günleriydi.

Mühendis olmayı hayal ederdim. Benim ve kardeşlerimin başarılı olacağını, hep bir numara olacağımızı düşünürdüm. Ailemiz bizimle gurur duyacaktı. Bizden yana başları hep dik, alınları açık olacaktı.

En büyük hobim spor yapmaktır. Zira spor, vücudumuzu sağlıklı ve zinde kılar.

Ben köyümü çok severim. Köyüm çok güzeldir. Havası ve birbirini çok seven tertemiz insanlarıyla köyceğizim öyle şirin ki! Hep iyiliğimizi isteyen o insanları biz de çok severdik. Köyümde geçen yıllarım hayatımın en güzel günleriydi. Hala o günlere dönmenin özlemini çekiyoruz.

Güzel köyümüzde işlerimiz yolunda giderken maalesef ülkemizde savaş patlak verdi. Savaşla gelen uçakların yağdırdığı bombaların, roketlerin patlaması çocukları korkuttu. Güvenlik kalmadı ve yıkım başladı. Sabahın erken saatlerinde köyümüzde bizi uykuda yakalayan uçakların yağdırdığı bombalarla ölen komşumuzun çocuğu bir daha dönmedi.

Güzel, sakin köyümüzü terk ettik.

Türkiye sınırına vardığımızda jandarma bizi durdurdu.

RAHMAN, RAHİM ALLAH’IN ADIYLA

(23)
(24)

Sınırı ne kadar geçmeye çalıştıysak hep engelledi. Ailemizi savaştan korumak için sınırı geçmekte ısrar ettik. Uçaklar gece gündüz hiç terk etmiyordu semamızı. Küçük kardeşim çok hastaydı. Köyümü harabeye çeviren savaştan kurtulmak için Türkiye’ye girmeye çok ısrar ettik.

Uçaklardan sonra kimse oraya dönmedi artık. Jandarmanın bütün engellemelerine rağmen sınırın tenha bir yerinden Türkiye’ye geçebildik.

Türkiye’ye geldik, ama bu kez buradaki yaşamın zorlukları başladı. En başta dil bilmememiz, işlerimizi çok zorlaştırdı. Türkiye’deki hayatı az buçuk öğrenene kadar çok sıkıntı çektik.

Bir türlü eğitimime başlayamadım. Müracaat ettiğim her okul 12 yaşında olduğum için beni kabul etmedi: “Bu yaşta, okul çağını geçmişsin artık!” dediler. Bunun üzerine: “Bari camiye gidip Kur’an öğreneyim” dedim. Gittiğim her caminin de aynı şekilde: “ Yaşın bu kursa uygun değil!”

deyip beni kabul etmemesi, her seferinde benim için bir yıkım oldu.

Ben de artık bir iş bulup çalışmaya karar verdim. Kimi iş sahibi beni iş yerine bile sokmuyor, kimisi de ücretimi vermiyordu. Derken karşılaştığım, Suriyelileri seven çok iyi bir kişi, beni iyi ve dürüst bir ustanın yanına götürdü.

İki yıl yanında çalıştığım usta, beni çok sevdi. Beni çok sevdiği için hala her cumartesi yanına gitmemi istiyor. Ve görüşmemizin devam etmesi için haftada bir gün yanında çalışmaya devam etmemi istiyor.

Ona, okula gitmek istediğimi söylediğimde beni gitmeye teşvik etti. Ve dedi ki: “Hayallerini gerçekleştirmen için okula başla.”

Bana başarılar diledi, hayatımı kurtarmamı söyledi. Ona minnetle teşekkür ediyorum.

(25)
(26)

Burada zaten pahalı olan kira, elektrik ve su faturalarının gittikçe yükselmesi bize çok ağır geliyor. Ben ve kardeşlerim okula devam ederken babamın yalnız çalışması da ayrıca ağır bir yüktür.

