• Sonuç bulunamadı

Canıma can katan yazar:Fakir Baykurt

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Canıma can katan yazar:Fakir Baykurt"

Copied!
3
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

{* .î o*t^»

Türk edebiyatının ölmez

adlarından Fakir Baykurt, 11

EKİM 1999’daki ölümünden

önce yazıp yayınevine teslim

ettiği anıları, yazarın

programladığı biçimde sekiz

cilt olarak yayımlandı. Bunu

fırsat bilerek sevgili yazarımızı

bir kez daha anmak istedik.

BERTAN ONARAN

N

e demişti Nâzım Hikmet:

“Anlamak sevgilim,' anlamak gide­ ni ve gelmekte olanı. ”

Bütün yetilerimizi, yeteneklerimi­ zi evrenden ödünç aldığımıza inandığım için, hani şu çok övünmemize yol açan akı­ lı canlı cansız bütün varlık biçimleriyle pay- laşnğımızı sözle kanıtlayamasam da sezgisel olarak bildiğimden, öbür varlıkların “şu iki kapılı han aa nereden gelip nereye gittikle­ rini nasıl algılayıp yorumladıkları konusun­ da. onların yerine söz edemem: ama bizim­ kini kendimi bildim bileli merak ettim, çö­ züp anlamaya uğraştım, biçim değiştirene dek de uğraşacağım: İşim de, tadım da bu zaten.

Evreni ve yerküreyi, üzerindeki canlı can - sız varlıkları bir yere oturtabilmenin, bili­ yorsunuz iki yolu var: Ya her şeyi Olim­ pos’ta oturduldarı söylenen doğaüstü, do- ğadışı yaratıldara-yaratıcılara yuldemek ya da “anam yer, babam yağmur” diyebilenler arasında kalabilmek için dışardan gelen ke­ sintisiz koşullandırma sağanağına kafa tut­ maya çalışmak. İkinci kümedeki insanlar, her şeyin, tanıma, ölçüye gelmez bir “kara delik”te sıkışıp kalmış evrensel enerjinin, gunun,

i

başlanması”yla coluştuğuğuna inanırlar. Yetenekli insanlardan M arx’la Engels,

nün, anın birinde “padayıp genleşmeye .ngels ilksiz sonsuz enerji dönüşümünün özellik le insan dünyasındaki biçimlenmesi üzerin­ de durmuş, parayla simgelenen dirimsel enerjinin, insan emeğinin yarattığı değerle­ ri, sorunları irdelemişler.

Wilhelm Reich’sa, bununla yetinmemiş, evrensel enerjinin insan biçimine yapılana­ bilmesi için kaçınılmaz ilk işlev, cinsel işlev üzerinde çalışıp akıl yürütmüştür.

"Kızılca kıyam et"

Enerji dönüşümünün yeryüzünde canlı varlıkları oluşturmasından sonra, evrim, amip aşamasında kalsaydı, iş bir bakıma ya­ lın ve kolaydı: Sonsuza dek kendimizi ço­ ğaltır, sonraki evre’nin karmaşık sorunlarıy­ la yüz yüze gelmezdik. Ama evren ve evrim, çift eşeyli çoğalmaya geçmiş, dolayısıyla ka­ dınla erkeğin “çiftleşmesi” gerekmiş: Re- ich’ın açık seçik, güzelim, tutarlı anlatımı­ na göre “kızılca kıyamet” de bundan sonra kopmuş. M arx’la Engels gibi, Reich da, enerjinin asal özelliğinin “iş görmek” oldu­ ğunu eksiksiz algılamış; dolayısıyla, evrenin temeli, birbirine eklenen, sonsuza dek sü­ recek “işlevlerdir”, “işleyiş”tir demiş.

Bunun için de, evrensel enerjinin, canlı dünyasındaki biçimine “dirimsel enerji”, “örgensel enerji” anlamına “orgon” demiş.

