• Sonuç bulunamadı

Başlık: Sevim Burak’ın “İşte Baş İşte Gövde İşte Kanatlar” oyununu çalışırken keşfettiğim, Sevim Burak’ın metinlerine/ya da kendine bakışımı oluşturan notların arasından seçilen veya yeni yazılan 24 not.Yazar(lar):ALTIN, İskenderSayı: 32 Sayfa: 089-102 DO

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Başlık: Sevim Burak’ın “İşte Baş İşte Gövde İşte Kanatlar” oyununu çalışırken keşfettiğim, Sevim Burak’ın metinlerine/ya da kendine bakışımı oluşturan notların arasından seçilen veya yeni yazılan 24 not.Yazar(lar):ALTIN, İskenderSayı: 32 Sayfa: 089-102 DO"

Copied!
14
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

89

1. En son bu madde yazılmıştır. Bu denemeye başlarken kaç madde

olacağı belli değildi. Sevim Burak öykülerini yazarken, ne zaman biteceğini bilmediğini ilk cümlelerinden anlaşılır. Okuyan da, ya-zan da kestiremez. Sevim Burak metinlerini keser, biçer, birleştirir ama sonucunu kestiremez. Okuyan, yöneten, yazan, dizen, basan kişiler hiç bir şey bulamazsa bile hikayenin, cümlelerin kesildiği-ni, parçalandığını, bölündüğünü bilir, hisseder. Ne kadar kesilse, parçalansa, yalnız kalsa, hikaye kendini korur, ilk çıktığı noktada-ki naiflikten bir şeyini kaybetmez.

2. Sevim Burak’ı yazdığı eserleri klasik anlamı ile nasıl tanımlarız? TRAGEDYA MI?

tragedya

Klasik tanımlamasında, yüceltilmiş sözlerle yazılan, yüceltilmiş bir kahramanın iyi bir durumdan kötü bir duruma düşmesiyle, seyir-cinin korkuya ve acımaya yönelerek duygusal arınmaya gittiği oyun türü. Çağdaş tanımı içinde, olağan bir kişinin gerçekçi bir çevre için-de toplumsal çelişkilerini hissetmesiyle ortaya çıkan oyun türü.

İng.: tragedy Fr.: tragédie Alm.: Trauerspiel, Tragödie Dgr.: Yun.

tragos = keçi, odia = ezgi *yönetmen, oyuncu

24

Sevim Burak’ın

“İşte Baş İşte Gövde İşte Kanatlar”

oyununu çalışırken keşfettiğim,

Sevim Burak’ın metinlerine/ya da

kendine bakışımı oluşturan

notların arasından seçilen

veya yeni yazılan 24 not.

İskender Altın*

(2)

90

Gösterim Sanatları Terimleri Sözlüğü tragedya

(Yun. “Tragos - keçi ile Ode - ezgi). “Keçi ezgisi” anlamında ortaya çıkmıştır. Sonradan özel bir türün adı olmuştur. An-tik ve Klasik tanıma göre, yüceltilmiş söz-lerle yazılan, bir kahramanın iyi bir rumdan kötü bir duruma düşmesiyle, du-yusal arınmayı sağlayacak acıma ve korku duygularına yönelen bir oyun türü. Kla-sik anlayışta manzum olarak yazılan tra-gedya, daha sonra düzyazıyla da yazılmış-tır. (Örn. Aiskhylos, Sophokles, Euripi-des, Corneille, Racine, Goethe ve Schiller). İng.: tragedy Fr.: Tragédie Alm.: tragödie

Tiyatro Terimleri Sözlüğü tragedya

Konusunu tarih ya da söylencelerden alan, kahramanları ünlü kişiler olan, çar-pıcı olaylar içinde insanın tutkularını, uğ-radığı yıkılışları göstererek acıma duy-guları uyandırarak, kişiyi ürpertmek ere-ği güden, koşuk biçiminde bir oyun türü. T. : haile Fr.: tragédie

Yazın Terimleri Sözlüğü

TDK sözlüklerine göre Sevim Burak‘ın yazdıkları ne kadar tragedya yaratmakta-dır. Bu tanımlara bakınca neden yazdığı ve yaptığı aşağıdadır.

BAKINIZ: Madde 3

3) Bu dünyayı izleyenlere bir halt yok. Açıkgözler için hiçbir şey yazmayacağım.

Dünyalarını kaybetmişler için… Kendim için yazacağım. Erken bunamışlara, hayal-perestlere, çok acıklılara, bu dünyadan git-mek üzere hazırlık yapanlara yazacağım. Yalnız aklını kaybetmişlerle bu dünyayı paylaşacağım. Aşktan aklını oynatanlara, şizofrenlere, aşırı romantiklere ve aşırı sa-distlere. Delilere yazacağım[…]

20 Ocak 1967 Salacak

4) Sevim Burak Yazarlığını Anlatıyor Hikâye ya da İmge ya da Tansık “Sözlerinin başlangıcı akılsızlıktır, ve sözünün sonu kötü deliliktir.”

Tevrat’dan

(Yeni Dergi’de, çeşitli edebiyat tür’lerinin –edebiyat isimlerinin ortaya koyduğu meseleler açısından– “Yanık Sa-raylar” kitabım eleştirildi. Değerli eleştir-men arkadaşım Asım Bezirci’nin sivri yan-larına değindiği –aslında hikâyelerimin üs-tüne kurulmuş olduğu temel doğru’ları– hikâyelerimin kötümserliğini–alınyazıcılı-ğını–öznel bir açıdan–kendi sanat görüşü-me dayanarak–açıklamak istiyorum.)