Muhammed’in köyünden iki kare

Muhammed Vadi / 9- E

(27)

Eğer, bütün etrafındakiler panik içine düştüğü

Eğer

ve bunun sebebini senden bildikleri zaman

sen başını dik tutabilir ve sağduyunu kaybetmezsen;

Eğer sana kimse güvenmezken sen kendine güvenir ve onların güvenmemesini de haklı görebilirsen;

Eğer beklemesini bilir ve beklemekten de yorulmazsan veya hakkında yalan söylenir de sen yalanla iş görmezsen, ya da senden nefret edilir de kendini nefrete kaptırmazsan, bütün bunlarla beraber ne çok iyi ne de çok akıllı görünmezsen;

Eğer hayal edebilir de hayallerine esir olmazsan, Eğer düşünebilip de düşüncelerini amaç edinmezsen, Eğer zafer ve yenilgi ile karşılaşır

ve bu iki hokkabaza aynı şekilde davranabilirsen;

Eğer ağzından çıkan bir gerçeğin bazı alçaklar tarafından

ahmaklara tuzak kurmak için eğilip bükülmesine katlanabilirsen, ya da ömrünü verdiğin şeylerin bir gün başına yıkıldığını görür ve eğilip yıpranmış aletlerle onları yeniden yapabilirsen;

Eğer bütün kazancını bir yığın yapabilir

ve yazı-tura oyununda hepsini tehlikeye atabilirsen;

ve kaybedip yeniden başlayabilir

ve kaybın hakkında bir kerecik olsun bir şey söylemezsen;

Eğer kalp, sinir ve kasların eskidikten çok sonra bile işine yaramaya zorlayabilirsen

ve kendinde ‘dayan’ diyen bir iradeden

başka bir güç kalmadığı zaman dayanabilirsen;

Eğer kalabalıklarda konuşup onurunu koruyabilirsen, ya da krallarla gezip karakterini kaybetmezsen;

Eğer ne düşmanların ne de sevgili dostların seni incitmezse;

Eğer aşırıya kaçmadan tüm insanları sevebilirsen;

Eğer bir daha dönmeyecek olan dakikayı, altmış saniyede koşarak doldurabilirsen;

Yeryüzü ve üstündekiler senindir Ve dahası,

sen bir İNSAN olursun oğlum...

Rudyard Kipling

(28)

NEWTON’A MEKTUP

Sevgili Newton,

Küçükken dayım bana mektup yazdırırdı. O söylerdi, ben yazardım: “Sayın pek çok kıymetli, candan sevgili, baldan tatlı kardeşim, mektubuma başlarken yüce Allah’ın selamı üzerine olsun. Nasılsın? Bu naçiz kardeşini soracak olursan…” diye devam ederdi mektubu. Mektubun sonunda ise “Mektubuma değil, satırlarıma son verirken tekrar selam eder…” tenbihini yapmayı unutmazdı hiç. Biz ise şimdi kendi aramızda kelimeleri slm, tmm, ok… şeklinde kısaltarak mesajlaşıyoruz. Fakat ben seninle konuşmak istiyorum.

Mektup, konuşacaklarımın aracısı olsun istiyorum.

Yarın fizik sınavım var. İyi çalıştım. Gece yarısı oldu. İnşallah çok güzel bir not alacağım. Bu beni heyecanlandırıyor. Buna öğretmenim de sevinecektir, eminim, çünkü öyle demişti bize. Bu da beni heyecanlandırıyor. Hele ailemin memnuniyeti!

Ama asıl beni heyecanlandıran, adeta büyüleyen başka bir şey var artık. Senin isminle öğrendiğimiz ikinci hareket yasası: “Fma”. Bu nasıl bir şeymiş böyle! Bir cismin kütlesinin kaç kg olduğunu hiç bir terazi vb. alet kullanmadan bulabiliyorum. Bu güne kadar kütleyi ya terazi ile ölçer veya Newton olarak verilen ağırlığını 10’a bölerek bulurdum. Fakat şimdi ne terazi ne de ağırlık, hiç biri olmadan bir cismin kaç kg geldiğini hesaplayabiliyorum. Yeter ki uygulanan kuvvetin etkisinde, cismin bir saniyedeki hızının kaç m/s arttığı söylensin. Bu ne harika bir şey! Bu heyecan bile sana çok teşekkür etmem için yeterlidir. Sana çok teşekkür ediyorum.

