• Sonuç bulunamadı

ALİ Hasan Hüseyin Bahadır

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "ALİ Hasan Hüseyin Bahadır"

Copied!
4
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

74 TÜRK DİLİ ŞUBAT 2019

A N I

Babama...

Ellilerin sonu yahut altmışların başı olmalı. Bu fotoğrafta en solda, çizgili pijaması kendisine büyük olan, boyu arka taraftaki teyzenin çenesinin hizasına gelen oğlanın adı Ali. Ali, Vatan Cep- hesi’nin ne olduğunu biliyor muydu yahut Cemal Gürsel’in adını duymuş muydu? Pek sanmıyorum. Zira babası Candarma Hüsü- yün henüz “Alamancı” olmamıştı, radyoları yoktu. Çırçıplak boz- kırın ortasındaydı Ali’nin köyü, garip de bir adı vardı: Tataryeğe- nağa. Evet, Ali bilmiyordu Vatan Cephesi’ni o sıralar köydeki her çocuk gibi ama büyükler arasında itiş kakış onu da etkiliyordu.

Menderes Bölükbaşı kavgası, Ali’nin köyünü Hacıbektaş’tan Mu- cur’a bağlamıştı. Çocukken nasıl olduysa ayağından sakatlanmış, babası onu alıp Isparta Eğirdir’deki kemik hastanesine götürmüş- tü. İşte bu fotoğraf orada çekilmişti. Kendisi gibi bir yığın çocuk ile kırk, elli gün kadar koğuş arkadaşlığı eylemişti henüz daha altı yedi yaşlarındayken. Şimdilerde bir odadan başkasına geçerken bile takip ettiğimiz çocuklarımızı düşündüğümüzde “Nasıl bıra- kıp gelmiş?” diye sormadan edemiyor insan fakat ne yapsındı, fu- karanın başkaca bir çaresi var mıydı ki? Ali; babasından ayrılırken ağladı mı, yoksa babam kızar diye gözyaşlarını sakladı mı, hiçbiri- ni tanımadığı bu çocuklar ve kadınlar ile bir arada yatarken neler düşündü bilinmez. Ali’nin köyünde küçücük bir öz vardı, burada masmavi büyük bir su… Ali, bu güzelim göle bakıp anasının renk- li gözlerini hayal eder miydi?

Şairin sorusunu çarpıtalım mı? Bize fukaralığın resmini yapabilir misin Abidin? Resmi değil ama fotoğrafı böyle bir şey olsa gerek.

ALİ

Hasan Hüseyin Bahadır

(2)

75

ŞUBAT 2019 TÜRK DİLİ

..Hasan Hüseyin Bahadır..

Bu fotoğrafa, arkadaki sahra hastanesi manzarasına, çarpık yataklara, ço- cuklara, kadınlara bakınca bunu düşünüyorum hep. Neşet Günal’ın “Duvar Dibi III “ tablosu gibi iç burucu geliyor bana. Ali’nin hikâyesi ise Mehmet Akif’in “Hasta” şiirindeki şu dizeyi getiriyor aklıma: “Bence doktor onu siz bir de soyarak dinleyiniz / Hastalık çünkü değil öyle ehemmiyetsiz.” Hani şu Halkalı Baytar Mektebindeki kimsesiz çocuğun; anasız, babasız, sahip- siz olduğu için soyulmadan muayene edilen çocuğun hikâyesini. Gerçi çok şükür Ali’nin o vakit hem anası hayatta hem babası ama neredeler?

Isparta neresidir, Kırşehir neresi? Nazım Hikmet’in “Ceviz Ağacı ile Topal Yunus’un Hikâyesi” şiirini bilirsiniz, şöyle der orada Topal Yunus’un karı- sının nasıl öldüğünü anlatırken: “Fakirin karısı kavi olmaz.” Fakirin yalnız karısı mı hiçbir şeyi kavi olmaz. Bir bacağı birinden biraz kısa kaldı Ali’nin, bu nedenle ölünceye dek pantolon paçalarının birini diğerinden bir san- tim kısa yaptırdı.

Sahi siz büyüdüğünüzü nasıl anladınız? Benimkisi şöyle oldu: Bir gün ba- bamla Cebeci’de Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesine gitmek için karşıdan karşıya geçiyorduk, trafik hızlı akıyordu. Bilirsiniz işte; tahliller, muaye-

(3)

76 TÜRK DİLİ ŞUBAT 2019

neler falan filan… Derken babam yolun ortasında elimden tutuverdi, bir tuhaf oldum. Bundan yirmi beş yıl evvel Meşrutiyet Caddesi’nde bu kez annemi doktora götürürken bizi sol tarafına alıp karşıya geçiren adamdı bu. Ne olmuş, ne değişmişti? Aradan biraz zaman geçmiş, saçları ağarmış, ölümcül bir hastalığa yakalanmıştı. İşte babamın hayat ile olan bağının epey inceldiğini o zaman anlamıştım. Hâlbuki bütün o raporlar, tahliller, testler bunu böylesine açık anlatamamışlardı bana. Böylece ansızın büyü- yüverdim o gün, hem de hiç hazır değilken.

İnsan babasını ne kadar sevebilir? Mesela hakkında şöyle bir şiir yazacak kadar: “Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi.” Arkadaşım Can’ın şiiri bu.

