• Sonuç bulunamadı

KUR ÂN DA İYİLERİN ÖZELLİKLERİ

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "KUR ÂN DA İYİLERİN ÖZELLİKLERİ"

Copied!
11
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

6. HAFTA

KUR’ÂN’DA İYİLERİN ÖZELLİKLERİ

1. Kavramsal Çerçeve

Sözlükte “güzel olmak”1 anlamındaki (ن-س-ح) h-s-n kök harflerinden türetilmiş ism-i fâil kalıbında bir isim olan muhsin “iyilik yapan, lütufta bulunan, işini en güzel biçimde ifa eden, Yüce Allah’a karşı kulluk ve sorumluluklarını ihlâs ve samimiyetle yerine getiren kişi”2 demektir. Aynı kökten türetilen ihsân ise “iyilik ve lütufta bulunmak, işini iyi yapmak, Yüce Allah’a ihlâs ve samimiyetle kulluk etmek”3 manalarına gelmektedir.

Yapılan tanımlardan muhsin kelimesinin, “başkalarına iyilik ve lütufta bulunan” ve “başta Yüce Allah’a kulluk olmak üzere işini iyi/güzel yapan” şeklinde kısmen iki farklı anlama sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bu çerçevede muhsin kişinin yaptığı işin ihsân seviyesine ulaşabilmesi için vazgeçilmez olan iki temel kriter, bireyin neyi nasıl yapması gerektiğini çok iyi bilmesi ve bu bilgisini en güzel biçimde eyleme dönüştürmesidir. Bu noktada Hz. Ali’nin “insanlar işlerini ihsânla yapmalarına göre değer kazanır” sözü son derece manidardır.4 “O, yarattığı her şeyi güzel yaptı. İnsanı yaratmaya da çamurdan başladı.”5 âyetindeki ihsân/ahsene kelimesi bu anlamda kullanılmaktadır.

Aynı zamanda ahlâkî bir terim olan ihsân, “iyiliklerde farz olan asgari ölçünün ötesine geçip bilerek, isteyerek ve severek daha fazlasını yapmak”6 manasına gelir. Bu doğrultuda ihsân, adâletten daha üstün bir derecedir. Zira adâlet, “borcunu ödemek ve alacağını almak”7 iken, ihsân “üstüne düşenden daha fazlasını vermek ve alması gerekenden daha azını almaktır.”8 Dolayısıyla adâleti gözetmek vacip, ihsânı gözetmek ise mendup ve müstehaptır.9

İbn Miskeveyh, ihsânın sevgi ile ilişkisine dikkat çeker ve ihsânın sosyal boyutuna vurgu yaparak iyi ve erdemli bireyin içinde sürekli başkalarına iyilik yapma eğiliminin var olduğunu belirtir. İnsandaki bu eğilimi zâtî ihsân olarak adlandıran İbn Miskeveyh, böylesi bireyin iyilikte bulunduğu insanları, onların kendisini sevdiğinden daha fazla sevdiğini ifade eder. Gazzâlî ise insanın özünde kendisini sevdiğini, kendisine iyilik edenleri sevmekle birlikte aslında bu sevginin kaynağında da yine kişinin kendisinin bulunduğunu dile getirir. Şu kadar var ki ahlâkî duyarlılığı gelişmiş insanlar, kendisiyle ilgisi olmasa dahi ihsânı, iyiliği, güzelliği ve bu davranışları sergileyenleri bizatihi severler. Bununla birlikte asıl muhsin Yüce Allah’tır ve insanlar arasında ihsân sahibi bireylerin bulunması O’nun insanlık ailesine bir lütfudur.

Dolayısıyla asıl sevilmesi gereken Yüce Allah’tır.10

Yapılan açıklamalar, muhsin ve ihsân kelimelerinin derin anlamlar içerdiğini ve iyilik ve güzelliğin sosyal hayatta vücut bulması ve yaygınlaşması adına önemli olduğunu göstermektedir. Zira pek çok olumsuzlukların yaşandığı dünyamızı, iyiliğin ve iyilerin değiştireceği açıktır.

1 Isfehânî, “Hsn”, 235; İbn Manzûr, “Hsn”, 4: 123-125.

2 Ezherî, “Hsn”, 1: 821-823; Cevherî, “Hsn”, 1: 265; İbn Fâris, “Hsn”, 243; Isfehânî, “Hsn”, 237; İbn Manzûr, “Hsn”, 4: 123-125.

3 Ezherî, “Hsn”, 1: 821-823; Cevherî, “Hsn”, 1: 265; İbn Fâris, “Hsn”, 243; Isfehânî, “Hsn”, 236-237; İbn Manzûr, “Hsn”, 4: 123-125.

4 Mustafa Çağrıcı, “İhsân”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 2000), 21: 544 (544-546).

5 Secde 32/7.

6 Isfehânî, “Hsn”, 236-237.

7 Isfehânî, “‘Adl”, 551-553.

8 Isfehânî, “Hsn”, 235-237.

9 Ebû Hâmid Muhammed el-Gazzâlî, İhyâ-u ‘ulûmi’d-dîn, trc. Ahmet Serdaroğlu (İstanbul: Bedir Yayınları, ty.), 2: 79.

10 Gazzâlî, İhyâ’, 4: 299-306; Çağrıcı, “İhsân”, 21: 546.

(2)

2. Kur’ân’daki Kullanımı

H-s-n (ن-س-ح) kök harflerinden türeyen kelimeler Kur’ân-ı Kerîm’de isim ve fiil formunda 194 yerde geçmektedir.11 Bu çerçevede sözü edilen kökten gelen َنُسَح hasüne, تَنُسَح hasünet, َنَس حَا ahsene, اوُنَس حَا ahsenû, مُت نَس حَا ahsentüm; َنوُنِس حُي yuhsinûne ve اوُنِس حُت tuhsinû fiilleri ile نِس حَا ahsin ve اوُنِس حَا ahsinû emir kalıpları “güzel olmak, güzel yapmak, güzelleştirmek”12 anlamlarına gelirken; ُن سُح husn, نَسَح hasen, ةَنَسَح/ةَنَسَح لا haseneh/el-haseneh, تاَنَسَح /تاَنَسَح لا hasenât/el-hasenât, ىٰن سُح لا el-husnâ,13 ن يَيَن سُح لا el- husneyeyn, ناَس ِح hısân, ُنَس حَا ahsen, ناَس حِا/ناَس حِ لْا ihsân/el-ihsân, نِس حُم muhsin, َنوُنِس حُم muhsinûn, ِنِس حُم ني /ني ِنِس حُم لا muhsinîn/el-muhsinîn14 ve تاَنِس حُم لا el-muhsinât15 kelimeleri de “insanın nefsinde, bedeninde ve karşı karşıya kaldığı durumlarda kendisini mutlu eden her türlü nimet”16 manalarını ifade etmektedir.

H-s-n (ن-س-ح) kök harflerinden türeyen kelimelerin Kur’ân’daki kullanımları dikkate alındığında, bu kökten türeyen kelimelerin “iyilik, güzellik, hayır ve ma‘rûf” anlamında her şeyi içerdiği görülmektedir.