Hehpsi bu da değil. Gecenin bu vaktinde bu kadar mükemmel bir bilgiyi nasıl elde ettiğini merak ettim. Ve yazdım google’a “Newton”. Sayfa sayfa döküman geldi. Daldım satır aralarına.

Bu kadar meşhur birinin yetim olarak dünyaya gelmesi beni şaşırttı. Üstelik cılız ve hasta. Biliyor musun, hayatını okudukça bazen kendimi sende buldum? Hayatında dayının sana yardımcı olduğunu, eğitiminde sana destek olduğunu duyunca çok etkilendim. Anlatayım sana, belki duyunca sen de etkilenirsin. Benim dayım da bana yardımcı oluyordu. Ben ortaokula giderken bizim evde masa-sandalye hiç yoktu.

Ödevlerimi yerde yapardım. Dayım bize gelip bu durumu gözlemiş. Gidip tahtadan sehpa yüksekliğinde bir sandık yapmış. Ön cephesini açık bırakmış. Üzerinde ödevlerimi yapayım, içine de kitaplarımı koyayım diye. Evleri bize yedi km kadar uzaktaydı. Bu sandığı eline alıp tâ bizim eve kadar yürümüştü. Bu sandığımı çok sevdim. Hala seviyorum. Benim için hala en güzel masadan daha güzeldir.

Bazen de kendimi senden çok farklı görüyorum. Sana göre daha fazla oyun oynuyorum. Aslında bir sürü vaktimi oyun bile oynamadan bom boş geçiriyorum.

Bu vaktimi değerlendirebilirim. Her şey vakitle yapılıyormuş. Yapmadığımız şeyi artık vaktinde yapamazmışız.

(29)

Hayatını okudukça anladım ki mücadeleymiş insanı meşhur eden. Çalışmakmış insanı başarıya götüren. Azimmiş, engelleri aşmasını sağlayan.

Aslında annen, senin çiftçi olman için uğraşmış ama senin okumaya, öğrenmeye, bilgiye olan merakın ve azmin annenin isteğini aşmış ve senin önünü açmış. Veba salgınından dolayı bulunduğun üniversite iki yıl kapalı kalınca çiftliğine dönmüş ve bilimi tabiattan üretmeye devam etmişsin.

Ve demişsin ki: Plato arkadaşım, Aristoteles arkadaşım, ama iyi arkadaşım gerçektir. Hiç evlenmemişsin, bir dönem nişanlı kalmış sonra nişanlından ayrılmışsın. Keşke evlenseydin de bu gün torunlarınla tanışma şansım olsaydı.

Diğer bilim adamlarına mektuplar yazarak fikir alışverişinde bulunduğunu öğrenince sana mektup yazdığıma daha çok sevindim. Keşke şimdi yaşasaydın da bana da mektup yazsaydın.

Ne güzel arkadaş olurdum seninle.

Gece çok geç oldu. Yarına zor uyanırım. Olsun. Sana bu mektubu yazmak, hayatımda yaptığım en güzel şeylerden biridir.

Abuzer TÜRKMEN Fizik Öğrt.

(30)

Öğretmen Olmak

Bir sevdadır öğretmen olmak.

Yeni bir dünya kurmaktır usulca.

Yorulmadan, durmadan, dinlenmeden…

Işık saçmaktır etrafa, karanlığa.

Umut vermektir öğretmen olmak, Solmuş sinelere, korkulu zihinlere.

Yaşama dair, sevgiye dair, aşka dair, Hayat ışığı dağıtmaktır bedenlere.

Mücadele etmektir öğretmen olmak.

Solmuş fidanlara hayat verme mücadelesi!

Elinden tutup ayağa kaldırmak için herkesi Canla başla çalışmaktır felsefesi.

Savaşmaktır öğretmen olmak.

Kötü olan, çirkin olan ne varsa,

Çekip çıkarmaktır fidanları karanlıktan, Nice dönülmez deryalara yelken açmadan.

Hayal kurmaktır bazen öğretmen olmak.

Çocukların ölmediği, bombaların yağmadığı Babaların, evlatlarının kefenine sarılmadığı Yeni bir dünya düşlemektir mesela.

Sessizce ağlamaktır öğretmen olmak.