Bu enerjinin Büyük Patlama’dan önce ve sonra sürüp giden halkalanması canlı dün­ yasında bizi başka bir kavrama taşımış: Ev­ ren birimlerinin sürekli birbirlerini oluştur­ ması, desteklemesi, kendine katması.

“Canlı varlığın ilk ve tek ereği, varolmak­ tır” der başka bir dirimsel enerji uzmanı, Henri Laborit.

İnsanların varolabilmeleri için, varlıklan- nı sürdürebilmeleri için, Reicn’m da belirt-tiği gibi, ilkin “çift olmaları”, “çiftleşmele­ ri”; ardından, oluşan basamaklı birimlerde, oymaklarda, kümelerde, uluslarda, sınıflar­ da, evrensel enerjinin varolan ya da emek­ leriyle yaratacaktan biçimlerini her bireyi, kümeyi, ulusu ayakta tutacak biçimde pay- laşmalan gerekmiş, gerekiyor. Bugün de bü­ tün sorunların temelinde o var: Tıpkı be­ dendeki kanserli hücre gibi, kimi birimler eldeki ya da yaratılacak enerjinin (toplum­ sal terimle, artı-değerin) hepsini, tüketeme­ yecekleri, varlıklarına hiç gerekli olmadığı halde, tek-ellerinde toplamaya özendiği için, başımız dertten kurtulmuyor.

Ölümünün üçüncü yılında anılarıyla yaşıyor

Fakir Baykurt'un

diinva serüveni

1950’den sonra Reich’ın açtığı yolda ara­ yıp araştırmayı sürdüren dirimsel enerji uz­ manlan, varolan ya da oluşan enerji birim­ leri arasındaki temel işlevi açıklamak üzere, matematikten, güdümbilimden (sibernetik­ ten) kimi kavranılan ödünç aldılar: Yapı, bütün, alt-bütün.

Evrensel bütünün sonsuz alt-bütünlerin- den biri, cansız diye adlandırmak şimdilik hoşumuza ve özüncümüze uygun düşen “canlılar”. Canlıların canlı kalabilmeleri için, Marx’tan bu yana, sanki yalnız insana özgüymüş sanıp saydığımız artan-enerjiyi paylaştırma, yeniden canlı dünyasına yatır­ ma işinde, önümüze tatsız bir çatal çıkmış: Yatırım ölüme mi, dirime mi olacak? Şim­ dilik öncelik ölümde, savaşta, silahta.

Bütün öbür “su yorumcudan” gibi Fakir Baykurt da bu temel seçimle yüz yüze gel­ diğinde, Atatürk’ün açtığı evrensel ışık ne-nüz yurdumuzu aydınlatırken, İnönü’nün, Hasan Ali Yücel’in, Tonguç’un sürdürdük­ leri tarlada yeşeren köy okullarında okuyup aydınlanabilme fırsatını bulabildiğinden, M arx’la Engels’i kuşkusuz tanıdığından, Wilhelm Reich’la H enri Laborit’yi hiç oku­ mamış olsa bile, alt-bütünler, toplumsal sı­ nıflar arasında elbet ezilenleri, dirimsel enerjileri çalınanları kucaklamış.

Bakın ne diyor, Papirüs Yayınları’nın -ne mutlu ki- basabildiği “Benli Yazılar” adlı ki­ taptaki “Ben” başlıklı yazıda:

“Besbelli ben hiçbir biçimde savaştan ya­ na değd, her zaman banştan yana bir yaza­ rım. Evler, köyler yıkılmasın, uyuyanların üstüne bom ba yağmasın, ulusların yolu,

köprüsü, barajı, enerji üretimlikle­ ri, öbür geçim kaynaklan körel- mesin, ulusların gücü insan sağlı­ ğına, muduluğuna kullandsın is­ terim. Bence bütün silahlar zarar­ lı, silah yapımına giden paralar zi­ yandır. Savaşlar çoğu zaman kom­ şu uluslar arasında oluyor. Bir akıl- sızlık yok mu bunda? Birbirine çay çorba içmeye, kafa çekmeye gidip gelecek, kızlarının oğullarının dü­ ğününü birlikte yapacak yerde, denizdeki, karadaki kaynakları birlikte işletip ülkelerindeki mut­ luluğu yükseltecek yerde savaşa tutuşmak sanımca aptallıktır.

