{* .î o*t^»
Türk edebiyatının ölmez
adlarından Fakir Baykurt, 11
EKİM 1999’daki ölümünden
önce yazıp yayınevine teslim
ettiği anıları, yazarın
programladığı biçimde sekiz
cilt olarak yayımlandı. Bunu
fırsat bilerek sevgili yazarımızı
bir kez daha anmak istedik.
BERTAN ONARAN
N
e demişti Nâzım Hikmet:“Anlamak sevgilim,' anlamak gide ni ve gelmekte olanı. ”
Bütün yetilerimizi, yeteneklerimi zi evrenden ödünç aldığımıza inandığım için, hani şu çok övünmemize yol açan akı lı canlı cansız bütün varlık biçimleriyle pay- laşnğımızı sözle kanıtlayamasam da sezgisel olarak bildiğimden, öbür varlıkların “şu iki kapılı han aa nereden gelip nereye gittikle rini nasıl algılayıp yorumladıkları konusun da. onların yerine söz edemem: ama bizim kini kendimi bildim bileli merak ettim, çö züp anlamaya uğraştım, biçim değiştirene dek de uğraşacağım: İşim de, tadım da bu zaten.
Evreni ve yerküreyi, üzerindeki canlı can - sız varlıkları bir yere oturtabilmenin, bili yorsunuz iki yolu var: Ya her şeyi Olim pos’ta oturduldarı söylenen doğaüstü, do- ğadışı yaratıldara-yaratıcılara yuldemek ya da “anam yer, babam yağmur” diyebilenler arasında kalabilmek için dışardan gelen ke sintisiz koşullandırma sağanağına kafa tut maya çalışmak. İkinci kümedeki insanlar, her şeyin, tanıma, ölçüye gelmez bir “kara delik”te sıkışıp kalmış evrensel enerjinin, gunun,
i
başlanması”yla coluştuğuğuna inanırlar. Yetenekli insanlardan M arx’la Engels,
nün, anın birinde “padayıp genleşmeye .ngels ilksiz sonsuz enerji dönüşümünün özellik le insan dünyasındaki biçimlenmesi üzerin de durmuş, parayla simgelenen dirimsel enerjinin, insan emeğinin yarattığı değerle ri, sorunları irdelemişler.
Wilhelm Reich’sa, bununla yetinmemiş, evrensel enerjinin insan biçimine yapılana bilmesi için kaçınılmaz ilk işlev, cinsel işlev üzerinde çalışıp akıl yürütmüştür.
"Kızılca kıyam et"
Enerji dönüşümünün yeryüzünde canlı varlıkları oluşturmasından sonra, evrim, amip aşamasında kalsaydı, iş bir bakıma ya lın ve kolaydı: Sonsuza dek kendimizi ço ğaltır, sonraki evre’nin karmaşık sorunlarıy la yüz yüze gelmezdik. Ama evren ve evrim, çift eşeyli çoğalmaya geçmiş, dolayısıyla ka dınla erkeğin “çiftleşmesi” gerekmiş: Re- ich’ın açık seçik, güzelim, tutarlı anlatımı na göre “kızılca kıyamet” de bundan sonra kopmuş. M arx’la Engels gibi, Reich da, enerjinin asal özelliğinin “iş görmek” oldu ğunu eksiksiz algılamış; dolayısıyla, evrenin temeli, birbirine eklenen, sonsuza dek sü recek “işlevlerdir”, “işleyiş”tir demiş.
Bunun için de, evrensel enerjinin, canlı dünyasındaki biçimine “dirimsel enerji”, “örgensel enerji” anlamına “orgon” demiş.
Bu enerjinin Büyük Patlama’dan önce ve sonra sürüp giden halkalanması canlı dün yasında bizi başka bir kavrama taşımış: Ev ren birimlerinin sürekli birbirlerini oluştur ması, desteklemesi, kendine katması.
“Canlı varlığın ilk ve tek ereği, varolmak tır” der başka bir dirimsel enerji uzmanı, Henri Laborit.
İnsanların varolabilmeleri için, varlıklan- nı sürdürebilmeleri için, Reicn’m da belirt-tiği gibi, ilkin “çift olmaları”, “çiftleşmele ri”; ardından, oluşan basamaklı birimlerde, oymaklarda, kümelerde, uluslarda, sınıflar da, evrensel enerjinin varolan ya da emek leriyle yaratacaktan biçimlerini her bireyi, kümeyi, ulusu ayakta tutacak biçimde pay- laşmalan gerekmiş, gerekiyor. Bugün de bü tün sorunların temelinde o var: Tıpkı be dendeki kanserli hücre gibi, kimi birimler eldeki ya da yaratılacak enerjinin (toplum sal terimle, artı-değerin) hepsini, tüketeme yecekleri, varlıklarına hiç gerekli olmadığı halde, tek-ellerinde toplamaya özendiği için, başımız dertten kurtulmuyor.
Ölümünün üçüncü yılında anılarıyla yaşıyor
Fakir Baykurt'un
diinva serüveni
1950’den sonra Reich’ın açtığı yolda ara yıp araştırmayı sürdüren dirimsel enerji uz manlan, varolan ya da oluşan enerji birim leri arasındaki temel işlevi açıklamak üzere, matematikten, güdümbilimden (sibernetik ten) kimi kavranılan ödünç aldılar: Yapı, bütün, alt-bütün.
Evrensel bütünün sonsuz alt-bütünlerin- den biri, cansız diye adlandırmak şimdilik hoşumuza ve özüncümüze uygun düşen “canlılar”. Canlıların canlı kalabilmeleri için, Marx’tan bu yana, sanki yalnız insana özgüymüş sanıp saydığımız artan-enerjiyi paylaştırma, yeniden canlı dünyasına yatır ma işinde, önümüze tatsız bir çatal çıkmış: Yatırım ölüme mi, dirime mi olacak? Şim dilik öncelik ölümde, savaşta, silahta.
Bütün öbür “su yorumcudan” gibi Fakir Baykurt da bu temel seçimle yüz yüze gel diğinde, Atatürk’ün açtığı evrensel ışık ne-nüz yurdumuzu aydınlatırken, İnönü’nün, Hasan Ali Yücel’in, Tonguç’un sürdürdük leri tarlada yeşeren köy okullarında okuyup aydınlanabilme fırsatını bulabildiğinden, M arx’la Engels’i kuşkusuz tanıdığından, Wilhelm Reich’la H enri Laborit’yi hiç oku mamış olsa bile, alt-bütünler, toplumsal sı nıflar arasında elbet ezilenleri, dirimsel enerjileri çalınanları kucaklamış.