Kaybedilen, feda edilen her bir öğrenciye Elimizden kayıp giden, bizi terk eden Gönlüne giremediğimiz nicelerine…

Peygamberi düşünmektir öğretmen olmak.

Onun gibi bakmak, onun gibi sevmek.

Onun gibi cihana can vermektir öğretmen olmak!

Öğretmen olmak, öğretmen olmak…

Alper Deveci

Matematik Öğrt.

(31)

Ben

Elmutaz Billah

Kürt, Arap, Türk…

Bütün ırklar benim!

Göklerin oğluyum ben,

Arzın değerini kendisinden kazandığı, Bensiz, bir hiç olduğu!

Kuzeyde ve güneyde ben, Doğuda ve batıda ben…

Ki güneşin dokunduğu bir yerdeyim.

Varlığım, yokluğumun;

Bilginliğimse cehlimin ürünüdür.

Değil mi ki beni mırıldar her bir şey!

9/A

(32)

Astronomi ve kelam alimi olan Ali Kuşçu’nun İsmi Alaüddin Ali bin Muhammed Kuşcu’dur Babası Muhammed, Maveraünnehr’de Türk sultanı ve astronomi alimi Uluğ Bey’in kuşçusu idi. Bu yüzden ailesi Kuşçu lakabıyla meşhur oldu. Ali Kuşçu’nun doğum yeri ve tarihi kesin olarak bilinmemektedir. On beşinci asrın başlarında Semerkand’da doğduğu kabul edilmektedir.

Uluğ Bey’in hükümdarlığı sırasında Semerkand’da ilk tahsilini tamamlayan Ali Kuşçu, din ilimlerinde yetiştikten sonra matematik ve astronomiye karşı aşırı derecede ilgi duydu. Devrinin en büyük alimleri olan Uluğ Bey, Bursalı Kadızade Rumi, Gıyaseddin Cemsid ve Muinüddin Kaşi’den astronomi ve matematik ilmini örgendi.

ALİ KUŞÇU

Daha fazla ilim öğrenme arzu ve isteği ile gizlice Semerkand’dan çıkıp Kirman’a gitti. Tahsiline devam ederek, kendisinden sonra tam iki asır boyunca, âlimlerin ilgi ve takdirlerine mazhar olan Şerh-ut-Tecrid adlı eserini yazdı. Uzun seneler Kirman’da kalan Ali Kuşçu Semerkand’a döndü ve tekrar Uluğ Bey’in hizmetine girdi.

Senelerce gizlendiği için Uluğ Bey’den özür diledi. Uluğ Bey özrünü kabul edip; “Bize nasıl bir hediye getirdiniz?” diye sorunca, “Gelmiş geçmiş bilginlerin çözemediği, Ay’ın almış olduğu muhtelif şekillerle ilgili meseleleri izah eden bir kitap hazırlayıp getirdim.” cevabını verdi. Uluğ Bey; “Hele bir inceleyelim bakalım” deyince eserini takdim etti. Uluğ Bey uzun uzadıya incelendikten sonra hayran kalarak takdirlerini belirtti. Zic-i Uluğ Bey’in hazırlanması çalışmalarına katılan Ali Kuşçu, Kâdızâde-i Rumi’nin vefatı üzerine Uluğ Bey tarafından Semerkand Rasathanesi’ne müdür tâyin edildi. Burada, astronomi ile ilgili çalışmalarını başarıyla sürdürdü. Uluğ Bey’in öldürülmesinden sonra yerine geçen evlatları zamanında devlet düzeni bozuldu ve âlimlerin kıymeti bilinmez oldu.

Bu duruma çok üzülen Ali Kuşçu hacca gitmek için hükümdardan izin alarak Semerkand’dan ayrıldı ve Tebriz’e geldi. O sırada bölgede hüküm süren Akkoyunlu hükümdarı uzun Hasan ve çevresindeki ileri gelen devlet adamları Ali Kuşçuyu hürmetle karşılayıp ağırladılar. Osmanlı Devleti ile arası açık olan Uzun Hasan, iki devlet arasında elçilik yapıp sulhu temin etmesi için Ali Kuşçu’ya ricada bulundu. Bu ricayı kabul eden Ali Kuşçu İstanbul’a geldi ve Fatih Sultan Mehmet ile görüştü. İlim âşığı olan Sultan kendisine çok ikram ve hürmet gösterdi. Ali Kuşçu’nun Osmanlı Devleti hizmetine girmesini rica etti. Ali Kuşçu, bu samimi ve halisane teklifi kabul etti. Elçilik vazifesini tamladıktan sonra İstanbul’a gelip yerleşeceğini söyledi.