Doğal olarak, hikâyelerim bilimsel bir dile çevrilerek değerlendirildi. Böylelik-le hikâyeBöylelik-lerimdeki kuramsal yaşam, ger-çekçi bir dünyada görünmüş oldu. Şüphe-siz hikâyelerimdeki kuramsal dünya, ger-çek dünyaya bağlıdır. Hikâyelerimdeki dü-şünceler, gerçekçi dünya görüşüne aykı-rı da olsa, gerçekçi dünya görüşünden

çık-İs k en d er A lt ın

(3)

91

mıştır. Hikâyelerim, yalancıklı, bilgi’ye

kar-şı yazılmış bile olsalar, bilgi’yi doğrularlar... Ancak –hikâyelerim için çıkar yol, teme-linden bağlı olduğumuz şu bilimsel dün-ya gerçeği değildir – hikâyelerim için çı-kar yol, hikâyelerimin öz’ünde olan güven-sizlik (tıpkı kendi öz’ümde olan güvensiz-lik gibi) günlük yaşam’ın gelişimine katı-lamaması – gerçeğin gidişine ayak uydu-ramamasıdır. Kötümserliğim [Asım Be-zirci, Yeni Dergi’nin Eylül sayısında kö-tümserliğimden söz ediyor, “insana ve dünyaya karşı kötümserdir,” diyor.], duy-gunluğumun karşılığıdır hikâyelerimde. Hikâyelerimdeki kötümserlik, yazmaya zo-runlu olduğum şeyin kendisidir. Amacım eğiticilik değildir. Kötümserlikle yazabildi-ğim gibi, iyimserlikle de yazabilirim: Ama-cım duygunluktur. Bilimsel öğretinin – ge-leneksel eleştirinin görevi, yapıtı çözmek, gerçekleri bulmaktır (bir anlamda duy-gunluğu çözmek). Bir imgelemden mey-dana gelen, bir yapıtın, bir hikâyenin çö-zümü – yani – bir imge’nin bir imgeleme eyleminin çözülmesi – sonucunda – orta-ya çıkan gerçek, o imgelem’i kuran orta-yazardır. Çok defa sinir durumu bozuk biridir imge-lemi kuran. Bence, bir yapıtın çözümü so-nunda ele geçen gerçek imgeleme (yapıt’a) aykırı, çok bildik, gündelik bir gerçektir. Bu yalın gerçek, Yanık Saraylar’da, daha başın-da, çözümlenmeden ortaya çıktı. Yenik bir kadın olarak.... (Şüphesiz hikâyelerimdeki o kadın benim ama – yenikliğimi anlatmı-yorum – Yenikliğim – tersine – o kadının, o sahici olmayan kadının – o imge’nin ye-rine geçmek istememden geliyor.) Kendi-min, hikâyelerimin yanında önemli olma-dığını bilen biriyim. Benim edebiyat

ger-çeğim budur. Aklını yitirmek isteyen Bi-lal Bey’in – acılı ve ölümlü Bayan Zembul Allahanati’nin – gazap tanrısı Yehova’nın – sırayla – manzaraların – resimlerin – doğa’nın – Kent’in yerine geçmek için, duy-gunluğa, imgelem’e bilinçle kendimi itiyo-rum. İmgelemi daha da ileri götürdüğüm yerde (“İki Şarkı”nın son bölümü) bu ken-di gerçeğim de ortadan kalkıyor – Ken-dim de kayboluyorum. Böylece her zaman, yalınç’a, gerçeğe, doğru’ya yönelen bir çö-zümleme, bazen, hikâyelerimin gerçeği-ne ters kalabiliyor. Mesele, hikâyelerimde, gerçeği kaldırmak – gerçeği bulmak – ger-çek değil – mesele, hikâyelerim için, her şe-yin bilinmiş olmadır – yaşanmış olması-dır. Bilinçle vardığım bir boşluktur bir tek tümce bile. Bu yüzden hikâyelerimin ke-sin anlamlı olduklarına inancım var. Ayrı-ca daha baştan beri, hikâyelerime verilen değişik anlamlar, iyiye ve kötüye çekilebile-cek nitelikteki yargılar karşısında, susmayı, sır’lı, görkemli izlenimini uyandırmayı is-temedim. Hikâyelerimin üstünde biri gibi, değildim. Hikâyelerimin, hikâye oluncaya kadar başından geçenler, benim başımdan geçenlerdi. Örneğin, yazdığım kelimelerin Oda – el çantası – teneke – masa – iğne – tramvay’ın karşılığı kendimdim. Bir iç ve dış kavram diyebileceğim, düşüncelilik-le yazıyordum. Hassasiyetim ve inancım o yönümden geliyordu. Yazarken, zaman ge-çiyor, boyuna değişiyordum – nesne’lerle birlikte... Bu değişmeye, çevremde, başka-ları da katılıyordu, bütün varlık düzeni de diyebilirim. Daha yazarken değişen bu kav-ramların, hikâye bittiği zaman büsbütün değişeceğini, bu değişmenin devam ede-ceğini, hikâyenin kendi kendine

yabancı-İş te B a ş İ şt e G ö v d e İ şt e K a n at la r : 2 4 n o t

(4)

92

laşacağını, her hikâye bitiminde, bir döne-min kapanacağını, yeni döneme kendi ken-dimi yadsıyarak, gideceğimi biliyordum. Bir hikâyenin, kendini anlatmak için, öyle fazla vakti yoktu. Bu medeni dünyada ger-çek daha çabuk anlaşılabilmeliydi. Gerekir-se bildiriyle... Bütün sanat biçimlerinin ço-ğunda, sanatçının eserinin, her şeyi dünya görüşüne bağlı olduğu bir ödeme – yani – dünyaya bir bildiri getirmesi şeklinde anla-şılıyordu... Ama, bu bildirinin – ya da dün-yayla birtakım bağların kopmasının bildiri-si olabilirdi Yanık Saraylar ancak.