Bakın ne diyor, Papirüs Yayınları’nın -ne mutlu ki- basabildiği “Benli Yazılar” adlı ki taptaki “Ben” başlıklı yazıda:
“Besbelli ben hiçbir biçimde savaştan ya na değd, her zaman banştan yana bir yaza rım. Evler, köyler yıkılmasın, uyuyanların üstüne bom ba yağmasın, ulusların yolu,
köprüsü, barajı, enerji üretimlikle ri, öbür geçim kaynaklan körel- mesin, ulusların gücü insan sağlı ğına, muduluğuna kullandsın is terim. Bence bütün silahlar zarar lı, silah yapımına giden paralar zi yandır. Savaşlar çoğu zaman kom şu uluslar arasında oluyor. Bir akıl- sızlık yok mu bunda? Birbirine çay çorba içmeye, kafa çekmeye gidip gelecek, kızlarının oğullarının dü ğününü birlikte yapacak yerde, denizdeki, karadaki kaynakları birlikte işletip ülkelerindeki mut luluğu yükseltecek yerde savaşa tutuşmak sanımca aptallıktır.
Hele ucu dinselliğe varan mez hep savaşlarını hiç hoş görmem.
de yönetim olmaz. Dinde soru yoktur, din yönetimleri halka he sap vermez. Eleştiri yoktur. Din yönetimleri aydınların, hem de halkın kendderine yönelttiği, eleştirileri hoş görmez. Oysa insan yönetimini eleştirmeli, ona soru sormalıdır. Toplumların yönetimi akılla, bilimle olmalıdır. Dinde kuşku yok tur. Kuşku olmayınca akd başta eyleşmez, kuşku olmayınca bdim yapdamaz. Bu ne denle din kendi sınınna çekilmelidir. Ben dindar değilim, ama dindarlara saygım var. Dindarların da bana, benim gibdere saygı lı olması gerekir. Dindarın bana bir yaran var mı? Benim dindara bir zararım var mı? Kafaca geri kalmışlar dışında kimse bugün din yüzünden birbirleriyle uğraşmıyor. An cak halkına doğru dürüst abeceyi bde öğ- retememiş, bilimce yükselememiş toplum- larda bu yüzden hırgür var. Bizimse en az beş yüzyıllık eğitim açığımız bulunuyor. Ba- sımevini de üç yüz yd geç aldık. Bu neden lerle bocalıyoruz.
Erdem e kavuşmak
Son yıllarda birbiri ardından açtığımız üniversitelerin altı boştur diye kaygı duya- nm. Buralardan yetişen gençlerin niteliğini batı ülkeleri üniversitelerinden yetişen gençlerin niteliğiyle kıyasladığımda, bizim kilerin diplomayı aldıktan sonra da okuyup öğrenmeyi canla başla sürdürmesini gerek li bulurum. Değdse yapdan yollar üç gün sonra bozulur, köpriıler yıkılır, spor .saray ları çöker, doktorun ameliyat ettiği göz kör olur, ameliyat ettiği beyin mikrop kapar, hasta ölür. Politikaya atılanlar Meclis’e gir diğinde, hükümete seçilip devleti yönetme ce başladığında ortamı mafya kaplar, dev leti erdeme kavuşturmak zorlaşır.
Savaş çıkaran, çıkmış savaşları sürdüren
l
güçleri sürekli destekleyen kurumlann ba şında din de endüstri geliyor. Bir din, bir en düstri üzerinde durmuyor, genel konuşu yorum. Din günümüze gelinceye kadar her zaman hem savaşanları, savaştıranlan kut sadı. Karşı çıktığı binde bir, o da yarım ağız la oldu. Buyurganlar savaşa karşı çıkan din darları, din adamlarını ezdi. Öbürleri ses çıkarmadı, dayanışma göstermedi. Savaşa
ğd mi?
Ben, çok emekli aylığı alıp köşeye kıvrı- lacağıma, halkımız üstünde bu türden kül tür politikası uygulayanlarla, kadınlarımızı karanlıkta bırakanlarla savaşımı daha doğ ru bulurum.
Bir gün biz bu kafada olanlar, karşımız daki demagog takımını yeneceğiz, buna ina nıyorum. Önünde sonunda, hem yurdum da, hem dünyada savaşımı kazanacak Don Kişotlar takımında ben de bulunacağım. Değerimi bilen bilsin, bilmeyen ardımdan gülsün. Vız gelir, tırıs gider bana.”
Yukarıda anlattıklarım, imecenin, daya-nışma’nın son birkaç yüzyıldır sanıldığı, sa vunulduğu gibi “toplumsal”, “sınıfsal” - başka bir deyişle, alt-bütünsel-değil, “ev-rensel” olduğunu yeterince anımsatmıştır
1
Büyük sıkıntılar
Fakirin sağlam, şaşmaz bilinci, tutariılı- ;ı, kendisinin de açıkça bilip güzelim diliy- e kim bilir kaç kez anlattığı gibi, Atatürk’ün inanılmaz sezgisiyle yurdumuzun, bence bütün dünyanın “efendisi” saydığı “toprak insanları” üe, “köylüler” ile bağlarını, iliş kisini, etkileşimini koparmamış olmasından gelir. Ben yaştakiler “Kaplumbağalar’ı, za man içinde, birçok kez okumuştur elbet; kitabın başında, “Yılanların Ö cü”nden yo la çıkarak yapılmış filmin gösterimi sırasın da, Ankara Ulus Sinemasında yaşadıklan- nı özeder. Yapıtı, Ankara dolaylannda eği tim denetmenliği yaptığı 1962-1966 arasın da yazmış.
Bu yıllar, Fakir’in hem kitapları, hem top- lumsâl-siyasal etkinlikleri dolayısıyla art ar da soruşturmaya uğradığı, içeri tıkıldığı dö nem; hem bedensel-düşünsel olarak, hem parasal olarak büyük sıkıntılar çekiyor.
O güzelim sağlıklı imeceyi hiç aksatma dığı için, büyük ölçüde oluşturduğu “Kap lumbağalar”! Akçaköy’e gittiğinde, köydaş- lannı toplayıp okuyup anlatıyor, dahası ti yatro oyuncusu gibi canlandınyor.