Verdiği sözde duran Ali Kuşçu’ya yüz kişilik maiyeti ile beraber Osmanlı hududuna girişinden itibaren her konak için bin akçe gibi gayet yüksek bir meblağ tahsis edildi. Hürmet ve ikram ile İstanbul’a gelen Ali Kuşçu’yu ünlü din ve fen âlimi Hocazâde karşıladı. Üsküdar’dan Eminönü’ne kayıkla geçerlerken ilmi meselelere dalarak med-cezir hâdisesini tartıştılar. Ali Kuşçu onu, Hocazâde de Ali Kuşçu’yu bilgilerinden dolayı takdir etti. Bir süre sonra Ali Kuşçu bu değerli âlimin oğluna kızını vererek akrabalık bağı kurdu.

Fatih Sultan Mehmet ile Uzun Hasan’ın arası tekrar bozulunca, harp yapma zarureti ortaya çıktı. Fatih bu muharebeye giderken Ali Kuşçu’yu da beraberinde götürdü. Ali Kuşçu bu sefer sırasında astronomi ile ilgili “Fethiyye” adlı eserini hazırladı. Sultan sefer dönüşünde onu, Ayasofya

(33)

Medresesi’nde müderris olarak görevlendirdi, ayrıca kendi özel kütüphanesinin müdürlüğüne getirdi.

İstanbul’da astronomi ve matematik ilimlerinde Ali Kuşçu’nun çalışmaları neticesinde büyük gelişmeler görüldü. Derslerine İstanbul’un meşhur âlimleri de katılırlardı. İlim sahasında hizmet ve adları ile ün yapmış olan Hoca Sinan Paşa, Molla Lütfi ve torunu Mirim Çelebi gibi âlimler onun derslerinde yetiştiler.

İstanbul’un boylamının eskiden belirlenmiş olan 60 derecelik değerini düzeltip 59 derece, enlemini de 41 derece, 14 dakika olarak belirlemiştir. Fatih Camii’nde bir de güneş saati vardı. Uzun seneler Osmanlı ilim ve irfan âlemini aydınlatan ve batı dünyasında devrinin Batlamyus’u olarak tanınan Ali Kuşçu 1474 senesinde İstanbul’da vefat etti.

Bazı Eserleri:

1-Risale Fil-Hey’et; Astronomi risalesidir. 1457 senesinde Semerkand’da Farsça olarak yazmıştır.

Osmanlı mühendishanesinde 19. asrın başlarına kadar ders kitabı olarak okutuldu.

2-Risale Fil-Hisab; Farsça olan matematik ilmi ile ilgili bu eseri Semerkand’da yazmıştır.

3-Risale Fil-Fethiyye; Risale fil-hey’et’in ilavelerle birlikte Arapça’ya çevrilmiş şeklidir. Fatih ile birlikte katıldığı İran seferi sırasında yazdığı bu eserde ekliptiğin eğimini 23 30’ 17” olarak bulmuştur. Bugün bulunan değeri ise 23 27’ dır.

4-Risale-İ Muhammediyye Fi İlm-İl-Hisab 5-Risale Fil-Umur-İl-Amme

6-Risale Fi Mes’elet-İl-Gariba Bil-Ulum-İr- Riyaziyye

7-Risale Fil-Hemziyye 8-Şer-Hu Tuhfet-İş-Şahiyye

9-Ta’likat Ala Mebehisi Galat-İl-Hassiyye 10-Haşiye Ala Vaz’iyye-İ Kadı Adud

Kaynak: Müslüman Bilim Adamları/Türkiye Gazetesi Yayınları

Hazırlayan: İsmail öncü/12-A

(34)

Günümüzün en tehlikeli ve en cazibeli yaşam tarzı olan teknoloji hayatımızı kör bir çukura sürüklüyor. Bilmediğimiz ve o güvenilir sandığımız birçok internet sitesi aileleri ve çocuklarını tehlikeye sürüklemektedir.