Sanat çevrelerinde, bilgi ve kesinlik arı-yorlar. Benimse, yaşamam, tanımam, dü-şünmem, yazmam, sanı’ya (sezgi’ye) daya-nır. Bilgi ve kesinlikle hikâye yazan biri de-ğilim. Bilgilerim, hikâye yazarken beni şa-şırtır, bu yüzden, hikâyelerimin içindeki bil-giler, kendiliğinden yanlıştır. Hikâyelerim de kendiliğindendir, yaşam gibi, başımdan geçen bir olgudur. Başımdan geçtikten son-ra kavson-rayabileceğim, yarı bilinçli yarı bi-linçsiz, bir olaydır. Hikâyelerim, bilgilerimi aşan bir şeydir. Edebiyat, bir konuyu yaz-dıkça üretebileceğim verimli bir düşünce alanı değildir, bana göre gittikçe içine kapa-nan, verimsizleşen kurak bir alandır. Ufak çapta bir tansık’tır... Bir hayal’dir. Yazarlık, benim, yaşamımın içinde, durmadan bü-yüttüğüm, yücelttiğim bir durumdur. Be-nim için düşçül bir şeydir edebiyat sade, düş’tür... Bu yolda, yazdıklarımı gittikçe, daha iyi görmeye başlıyorum. Gittikçe bi-linçlenmem artıyor, daha da arttığı yerde, yazmayı bırakmam gerekir. Bunun tanığı, hikâyelerimin kendisidir. Başkaldırmıyor-lar. Düş görüyorlar hikâyelerimdeki kişi-ler, gerçeklerin düş’ünü. Gerçeklerin düş’ü

ya da, gerçeklerin benzerleridir kahraman-larım. “Aşk” diyorlar, “Güzel dünyamız” di-yorlar... Bu yüzden kahramanlarımın ger-çeği, yaşam’daki gerçekten uzaktır. O kadar çapraşık yollardan geçerek, aklımı sonuna kadar harcayarak bulduğum gerçek, kay-bedilmiş gerçektir. Bu gerçek, bir zaman-lar, taş kadar sert olan, giderek, yıpranan, ihtiyarlayan babamı – örneğin çocukluğu – saf şeyleri hatırlatır – yokluğu – boş’luğu – hiç’liği yansıtır. Gerçek, hikâyelerime göre durmadan değişen, çevremizde gölge gibi dolaşan varlığı olmayan bir şeydir. Gerçe-ğin, yaşantıma, insanlara, her şeye aykı-rı bir şey olduğunu düşünerek yazıyorum hikâyelerimi. Gerçeğe benzeyen bir hayat yaratmak istiyorum, belki, gerçekten daha anlamlı kılabilir hikâyelerimi. Böyle bir tu-tum, ve bir anlatım, gerçeği hatırlatan bir dil, us dışına çıkabilmeye çalışmakla yaka-lanabilir bazen. Yanık Saraylar hikâyesini yazarken, sık sık aynanın karşısına geçip yüzüme bakmak zorunluluğunu duydum, (esrarlı olmak için söylemiyorum) bel-ki böyle yazmam gerekliydi de onun için. Edebiyat yöneticileriyse, edebiyatın ne tür-lü sağlam bir iş olduğunu söylerler... So-nuç olarak, kendimi ve başkalarını savun-mayı – kendi dertlerimi ve başkalarınınki-ni ortaya çıkararak çare aramayı –elele ve-rip bir ülkü’ye doğru koşmayı düşünmüyo-rum, hikâyelerimde. Hikâyelerimdeki ka-dınların neden, hep böyle çilekeş oldukla-rını –erkeklerin niçin, kötü olduklaoldukla-rını bil-miyorum. Kim bilir, her şeyin, neden böy-le kötü olduğunu biböy-lemeyeceğim – sebepböy-le- sebeple-rini hiçbir zaman bulamayacağım için ya-zıyorum. Yazmamın asıl sebebi, belki, ken-di özümdenken-dir. Yukarda, hikâyelerimdeki

İs k en d er A lt ın

(5)

93

kahramanların başkaldırmalarından söz

ettiğim zaman, onların, başkaldırmaya ters kalacaklarını biliyordum – ama, insan en ters uçta, bir kere başkaldırabilir – benim burda açıkça ortaya koyduğum gibi – her şey – biraz sonra kaybolacağı uçta bir kere görünebilir – sonra da kaybolur. Benim, bu açıklamalarım, hikâyelerimin, kaybolacağı uçta görünmesidir.

Yazarlık, benim insanlık gururumu kurtarabilme aracıdır. Hayatımda, gururu-mu kurtarabildiğim tek yer hikâyelerimdir. İkinci bir kader gibi sığındığım hikâyelerim, beni başkalarından saklar. Hikâye yazmak, kendime açık, başkalarına kapalı olduğu-nu sandığım, kendi bildiğim bir durumdur. Bu yüzden, hikâye yazmak, yazmaya başla-yıncaya kadar (beni yazmaya iten güç) be-deni bir güçtür neredeyse. Yazma, karşılı-ğında, her şeye ve herkese yabancılaşma-yı –uzun uykusuzlukları –ussal irkilmeleri, baştan, göze alırım. İlk tümce, kendi ken-dine gelir. Her zaman, her yöne çekilen bir anlam taşır. “Demir kapıdan girdiler.” Yaz-maya oradan başlarım, bir daha da unut-mam, nasıl başladığımı, çünkü, bütün ça-bam, sonuna kadar devirmemektir o tüm-ceyi. İlk tümce, hikâyemin alınyazısıdır. “Demir kapıdan girdiler” tümcesi, bana ha-yatın o saçma dengesinin karşılığı gibi ge-lir. Hikâyelerimin yer yer kayması – yer yer şiirsel bir kalıba dökülür gibi olması – o tek tümce’nin hayata sonsuz çekilmesi – kop-ması – bağlankop-ması – benim de o tümceyle birlikte ayakta durabileceğime inanmam-dandır. Daha bilimsel bir anlatımla; Öz’ü, tam bir yalınçlıkla ortaya koyabilmek için, bende, biçimsel çaba’nın ileri gitmesi ge-rekir. Bu yüzden, biçimsel görünen yerler,