3. İlgili Âyetlerin Yorumu

Kur’ân-ı Kerîm’de içerisinde “ َنيِنِس حُم لا ُّب ِحُي” yuhıbbü’l-muhsinîn ifadesinin geçtiği âyetler şunlardır:

3.1. Bakara Sûresi 2/195

ِف اوُقِف نَا َو ِبَس ي ِد يَاِب اوُق لُت َلْ َو ِ هاللّٰ ِلي وُنِس حَا َو ِةَكُل هَّتلا ىَلِا مُكي

ُّب ِحُي َ هاللّٰ َّنِا ا ِنِس حُم لا

َني

Allah yolunda infak edin. (Bunu yapmayarak) kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. (Her koşulda) iyilik yapın (güzel davranın). Muhakkak ki Allah iyileri/işini düzgün yapanları sever.

Bu âyetin nüzûl sebebine dair kaynaklarda şu bilgiler mevcuttur:

i. Bu âyet, Allah yolunda infakta bulun(a)mayan Ensâr veya genel olarak infakta bulunma hakkında nâzil olmuştur. Bilindiği üzere Ensâr, imkânları ölçüsünde sadaka dağıtır, Allah rızası için fakirleri doyurur ve onlara yardımcı olurdu. Bir sene Medine’de kıtlık oldu ve Ensâr bu görevlerini yapamadı. Bunun üzerine Bakara sûresi 195. âyet nâzil oldu.17

ii. Kostantiniyye kuşatmasında Şam birliklerine Fudâle b. ‘Ubeyd el-Ensârî, Mısır birliklerine ise Âmir b. Ukbe el-Cuhenî komuta ediyordu. Rumlar, kalabalıklar halinde surlardan çıkarak ilerlemeye başlayınca, muhacirlerden birisi, düşman saflarına hücum etti ve onlarla savaşmaya başladı. Bunun üzerine insanlar onun arkasından, “Subhânallâh! Kendi elleriyle kendisini tehlikeye attı!” diye bağırmaya başladılar. Bu sözleri duyan Ebû Eyyûb el-Ensârî “Biz bu âyetten haberdarız; bu âyet sadece bizim hakkımızda nâzil olmuştur. Biz Allah’ın Rasûlüyle beraber bulunduk; ona yardım ettik ve onunla birlikte savaş meydanlarında savaştık. İslâm kuvvet bulup taraftarları çoğalınca biz ailelerimize ve mallarımızın yanına döndük ve kendi rahatımıza koyulduk. Yani bizim sırf ailemizle ve mallarımızla meşgul olarak cihâdı terk etmemiz, kendi ellerimizle kendimizi tehlikeye atmamız demektir. Zira asıl tehlike, kişinin çoluk çocuğu ve malı yanında bulunarak, cihâdı terk etmesi ile meydana gelir.”18

11 Geniş bilgi için bk. ‘Abdu’l-Bâkī, “Lbs”, 248-251; Okuyan, Kur’ân Sözlüğü, 226.

12 Ezherî, “Hsn”, 1: 821-823; Cevherî, “Hsn”, 1: 265; Isfehânî, “Hsn”, 235-237; İbn Manzûr, “Hsn”, 4: 123-125.

13 Nisâ’ 4/95; A‘râf 7/137, 180; Tevbe 9/107; Yûnus 10/26; Ra‘d 13/18; Nahl 16/62; İsrâ’ 17/110; Kehf 18/88; Tâhâ 20/8; Enbiyâ’ 21/101;

Fussılet 41/50; Necm 53/31; Hadîd 57/10; Haşr 59/24; Leyl 92/6, 9.

14 Bakara 2/58, 195, 236; Âl-i ‘Imrân 3/134, 148; Mâide 5/13, 85, 93; En‘âm 6/84; A‘râf 7/56, 161; Tevbe 9/91, 120; Hûd 11/115; Yûsuf 12/22, 36, 56, 78, 90; Hacc 22/37; ‘Ankebût 29/69; Lokmân 31/3; Sâffât 37/80, 105, 110, 121, 131; Zümer 39/34, 58; Ahkâf 46/12; Zâriyât 51/16;

Murselât 77/44.

15 Azâb 33/29.

16 Ezherî, “Hsn”, 1: 821-823; Cevherî, “Hsn”, 1: 265; Isfehânî, “Hsn”, 235-237; İbn Manzûr, “Hsn”, 4: 123-125.

17 Vâhıdî, Esbâbü’n-nüzûl, 41.

18 Ahmed ‘Abdurrahmân el-Bennâ, Minhatü’l-ma‘bûd fî tertîbi müsnedi’t-Tayâlîsî Ebî Dâvûd, 2. Baskı (Beyrut: el-Mektebetü’l-İslâmiyye), 1980), 2: 13; Vâhıdî, Esbâbü’n-nüzûl, 42; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, 2: 119.

(3)

iii. Hz. Peygamber (s), insanları cihâda çıkmaya davet ettiğinde bazı bedevîler: “Ey Allah’ın Rasûlü!

Azığımız yok, kimse de bize azık vermiyor. Cihâda ne ile hazırlanalım?” dediler. Bunun üzerine “Allah yolunda infak edin!” âyeti nâzil oldu.19

iv. Medine’de bazı insanlar günah işlediklerinde, “Allah, bizim bu günahımızı bağışlamaz” derlerdi.

Bu durum karşısında “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın!” âyeti nâzil oldu.20 Burada Yüce Allah’ın af ve mağfiretinden ümidi keserek istiğfâr ve tevbeyi terk etmek, bireyin kendi elleriyle kendisini tehlikeye atması olarak değerlendirilmektedir.

Bakara sûresi 195. âyetin iniş sebebi hakkındaki rivayetlerden, infak konusunun İslâm’ın sosyal kardeşlik projelerinden birisi olduğu, -şartlar neye yetiyorsa-, azdan az, çoktan çok olmak koşuluyla bu ibadetin terk edilmemesi gerektiği, azık yetersizliği, aile efradı ve dünya malı gibi şeylerin bahane edilerek cihâddan vazgeçmenin ve Yüce Allah’ın rahmetinden ümit keserek istiğfâr ve tevbeyi terk etmenin insanların kendi elleriyle kendilerini ve geleceklerini tehlikeye atmaları anlamına geldiği anlaşılmaktadır.

Bu âyette öne çıkan hususlar şunlardır:

 Âyette Yüce Allah, aynı sûrenin 190. âyetinden itibaren ele aldığı savaş konusunda son derece önemli bir konuya değinmekte ve savaşın gerçek anlamda başarıyla sonuçlanabilmesi için Müslümanların Allah yolunda infakta bulunarak fedakârlık yapmaları gerektiğini, aksi takdirde kendilerini kendi elleriyle göz göre göre tehlikeye atmış olacaklarını ifade etmektedir.

 Yüce Allah, bu âyette mü’minlere seslenerek dünya saadetini temin etme adına gerektiğinde savaşılacağını ve Allah yolunda gerçek cihâd için infakın şart olduğunu bildirmektedir. Zira sürekli mal biriktirmek, dünyevî ve nefsanî arzu ve isteklerin peşinden gitmek, insanları esarete mahkûm olma gibi korkunç bir tehlike ile karşı karşıya getirebilir. İşte bu korkunç tehlikeyi engellemin yolu, öncelikle Allah yolunda infaktan, sonrasında ise O’nun yolunda cihâddan ve şartlar gerektirdiğinde savunma savaşı yapmaktan geçmektedir.