Bu gidişat iyi değil. Başımıza bir şey gelse, bunu aileler yerine telefon, bilgisayar vb. araçlarla paylaşıyor, güven kaybediyor ve tehditler yiyoruz.

TEKNOLOJİ (!)

Geçmişte olduğu gibi gelecekte de savaş açılan çocuklardır. “Bir milleti yok etmek isterseniz çocuklardan başlayın” sözünde ifade edildiği gibi başladılar düşmanlar üstümüze üşüşmeye! Mavi balina, memo ve daha sayamadığım oyunlar yüzünden onlarca masum can katledildi. Ve bir haberi otuz saniyede izleyip “maazallah!” diye iç geçirdikten sonra tekrar eskisi gibi çocuklarımızı zillete mahkûm kılıyoruz!

Çocuklarımızdan yavaşça kopuyoruz ve “Çocuğum niye böyle?” diye söyleniyoruz. Kendi ellerimizle çocuklarımızı düşmanlara teslim ediyoruz. İnternet bağımlılığı gittikçe artıyor ve düşmanımızın eline koz geçiyor. Her bir masum çocuk geleceğe veda ediyor.

Uyan Türkiye! Bu zillet öyle bir şey ki bir hastalığa dönüşüyor. Gelecek neslin mirasçısı olan çocuklar ne hallere düşüyor!

Uyanmalıyız, teknoloji bağımlılığı gün geçtikçe artıyor ve kitap okuma oranı da bir o kadar düşüyor. Peki neden tembelleşiyoruz? Neden gelişmiyor ülkemiz? Neden geri kalıyoruz? Neden cahilleşiyoruz? Neden atılgan olamıyoruz? Neden kendimiz için çalışmıyoruz? Bu çocuklarımızı neden bilinçlendirmek yerine teknolojiye kurban ediyoruz? Neden şu bedenler kimseye bahsetmiyor! Bir hiç uğruna neden ölüyor bu çocuklar? Zorda kalıp teknolojiye başvurduğunda o çaresiz çocuklar tehdit yiyip neden canlarına kıyıyor? Bunların vebalini kim çekecek?

Siz teslim ettiniz bu çocukları. Siz onları baştan savıp başka işlere daldınız ve sonra başkalarında suç bulmaya çalışıyorsunuz. Tabi onlar da çakal gibi bekliyor pusuda. Çünkü sürüden ayrıldı çocuklar.

Çocuklarımızı sürüden ayırmayalım. Onlarla göz göze, diz dize olalım. Onlarla çocuk olup, onları hayata kazandıralım. Gelecek neslimizin bilinçli ve başarılı olması için gayret gösterelim.

Yarının mirasçıları çocuklarımız ülkemizi bilgilendirsin, geliştirsin. Ölmesin hiç uğruna artık bu çocuklar! Yeniden kalkalım, kol kola girelim, güvenli adımlarla yürüyelim geleceğe.

Hasan Koca/9-A

(35)

Olur

Çekmem dert ile cefa, Yalan dünya, yalan olur.

Süremem keyfimce sefa, Bir gün malım talan olur.

Ölüm gelir bu bedene, Toprak dolar nazik tene.

Belki de gelecek sene, Haberimi salan olur.

Hevesim yok bu cihana, Çok düşmüşüm ten u cana.

Eşim dostum yana yana, Ardım sıra kalan olur.