öz’ün en kuvvetle belirdiği yerlerdir. “Ya-nık Saraylar” “Büyük Kuş” hikâyeleri bu-nun örnekleridir. Satırların alt alta kayma-ları, kırılmaları – büyük harflerin kullanı-mı, öz’ü yakalayabilmek çabasından başka bir şey değildir. Ayrıca, öz, düz yazıyla da verilebilir, iğri yazıyla da verilebilir.

Örneğin, düz yazıyla yazmış oldu-ğum “İki Şarkı” hikâyesi, düz yazıyla yaz-dığım için, düz olmasına düz’dü ama, için-deki öz’ler hiç de düz değildi. Bana göre, gözün gördüğü bu satır kırmalar (bazı de-yimlere göre) deformasyonlar, gözün gör-mediği deformasyonlar, satır kırmalar ya-nında hiç kalır. “İki Şarkı” hikâyesini çağ-rışımlarla yürütebileceğim, özü dolaylı ve kaçak kullanabileceğim kolay bir anlatım sanmıştım başta. Birinci bölümde, kolay-lıkla giden hikâyedeki çağrışımlar, tümce-ler, birbirinden kopmaya, her biri başka öz ve anlamlarla, dirimsel yaşantılar biçimin-de ardarda varlaşmaya başladılar. Tümcele-rim bir tek öz’ü bütünleyemedikleri yerde (“Yanık Saraylar”da tersi) kendi kendilerini özleştirdiler. Öz’ün kalktığı yerde, başka bi-çimlere girmesinin, çoğalmasının kaçınıl-maz olduğuydu “İki Şarkı” hikâyesi... An-latının parçalandığı tümcelerin ayrı özlerle kendilerini anlattığı –anlatının kendi ken-disi olduğu bu durum, daha da vahimleş-tirilerek (ağırlaştırılarak) tümceler de par-çalanarak sözcüklere indirgenebilir. Asıl sorun, sözcükleri – tabii alfabeyi de kaldı-rarak yerine birtakım işaretler koymaktır. İnsan’ın öz’ü, bu işaretlerin yerine geçebi-lir bir duruma gelmişse, bu da gerçekleşe-bilir. Bu noktada, soyut resimle bir paralel-lik kurulabilir, ama, varmak istediğim so-nuç bu mu? Soso-nuç, öz’ün sınır uçlarını

kal-İş te B a ş İ şt e G ö v d e İ şt e K a n at la r : 2 4 n o t

(6)

94

dırması, özgürlüğe kavuşabilmesi... Bu yol-da, hikâye yazmak, uzun zamana bağlıdır. Hikâyeler elimden uzun bir zamanda çıkar. Bu uzun zamanda, çok şeyler değişir, değiş-mesi için de beklerim. Zamanla, hikâyenin içindeki bazı yerler çürür (oraları iyi ol-mayan yerleridir). Daha doğrusu, uzun ve dikkatli çalışma, hikâyenin bazı yerlerini eskitip çürütür. Bu yüzden, hikâyem bitti-ği zaman, içinde, çürüyüp eskimeyen bir yer kalmamıştır. Yani, yeni baştan yazıl-mıştır. Bir hikâyemin öbür hikâyeme ay-rılığı yüz hikâyedir. İkinci hikâye’ye başla-dığım zaman, bir önceki hikâye çalışmam ne denli yıpratıcı olursa olsun, üstümde o hikâyenin bir izi bulunmaz. Şöyle ki, unu-turum. Kelimeler, sözler, tümceler, yaşam, her zaman kaybettiğim ipuçlarıdır. Hiçbir hikâyemden, aklımda ezbere bir tek cüm-le kalmaz. Aynı sözcüm-leri, aynı tümcecüm-leri, niden yaratmam gerekir. Aynı hikâyeyi ye-niden yazabilirim ancak bu da başka bir hikâye olur. Çünkü, hayatta en iyi bildiğim, en çok yaptığım bir iş, örneğin, saçımı ta-ramam bile, hikâyelerimde, bulgu karşılı-ğıdır. Hikâyenin, benim için zorluğu, ha-yatta benim için, en bayağı bir yaşantı-nın bile, hikâye yazarken, yabancı olması-dır. Hikâyelerin dışında iyimserlik ve kö-tümserlik meselesine gelince, hayatta her zaman mutlu olmayı diledim, ama her za-man, mutlu olmak için çalıştım diyemem. Çünkü, hayata çok yakından bakmak iste-dim. Bu bakma, tanıma, görme işini, ha-yatımın her kesiminde, tekrarladım. Sınıf-ta kalan bir öğrenci gibi, ama isteyerek sı-nıfta kaldım. Sonunda koskoca bir boşluk-ta kendimi gördüm. Bir sivrisinek ya da ka-rınca sezgisiyle yeniden var olmuştum.