 Bu âyetin bağlamı dikkate alındığında, mesajın savaşla ve savaş harcamalarına katkıda bulunmakla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Zira hem 190. âyetten itibaren konu, cihâd ve savaşla ilgili olarak anlatılmaktadır hem de âyetin iniş sebebi hakkındaki rivayetler bu kanaati desteklemektedir.

 Bu âyeti müstakil olarak da anlamak mümkündür. Çünkü “sebebin özel olması, mesajın genel olmasına engel değildir.” Dolayısıyla âyetteki infak emri, sadece cihâd ve savaş zamanlarında değil, tüm zamanlarda ifa edilmesi gereken her türlü infak kalemini kapsamaktadır, diyebiliriz.

 Âyette Yüce Allah, Müslümanların ihsân sahibi olmalarını, iyilik yapmalarını ve işlerini en güzel biçimde yerine getirmelerini emretmektedir.

Âyette geçen ihsân kelimesi Hz. Peygamber (s) tarafından “Yüce Allah’ı görüyormuş gibi kulluk etmek”21 şeklinde tanımlanmaktadır. Zira her ne kadar kul O’nu göremiyorsa da Allah kulunu görmektedir. Buradan hareketle ihsânı, iyilikte bulunma ve dünya işlerini güzel yapmanın yanı sıra

“kulluğun hakkını verme, onu en güzel biçimde yerine getirme, hayatın merkezinde Yüce Allah’ın bulunduğunu bilme ve hayatı Yüce Allah’ın şahitliğinde yaşama” olarak tanımlayabiliriz.

 Bu âyetten anlaşıldığına göre Yüce Allah’ın sevgisini kazanmanın yolu, infakın yapılış biçimindeki güzellikten, insanlara iyilik etmekten, dünya işlerini düzgün bir şekilde yapmaktan ve kulluk bilincine sahip olmaktan geçmektedir.

19 Kurtûbî, el-Câmî‘ li ahkâmi’l-Kur’ân, 2: 241.

20 Vâhıdî, Esbâbü’n-nüzûl, 42. Bakara sûresi 195. âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında geniş bilgi için bk. Çetiner, Esbâb-ı Nüzûl, 1: 72-73.

21 Buhârî, “Îmân”, 1, 38; “Tefsîru Sûre-i Lukmân”, 2; Müslim, “Îmân”, 57; Ebû Dâvûd, “Sünneh”, 16; Tirmizî, “Îmân”, 4; İbn Mâce,

“Mukaddime”, 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1: 27, 51, 53, 319; 2: 107, 426; 4: 129, 164.

(4)

Hulâsâ Bakara sûresi 195. âyette, Allah yolunda infakta bulunularak fedakârlık yapılması gerektiği, bunu yapmayanların kendilerini tehlikeye atmış olacakları, şartlar ne olursa olsun iyilik yapmanın emredildiği ve hem iyilik hem de işini iyi yapanların Yüce Allah tarafından sevildiği bildirilmektedir.

3.2. Âl-i ‘Imrân Sûresi 3/134

ِذَّلَا ِءٓا َّرَّسلا يِف َنوُقِف نُي َني ِم ِظاَك لا َو ِءٓا َّرَّضلا َو

ِفاَع لا َو َظ يَغ لا َني ِنِس حُم لا ُّب ِحُي ُ هاللّٰ َو ِساَّنلا ِنَع َني

َني

Onlar (muttakiler), bollukta da darlıkta da infak ederler; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler.

Allah güzel davrananları sever.

Bu âyetin sebeb-i nüzûlüne ilişkin kaynaklarda şu bilgi mevcuttur:

Bazı sahabîler, “Ey Allah’ın Rasûlü! İsrâîloğulları Allah katında bizlerden daha mı üstün de onlardan birisi bir günah işlediğinde bu günahının kefaretini kapısının eşiğinde ‘kulağını kes, burnunu kes, şunu şunu yap’ şeklinde yazılı olarak bulurmuş” dediler. Bu durum karşısında ilk başta herhangi bir cevap vermeyen Hz. Peygamber (s), daha sonra “Size onlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?” der ve Âl-i

‘Imrân sûresi 133 ve 134. âyetleri okur.22 Bu âyette öne çıkan konular şunlardır:

 Bu âyette Yüce Allah, bir önceki âyette genişliği göklerle yer arası kadar olan ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için hazırlanmış olan cennete koşmaları emredilen23 muttakilerin yani takvâ sahiplerinin özelliklerinden bazılarını saymaktadır. Buna göre âyette sayılan özellikler; varlıkta da darlıkta da infak etmek, öfkeyi yutmak ve insanları affetmektir.

 İnfâk, İslâm’ın önemle üzerinde durduğu sosyal ve ekonomik projelerden birisidir. Bu bağlamda, her ne kadar infak söz konusu edilince öncelikle ekonomik değeri olan şeyleri Allah yolunda vermek/harcamak anlaşılsa da bunun yanı sıra bilgi ve tecrübe paylaşımı gibi fedakârlıklar da bir tür infak olarak değerlendirilebilir. Zira infaka konu olan şey, insanların ihtiyaçlarına göre çeşitlilik arz eder. Bazen insanlar, ekonomik değeri olan şeylerden ziyade bilgi ve tecrübe yoluyla bilinçlenmeye ve İslâm’ın emir ve yasaklarına uygun davranışlar geliştirmeye ihtiyaç duyabilirler. Böyle durumlarda bilgi ve tecrübe infakı, ekonomik infakın önüne geçmiş olur. Bu kapsamda ekonomik infak, “karşılığını Yüce Allah’tan beklemek koşuluyla fakirlerin ya da muhtaçların ihtiyaç duydukları şeyi hiç kimse görmeden onlara ulaştırmak” iken, bilgi ve tecrübe infakı “daha fazla insana ulaşmak ve muhataplara erişebilmek için görünür biçimde gönüller arasında köprü kurmaktır.”

 Âyette, Allah (cc) yolunda infakın hangi zamanlarda yapılması gerektiği de belirtilmektedir ki bu zamanlar hem varlık ve bolluk hem de darlık ve yokluk zamanlarıdır. Çünkü infak, sadece ekonomik değeri olan şeylerden ibaret değildir. Yukarıda da ifade edildiği üzere infak aslında bireylerin muhtaç olduğu her kalem şeyden yapılır. Dolayısıyla samimi bir Müslümanın her zaman ve koşulda infak edebileceği bir şeyi mutlaka vardır. Ayrıca infakın imkânla sınırlı değil, aynı zamanda imanla alakalı bir mesele olduğu da bir hakikattir.24

 Âyette, muttakîlere dair vurgulanan ikinci özellik öfkelerini yutmaktır. Buradan cennetlik yiğitlerin öfkeye mağlup olan değil, ona galip gelenler olduğu sonucunu çıkarmak mümkündür. Bu noktada Hz. Peygamber’in (s), “Öfkesinin gereğini yerine getirebilecek güçte olduğu halde öfkesini yutan kimsenin kalbini Allah emniyet ve iman ile doldurur.”25 ifadesi son derece anlamlıdır.