Burak Karakaya

12 / D

Vatan

Millet olmadan Bayrak olmadan Vatan olmaz dediler Bir feth-i cihanla başlayıp

Surlar, cepheler aştık Düşman gözünde korku

Bu cihan İslam’ın cihanı Dünya şahittir buna Bu dava cihan davası

Ne kanlar döküldü Bu dava uğrunda N e canları verildi

Bu vatanda Lazından Çerkezine Ve Kürdünden Türküne

Kol kola omuz omuza Beraber yürüdüler

Vatanı yaşatmaya

11 / A

Necip Akkurt

(36)

Aşk

Yüreğim kamçılıyor o ahu gözlerini Aşk cilveli bir ateş gibi kora çeviriyor

Kalbinin sesini dinleyen perişan oluyor fikirlerin Ve sevdaya adım atanların aklı çalışmıyor

Bedbaht oluyor gamzeler, gülemiyorlar Perişanlığı gülmek olur bazen sinirin Zor oluyor sevdaya belalı olanlara İnanmayanlara inat oluyor

Ölenleri yaşatıyor

Pes edenleri direndiriyor

Zenginleri dilendiriyor kapı kapı, yol yol Sevgisiz ortam çilesiz hayat gibidir En ufak bir şeyde kırılma vesilesi olur

Pes edenler öldüğünü sanıp ölü gibi davranarak Yaşamaya mahkûm kılınır.

Aşk engeldir görmeyenlere Önünü, gözünü, sevdayı Aşk engeldir duymayanlara Kalbindeki sesi duymayanlara

En garibi, görmezlikten gelip sürünenlere…

Hasan Koca

9 / C

(37)

Kanlı Bir Gölet Kalbim

Kanlı bir gölet sanki kalbim Yürüyen bir mezar bedenim

Kanlı bir döngü var şehirde

Yol almasını bekleyemeden söndü içimde Yalanlar değildi beni üzen,

Bir anda yok oldu bu düzen Kalbimde iyi kötü davranışlar

Kulağımda sessiz yakarışlar Her şey keşmekeş, her şey kan revan

Kanlı bir çukur sanki gözüm Bir anda kayboldu özüm Unuttum başımda öten kuşları

Seni anlatırdı bana çığlıkları Dünyada sinem zindan Tutmam gerekti sevdanın ucundan

Ruhumda bir ayna ve yaralarım Ben en çok sensizlikten korkarım

Batuhan Kureş

10 / C

(38)

Aziz Sancar; 8 Eylül 1946’da Mardin’in Savur ilçesinde, orta gelirli çiftçi bir ailenin sekiz çocuğundan yedincisi olarak doğdu.

İlk eğitimini Mardin’de tamamlayan Sancar, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinden 1969 yılında birincilikle mezun oldu. İki yıl Savur’da bir sağlık ocağında doktorluk yaptıktan sonra NATO- TÜBİTAK bursu ile Dallas’a giderek Teksas Üniversitesinde Moleküler Biyoloji dalında doktora yaptı. Yale Üniversitesinde DNA onarımı dalında doçentlik tezini tamamlayarak DNA onarımı, hücre dizilimi, kanser tedavisi ve biyolojik saat üzerinde çalışmalarına devam etti.

AZİZ SANCAR: ÇIRA IŞIĞINDAN NOBEL’E UZANAN HİKAYE

Prof. Dr. Aziz Sancar

Aziz Sancar’ın doğup büyüdüğü

ev

1997 yılından bugüne ABD’deki Kuzey Carolina Üniversitesi Biyokimya ve Biyofizik Bölümünde görev yapan Prof. Sancar, yayımladığı 33 kitap, 415 bilimsel makale ve bu makalelere yapılan 12 binden fazla atıfla bilim dünyasında az rastlanır bir başarıya imza attı. Yaptığı çalışmalarla Amerikan Ulusal Bilimler Akademisine kabul edilen Sancar, Türkiye’den buraya kabul edilen üç kişiden biri olmuştur.

Sancar’ın başarı yolu alın teriyle doludur. Yakınları, Sancar’ın çıra ışığında ders çalıştığını söylediler. İnatla, sabırla, kararlılıkla yoğrulmuş. Yurduna ve büyüdüğü Savur ilçesine son derece bağlı olan Sancar, Savur Lisesi birincisine her yıl 7500 dolar ödül veriyor. Sancar, 2008 yılında kendi birikimi olan 1 milyon dolar ile Chapel Hill kasabasında bir ev satın aldı.

Amerikalı eşi Gwen ile birlikte, ABD’ye doktora için Türkiye’den gelen öğrencilere evini açtı ve burayı hem yurt hem de kültür merkezi olarak kullanmaya başladı.