Yal-nızdım – sanki, bir kalabalık çekip gitmiş-ti, geride, birtakım uzun konuşmalar – ya-karıyı andıran sözler, iç içe bir devinim kal-mıştı. Bu devinimin tümü benim yaşadı-ğım hayattı. Dışından görebilmiştim yaşa-mımı... Benim için sorun, her türlü yaşama biçiminde, yaşadığımı duymaktı. Canlılı-ğımın özünün sevinç olduğuna inanıyor-dum. Canlılığım, her zaman iyileştirici bir güçtür, kötülüğü kucaklayabilen bir güçtür, şimdi de... Sorun benim için, edebiyatçı ol-maktan çok, yaşam boyunca, dirimselliği-mi, başka bir yüzeyde (kâğıt üstünde) tek-rar duymak... Mümkünse, iki canlı olmak... “Biri burda – öteki nerde – yatıyorsa kalk-sın – ben günlerce uyumadım – gittim git-tim” (“İki Şarkı”). Dirimselliğimin, edebi-yatı aşan bir durum olduğunu, bu durumu, sonradan, bulgularla, yeniden canlandır-maya aslında olcanlandır-mayan bir şeyi oldurcanlandır-maya çalıştığımı – kendikendimi korumaya çalış-tığım edebiyatın, başka biryönde, beni ele veren – aslında – benim kendi kendimi ele verdiğim karmaşık bir olay olduğunu bili-yorum.

“Kendikendinedir o’nun işi – Ken-dikendine konuşur – kenKen-dikendine gü-ler – kendikendine düşer – Kendisine so-rarsanız daha da yok olur – İşte – kendi-kendine giden biri dersiniz – Kendikendi-kendine av olmuş – Hem de hain biri –” (“İki Şar-kı”). Ama, bu kendikendinelik – bu kendine olma işi – bu yalnızlık – bu kendi-kendini ele verme işi – Bu akıldışı ve sonra-dan bulgularla uydurularla zenginleştirilen bu edebiyat – Edebiyat kadar akıldışı ve uy-durma olan yaşamda kendi sesimi duydu-ğum ikinci dünyamdır benim.

İs k en d er A lt ın

(7)

95

Kuzguncuk – 1966, 3 Ocak

Yeni Dergi, Sayı: 19, Nisan 1966 A’dan Z’ye Sevim Burak

Bu bölüm Sevim Burak’ı unutulmuş-luktan kurtarıp eserlerini tekrar yayımlayan Yapı Kredi Yayınları’nın Kitap-lık (sayı 63, Temmuz-Ağustos 2003) serisinin eki ola-rak verilmiş olup, Nilüfer Güngörmüş’ün Sevim Burak’ın hayatını ve eserlerini titiz, derin ve O’nun dilini olağandışı bir duyarlı-lıkla, kesinlikle yansıtan çalışmasından kı-saltılarak alınmıştır.

6) Anne

Annesi Bulgaristan’dan gelip Kuzgun-cuk’a yerleşen Mandil ailesinin kızı-dır. […] Seyfi Kaptan’la evlendiğinde adı Anne-Marie’dir. […] Fakat Yahudili-ği her zaman hassas bir konu olarak ka-lır ve mümkün mertebe etraftan gizli tu-tulmaya çalışılır. Ne var ki bu oldukça zor bir iştir, çünkü hem sarışınlığı, yeşil göz-leriyle alışılmadık, göze çarpıcı bir görü-nüşü vardır, hem de Türkçesi çok bozuk-tur. […] Kim bilir, Sevim Burak, […] hi-kayelerinin […] Fransızca-Osmanlıca lü-gatten bakarak yazdığı o hem mizahi hem de çok şiirsel bölümlerinde belki de an-nesinin diliyle ve sesiyle konuşmuştur. (Müslüman olduktan sonra Aysel Kudret adını almış)

7) Baba

Seyfi kaptan, ya da paylot, çekirdek-ten yetişme kaptandır. […] Kılavuz kaptan-lık yapar. Boğazlar’ı ezbere tanır. Enerjiktir.

Sırım gibidir. Biraz da fiyakayı sever. Kı-lavuzluk edeceği ecnebi gemisine cambaz gibi tırmanışıyla meşhurdur. […]

Babadan oğla kaptanlığıyla, vapurları, gemileriyle, bütün bir gemicilik dünyasıyla, babası Seyfi Kaptan Sevim Burak’ın edebi-yatında hep vardır.

8) Cambazlık

“Benim hikâyem her türlü duruma girme-koşma-atlama-düşme-korku-yorulmadır. Bu yüzden yazar gibi görmüyorum kendimi. Yüksek ücret ödeyerek beni izlemeye gelen seyir-ciler karşısında ölüm numarası yap-tığı sanılan bir cambaz gibiyim. Ama yapacak bir şey de yok yazar için.”

(Söyleşi, Asım Bezirci) 9) Çocukluk

“1931’de İstanbul’da doğdum. 21 yaşıma kadar Kuzguncuk’un tepe-sindeki evimizde babaannem ve bü-yükbabamla geçirdim. Bu yüzden çocukluğumla büyüklüğüm arasın-da büyük fark yok gibidir. Aile çev-remizde, çocuktan çok yaşlı komşu-lar, yaşlı akrabalar bulunduğu için, onların arasında, yaşlı bir insan gibi yetiştim. İlkokulu Kuzguncuk’ta, Or-taokulu Tünel’deki Alman Lisesinde bitirdim. Öğrenimim bu kadardır.”

(Söyleşi, Mübeccel İzmirli) […] Çocukluk ürünü ilk hikâyesini 12 yaşında yazmış. İş te B a ş İ şt e G ö v d e İ şt e K a n at la r : 2 4 n o t

(8)

96

“12 yaşımda bıyıkları yeni terlemiş bir erkek oluyor, sevdiğim kıza ki (o kız da bendim) şöyle diyordum:

‘- Bu güleryüzlü ve neş’eli delikan-lıya iyi bakın, o’nu ilerde bulamaya-caksınız, o bilhassa kendini hiç bel-li etmiyor.’