Köydaşlan, elleri çenelerinde, kaşları ça tık, soylu bir ciddilikle dinliyorlar; okuma- canlandırma bittiğinde yaşananı şöyle anla tıyor Fakir:
“Etkilendiklerini görüyordum. Ellerini çenelerinden çektiler. Yüzüme ışıyan göz lerle bakıyorlar. Ben bitirince, komşumuz Haçça Akdoğan birden ayağa kalktı. Uya nık, açıkgöz bir anaydı komşumuz. îki kı zım Köy Enstitüsü’nde okutup öğretmen çıkartmıştı. Zorluklara, kahırlara katlanmış- tı. Ö bür komşulanmıza kıyasla görmüş ge çirmiş bir insandı.
“Sivrelt halam kalemini, sivrelt de yaz!” diye bağırdı. “İstemeyenlerin ağzına tükü reyim! Dünyada insanın sıkıntısı bir çanak bulgurla bir kuru ekmeğe mi? Topal eşeği me yükler, ben iletirim senin çocuklarına! Sivrelt kalemini, durmadan yaz! ”
“Uykusu kaçan köylülerim, “Yaz halam yaz! Yaz dayım yaz! Yaz emmim yaz! Paza ra kadar değil, mezara kadar yaz! ” diyerek dağıldılar.
Oturup yazdım: ‘Kaplumbağalar’, odur, onlanndır.
Acı, buruk bir roman oldu. Onu kentler de, kasabalarda oturup günlük işiyle uğra şan okuryazarlar, yumrukçu ya da nemege- rekçi aydınlar okuyacak. Belki de kapıla caklar, belki sıkılacaklar. Ama ben romanı mı asıl o akşam anamın geniş odasında bağ daş kurup beni dinleyen komşularımızın, dört mevsimi karanlık, bütün ömrü kömür olan köylülerimin okumasını, severse onla rın sevmesini, ıslıklarsa onların ıslıklaması nı isterdim. Yurdumun bir yazan olarak be ni en çok bu sevindirirdi.
Belki bir gün o da olur. Düşünüyorum, mutlaka olur.
Gün doğmadan neler, ne tosun kızlar, oğ
lanlar doğar! ” ■ 1
Her adımı yazılmış Mı* yaşam!
ADNAN BİNYAZAR
M
ehmet Şeyda söylemişti; Tahir Alangu, Türkiye’de, romancıların ‘yazdıklarından çok yaşadıklarını’ önemli bulurmuş. Rahmetli Alangu’yu ilk katıldığım 1968 Türk Dil Kurultayı’nda görmüştüm. Uç ciltlik Çumhuriyet’ten Sonra Hikâye ve Roman, Ömer Seyfettin: Ülkücü Bir Yazarın Romanı adlı emek ürü nü yapıtlarını okumuş, onlardan yararlan mıştım. Bilgisi sağlam kişilerin havası var dı duruşunda. Fazıl HüsnüDağlarca, Beh çet Necatigil, Oktay Akbal, Orhan Hançer- fio ğlu, O rr ıan Şaik Gökyay gibi zamanın ünlü yazarlarının arasındaydı.Roman ve öykü konusunda ciltlerce ki tap yazmış ünlü bir eleştirmenin bu yargı sı üzerinde uzun uzun düşünmüştüm. Baş ta Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf, Ha lide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosma- noğlu, Yaşar Kemal olmak üzere, nasıl olur da, edebiyatımızı etkilemiş yazarlara yaşa dıklarım yazdıklarından önemli bulurdu, Alangu?
S
enstitülerine adımını atmamış Ke- ir’in, Bozkırdaki Çekirdek’i, bir sü re orada öğretmenlik yapmış olan Alan- gu’nun anlattıkları üzerine yazdığı söyle nir. Söylenti de olsa; ortada, bir başkasının görüş ve düşüncesiyle roman yazan bir ro m ana, gerçeği saptırarak romancıyı yön lendiren bir eleştirmen vardı. Demek, Ke mal Tahir’in Köy Enstitülerini önyargılı yo rumlayıp değerlendirmesinin ardındaki ki şi Tahir Alangu’ydu. Yaşadıklarım yazdık larından önemli bulduğu, köy kökenli ya zarlar olabilirdi. Bu yönde sınırlandırılırsa, Alangu haklıdır. Gerçekten, köy kökenli yazarların yaşadıkları, yazdıldarının temel kaynağıdır. Dolambaçlı anlatımı gerektir meyen katı gerçekler onlann dilinde yalın lık kazanmıştır. Onlar, romanda gerçekle rin kurguya boğdurulduğunun, sorunların görmezlikten gelindiğinin bilincindeydiler. H ugo’yu, Sthendal’i, G orki’yi, Turgen- yev’i... okuyunca, edebiyatı kaynağından öğrenme olanağı bulmuşlardır.Bozkırın ıfifi
Köy kökenli romancılar, öykücüler bir kentlinin kavramakta güçlük çekeceği sı kıntılardan gelmişlerdir. Bu, edebiyata ye ni bir bakış, ayrı bir değerlendirme anlayı şı getirmiştir. Hemen kamplaşma başlatıl mış, köyü konu alan romanlar ‘köy roma nı’ diye adlandırılmıştır. Son elli yılın ro manlarına bir iki örnekle bakıldığında, İn ce Memed dörtlüsünden Ortadirek, Ö l mez Otu, Yer Demir Gök Bakıra (Yaşar Kemal), Kaplumbağalara (Fakir Baykurt), Yorgun Savaşçı’dan Kemal Tahir), Bir D ü ğün Gecesi’ne (Adalet Ağaoğlu), Tutuna- mayanlar’dan (Oğuz Atay) Elma’ya (Enis Batur), Ahmet Altan’ın son romanı Aldat- mak’a... alınan yolun uzunluğu görülecek tir. Kaldı ki, Köy Enstitüsü kaynaklı Mah mut Makal, köyü, Hititler’den bu yana bi riken gerçekçi gözlem gücüyle yazdıktan sonra, kent romanı yazanlara da ayakları suya ermiştir. Bozkınn dilini bozkır mantı ğıyla biçimleyen Makal, Anadolu’yu yaban cılaştırılmış bir edebiyat beğenisiyle kavra maya çalışanların tıkanık yollarını, gerçek lerin üstündeki binyıllık toz katmanlarını kazır gibi açmıştır. Öndan sonra, yerli de ğil, ama yemlikle beslenen öz edebiyatımız doğmuştur. Dünyanın ilgilendiği bu edebi yattır.