Yanlış anlaşılmasın hiç tanışmadık, o 1926 doğumluydu ben 1980 fakat ikimiz de pek düşkündük babamıza. O, maarif müfettişi babasının tef- tişten dönmesi için ateşinin çıkmasını beklerdi, bense otobüs şoförü ba- bam geliyor mu diye bütün gün köydeki evimizin geniş pencere kenarına oturup yola bakardım. Muhtemelen ikimiz de hayattayken babalarımıza:

“Seni çok seviyorum baba.” diyemedik. Zira şu bizim garip erkekliğimiz böyle bir şey demeye mâniydi. Evet, koşup sarılınır, yanağı öpülür, saçıyla, bıyığıyla oynanırdı ama seni seviyorum denmezdi.

Yirmi beş yaşındaydım, çalıştığım İstanbul’dan memleketime izin için dö- nüyordum. Otobüsün en ön koltuğundaydı yerim, yanımda altmış yaşla- rında bir amca vardı. Seyahatimiz başlayınca o sıralar moda olduğu üzere, bir cd koyup televizyonu açtılar. Belli ki yolcularını rahat ettirmek isti- yordu otobüs firması fakat seçimi kim yaptı bilinmez, koydukları Çağan Irmak’ın “Babam ve Oğlum” filmiydi. Film başladı ben ve koltuk komşum gayet ciddi bir sinema izleyicisi olarak televizyona gözümüzü diktik. Fil- min ortalarına doğru birbirimize sırtımızı dönmüştük ben sesli ağlama- maya çalışıyordum. Altmış yaşındaki koltuk komşum ise ceketinin cebin- den çıkardığı mendil ile gözlerini kuruluyordu. Mola yerinde birbirimizin gözüne bakamadık. O da benim gibi biriydi, yaşarken babasına “Seni sevi- yorum baba!” diyemeyen biri.

İşte bu bir ayağı diğerinden bir santim kısa olan Ali’nin babası altmışların ortalarında Hollanda’ya gitti çünkü çoluk çocuğu geçindirmeye yetmi- yordu tarlası. Ali de seviyor muydu ki babasını? Sevmese şunu anlatırken birden hıçkırıp ağlar mıydı? “Bazen akşam evde yiyecek bir şey olmazdı.

Ne pişireceğim diye sorardı anam. Sabah sofrada mutlaka yiyecek bir şey olurdu, babam ne yapar eder bir şeyler bulurdu.” Babası öldüğünde otuz üç yaşındaydı Ali; elli üç, altmış üç, yüz altmış üç olsa ne fark ederdi? Yetim kalmıyor muydu nihayetinde, bir çocuk gibi hüngür hüngür ağladı çünkü o da babasına hayattayken “Seni çok seviyorum baba.” diyemeyenlerdendi.

(4)

77

ŞUBAT 2019 TÜRK DİLİ

..Hasan Hüseyin Bahadır..

Babası gibi Ali de üstüne başına pek dikkat eder, evde olsa bile düzenli tıraş olur, ayakkabısını temiz tutar, bir bacağı diğerinden bir santim kısa pan- tolonunun paçalarını asla tozlandırmazdı. Sonra ne zaman sokağa çıksa tarardı saçlarını. Gençliğinde simsiyah aslan yelesi gibi saçlarıyla Elvis Presley’e benzeyen fotoğraflar çektirmişti. Uzun yakalı ceketi, ellerini cep- lerine koyduğu yeleğiyle neredeyse bir Yeşilçam jönü edasıyla pozlar ver- mişti. Zaman, herkese olduğu gibi Ali’ye de oyun oynadı; o siyah saçlar, be- yaz oldu amma dökülmediler. Ali de onları hep tarayarak intikamını aldı zamandan, “Bunları ağartırsın ama dökemezsin zaman efendi!” dercesine.

Geçen haftalarda Ali’yi yolcu ettik, yıkarken sürekli saçlarını düzelttim:

“Sen hiçbir yere saçın bozuk gitmedin, şimdi de saçın bozuk olmasın.” de- dim. Şu yukardaki fotoğraftaki gibiydi, öylesine çocuk, öylesine sevimli.

Hani açıverse gözlerini yeniden tutacak elimi.

Referanslar

Benzer Belgeler

(Lac Léman) m etrafını geceleri nura gark eden yine bu beyaz kömür dür. Honoré diyor ki « bir kaç manetle mü­ zeyyen bir mermer levhanın arkasına 10,000 ve

Araflt›rmac›lar, daha önce bir morötesi (dalgaboylar›nda parlayan) halka ve optik (görünür) ›fl›kta parlayan s›cak noktalarla ayn› yerde bir X-›fl›n›

Neyzen çok içki içerdi, ben ağzıma koymam; Neyzen sigarayı yutardı, ben tadını bilmiyorum, ama ikimizin bir müştereği var: İkimiz de dilimizi tutamıyoruz. O

[r]

Asıl, bizzat Celâl Bayar’ın oğlu, Refıi Bayar, Millî Reasürans Genel Müdürü olarak samk sırasındadır. Olay 1939 yazında soruşturma safhasmdayken Refii Bayar doktor

Milyarlarca y›l bo- yunca nötron y›ld›zlar› gibi görece a¤›r ci- simler, ikili y›ld›z sistemleriyle karfl›laflma olas›l›¤›n›n yüksek oldu¤u küme

lej’de ve Almanya’nuı Magdeburg şehrinde yüksek tahsilini ise An­ kara Hukuk Fakültesinde yap­ mıştır. 17 Nisan 1927 de Dışişleri Bakanlığına intisap

Çiçekleri neredeyse tamamen kapalı sikonyum’lar içerisinde hap- sedilen dişi incir ağaçlarının tozlaşmasına ilek arıcığı (Blastophaga psenes) denilen ve