22 Vâhıdî, Esbâbü’n-nüzûl, 88; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, 4: 62.

23 Âl-i ‘Imrân 3/133.

24 Bakara 2/177; İnsân 76/8.

25 Ebû Dâvûd, “Edeb”, 3.

(5)

 Bu âyette cennetlik muttakîler hakkında ifade edilen son özellik ise, onların insanları affedici olmalarıdır. Kur’ân’da sadece bu âyette geçen نيِفاَع لا el-‘âfîn kelimesi, Yüce Allah’ın sıfatlarından birisi olan ve “affeden” manasına gelen ‘afüvv26 kelimesi ile aynı köktendir ve “affediciler” demektir.

Affetmek, önemli bir erdemdir ve her kişinin değil, er kişinin ortaya koyabileceği bir tutumdur.

Yüce Allah bizzat Hz. Peygamber’e (s) af yolunu tutmasını emretmektedir.27 Aslında bu emir, onun şahsında tüm mü’minlere yöneliktir. Yine Kur’ân’da insanların Hz. Peygamber’in (s) etrafında toplanmalarının en önemli gerekçeleri arasında onun Yüce Allah’ın lütfettiği merhamet sayesinde insanlara karşı son derece yumuşak davranması ve affedici olması zikredilmektedir.28 Hz. Peygamber’in (s), “İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez.”29 “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.”30 “Ben lanetçi olarak gönderilmedim; ben rahmet peygamberiyim (rahmet olarak, rahmetin tecellisi olarak gönderildim).”31 sözleri, merhametli ve affedici olmanın ne denli önemli erdemler olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir.

 Âyetin sonuç cümlesinde Yüce Allah, bir dizi özelliklerini saydığı muttakîlerin aslında bu özellikleri gereği muhsinler olduğunu ve onların Kendisi tarafından sevildiğini beyan etmektedir.

Sonuç itibariyle Âl-i ‘Imrân sûresi 134. âyette, muttakîlerin bollukta da darlıkta da infak eden, öfkelerini yutan ve insanları affetme dirayetini ortaya koyan kimseler oldukları ve bu güzel davranışlara sahip bireylerin de Yüce Allah tarafından sevildiği vurgulanmaktadır.

3.3. Âl-i ‘Imrân Sûresi 3/148

َر ِخٰ لْا ِبا َوَث َن سُح َو اَي نُّدلا َبا َوَث ُ هاللّٰ ُمُهيٰتٰاَف حُم لا ُّب ِحُي ُ هاللّٰ َو ِة

ِنِس

َني

Allah da onlara dünya nimetini vermiştir; (daha da önemlisi) ahiret sevabının güzelliğini vermiş (olacak)tır. Allah, güzel davrananları sever.

Bu âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında kaynaklarda yer alan bilgileri Üçüncü Bölüm’de Âl-i ‘Imrân sûresi 144-147. âyetlerin işlendiği kısımda naklettiğimiz için32 burada tekrar etmeye gerek olmadığını düşünüyoruz. Şimdi Âl-i ‘Imrân sûresi 148. âyette öne çıkan hususları incelemek istiyoruz.

 Âl-i ‘Imrân sûresi 148. âyetin öncesinde yer alan dört âyette, Hz. Muhammed’in (s) bir peygamber olduğu, ondan önce de elçilerin gelip geçtiği, onun da diğer insanlar ve peygamberler gibi mutlaka öleceği, hiçbir insanın Rabb’inin takdir ettiği eceli gelmeden vefat edemeyeceği, insanlara dünya ve ahiret nimetlerinden takdim edileceği, ancak bunun çeşidinin kulun irade ve eylemine bağlandığı, şükredenlerin mutlaka mükâfatlandırılacağı, Hz. Peygamber’in (s) arkasından giden ribbiyyûn denilen fedakâr insanların bulunduğu, Yüce Allah’ın sabredenleri sevdiği ve bu sabırlı ve fedakâr insanların duâları dile getirilmektedir.

 Yüce Allah, bu sûrenin 146. âyetinde eski kavimlerin içerisinde bulunan ve peygamberlerini her halükarda sahiplenen, onlarla birlikte savaş meydanlarında çarpışan, hatta öldürülen ribbiyyûn denen yiğitlerin duâsını hatırlattıktan sonra, onlara nasıl davrandığını/davranacağını 148. âyette bildirmekte ve kendilerine dünya nimetlerinin en güzelini verdiğini ve ahiret sevabının en bereketlisini vereceğini müjdelemektedir. Yüce Allah tarafından söz konusu yiğitlere dünyada verilen sevâbı yani nimetleri

“iman, istikamet, ilâhî yardım, zafer, ganimet, sağlık, bolluk” olarak anlamak mümkündür. Onlara verilecek olan ahiret sevabı yani nimetleri ise “cennet ve cennet nimetleri” olsa gerektir.33

26 Nisâ’ 4/43, 99, 149; Hacc 22/60; Mücâdele 58/2.

27 Âl-i ‘Imrân 3/159.

28 A‘râf 7/199.

29 Buhârî, “Tevhîd”, 2.

30 Müslim, “Fedâil”, 65.

31 Müslim, “Birr”, 87.

32 Âl-i ‘Imrân sûresi 144-148. âyetlerin sebeb-i nüzûlü hakkında detaylı bilgi için bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, 4: 73; Âlûsî, Rûḥu’l-me‘ânî, 4: 73;

Suyûtî, ed-Dürru’l-mensûr, 2: 335-336; Vâhıdî, Esbâbü’n-nüzûl, 89; Çetiner, Esbâb-ı Nüzûl, 1: 171-172.

33 Semerkandî, Baḥru’l-‘ulûm, 1: 255; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, 4: 122; Zemahşerî, Keşşâf, 1: 416.

(6)

 Yüce Allah insanlara sayamayacakları kadar nimet vermiştir. Buna rağmen dünya nimeti hem geçici hem de eksiktir; ahiret nimeti ise hem güzel hem cazip hem de tamdır. Bundan dolayı olmalıdır ki 148. âyette ahiret sevabının/nimetlerinin güzelliğine özel bir atıf ( ِة َر ِخٰ لْا ِبا َوَث َن سُح َو ve husne sevâbi’l- âhırah) söz konusudur.

Âyette, fedakâr insanlara dünya nimetlerinin verilmesiyle ilgili kullanılan يٰتٰا âtâ fiilinin geçmiş zaman kalıbında getirilmesinin amacı bellidir; aynı kalıbın âhiretteki nimetler için de kullanılmasının mutlaka bir amacı vardır; o da bu nimetlerin hak eden kullara takdiminin mutlak surette gerçekleşeceğini bildirmektir.34

Âyetteki يٰتٰا âtâ fiilinin başında bulunan fâ/fe edatı ta‘kîbiyye manasında olup dünya nimetlerinin fedakâr insanlara hemen verildiğini göstermektedir.