Hele ucu dinselliğe varan mez­ hep savaşlarını hiç hoş görmem.

de yönetim olmaz. Dinde soru yoktur, din yönetimleri halka he­ sap vermez. Eleştiri yoktur. Din yönetimleri aydınların, hem de halkın kendderine yönelttiği, eleştirileri hoş görmez. Oysa insan yönetimini eleştirmeli, ona soru sormalıdır. Toplumların yönetimi akılla, bilimle olmalıdır. Dinde kuşku yok­ tur. Kuşku olmayınca akd başta eyleşmez, kuşku olmayınca bdim yapdamaz. Bu ne­ denle din kendi sınınna çekilmelidir. Ben dindar değilim, ama dindarlara saygım var. Dindarların da bana, benim gibdere saygı­ lı olması gerekir. Dindarın bana bir yaran var mı? Benim dindara bir zararım var mı? Kafaca geri kalmışlar dışında kimse bugün din yüzünden birbirleriyle uğraşmıyor. An­ cak halkına doğru dürüst abeceyi bde öğ- retememiş, bilimce yükselememiş toplum- larda bu yüzden hırgür var. Bizimse en az beş yüzyıllık eğitim açığımız bulunuyor. Ba- sımevini de üç yüz yd geç aldık. Bu neden­ lerle bocalıyoruz.

Erdem e kavuşmak

Son yıllarda birbiri ardından açtığımız üniversitelerin altı boştur diye kaygı duya- nm. Buralardan yetişen gençlerin niteliğini batı ülkeleri üniversitelerinden yetişen gençlerin niteliğiyle kıyasladığımda, bizim­ kilerin diplomayı aldıktan sonra da okuyup öğrenmeyi canla başla sürdürmesini gerek­ li bulurum. Değdse yapdan yollar üç gün sonra bozulur, köpriıler yıkılır, spor .saray­ ları çöker, doktorun ameliyat ettiği göz kör olur, ameliyat ettiği beyin mikrop kapar, hasta ölür. Politikaya atılanlar Meclis’e gir­ diğinde, hükümete seçilip devleti yönetme­ ce başladığında ortamı mafya kaplar, dev­ leti erdeme kavuşturmak zorlaşır.

Savaş çıkaran, çıkmış savaşları sürdüren

l

güçleri sürekli destekleyen kurumlann ba­ şında din de endüstri geliyor. Bir din, bir en­ düstri üzerinde durmuyor, genel konuşu­ yorum. Din günümüze gelinceye kadar her zaman hem savaşanları, savaştıranlan kut­ sadı. Karşı çıktığı binde bir, o da yarım ağız­ la oldu. Buyurganlar savaşa karşı çıkan din­ darları, din adamlarını ezdi. Öbürleri ses çıkarmadı, dayanışma göstermedi. Savaşa

ğd mi?

Ben, çok emekli aylığı alıp köşeye kıvrı- lacağıma, halkımız üstünde bu türden kül­ tür politikası uygulayanlarla, kadınlarımızı karanlıkta bırakanlarla savaşımı daha doğ­ ru bulurum.

Bir gün biz bu kafada olanlar, karşımız­ daki demagog takımını yeneceğiz, buna ina­ nıyorum. Önünde sonunda, hem yurdum­ da, hem dünyada savaşımı kazanacak Don Kişotlar takımında ben de bulunacağım. Değerimi bilen bilsin, bilmeyen ardımdan gülsün. Vız gelir, tırıs gider bana.”