Benim edebiyatım bu sözlerle baş-lar.”

(Söyleşi, Asım Bezirci) 10) Daktilo

[…] Sevim Burak için yazıla-rın daktiloya çekilmesi, yazmanın önemli bir aşamasıdır. Çünkü onun metinleri montaj sürecinde oluşur. Her yeni montajı yeniden yazmak gerekir.

“Asıl uzun süren, yorucu olan montaj.. Çünkü her türlü montaj mümkün.. bu mümkünün içinde bir tanesini seçmem güç.. […]

(Mektuplar) 11) Evlilikler

[…] İlk evliliğini 18 yaşında, keman sanatçısı Orhan Borar’la. […] Orhan Bo-rar Cumhurbaşkanlığı Orkestrası sanatçısı, Sevim Burak ise Olgunlaşma Enstitüsü’nde mankenmiş. Bu evliliğinden oğlu Karaca Borar dünyaya gelir. […]

İkinci eşi ressam Ömer Uluç’la evlen-mesinin ardından, Sevim Burak 1961’de

butiğini kapatır ve tamamen hikâye üzeri-ne yoğunlaşır. “İlk ciddi çalışmam” dediği “Sedef Kakmalı Ev”, aynı yıl Türk Dili’nde yayımlanır. İkinci evliliğinden bir kızı var-dır: Elfe Uluç.

12) Gerçek

“Başkasının benliğine girmek –gö-rünümleri tersyüz etmek-gerçekleri değiştirmek- değiştirmekle de kal-mayıp gerçeğin yerine geçmek…”

(Söyleşi, Asım Bezirci)

[…] “Hikayeler gerçeğe benzeyen kelimelerle yazılmıştır ama tam ger-çek değil. Yani birinci gerçeğe göre değil. İkinci gerçeğe göre yazılmıştır (Üçüncü gerçek de ölümdür zaten”

(BBC Konuşması) 13) Hüviyet

[…] Hüviyet değiştirmenin, baş-kasının kılığına girmenin Sevim Burak’ın yazı tekniğinde de önemli bir yeri vardır. Kendisinin de yazdı-ğı kişilerle, nesnelerle yer değiştirdi-ğini, hatta daha da ileri giderek keli-melerle yer değiştirdiğini söyler Se-vim Burak. Yazmanın kendisi bu yer değiştirme sürecidir: “Bir devri daim işidir yazmak, boyuna kelimeler ve sen yer değiştireceksin..”

(Mektuplar) İs k en d er A lt ın

(9)

97

14) İğne

Sevim Burak’ın dikiş dikmesiyle yazı yazması arasında bir ilişki vardır. İğne, onun vazgeçilmez gereçlerinden biridir. Daktilo ve makastan sonra gelir. Bir tür bil-gisayar öncesi kes-yapıştır yöntemiyle çalı-şır Sevim Burak. Metinlerini küçücük ka-ğıt parçalarına yazar. Ya da daktiloda yaz-dığı metinleri kesip parçalara ayırır. Sonra da bu parçaları iğnelerle birbirine tutturur, evin her yerine özellikle de perdelere asar. 15) Kalp

[…] Kalp hastasıdır Sevim Burak. Hastalığın başlangıcı çocukluk günleri-ne uzanıyor. 10 yaşında kalp romatizma-sı geçirmiş. […] Bir Paris’te, bir Londra’da iki kateter ameliyatı geçirir. […] Ancak 1978’de, Nijerya dönüşü Londra Hammers-mith Hastanesi’nde yatar ameliyat masası-na. Açık kalp ameliyatı sonrası hastanede uzunca bir süre kalması gerekirken, dur-mayıp İstanbul’a döner. Onun durumunda-ki bir hasta için uygunsuz koşulların içine düşer. İstanbul’da yakıt sıkıntısı vardır. So-balı evler onu iyice hasta eder. Felç geçirir. […] Ama bu sıralar yazı yazmaya hız verir. 12 Eylül 1980 günü Haseki Hastanesi’ne yatırılır. […]

“BU MAKİNE BENİM DE Mİ HESABIMI GÖRECEK ALT KAPI-DAN

GİZLİCE ÇIKARILAN BİR CESET Mİ OLACAĞIM ÖLÜ MİVES KARUB GELİYOR MU OLACAĞIM”

(Afrika Dansı)

16) Mizah

Ya da humor. Memet Fuat, onun humor’unu kişilerine olan sevgisine bağlı-yor.

“Tutamadığı kıkırtılarla, sev-gi dolu gülüyordu. Seviyordu yaz-dıklarını. Yazı düzenlemelerini de-ğil, anlattığı kişileri seviyordu, onun uyumsuzluklarından büyük tat alı-yordu. […]”

Onun ölüm, şüphe, suçluluk gibi ezi-ci temaları ele alışındaki mizahı, kullandı-ğı malzemeye, yani dile ve kelimelere kar-şı duyduğu sevgiye de bağlayabiliriz belki. Kelimeleri, cümleleri aykırı şekillerde bir araya getirişinden kaynaklanan oyuncu ve hınzırca bir mizahtır onun mizahı.

17) Ritim

“İlk tümce, hikâyemin alınyazısı-dır. ‘Demir kapıdan girdiler’ tümce-si, bana hayatın o saçma dengesinin karşılığı gibi gelir. Hikâyemin yer yer kayması – yer yer şiirsel kalıba dö-külür gibi olması – o tek tümce’nin hayata sonsuz çekilmesi – kopma-sı – bağlanmakopma-sı benim de o tümceyle birlikte ayakta durabileceğime inan-mamdandır.”