 Yüce Allah, peygamberlerinin yanı sıra savaş meydanlarında düşmana karşı savaşan, başlarına gelen durumlar karşısında yılmayan, zaafa düşmeyen, zulüm, işkence ve haksızlıklara asla boyun eğmeyen ve sözleri ancak “Rabb’imiz! Bizim günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla ve (yolunda) ayaklarımızı sağlam tut, kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!” duâsından ibaret olan ribbiyyûnun aslında bu özellikleri gereği muhsinler olduğunu ve kendilerini sevdiğini bildirmektedir.

Netice itibariyle Âl-i ‘Imrân sûresi 148. âyette, 146. âyette bazı özellikleri zikredilen, 147. âyette ise içten duâlarına yer verilen ribbiyyûn denen fedakâr insanlara dünya nimetlerinden bol bol verildiği gibi ahiretteki en önemli nimet olan cennetin ve cennet nimetlerinin takdim edileceği ve bu insanları Yüce Allah’ın sevdiği belirtilmektedir.

3.4. Mâide Sûresi 5/13

ِم مِه ِض قَن اَمِبَف َنوُف ِ رَحُي ًةَيِساَق مُهَبوُلُق اَن لَعَج َو مُهاَّنَعَل مُهَقاَثي

ِهِع ِضا َوَم نَع َمِلَك لا ِهِب او ُرِ كُذ اَّمِم اًّظَح اوُسَن َو

َت ُلا َزَت َلْ َو ُعِلَّط

ِلَق َّلِْا مُه نِم ٍةَنِئٓاَخ ىٰلَع ُي َ هاللّٰ َّنِا حَف صا َو مُه نَع ُف عاَف مُه نِم ًلًي

ِنِس حُم لا ُّب ِح َني

Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetlemiştik ve kalplerini katılaştırmıştık. Onlar kendilerine hatırlatılan (bildirilen Tevrât’tan) paylarını unutarak kelimelerin yerlerini değiştirirler. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik göreceksin. (Yine de) sen onları affet ve (onları) hoşgör.

Muhakkak ki Allah iyilik edenleri sever.

Öncesindeki iki âyetle birlikte Mâide sûresi 13. âyetin nüzûl sebebi hakkında kaynaklardaki bilgiler şunlardır:

i. Muhariboğullarından Ğavres adında birisi, kavmi Muharib ve Gatafan’dan bazılarına, “Sizin için Muhammed’i öldüreyim mi?” demiş, daha sonra kılıcı kucağında oturan Allah Rasûlü’ne sinsice yaklaşmış, onun kılıcını ele geçirmiş ve kendisine: “Ey Muhammed! Elimde kılıç var. Benden korkuyor musun?” demiş. Hz. Peygamber (s): “Hayır, senden niçin korkayım ki? Yüce Allah senden beni korur.”

buyurmuş. Ğavres, Hz. Peygamber’e (s) hamlede bulununca, onun Allah Rasûlü’ne yaklaşması engellenmiş, o da kılıcı Hz. Peygamber’e iade etmiştir. Bu şahsa Hz. Peygamber (s) aynı soruyu yöneltmiş, o da: “Sen, insanları cezalandırmada en hayırlısı ol!” demiş ve kendisine Müslüman olması teklif edilmişse de bunu kabul etmemiş, Müslümanlarla savaşmamaya ve Müslümanlarla savaşanların yanında yer almamaya söz vererek oradan ayrılmıştır. Bunun üzerine Mâide sûresi 11-13. âyetler nâzil olmuştur.35 Kurtûbî, Hz. Peygamber (s) tarafından serbest bırakılan Ğavres’in, kabilesine: “İnsanların en hayırlısının yanından geliyorum.” dediğini nakletmektedir.36

34 Râzî, Mefâtîḥu’l-ğayb, 9: 28.

35 Ebû Muhammed Cemâleddîn ‘Abdülmelik İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye (Kahire: Mustafa el-Bâbî el-Halebî, 1936), 2: 205-206. Ayrıca bk. Buhârî, “Meğâzî”, 31, 32; Müslim, “Fedâil”, 13, 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3: 390.

36 Kurtûbî, el-Câmî‘ li ahkâmi’l-Kur’ân, 6: 157.

(7)

ii. Bu âyetler Ğavres hakkında değil, Nadiroğullarının kardeşi Amr b. Cihâş b. Ka‘b’ın Hz.

Peygamber’i (s) öldürmeye kalkışması üzerine nâzil olmuştur.37

iii. Hz. Peygamber (s), Süleymoğullarından olup haksız yere öldürülen iki kişinin diyetini ödemede kendilerine yardımcı olmalarını talep etmek üzere Nadiroğullarına gitmeye karar verdi. Yanına Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Talhâ ve ‘Abdurrahman b. ‘Avf’ı da alarak Nadiroğullarına gitti ve Ka‘b b. Eşref ve Nadiroğulları Yahudilerinin bulunduğu mekâna girdiler. Orada bir grup Hz. Peygamber (s) ve arkadaşlarıyla sohbet ederken bazı Yahudiler (Huyey b. Ahtâb ve arkadaşları) Hz. Peygamber’e (s) suikast hazırlığına girişmişlerdi. Bu durum Cebrâil tarafından Hz. Peygamber’e bildirildi. O da hemen yanındakilerle birlikte oradan ayrılıp Medine’ye döndü ve bu esnada “İçlerinden pek azı hariç onların daima bir hainliğini görürsün.”38 âyeti nâzil oldu. Daha sonra Hz. Peygamber (s), Nadiroğulları üzerine sefer düzenlemiş, onları kalelerinden indirmiş ve yurtlarından sürgün etmiştir.39

Bu rivayetlerden, ilgili âyetelerin Nadiroğullarının veya başka İslâm düşmanlarının Hz.

Peygamber’in (s) canına kastetmeleri üzerine nâzil olduğu anlaşılmaktadır.

Mâide sûresi 13. âyette öne çıkan hususlar şunlardır:

 Bu âyeti, َةو ٰك َّزلا ُمُت يَتٰا َو َةوٰلَّصلا ُمُت مَقَا نِئَل ًۜ مُكَعَم ي ِ نِا ُ هاللّٰ َلاَق َو ًًۜابي ِقَن َرَشَع يَن ثا ُمُه نِم اَن ثَعَب َو ََۚل ِ يا َٓر سِا ي ِٓنَب َقاَثي ِم ُ هاللّٰ َذَخَا دَقَل َو ِلُس ُرِب مُت نَمٰا َو َّنَج مُكَّنَل ِخ دُ َلْ َو مُكِتأَـِ يَس مُك نَع َّن َرِ فَكُ َلْ ًانَسَح ًاض رَق َ هاللّٰ ُمُت ض َر قَا َو مُهوُمُت ر َّزَع َو ي

جَت ٍتا ِر َكِلٰذ َد عَب َرَفَك نَمَف َُۚراَه نَ لْا اَهِت حَت نِم ي

ُك نِم ِبَّسلا َءا َٓوَس َّلَض دَقَف م

ِلي “Andolsun ki Allah İsrâiloğulları’ndan söz almıştı. Onlardan on iki de nakîb (temsilci) göndermiştik. Allah onlara şöyle demişti: ‘Ben sizinle beraberim. Eğer namazı dosdoğru kılarsanız, zekâtı verirseniz, peygamberlerime iman eder ve onları desteklerseniz, bir de Allah rızâsı için borç verirseniz andolsun ki sizin günahlarınızı örterim ve sizi mutlaka altından ırmaklar akan cennetlere koyarım. Artık bundan sonra içinizden kim inkâr ederse kesinlikle doğru yoldan sapmış olur.”40 şeklindeki bir önceki âyetle ilişkilendirerek anlamaya çalışmak gerekmektedir. Zira Mâide sûresi 13. âyette Yüce Allah, İsrâîloğullarının verdikleri sözleri tutmadıklarını, kendilerine verilen emirleri yerine getirmediklerini, bu yüzden de onları lanetleyerek ve kalplerini katılaştırarak cezalandırdığını beyan etmektedir.