Bu yazmın amacı romanımız üzerine ge nellemelerde bulunmak, kimi yazarlarca yazma kültürsüzlüğüne örnek gösterilen ‘köy romanı’ tartışmasına girmek değildir. 1970’lerin başında alevlenen tartışmanın, nice ağzı bozukların dilinde nasıl düzeysiz- leştirildiğinin tanığıyım. Ama, başta Mah mut Makal, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt ol mak üzere, Alangu’nun yaklaşımıyla, özel likle köyden yetişen yazarlar, Anadolu ya şamını romanın temel konusu yapmayı ba şarmışlardır. Bu, gelişen romancılığımızda kurgusuyla, dünya gülüşüyle, anlatı yönte miyle bir akımdır. ‘Yaşadıklarını yazma’
bağlamında Fakir Baykurt’un her yönden oylumlu Özyaşam’ı, yaşanılanların nasıl ro man boyutu kazandığının iyi bir örneğidir. Roman, öykü, deneme, masal, şiir, anı... yazdıklarının sayısı elliyi aşıyor Baykurt’un. Sekiz ciltten oluşan Özyaşam’ı(l) ise, ‘di kenler arasından çıkıp gelmiş’(2) bir yaza r a , yaşadıklarını öykülerle, gözlemlerle de ğerlendirmeleridir, ‘bir hayalın romanı’dır. Edebiyatımızdaki onca ‘hâtırat’ gözden ge çirildiğinde, sanırım Baykurt’un Özyaşam’ı onların en oylumlusudur.
■Nehir rom an'
Alangu’nun yargısı Fakir Baykurt’a yö nelik olarak da doğrudur; Baykurt, yaşamı nı yazınca, kendi deyimiyle, ortaya bir ‘ne hir roman’ çıkmıştır. Fakır Baykurt’un Öz- yaşam’ı(3), çocukluğundan başlayıp yurtdı şı deneyimleriyle sonuçlanan serüvenleriy le ilgi yaratan bir roman olmuş. Bu uzun an latıda, doğal olarak odak kişi Fakir Bay- kurt’tur; ancak, okuyanlar Baykurt’un ya şamından çok gözlemlerine, bakışını yö nelttiği olay ve kişilere ilgi duyacaklardır. Öyle la, kimi yerlerde, anılarına karışan ki şiler, Fakir’in dipten dibe iğneleyen ince alaylı diliyle birer öykü kahramanı oluyor. Baykurt, kişi ayırt etmeden, abartıya kaç madan, -çoğu sıradan- insanın yazılacak yanlarını buluveriyor. Bir ressamın yapuğı portre gibi, kişiler kaleminin çizimiyle kim lik kazanıyor. Avrupa’nın ortasında da köy insanını Anadolu’daki gibi konuşturarak üstün yeteneğini gösteriyor. Bu bağlamda, ‘anı’nın sınırlarını aşarak ‘özyaşam’ diye ni telediği hayatının romanını yazmış oluyor. Anı, aydınlık bir bellek, özyaşam ise, iyi bir gözlem ve doğru yargılama gücü gerektirir. Baykurt’un anlatısı, bir anı-özyaşam kay naşması oluyor. Yaşam bir tanıklıktır. Fa- kir’in gözden en çok kaçırmak istemediği budur. Bu tanıklıkta yer, insan, olaylar sü rekli değişir. Bu değişimi izliyor Fakir. Her koşulda, insana Sthendal’m aynasını tutu yor. Yazdıkları yalnızca anı ya da özyaşam olarak kalmıyor; ayna, eğitim dünyamızın bütün evrelerini de içine alıyor. Özyaşam böylece kişiselliği aşan bir boyut kazanıyor.
Bunun böyle olması gerekir. Çünkü, Fa kir Baykurt toplumun ‘en altı’ndan gelip Türk eğitim tarihine adını yazdırmış bir öğ retmendir, gerçekçi bir yazar. Tüm olanak sızlıklara karşın kendini yoksulluğun ka ranlıklarından kurtarmış, Köy Enstitüsüne adımını atarak aydınlığın yolunu bulmuş tur. Almanya’daki öğretmenliğinin dışın da, yurdumuzda şöyle rahat soluklu bir öğ retmenlik yapamamıştır, öğretmenliğinin her aşamasında önüne engeller çıkartılmış tır. Ama hiçbir zaman yılmamış, gazeteler de, dergilerde yazdıklany-
la, gittiği yerlerde çocuk larla kurduğu iletişimle, bir toplum öğretmeni gibi davranmıştır. Öğretmen lik, Amerika deneyimleri, TÖS Genel Başkanlığı, Kültür Bakanlığı’nda da nışmanlık, tutuklanmalar, baskılar... derken, Fakir Baykurt, Türk eğitim tari hinde aydın kıyımının sim gesi olmuştur. Rahat solu ğu Almanya'nın Duisburg kentinde almıştır.
Baykurt, adı Mahmut Makaklarla, Yaşar Ke
mal’lerle, Orhan Kemal’lerle anılan bir ya zardır. Toplumu kavrayıp yorumlamasında üstün yatıları vardır. Yazarlığı, -yazınsallı- ğın yarattığı beğeniyi sloganlara yedirme den-, durağan bir eylem olarak algılama mış, bir düşünceyi beyinlere yerleştirmenin aracı saymıştır. Yılanlara Ö cü n d e hak ara ma bilincini yerleştirirken, Amerikan Sargı- sı’nda, çürük temeller üzerine oturtulan toplumdaki köksüzlüğü irdelenmiştir. Kap lumbağalar, örgütlenmiş bir toplumun ne ler yapabileceğinin, Tırpan, insanın eylem- sel gücünün öyküsüdür. 12 Mart sonrasın da Fakir Baykurt yalnızca çok tutulan bir ro mancı olmamış, gelişen düşüncelerin de önünde yer almışnr. Egemenler bu yüzden onun varlığından rahatsızlık duymuşlardır. Sekiz ciltlik Özyaşam’ında buruan sergili yor, yaşadıklarının, gözlemlerinin çözümü nü yapıyor. Eleştirinin nesnel ölçüsünü top luma uygularken, kendini bunun dışında tutmuyor.