Aziz Sancar hücrelerin hasar gören DNA’ları nasıl onardığını ve genetik bilgisini koruduğunu haritalandıran araştırmaları sayesinde 2015 Nobel Kimya Ödülü’nü kazandı. Sancar’ın konuşmasından bazı kısımlar şöyledir: “Ne yaparsanız, iyi yapmaya çalışın, çalışmadan olmaz.

Öğrenciyken günde 18 saat çalışırdım. Gecelerimi laboratuarlarda geçirmişimdir. Çalışmaktan başka çare yoktur. Bu, vatan borcudur... Biz çalıştığımız ve ürettiğimiz sürece üstün olacağız, üstünlük genetik değildir, bütün insanlar birbirine eşittir. Çoğu insan zekaya inanır, ben inanmıyorum, bizi birbirimizden ayıran emektir, ben çalışmaya inanıyorum.” ‘‘Aziz Sancar deyince aklınıza ne geliyor?” sorusuna: “Ben şan ve şöhretle tanınmak istemem. Hayatı boyunca çok ama çok çalışmış ve buluşlarıyla insanlığa katkı yapmış bir vatansever. Özellikle çocuklarımızın, şan ve şöhretin sadece olağanüstü çalışmanın bir yan etkisi olduğunu bilmelerini isterim... Nobel almak güzel ama ondan da güzel şey Nobel’i almaya giden yol ve yapılan keşiftir. (MEB lığının 9. Sınıf kimya ders kitabı ve internetteki genel bilgilerden yararlanılarak hazırlanmıştır.)

(39)

Güzelliğin on par’etmez Şu bendeki aşk olmasa Eğlenecek yer bulaman Gönlümdeki köşk olmasa

Tâbirin sığmaz kaleme Derdin dermandır yâreme İsmin yayılmaz âleme Âşıklarda meşk olmasa

Kim okurdu kim yazardı Bu düğümü kim çözerdi Koyun kurt ile gezerdi Fikir başka başk’olmasa

Şair: Aşık Veysel

Mütercim: Abdulkadir Salih Abro

Güzelliğin On Par’etmez

Abdulkadir Salih Abro

9 / D

(40)

OKULUMUZDAN KARELER

Feza Gürsey Bilim Merkezi’ndeyiz

Hazırlayanlar: İlker ACAR, Ahmet Eren KAYA (9/D)

Deneme Sınavındayız

Koridorlarımız Öğretmenler Odasında Münazara

Satranç Kulübümüz

Referanslar

Benzer Belgeler

Alyanslar da söz yüzükleri gibi taşsız olarak üretilir, fakat söz yüzüklerine göre daha gösterişli, ağırdırlar.. 3-Tek Taş Yüzükler: Kıymetli

Psikolojik danışmanlar/rehber öğretmenler tarafından “psikolojik danışma ve rehberlik servisinin tanıtılması” konusunun öğrenciler için bir ihtiyaç olduğu

By being the only forensic science journal in Turkey indexed within the scope of both Tübitak Ulakbim TR Index and DOAJ (Directory of Open Access Journals) and leading

Bu çalışmanın amacı, biyoterapi alan kanser hastalarının tedavisinin yürütülmesi ve yönetimin- den sorumlu olan hemşirelerin biyolojik ajanların kullanılması ile

Buna ek olarak okul yerlerinin seçiminde, dezavantajlı öğrencilerin telafi eğitimlerinin düzenli ve sürdürülebilir şekilde planlanmasında ve öğretmenlerin

Mavilim aldan iyi Buldun mu benden eyi Ben birini buldum ki Kölesi senden iyi Yemenim aldanıyo Ortası dallamyo Şu kimin yâri imiş Keyfine sallanıyo Mektup yazdım kış idi

Araştırmaya katılan öğretmenle- rin öğrenci velisi kavramına ilişkin olarak geliştirdikleri 102 metafor; yönlendirici ve gelişmeye açık olarak veli, tamamlayıcı bir

Coğrafya öyle hususî bir teşekküle maliktir ki, bünyesinde felsefe­ nin nüfuzuna karşı, diğer ilimlerde bulamadığımız bir engel taşımaktadır. Diğer ilimlerin hemen