 Âyetin bağlamından Yüce Allah’a verdikleri sözlerini bozanların İsrâîloğulları olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Ancak Kur’ân mesajının evrenselliği gereği bunu genele teşmil etmek mümkündür. Bu bakış açısına göre, İsrâîloğulları gibi Yüce Allah’a vermiş olduğu sözden dönenler ve sözün gereğini yerine getirmeyenler, insanların fıtratlarına yerleştirilmiş olan sözlere ve özelliklere riayet etmeyenler ve ilâhi formatı görmezlikten gelenler bu âyetin kapsamı dahilindedirler.

 Bu âyette Yüce Allah, önce sebebi zikrederek İsrâîloğullarını niçin cezalandırdığını bildirmekte, ardından sonuca ve cezanın ne olduğuna dikkat çekmektedir. Bu doğrultuda sebep, “verilen sözden dönmek ve sözün gereğini yerine getirmemek”, sonuç, “cezalandırılmak”, cezanın çeşidi ise

“lanetlenmek ve kalbin katılaştırılmasıdır.” İsrâîloğullarına ayrıca işledikleri değişik günahlar nedeniyle zillet (horlanma, mahçubiyet), meskenet (yoksulluk) ve Yüce Allah tarafından gazaba uğratılma gibi başka cezaların da verildiğine Kur’ân’da şahit olmaktayız.41

 Âyette, İsrâîloğullarının cezalandırılmasının gerekçeleri arasında onların, kelimelerin yerlerini değiştirerek, kendilerine bildirilen kitaplarını yani Tevrât’ı tahrif etmeleri zikredilmektedir. Bu çerçevede kitapları tahrif edenlerin, toplumun içinden bir grup olduğu42 ve onların bu değişiklikleri “sözü değiştirmek, bozmak, eksiltmek, fazlalaştırmak, sözün anlamını çarpıtmak” gibi yöntemlerle yaptıkları anlaşılmaktadır.

37 Taberî, Câmi‘u’l-beyân, 6: 92-93; İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, 2: 205-206.

38 Mâide 5/13.

39 Taberî, Câmi‘u’l-beyân, 6: 93-94; İbn Kesir, Tefsîru’l-Ḳur’an’il-aẓîm, 3: 59. Mâide sûresi 11-13. âyetlerin sebeb-i nüzûlü hakkında geniş bilgi için bk. Çetiner, Esbâb-ı Nüzûl, 1: 300-302.

40 Mâide 5/12.

41 Bakara 2/61; Âl-i ‘Imrân 3/112; Nisâ’ 4/46; Mâide 5/60, 78; v.dğr.

42 Bk. Bakara 2/75; Nisâ’ 4/46; Mâide 5/41.

(8)

 Âyette geçen مِلَك لا el-kelim ifadesi “kelimeler” manasında olup Yüce Allah’ın buyrukları demektir.

Nitekim Bakara sûresi 75. âyette zikredilen َم َلًَك ِهاللّٰ kelâmullâh tamlaması “Allah’ın kelâmı” manasına gelmekte ve Yüce Allah’ın peygamberleri aracılığıyla ehl-i kitaba ulaştırdığı ilâhî mesajların tamamını kapsamaktadır.

 Bu âyette günümüz Müslümanlarına verilmek istenen mesaj, İsrâîloğullarının ellerinde bulunan metni tahrif ettikleri gibi Müslümanların da benzer bir hataya düşmemeleri olsa gerektir. Hemen ifade edelim ki insanlık ailesine gönderilen son ilâhî mesaj olan Kur’ân, Yüce Allah’ın koruması altındadır43 ve asla tahrif edilemeyecektir. Burada önemli olan, Müslümanların Kur’ân’a bağlılıklarıdır; ona tâbi olmaları ve onu hayat rehberine dönüştürmeleridir. Zira ondan yüz çevirenlerin dünya ve ahirette çeşitli cezalarla karşılaşacakları Kur’ânî bir hakikattir.44

 Âyette İsrâîloğullarının yani ehl-i kitabın kendilerine hatırlatılmış olan ilâhî prensipleri unuttukları ifade edilmektedir. Âyette zikredilen اَّمِم mimmâ ifadesindeki نِم min edatı şayet beyâniye olarak kabul edilirse, o zaman İsrâîloğullarının kendilerine gönderilen, bildirilen, hatırlatılan prensiplerin bir kısmını değil de tamamını unuttukları ve gerekli uyarılara dikkat etmedikleri anlaşılır. Bu durumda tercihlerinin sonucu olarak başlarına nelerin geleceği Tevrât’ta bildirilmesine rağmen onu dikkate almayarak korkunç cezayı hak etmişlerdir, diyebiliriz. İbn Abbas’a göre, onların, kitapları olan Tevrât’ta emrolundukları şeylerden bir kısmını unutup terk etmelerinden maksat, Hz. Muhammed’e (s) imanı reddetmektir.45 Zaten âyetin son kısmında konu Hz. Peygamber’le de ilişkilendirilmektedir.

 Bu âyette Yüce Allah, İsrâîloğullarının vahye karşı tutumlarını adeta ilk zamanlardan itibaren özetleyip son ilâhî mesaj olan Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e (s) indirildiği döneme kadar getirmektedir.

 Yüce Allah âyette, Hz. Peygamber (s) dönemi İsrâîloğullarının çok azı hariç, diğerlerinin ona hep hainlik ve ihanet edeceğini bildirmektedir. Kur’ân insan topluluklarını ele alırken toptancı bir yaklaşım sergilememekte, içlerinden belirgin özellikleri ön plana çıkanlar üzerinde yoğunlaşmaktadır. İşte ihanetlerinden söz ettiği İsrâîloğullarının da tamamının değil, çoğunluğunun müşriklerle işbirliği yapıp Müslümanlara karşı savaşarak hainliğe devam edeceğini, fakat Abdullah b. Selâm ve arkadaşları46 gibi içlerinden bir kısmının inanmasalar da verdikleri sözleri değiştirmemeleri nedeniyle bu türden hıyanet içerisine girmeyecekleri haber verilmektedir.