B a yk u rt un dünyası
Yurdumuzda da, yurtdışında da Fakir Baykurt’u çok yakından izleme olanağı bul dum. Hemen hemen aynı zamanlarda, Fa kir Duisburg’da, ben Berlin’deydim, ilişki miz hep sürdü. Yapağı çalışmaları bitirme den ortava çıkarmazdı. Sanırım, en yakın larına bile duyurmadan yazıp durduğu ça- lışmalan olmuştur. Benim, yazıda metni te mel aldığımı bilirdi. Yazdığımı göze hoş gö rünecek biçimde kâğıda aktarmamı, metin üzerinde dil çalışmalarına girişmemi över di. Fakir kimseye kapalı değildi; ne yaptığı nı görürdünüz; ama ne düşündüğünü kes tiremezdiniz. Kenan Evren’in de katılacağı nı öğrenince, çok saygın bulduğu Alman Cumhurbaşkanı’nın davetine katılmamıştı. O zamanlar için ‘kahramanlık’ sayılan bu olayı bile çevresine duyurduğunu sanmıyo rum; yakınında olmama karşın ben kitaptan öğrendim(4). Belki yaşadığı olayların etki siyle, yüreği ağzında değildi, duygularının gemini elinde sıkı tutardı. Öylesine renk vermediği anlar olurdu ki, içtenliğinden kuşkuya kapılabilirdiniz. Kendi ürettiği mantık telleriyle örüp içine girdiği bir dün- ası vardı. Bu dünya hem açıktı, nem kapa- ydı. Bunu bilir, dünyasının dışında kalma ya çalışırdım. Özyaşam’ının daktiloya çekil miş ilk iki cildini bana yollamasından çok gönenmiştim. Kendi içinde dönenip üreten iyi bir yazarın, yazdıklarını okumamı iste mesi, dışarıya taşırmadığım sevinçler yarat mıştı içimde. Okuyup görüşümü bildirme mi istiyordu. H er işimi bırakmış, bu ilk iki cildi okumuştum(5). Fakir yaşarken, a y ra nları ‘fazlalık’ saymış, göriişlerimi bir mek tupla bildirmiştim ona. Ölüm, ne yazık ki,
Akçaköy'de karısıMuzaffer, torunu Onur ve teyzesi Zeynep hanım ile(üstte). Ağlusun'da Az- ime Korkmazgıl’ın evinde Saffet Uysal, Feridun Andaç ve Semih Poroy’la...
can aldığı gibi, insanın açıklama hakkını da yok ediyor. Özyaşam’ının tümünü okuyun ca, o zaman fazlalık saydığım ayrıntılara ne denli önemli olduğunu, şimdi anlıyorum. Ayranlar, onu kişi olarak da, yazar olarak da apaydınlık ediyor.
Ayrıntının önemini belirtmek amacıyla, bu konu dışına çıkarak bir gözlemimi yan sıtmak istiyorum: Türk Tarih Kurumu’nun o dönemdeki Genel Müdürü Uluğ İğde mir, orada çalışuğım yıllarda, Enver Ziya Karal’m Heyd’den çevirdiği Yakındoğu Ti caret Tarihi’nin gelişen Türkçe yönünden gözden geçirilmesi görevini bana vermişti. Gücüm ancak ‘agleb-i ihtimâl’ (büyük ola sılıkla) türünden kimi sözcüklerin yerine Türkçelerini koymaya yetmişti. Çünkü, ki taptan, kendi ölçüme göre yalnızca ticare tin ne anlama geldiğini öğrenmekle kalma mış, büyük bir tarihçinin gerçekçi üslubuy la da karşılaşmıştım. Ayrıntının ne denli önemli olduğunu da bu çalışma öğretmişti bana. Yorumların yanında, kimi zaman ger çeğin aydınlığını, bir kâğıt parçasına yazıl mış veriler yansmyordu. Galata’da kaç ko nut var, Cenevizliler nerelere yerleşmişler di, kim kiminle nasıl bir ticaret ilişkisi kur muştu, neler alıp satmışlardı, b u n la ra mik tarı ne idi?.. Koca ticaret tarihi, bu sorunla rın yanıtlan üzerine kurulmuştu. Bir ara, Aziz Nesin’in küçük cep kâğıtlan yayımlan- mışu Papirüs dergisinde.
Nesin’in o gün neler yapmak istediği, ne ler alıp verdiği, nerelere gittiği, neyin ne ka dar tuttuğu yazılıydı o el kadar kâğıdarda. Bir yerlerde yitip gitmediyse, bir gün, o ‘par- çacıklar’ın(6) yazarın birçok yönüne ışık tu tacağı kesindir.
Ayrıntriann önemi
Şimdi, Baykurt ü n , -henüz yayımlanma mış Dost Yüzleri (Portreler)’inin dışında-, 2907 sayfa tutan Özyaşam’mı okurken ay r a n la r a önemini daha iyi anlıyorum. Nes nel değerlendirme alışkanlığından yoksun oluşumuzdan dolayı, Köy Enstitüleri’nin de hep aydınlık yüzünü görmüşüzdür. Orada öğrencilerin çektiği çilelerin anlaülması ‘kö tüleme’ sayıfmışur. Böyle olduğu için de, iyi-kötü tartışmasından öteye tek adım atıl mamıştır. Sorun, saman alevi gibi parlamış, arımda da sönmüştür. Orada okuyanlara ‘doğuştan suçlu’ sayılmalarının nelere mal olduğu, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Talip Apaydın, Fakir Baykurt, Dursun Ak- çam, Pakize Türkoğlu gibi yazarlara başı na gelenlerden bellidir. Gözlerinizin önüne genç Fakir Baykurt’u, okuma dünyasınm iri gözlerini daha da büyülterek açan bir dördüncü sınıf (lise 1) öğrencisini getirin. Güçbela ele geçirdiği kitabı, yüzüne ‘gaze te çekerek’ okuyor. Yeni gelen müdür ‘ağız dil milliyetçisi’; görevi, ‘hamasi’ söylevlerle beyin yıkamak. Kimi öğretmenler öğrenci lerine korkarak kitap önerirken, kimileri öğrencilerin neler okuduklarını, yönetime bildiren gönüllü casuslardır. Öğretmeni Görgü Karamuz’un ağzından siyasal orta mı şöyle çiziyor Baykurt:
“Okumanı, yazmanı boşlama sen. Dikka ti elden hiç bırakma. Enstitüler üstünde ka ra bulutlar dolaşıyor. Denge uzmanı ağırlı ğım güçlüden yana koydu. Halk Partisi’nin içindeki sağ güçlendi. Bunlar D P’den de sa ğa oynuyor. Ölayın içinde USA var. Bizi O r ta Doğu’da Sovyeder birliği’ne karşı kul lanmak istiyor. Türkiye Sovyetler’in yanın da mı, USA’nın yanında mı yer alsın? Bu ay rı konu. En kötüsü kişiliksiz olmaktır. Yük- sek Köy Enstitüsü kapatıldı. Geri bırakılmış yoksul bir ülke şimdi kapitalizm yanında yer alıyor. İşçilerden, köylülerden yana akımlar yasaklanıyor. Sol düşünceye, sol ya zma kilit vuruluyor. Köy Enstitüleri Dergi si kapatıldı. Meclis’te Fontamara romanı üstüne tartışma oldu. Hakkı Tonguç bir öğ retmene: ‘Oku da üzerinde konuşalım,’ de miş. Bir genel müdür, öğretmenlerden biri ne, falanca kitabı oku, üzerinde konuşalım diyemez mi? Ne var bunda? Yurtta şimdi böyle saçma bir ortam oluştu. Türkiye’nin tek sorunu antikomünizm oldu. Sanki sos- yalisder yurdu Sovyeder Birliği’ne satıvere- cek! Basma böyle bir anlayış egemen. Mil li Eğitim dar görüşlü bir grubun eline geç ti. Kendine dikkat et...”(7)
Okuduğu Enstitüde geçen öğrenciliğinin ‘yansını cennet yansını cehennem’ sayan Baykurt, bu alıntıda 1946/47 yıllarının Köy
Enstitüler için kâbusa dönüşen ortamını çi ziyor. Benim öğrenim gördüğüm 1950-56 döneminde de çağdaş kitaplar, Varlık vb. dergiler yasaklanırken, öğrenciler o zama nın sağ-faşist dergileri Orkun ve Komü nizmle Mücadele’ye, zorunlu abone edil mişti. Gövde güzeli bir müdür, neler oku duğumu saptamak için, güleç yüzlü öğren cileri bulup, okuma evim olan ağaç altları na gönderiyordu. Amacını önceden sezip eşek sudan gelinceye kadar dövdüğüm öğ renci, casusların sonuncusu olmuştu.
Köy Enstitüsünü bitirmek, cehennemden kurtulmak gibi bir şeydi. Öğretmen, cehen nemin harlı ağzıyla köyde karşılaşıyorduk).
Eğitimsel çöküş
Yıl 2002; değişen ne? Politika adına, kül tür adına ortada birtakım cici beyler dola şıyor. Edebiyat alanında da bu cici beyler den çok yar. Halk nerede? Halk yok! Bay- kurt'un Özyaşam’ı, yok edilmiş bir halkın; batağa saplanan, kurtuluşu olmayan eğitim sel bir çöküşün öyküsüdür. Devlet okulları ‘yardım’ diye alınan ianeyle ayakta kalma sa vaşımı veriyor. Okulun önünden geçen ana- bab a soyulmaktan korkuyor. Elverişli okul lara paralı olanlar gidiyor. Nice değer, para sızlıktan dolayı dağda çobanlık bile yapamı yor. Köylerden kendere, ucunu hiç küdeş- tirmediği kalemiyle, halkın gerçeğini anlat maya çalışan Fakir’in yokluğu bu ortamda ne büyük yokluk! Elini kolunu bağladılar; o diyeceğini dedi. Görev verdiler; görevini yerine geürememesi için ellerinden ne ge lirse yaptılar. Çocukluk, delikanlılık, Ana dolu’nun en uç köşesinde öğretmen lik,'TÖS’te öğretmen kitlesine öncülük, genç denecek yaşta emeklilik... ve gurbet yurdunda bir fakir Baykurt!
Gurbetin ne olduğunu bilen bilir. Fakir Baykurt daha çok bildi. Kitabına koyduğu adla, gurbet yalnızca ‘sıladan uzakta’ olmak değildir. H er şeyi yitirip, bilinmeyen ortam larda yeni bir hayat kurmaktır. Yuva yap mak isteyen kuşun bile gagasında bir dal parçası olur da, gurbete çıkanın olmaz. Fa kir Almanya’ya gittiğinde dalsız budaksız- dı. Özyaşam’ının 7. kitabı olan Sıladan Uzakta, o yoklukta nasıl bir varlık yarattığı nın öyküsüdür. Sıladan uzakta yaşadı, ama, insanımızın oralarda yarattığı Anadolu’nun havasını soludu. Özyaşam’ını yazıp bitir mek için gece demedi gündüz demedi ça lıştı. Acele işi olanların telaşıyla, kaleminin hız tanımaz yolunda yürüdü. Bu, ‘ölüm’le yanştı. ‘Ölüm’le yarışı Fakir kazandı. Elimi zin altındaki yüzlerce sayfalık özyaşam, ro manlar, öyküler, denemeler, şiirler, masal lar... bu dünyadan ‘Fakir’ diye gelip geçen büyük sanatçının onur tacıdır. ■
(1) Fakir Baykurt’un ‘Özyaşam’ diye belir lediği anı, gözlem ve değerlendirmeleri 1. Özüm Çocuktur (302 s.), 2. Köy Enstitülü Delikanlı (351 s.), 3. Kavacık Köyünün Öğ retmeni (487 s.), 4. Köşe Bucak Anadolu (458 s.), 5. Bir TÖS vardı (535 s.), 6. Genç Emek li (352 s.), 7. Sıladan Uzakta (422 s.) adlarıy la Papirüs Yayınlannca yayımlanmıştır. Sekiz ciltlik dizinin sonuncusu ise aynı yayınevin- ce Dost Yüzleri (Portreler) adıyla yakında çı kacaktır.
(2) Fakir Baykurt, Benli Yazılar, Papirüs Yayınları, İstanbul 1998, s. 11.
(3) Yedi cilt 2907 sayfa tutuyor. Herhalde Dost Yüzleri (Portreler) ile 3500 sayfa dolay larında olacak bulacak...
(4) Sıladan Uzakta, S. 351-353.
(5) Özyaşam’ınm ilk biçimi olan bu taslak üzerinde daha sonra çalışmış, yayımlanan bi çim ortaya çıkmıştır. Fakir Baykurt, yazdık larım bir kompozisyon ödevi düzeltir gibi ye niden gözden geçirdi. Yaptığı, tam bir dil iş çiliği idi. Köygöçüren’i yazmadan önce, bel ki bir iki metrekare tutan büyük bir kâğıda, bir yazı mimarı gibi, romanın planını çıkar mıştı. Onun bu yazma özeninden çok yarar lanmışındır. Bir yazımda ‘Köy Enstitülü Ağabey’ dediğim Fakir Baykurt’un, tutarlı ve özenli çalışmalarıyla çok yazara örnek oldu ğu bilinmelidir.