(Sevim Burak, “Hikâye ya da İmge ya da Tansık”. a.g.y)

18) Şüphe

[…] Sevim Burak’ın kişilerini şüphe-ye iten, “gizli bir düşman” vardır. Düşma-nın nerede ortaya çıkacağı belli olmaz. Bu

İş te B a ş İ şt e G ö v d e İ şt e K a n at la r : 2 4 n o t

(10)

98

yüzden emniyette değildirler, kendini teh-dit altında hissederler. Bu yüzden davranış-ları imalıdır. Birbirlerinin yüzlerini, içlerini okumaya çalışırlar. Düşmanın ölüm oldu-ğunu söylüyor Sevim Burak.

“Aşağı yukarı bütün hikâyelerimde ‘Ölüm’le savaştım, ve savaşıyo-rum denilebilir.. ‘ÖLÜM’ bütün hikâyelerimde ‘Düşman’ olarak ge-çer.”

Şüphenin had safhası yabancılaşmadır. Bunun en çarpıcı örneğini “Sedef Kakmalı Ev”in oyunlaştırılmış biçimi olan “İşte Baş İşte Gövde İşte Kanatlar”da verir. Nıvart ile Melek “ölü” Ziya Bey’in sesini duyunca birden bire yabancılaşırlar:

“MELEK: (korkuyla Nıvart’a bakar ilk kez görüyormuşçasına) Bu ses de ne? (Nıvart’a bakar onu ta-nımaz.)

NIVART: (korkuyla ayağa kalkar Melek’i ilk kez görüyormuşça-sına, yavaş yavaş, sofradan geri geri uzaklaşmaya başlar Melek de onu hayretle süzmektedir.) Bu ses de ne?

ZİYA BEY’İN SESİ: Sofradan kalk… Sofradan kalk… Sofrayı kal-dır..

MELEK: (ayağa kalkan Nıvart’a hay-retle bakarak) Bu kadın da kim?

NIVART: Acaba bu kadın kim? (Ayak-ta Melek’i süzmeye başlar)”

19) Üsküdar Çarşısı

Eşyalar hatıra demektir, artık olmayan insanlar demektir, geçmişiyle bütün bir aile demektir. Ölmüş insanların, ailelerin sırla-rıyla doludurlar. Bu yüzden onlar da bir tür-lü kutsallık halesiyle çevrelenmişlerdir. Do-kunulmazlıkları vardır. Metinlerde bu doku-nulmazlığın bozulduğu anlar, suçluluk duy-gusunu ve zulmü açığa çıkartan anlardır. “İşte Baş İşte Gövde İşte Kanatlar”da Ziya Bey’in Melek’e zulmü “Kâseyi çatlattın…” sözlerinde yankılanır. Evdeki aile yadigârı antika kâsedir bu.

20) Zaman

[…]Sevim Burak’ın zamanı gerçekten başka bir zamandır. […] Sevim Burak 30 Aralık 1983’te 52 yaşında öldü

İs k en d er A lt ın

(11)

99

22) R ü z g a r k ı r d ı d a l ı m ı E l l e r i n g ü n a h ı n e B e n y i t i r d i m y o l u m u Y o l l a r ı n g ü n a h ı n e H e p y a r p e ş i n d e k o ş t u m H e m k ü s t ü m h e m b a r ı ş t ı m K e n d i m d i l l e r e d ü ş t ü m D i l l e r i n g ü n a h ı n e 21) İş te B a ş İ şt e G ö v d e İ şt e K a n at la r : 2 4 n o t

(12)

100

23) İs k en d er A lt ın

(13)

101

24)

Uzun zamandır, konusu, düşünce-si, malzemesi ve kokusu olan bir rüya gör-müyordum. Bir gün (neden olduğunu

bile-miyormuş) böyle bir rüya gördüm.

Tanıdı-ğım iki kişi, doğrusu iki kadın vardı. Bir-birine yakın yaşlarda, acılı, komik ve tanış olduğumuz bir hikâyeleri vardı (uyanınca

detayları unuttu). Sürekli ellerinde iğneler,

iğne oyaları, tığlar, çoraplar, tekrar iğneler ve teyelleri vardı. Birbirlerinin iç içe geç-miş hikâyelerinden, kırılmış, parçalanmış ve örselenmiş bir hayat (nasıl olduğunu

sor-mayın) hikâyelerinin olduğunu anladım.

Bir adamdan bahsediyorlardı

(ken-di olarak görmüş zaman zaman) kaba,

çir-kin, yaşlı bir adamdı ve fazladan acı veren bir hali vardı (insan kendine rüyasında

böy-le bir rol verirse kesin tedavi edilmeli ya ney-se…).

Bir sokak kapısından içeri giren büyük çok büyük bir hangarın içinde garip, kar-maşık bir yerin içinde yaşıyorduk.

Doğru yaşamak denir mi buna, çünkü sürekli olarak aç kalmaktan ve yemekten bahsediyorlardı… Açtılar, ama rüyam sıra-sında acıkmadılar. Rüyamın başından beri açtılar ve rüyamın içinde acıktılar, acıktılar ve daha aç hale geldiler. Korktum bir ara, yiyecek bir şey bulamazlarsa beni yiyecek-ler diye; beynimin daha doğrusu başımın içindeydiler, oradan başlayarak, tüm göv-demi yiyebilirlerdi. O an rüyamın içinde bir kenarda durdum, sapsarı bir ışığın için-de sigara içtim (güya iki yıldır sigara içmi-yor). O sırada hiç kafamın (rüyasının yeri,

dikkat!) içinden çıkarak sürekli olarak yi-yebilirlerdi. Korkuyordum. Zaten o adam, ben değildim sadece bir rol dağılımı prob-lemi yaşanmıştı.