 Âyette Yüce Allah, İsrâîloğulları hakkında Hz. Peygamber’e (s) hitaben ona ihanet etseler de bu kişileri affetmesini, onlara aldırış etmemesini, yaptıklarına katlanmasını ve kendilerini hoş görmesini emretmektedir. Benzer bir emir de şu âyette yer almaktadır: “Ehl-i kitaptan çoğu, hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek istediler. (Yine de) siz, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar (onları) affedip bağışlayın. Muhakkak ki Allah her şeye kadirdir.”47

 Bu âyette ve Teğâbun sûresi 14’te geçen ُف عاَف fa‘fu ve حَف صا َو vasfeh emirleri hakkında şunları söylemek mümkündür: Kur’ân’da oldukça fazla geçen ‘afv emri “ceza vermekten kaçınmak, kişilerin kendilerine karşı yapılan ve başkalarını ilgilendirmeyen, dünya veya ahiretle ilgili olup tevbe ettikleri affı mümkün olan suçların bağışlanması”48 demektir. Kur’ân’da farklı biçimleriyle sadece yedi kez zikredilen safh49 ise, “suçu muhatabın yüzüne vurmamak, başına kakmamak, vazgeçmek, dikkate almamak ve hoş görmek”50 anlamlarına gelmektedir.

43 Hıcr 15/9.

44 Tâhâ 20/124-126.

45 Zemahşerî, Keşşâf, 1: 603; Râzî, Mefâtîḥu’l-ğayb, 11: 187.

46 Râzî, Mefâtîḥu’l-ğayb, 11: 187.

47 Bakara 2/109.

48 Ezherî, “‘Afe”, 3: 2489-2493; Cevherî, “‘Afe”, 2: 133; İbn Fâris, “‘Afe”, 642-644; Isfehânî, “‘Afe”, 574-575; İbn Manzûr, “‘Afe”, 10: 210-214.

49 Bakara 2/109; Mâide 5/13; Hıcr 15/85; Nûr 24/22; Zuhruf 43/89; Teğâbun 64/14.

50 Cevherî, “Sfh”, 1: 721-722; Isfehânî, “Sfh”, 486; İbn Manzûr, “Sfh”, 8: 246-248.

(9)

 Yüce Allah affediciliği ve hoş görülü olmayı güzel bir davranış olarak kabul ettiği için âyette bu davranış sahiplerini isimlendirmek için ني ِنِس حُم لا el-muhsinîn kelimesini kullanmakta, sonuçta böyle davrananları yani hıyanete uğrasalar da muhataplarını affedip hoş görenleri, bir anlamda bu hoş görebilme işini düzgün ve güzel yapanları ve insanlara güzel davrananları sevdiğini bildirmektedir.

Hulâsâ Mâide sûresi 13. âyette İsrâîloğullarının, sözlerine sadakat göstermemeleri ve kendilerine bildirilen Tevrât’tan paylarını unutarak kelimelerin yerlerini değiştirmeleri nedeniyle lânetlendikleri ve kalplerinin katılaştırıldığı bildirilmekte, içlerinden pek azı hariç, kendilerinden daima bir hainlik görüleceği, yine de onları affetmesi ve hoşgörmesi gerektiği Hz. Peygamber’e emredilmektedir. Yüce Allah’ın insanları hoş görebilen ve işini düzgün yapan kulları sevdiği beyan edilerek âyet tamamlanmaktadır.

3.5. Mâide Sûresi 5/93

ِذَّلا ىَلَع َس يَل ِف ٌحاَنُج ِتاَحِلاَّصلا اوُلِمَع َو اوُنَمٰا َني

ا اَم اَذِا ا ٓوُمِعَط اَمي َمٰا َو ا وَقَّتا َّمُث ِتاَحِلاَّصلا اوُلِمَع َو اوُنَمٰا َو ا وَقَّت

َّمُث اوُن ا وَقَّتا

ِنِس حُم لا ُّب ِحُي ُ هاللّٰ َو اوُنَس حَا َو َني

İman eden ve iyi işler yapanlara, takvâlı (duyarlı) olup iman ettikleri ve iyi işler yaptıkları, sonra (yine) takvâlı (duyarlı) olup iman ettikleri, sonra da (bunu devam ettirerek) takvâlı (duyarlı) olup güzel davrandıkları sürece (haram kılınmadan önce) tattıklarından dolayı herhangi bir günah yoktur. Allah güzel davrananları (iyilik edenleri) sever.

Bu âyetin iniş sebebine dair kaynaklarda şu bilgiler söz konusudur:

i. İçkinin haram kılındığına dair Mâide sûresi 90. âyet nâzil olduğunda, haram kılınmadan önce içenlerin durumunun ne olacağı sorulunca bu âyet indirilmiştir.51

ii. İçkinin haram kılındığına dair Mâide sûresi 90. âyet indirilince bazı kimselerin: “Mademki içki şeytan işi bir pisliktir. Bu durum bize bildirilmeden önce içki içen ve sonra da karnında içki ile Bedir ve Uhud’da ölenlerin durumu ne olacak?” demeleri üzerine bu âyet nâzil olmuştur.52

iii. İçkiyi haram kılan Mâide sûresi 90. âyet nâzil olmadan evvel Medine’de Ensâr’dan bir grup, hurma kurusundan yapılan ve adına da fadîh denilen içkiden içiyorlardı. Enes b. Mâlik de bunlara içki servisi yapıyordu. Dışarıda bir münâdî: “Ey insanlar! Uyanık olunuz, içki haram kılındı!” diye bağırmaya başladı. Oradakiler, içki içmekten vazgeçtiler, içkilerini sokağa döktüler. Rivayete göre Medine sokakları o gün adeta içki aktı. Bazı kimseler: “Filan kişiler, karınlarında içki ile öldüler. Onların durumu ne olacak?”

diye sordular ve bunun üzerine Mâide sûresi 93. âyet indirildi.53

iv. Enes b. Mâlik anlatıyor: “Medine’de Ensâr’dan bir grup içki içiyorlardı. Ben de onların arasında içki kadehlerini dolaştırıyordum. Bunlar, içtikleri içkiden sarhoş oldular. O sırada dışarıda bir münâdî:

“Ey insanlar! Uyanın, içki haram kılındı!” diye bağırmaya başladı. Hemen içkileri döktük, içki kaplarını kırdık, kimimiz abdest aldı, kimimiz gusletti, Ümmü Suleym’in kokusundan sürünüp içki kokusunu giderdik, sonra da Mescid-i Nebevî’ye gitmek üzere meclisten çıktık. Bir de mescide vardık ki Hz.

Peygamber (s): “Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytanın işinden birer pisliktir.