(6) Aziz Nesin kâğıt atmazdı. Ters çevirip kullandığı zarfları görünce, onun bir santi- metrakarelik kâğıdı bile değerlendirdiğine in anmışım dır.
(7) Özyaşam 2: Köy Enstitülü Delikanlı, s. 188.
(8) Mahmut Makal, Bizim Köy (Güldike- ni Yayınları, Ankara 2000); Animsi Acımsı (Güldikeni Yayınları, Ankara (1996).
Canıma can katan yazar: Fahir Baykurt
BİRNUR ŞENER
S
evgili Cumhuriyet okurları merhaba!Canıma can katan yazar diye baş lık koyduğum bu yazıyı yazmak için bilgisayarımın başına oturduğum şu an ak lımda dolanan sözleri sıraya nasıl dizeceğim diyerek heyecanlandım. Azıcık düşününce heyecanımın yerini coşku aldı, içimdeki se vinç çocukluk günlerimdeki şenlikleribay-Kitap ekinde bir yazımın yayımlanacağını duyalı elim ayağıma dolanıyor.
Değerli yazarımız Fakir Baykurt’u anlat maya nereden başlayacağımı düşünürken içimin coşkusu artıyor. Kendi kendime gü lüyorum. “Kendi kendine gülene “deli” derler!” Ama sîzler bana “deli” demeyin. Sesimin beni bilenlere, bilmeyenlere ulaş ması ne güzel!
Sekiz yaşındayken diş çektirmek için git tiğim berberde ününü duyup, kırk sekiz yaşında yüzünü görebildiğim Burdurlu ya zar Fakir Baykurt’un kitaplarını bulup oku maya başladığım yıllar, onun ve birçok ya zarımızın hapislerde tutulduğu yıllardı. Bir kadının aklına güvendiği yazarının hapisha neye konulduğunu radyodan duyunca na sıl üzüldüğünü bilenler çoktur, ya da ben öyle sanıyorum. Gece yarısı uykularımdan zıplayarak uyanıp tutunacak bir dal, derdi mi anlatacak bir insan bulamamanın acısı nı çok yaşadım. Gece gündüz yanaklarımı avuçlayıp düşünüyordum. Sevgili yazarı mın, onun gibi bir çok yazarm, şairin, ay dın insanların ne suçu vardı acaba? Yazdık larından elime geçenleri okuyorum; kimse nin malında canında gözleri yok! Yazdık larıyla benim gibi okutulmayan, üstelik ço cuk yaşta gelm edilen binlerce kadına, yi ne binlerce erkeğe çok çalışmayı doğru dü şünmeyi öğreten bu insanlar neden hapis teler? Fakir Baykurt Burduğumuzdan ol duğundan en çok onun hakkında bilgi edinmeye çalışıyorum, sorup soruşturuyo rum. Binlerinin namusuna mı el uzattı? “Yok öyle bir şey” diyorlar. Avuçlarımın ateşi yanaklarımı yakıyor; eli kolu bağlı oturmak ne zor.
Sevgili yazarım
Yine aynı günlerde aydınların en çok da öğretmenlerin kitaplarının toplatıldığını duyuyoruz. Eşimin, tanıdığı bir öğretmen kitaplarını bizim evde saklamamızı istiyor. Kitaptan güzel emanet mi olur? Eşim bir gün sevine sevine eve geldi, elindeki koca man torba kitaplarla doluydu. O günden sonra çoğu Fakır Baykurt’un olan kitapla rı doya doya, döne döne okudum. O zama na kadar bolca kitap bulup okuyamayan bir kadınken, bir anda dünyam değişti. Bir gün radyodan haberleri dinlerken Fakir Baykurt ve bir çok arkadaşının berat edip hapishaneden çıktıklarını duydum. Yattık ları yanlarına kâr kalmıştı.
Bu arada çok akıllı olduğunu duyup yıl larca ona yazıp atamadığım mektupları yaz mayı da hiç bırakmadım. Kitapları oku dukça yaşama bakışım da değişti; dünya ki taplarda saklıymış iyice anladım. Okuduk ça direncim arttı, kimseleri ezmemeyi ezil memeyi öğrendim; kısacası canıma can ka tıldı. Sevgili yazarım Fakir Baykurt’un ki- yla tattığım okuma serüvenini daha taplarıylı
başka bi
başka bir çok yazarın kitaplarıyla sürdür düm. O n dokuz yaşında okumaya başladı ğım Baykurt’un kitaplarından bilmediğim bir çok olayı, bildiğimi sandığım olayların benim bildiğim gibi olmadığını öğrendim. Derin uykularda uyuduğumun ayrımına vardım. Yazarımın ilk kitaplarından biri olan Yılanların Öcü adlı romanda adı ge çen Irazca nineden bir ayrımımın olmadı ğını düşünüp onu kendime örnek aldım. Aynı onun gibi dimdik durmaya, hakkımı vermeyen varsıl halıcıdan hakkımı almak için halıcıya karşı direnmeye başladım. Bu kadarı yeter mi? Amerikan Sargısı adlı ki tabındaki Köy bekçisi Temeloş gibi ince in ce düşünmeliydim, onun Amerikalılara ka fa tutuşuna bayıldım. Sağlık ocağında
kuy-Faklr Baykurt Akçaköy'de arkadaştan He, 1998.