Peki bu iki kadın, daha doğrusu kim kimdi ve ben onları nereden tanıyordum. Oysa seslerini, hareketlerini de (böyle biri-lerini sürekli birine benzetenlerden siz de nefret etmez misiniz?… neyse mecburen okumaya devam edin siz).

Birini buldum, onu sesinden tanı-dım, kahkahasından, hoplayıp, zıplamasın-dan… Onun adı Melek, yani rüyamdaki adı Melek’ti ama aslında Elvin’di, benim tanıdı-ğım, bildiğim Elvin’di.

Diğeri, rüyamdaki ismiyle Nıvart’ı, sa-çından, tavrından, süsünden hatırladım en çok da müzikli sesinden… Funda’yı…

Birden durdum… Bu ne ya?

Ya tanıdığım kişilere rüyamda ya da rüyamda gördüğüm kişilere rol dağıtıyor-dum…

Neden…? (hah sadede geldi işte) Neden…? Neden…? (Gelemedi anla-şılan…)

Ayrıca bir “neden” sürekli yanımda biri var? Var gibi, var da neden sürekli hep aynı rüyayı Eray’la konuşuyorum? (Eray arka-daşı, dediğine göre ona herhangi bir rüyası-nı anlatmamış ya da rüyasında onunla ko-nuşmamış). İş te B a ş İ şt e G ö v d e İ şt e K a n at la r : 2 4 n o t

(14)

102

Melek’le Nıvart’ı ihmal ettiğimi hatır-lıyorum. Kendi kendime: “Melekkk…, Nı-varttt” diye sayıkladım, sayıklamak ve ba-ğırmak arasında bir şeydi herhalde.

Onları birden, üstelik Melek Elvin, Nı-vart da Funda kılığında, evet, onlar Elvin ve Funda’nın kılığında, kimliğinde, bedeninde rüyama girmişler.

Bir lambanın, boşluktaki bir lamba-nın altında bize bakıyorlar (biz dediği de Eray’la kendisi). Bu lamba sallanıyor ve lambayı Şükrü sallıyor (rüyaya giren gire-ne biliyorum ama gire-ne yapalım ki bu yögire-net- yönet-menin yazısı, kusuruna bakmayın). Işık de-koratörü Şükrü bu rüyaya girerek ışık yapı-yor. Işığı sallayarak ışık yapmak da anca rü-yada olur zaten (artık rüya mı kâbus mu siz karar verin derim).

Kendime hakim olamıyorum, zaten kendime birçok şey olamıyorum, zaten en çok ne olmak istediğimi bulamıyorum… (Alın işte, gördünüz herkese boncuk bon-cuk ter akıttıran yönetmeni! Neyse, hiç ol-mazsa özeleştirisi var). Birden farkına var-dım… Parantez içlerini de ben

yazmıyo-rum (yazmadığı külliyen yalan, gerçek-ten, bana inanınız) ama bir rüyada paran-tez içi de nasıl olur… (Paranparan-tez)… Bu işa-ret olsun; Aç Parantez (Canan) Kapa Pa-rantez. (Yapmayın sayın yönetmen, kapat-mayın beniiii).

Her şey yer yer bir bulut’un içinde, yer yer bir bulut’un içinde dönüyoruz. Bura-ya kadar anlattığım yerde ama ben dönü-yorum, evet dönüyorum. Döndükçe biri-nin beni döndürdüğünü anlıyorum ve ona bakmak için yine dönüyorum… Dekora-tör Funda rüyanın başından beri buraday-mış ve yerin ayaklarımın altından kaydığı hissini yaratan da Funda’nın ve ona yardım eden bir çok elin yaptığı platformmuş.

Uyanmak istiyorum. Ama uyanınca neyi kaybedeceğimi bilmiyorum. Bilmiyo-rum, belki de beni birileri bir yerde duyar ve anlar.

Daha iyi bir şey yapmak istiyorum bu anda… BULDUM. Sevim Burak’a bir mek-tup yazacağım. Sevgili Sevim… İs k en d er A lt ın

Referanslar

Benzer Belgeler

tar, günümüzde rüzgâr tirbünleri ya da güneş panelleri kullanılarak elde edilen elektrik enerjisinin yaklaşık 1/5’i kadar. Ancak bitkilerin elektrik gücünün

Bu projenin amaçları, malzemele- rin yüksek enerjili nötron (>1,0 MeV) ışınlaması al- tında davranışını incelemek için Avrupa ülkeleri iş- birliği

sene evvel, 15.9.1933 de îstanbulda Şeref Stadında Bulgar futbol takımlarından Şipçenski Beşiktaşla karşılaşm ıştır Bu maç Türk futbol tarihinde iki ayn

Incubation of striatal slices in calcium chelator EGTA and intracellular calcium release blocker ryanodine increased superoxide generation compared to depolarization

Taha

Diğer yandan yeni modelde kasa içinde daha fazla yer açmak için 3,5 mm’lik standart kulaklık girişinin kaldırılması bazı kullanıcıların tepkisini çekiyor.. Ses

— Evet, o kadar hızlı bir hayat temposu kİ, bu H A Y A T ’a tempo tutmaktan başka bir şey gel­ miyor elimden, resim filan yapışım da bu yüzden olacak

- Sayın Güzin Dino, “Gel Zaman Git Zaman” adlı kitabınız sizin özel yaşamınızla yakından ilgili.. Bize bu kitabı hangi duygularla kaleme aldığınızı anlatır