Bunlardan sakının ki kurtuluşa eresiniz.” âyetini okuyordu. Bir adam: “Ey Allah’ın Rasûlü: ‘Bizden, içki yasak edilmeden önce ölen kişinin durumu ne olacak?’ diye sordu.” Bunun üzerine Yüce Allah (cc): ‘İman eden ve iyi işler yapanlara, takvâlı (duyarlı) olup iman ettikleri ve iyi işler yaptıkları, sonra (yine) takvâlı (duyarlı) olup iman ettikleri, sonra da (bunu devam ettirerek) takvâlı (duyarlı) olup güzel davrandıkları

51 Bennâ, Minhatü’l-ma‘bûd, 2: 18.

52 Taberî, Câmi‘u’l-beyân, 7: 23.

53 Müslim, “Eşribe”, 3-10; Buhârî, “Tefsîru’l-Kur’ân”, 5/11; “Mezâlim”, 21; Neseî, “Eşribe”, 2.

(10)

sürece (haram kılınmadan önce) tattıklarından dolayı herhangi bir günah yoktur. Allah güzel davrananları (iyilik edenleri) sever.’ âyetini indirdi.54

v. İçkiyi haram kılan âyet nâzil olduğu zaman, Hz. Ebû Bekr’in: “Yâ Rasûlallah! Daha önce içki içtiği halde ölmüş olan mü’min kardeşlerimizin durumu ne olacak? Yine şu anda bizden uzak beldelerde bulunup, Yüce Allah’ın içkiyi haram kıldığını bilmeyen ve içkiyi tatmaya devam edenlerin durumu ne olacak?’ sorusu üzerine bu âyet nâzil olmuştur.55

Bu rivayetlerden, Mâide sûresi 93. âyet nâzil olmadan önce içki içen mü’minlerin affolunduğu ve sözü edilen âyetin Uhud savaşından daha sonra indirildiği anlaşılmaktadır.

Bu âyette öne çıkan hususlar şunlardır:

 Bu âyet, içkinin haram kılınmasıyla ilgili hüküm gelmeden önceki duruma ışık tutmaktadır. Zira herhangi bir konuda yasaklayıcı bir hüküm yoksa bu fiilleri işleyenler suçlanamaz, ayıplanamaz, kınanamaz ve cezalandırılamaz.

 Yüce Allah tarafından dinî ve sosyal hayatla ilgili hükümleri apaçık ve ayrıntılı bir şekilde ortaya konulmuşken, helalleri haram veya haramları helal kılmak kesinlikle söz konusu olamaz.

 Bu âyetin iniş sebebi bağlamında Hz. Ebû Bekr’in sorusundan hareketle diyebiliriz ki içkinin, bu âyetin nüzûlünden sonra, gelecek zamanda helâl oluşu, henüz bu nass kendilerine ulaşmamış olan uzak beldelerdeki mü’minler hakkındadır.56

 Bu âyette Yüce Allah, iman edip salih ameller işleyenlerin daha önce yiyip içtikleri şeylerle ilgili herhangi bir günah ve sorumluluklarının bulunmadığını beyan ederken, ilgili hükümler geldikten sonra muhataplardan takvâlı olmalarını, yani sorumluluklarının bilincinde olup duyarlılık göstermelerini, bununla birlikte iman edip salih ameller işlemelerini şart koşmaktadır.

 Takvâ, Yüce Allah’ın ilâhî mesajı olan Kur’ân’ı bilme, anlama ve evrensel mesajlarını hayata aktarma ile ilgili bir duyarlılıktır.

 Takvâ, iman ve salih amellerle ispatlanması gereken bir hassasiyettir. Bu doğrultuda muttakî insanın, haramlardan sakınıp helallere sarılması, takvâyı kuşanmayı sürdürmesi ve imanını güvene dönüştürmesi gerekmektedir. Ayrıca muttakî insan, bu üçlü duyarlılığı göstererek işini, görev ve sorumluluklarını muhsince yerine getirmek zorundadır.

 Bireyin takvâ sahibi olmasından amaçlanan, onun sorumluluğunu bilmesi, duyarlılık göstermesi ve dünyada buna göre yaşayarak mahşerdeki azaptan korunmayı başarmasıdır.

 Âyette iman edip salih ameller işleyenlerin takvâlı ve duyarlı bir şekilde imanlı olmaya, salih ameller işlemeye, tekrar takvâlı olmaya, imanlı davranmaya ve duyarlı olup güzel işler yapmaya devam etmeleri ve bu hallerinde sebat ve kararlılık göstermeleri istenmektedir. Zira Kur’ân’da iman ve küfür arasında zikzak çizmek ve yalpalamak sapıklık olarak tanımlanmakta, haram kılınmakta ve yasaklanmaktadır.57 Kur’ân’da ayrıca imandan sonra küfre düşenlerin, sonra da küfür üzere kalıp öylece ölenlerin Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lanetine uğrayacakları bildirilmektedir.58 Yine imandan sonra kâfir olanlara Allah hidayet etmeyecek ve bunlar zalimler oldukları için Yüce Allah’ın hak ve hakikate rehberliğinden yararlanamayacaklardır.59

54 Taberî, Câmi‘u’l-beyân, 7: 34-35.

55 Tirmizî, “Tefsîru Sûre-i Mâide”, 5/9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1: 295. Mâide sûresi 93. âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında geniş bilgi için bk.

Çetiner, Esbâb-ı Nüzûl, 1: 340-342.

56 Râzî, Mefâtîḥu’l-ğayb, 12: 84.

57 Nisâ’ 4/137, 143.

58 Bakara 2/161.

59 Âl-i ‘Imrân 3/86.

(11)

 Âyetin son kısmında Yüce Allah, affediciliği ve hoş görülü olmayı güzel bir davranış olarak nitelendirdiği için نيِنِس حُم لا el-muhsinîn kelimesine yer vermekte, güzel davranışlar sergileyen iyi insanları ve işini düzgün ve güzel yapanları kendisinin de sevdiğini bildirmektedir.

Netice itibariyle Mâide sûresi 93. âyette, herhangi bir yasak gelmeden önce yenilip içilen şeylerle ilgili hiçbir günahın söz konusu olmayacağı, ancak hüküm sonrasında yasaklardan kaçınmak ve bu konuda takvâlı, imanlı ve muhsince davranmak gerektiği vurgulanmaktadır.

Referanslar

Benzer Belgeler

Özetle mesele şudur; şayet bir beldede Allah'tan başkasına dua etmek ve bunun tamamlayıcıları olan ameller ortaya çı- karsa; belde ehli bunu devam ettirirse; bunun için

Muhsin olan Yüce Allah, bir kere daha isminin gereğini yapmış “İhsan Edenlerin En Güzeli” oldu- ğunu göstermişti.... SÖZÜNE

“Hiçbir küçük günah da ısrar edildiği takdirde, küçük kalmaz/büyür Hiçbir büyük günah, tövbe ve isti ğfar edildiği takdirde, büyük kalmaz.”.. (Ebu Hureyre

Mülk kavramının daha çok siyâsî bir içerik taşıdığını iddia edenler olmuşsa da 82 aslında mülk ve hükümranlık kavramları Kur'ânî manada bütünüyle

İslamiyet’in tamamıyla ve resmen tanınmış ve diğer dinler ile eşit olduğu ve Müslümanlarının da bütün diğer resmen tanınmış dinler gibi, tam olarak medenî hürriyet

Vakit, ilim talebi için, ibadet, r ızık kazanmak, çocuk e ğitimi ve salih ameller için gerekli bir şeydir ve sahip oldu ğun en değerli şeydir.. Vakit tek sermayendir,

Bu iki doktor, çörek otu ile ilgili laboratuvar çal ışmalarında şu sonuca ulaştılar: "dört hafta boyunca günde iki kere bir gram çörek otu kullan ımı, lenf

Bu üç nitelik şu demektir: Güzel olan ı doğrulamak ki güzel olan cennettir, Allah’a isyandan sakınmak ve tüm hayat ını Allah için vermek üzerine inşa etmek.. Bunlar