ruğa girip aldığımız süt tozunu bebekleri mize içirirken Amerikalılara karşı eziklik ve gönül borcu duyduğumdan bir Ameri kalı görsem utanıp boynumu eğecektim. Oysa Amerikalıların önünde eğilmemem
G
erektiğini de bu kitaptan öğrenmiştim. Bu itabı da bir kez okumak yetmedi dönüp yine okudum. Kitapları okudukça kimse nin kimseden üstün olmadığını anlamak da içimi rahatlattı. Oysabizleri yetiştiren aile miz, çevremizdeki büyüklerimiz bize tam tersini öğretmişlerdi. El etek öpmemeyi çok çalışmayı öğreten bu kitapları okudukça yazarımı görmek ona yazdığım tüm mek tupları vermek için her gördüğüm insana onu sordum. Sorduğum insanlardan onun yerini bilen olmadı. Hapishanede değildi ama yine de onu bulmak benim için zordu. Onu göremememin üzüntüsüyle yıllar ge çip gidiyordu. Sonradan öğrendim, yurdu muzun birçok yerine sürgüne gönderilmiş ti. Daha sonra da Almanya’daki Türk işçi lerinin yaşamlarını inceleyip, yazmak için Almanya’ya yerleştiğini duydum. Onu gö rebilme umudum kalmamıştı. Burdurlu ya zarımı görüp kutlamak, boynuna sarılıp te şekkür etmek istiyorum olmuyordu. Çokf
eçmeden Almanya’da yazdığı kitaplan da ulup okumaya başladım.Almanya se vd a »
Yokluktan bunaldığım yıllarda Almanya işçisi olmak için çabaladığım günleri düşü nüyordum. Orada yaşayan işçilerimizin acı larını, özlemlerini okudukça Almanya sev dam geçip gitti. Almanya’da yazdığı kitap lardan biri olan “Yarım Ekmek” romanın daki Kezik Acar'ın başına gelenleri kah ağ layarak kah gülerek okudum. Yıllar bir bir geçti. 1997 yılında Fakir Baykurt’un Bur- dur’a konuşma yapmaya ve kitaplarını im zalamaya geleceğini bir hafta önceden duy dum. Ö bir haftayı zor geçirdim. Bir hafta sonunda imza günü sabah erkenden kalk tım.
Son yıllarda alabildiğim tüm kitaplarını çantama doldurdum. Oğullarımla Bur- dur’a vardığımızda kitaplarım imzalayaca ğı yapıda onu beklemeye başladık. Çok geçmeden yazarım göründü. Çevremi sım sıkı kuşatan baskılar yüzünden herkesin içinde ona şartlamadım. Şükür elini tutup sıkabildim. O heyecanla onun oturduğu masada tam karşısına oturdum. Ona yıllar dır sormayı düşündüğüm her şeyi sormaya başladım. H er sorumla şaşkınlığı biraz da ha artıyordu. “Aaaa bende izi bile kalma mış konularla ilgili sorular soruyorsun, çok sevindim. Sen benim hakkımda ne kadar çok şey biliyorsun?”
“Elbet bilirim yazdıklarınızı yutarak oku dum, kırk yıldır sizi arıyorum.”
“İşte buldun bundan sonra birbirimizi çokça görürüz.”
“Benim evim Çeltikçi’de.”
“Olsun bizim bir evimiz de Antalya’da oraya giderken sana uğrarız.”
Sevinçten her yanım titriyordu. Saygıde ğer yazarım sözünü tuttu; o günden sonra ne zaman Türkiye’ye gelse sevgili eşi Mu
zaffer ablayla birlikte evime geliyordu. H er gelişlerinde saaderce kitap okuyorduk. Bir gün onun için yazdıklarımı ortaya çıkar dım.
“Bunları yıllardır size yazıyorum ama eli nize ulaştıramadım alın götürün artık.”
“Hadi okuyalım neler yazmışsın?” Okudukça duygulanıp ikimizde ağladık. Ondan son raki gelişlerinde bana birçok ki tabını armağan etti. Yıllardır biriktirdiği kitaplarıyla kendi köyü Akçaköy’e kütüp hane açacağını söyledi. 1998 yılında bu is teğini gerçekleştirdi. Kitapların kolilerden boşaltılma işini gönüllü üsdendim. Tam iki gün yardımcı bir gençle kitap kolilerini bo şalttık.
Türkiye belgeseli
Yine 1998 yılında Papirüs Yayınevinin basmaya başladığı sekiz ciltlik Özyaşam öy külerini okumaya başladım. Önceleri bu kadar uzun özyaşam öyküsü nasıl olur di ye düşünürken baktım ki okunması kolay insanı oradan oraya sürükleyen bir Türki ye belgeselinin tam ortasında buldum ken dimi. Bu kitaplan okuyan birçok kişiyle ta nıştım hepsi de aynı kamdaydı. “Fakir Bay kurt kendini anlatırken birçok insanı, ola yı anlatıyor” diyorlardı. Ne yazık sevgili ya zarımız bu kitaplardan sadece birinin ba sıldığını görebildi. 20 yıldır yaşadığı Alman ya’nın Duisburg şehrinde 11 Ekim 1999
y ı
lında
yaşamını yitirdi. O benim için hiç öl medi ne zaman özlesem açıp bir kitabını okuyorum. Elliden fazla olan o güzelim ki taplardan sadece birini bulamadım. Bula madığım kitabı Bir Uzun Yol adlı şiir kita bıdır. Öteki şiir kitabının adım Ateş Diken leri koymuş.Canıma can katan yazarımın Tüm kitap larının adlarını Papirüs yayınevinde basılan kitapların baş sayfalarında görüyorum. Bir dakika boş zaman geçirmeyen yazarımın hapishanede bile durmadan yazıp kitaplaş tırmasını saygıyla anımsıyorum. Kendisi an latmıştı, Üstünü arayan hapishane görevli leri cebinde altı tane kalem bulunca şaşırıp “Nerene sokacaksın bunca kalemi?” de mişler. Bu sözleri düşünürken hâlâ içim sız lıyor. Aydınlarımız bundan sonra hiç acı çekmesin diyorum. Dileklerim hiç bitmi yor; insanlar çok okumalı, okuduğunu an lamadan o kitabı elinden bırakmamalı. Fa kir Baykurt’u okuyarak başladığım bu gü zel alışkanlıkla yurdumuzdan ve dünyanın birçok yerinden yazarların yazdıklarını okuyarak yaşamaya çabalıyorum.
Son yıllarda alabildiğim kitaplarımla ve oğullarımın yardımıyla Çeltikçi İlköğretim Okuluna bir kitaplık kurdum. Şu günler de de aşağı mahalledeki ilkokula kuracağım kitaplığı açmak için uğraşıyorum. Gönlü mü açan bu uğraşlarımın hepsi Fakir Bay kurt sayesinde oluyor. O nu Zincirlikuyu Gömütlüğüne son yolculuğuna uğurlarken Teşvikiye Camiinde tanıdığım birçok ya zardan bazılarıyla hâlâ haberleşiyorum. Ki tap sevdasıyla başlayan akrabalıkların ço ğalması dileğiyle yüreği sevgi dolu herkesi kucaklıyor, doyasıya öpüyorum. ■
S A Y F A 1 0 C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I 6 6 0