Yukarıda anlattıklarım, imecenin, daya-nışma’nın son birkaç yüzyıldır sanıldığı, sa­ vunulduğu gibi “toplumsal”, “sınıfsal” - başka bir deyişle, alt-bütünsel-değil, “ev-rensel” olduğunu yeterince anımsatmıştır

1

Büyük sıkıntılar

Fakirin sağlam, şaşmaz bilinci, tutariılı- ;ı, kendisinin de açıkça bilip güzelim diliy- e kim bilir kaç kez anlattığı gibi, Atatürk’ün inanılmaz sezgisiyle yurdumuzun, bence bütün dünyanın “efendisi” saydığı “toprak insanları” üe, “köylüler” ile bağlarını, iliş­ kisini, etkileşimini koparmamış olmasından gelir. Ben yaştakiler “Kaplumbağalar’ı, za­ man içinde, birçok kez okumuştur elbet; kitabın başında, “Yılanların Ö cü”nden yo­ la çıkarak yapılmış filmin gösterimi sırasın­ da, Ankara Ulus Sinemasında yaşadıklan- nı özeder. Yapıtı, Ankara dolaylannda eği­ tim denetmenliği yaptığı 1962-1966 arasın­ da yazmış.

Bu yıllar, Fakir’in hem kitapları, hem top- lumsâl-siyasal etkinlikleri dolayısıyla art ar­ da soruşturmaya uğradığı, içeri tıkıldığı dö­ nem; hem bedensel-düşünsel olarak, hem parasal olarak büyük sıkıntılar çekiyor.

O güzelim sağlıklı imeceyi hiç aksatma­ dığı için, büyük ölçüde oluşturduğu “Kap­ lumbağalar”! Akçaköy’e gittiğinde, köydaş- lannı toplayıp okuyup anlatıyor, dahası ti­ yatro oyuncusu gibi canlandınyor.

Köydaşlan, elleri çenelerinde, kaşları ça­ tık, soylu bir ciddilikle dinliyorlar; okuma- canlandırma bittiğinde yaşananı şöyle anla­ tıyor Fakir:

“Etkilendiklerini görüyordum. Ellerini çenelerinden çektiler. Yüzüme ışıyan göz­ lerle bakıyorlar. Ben bitirince, komşumuz Haçça Akdoğan birden ayağa kalktı. Uya­ nık, açıkgöz bir anaydı komşumuz. îki kı­ zım Köy Enstitüsü’nde okutup öğretmen çıkartmıştı. Zorluklara, kahırlara katlanmış- tı. Ö bür komşulanmıza kıyasla görmüş ge­ çirmiş bir insandı.

“Sivrelt halam kalemini, sivrelt de yaz!” diye bağırdı. “İstemeyenlerin ağzına tükü­ reyim! Dünyada insanın sıkıntısı bir çanak bulgurla bir kuru ekmeğe mi? Topal eşeği­ me yükler, ben iletirim senin çocuklarına! Sivrelt kalemini, durmadan yaz! ”

“Uykusu kaçan köylülerim, “Yaz halam yaz! Yaz dayım yaz! Yaz emmim yaz! Paza­ ra kadar değil, mezara kadar yaz! ” diyerek dağıldılar.

Oturup yazdım: ‘Kaplumbağalar’, odur, onlanndır.

Acı, buruk bir roman oldu. Onu kentler­ de, kasabalarda oturup günlük işiyle uğra­ şan okuryazarlar, yumrukçu ya da nemege- rekçi aydınlar okuyacak. Belki de kapıla­ caklar, belki sıkılacaklar. Ama ben romanı­ mı asıl o akşam anamın geniş odasında bağ­ daş kurup beni dinleyen komşularımızın, dört mevsimi karanlık, bütün ömrü kömür olan köylülerimin okumasını, severse onla­ rın sevmesini, ıslıklarsa onların ıslıklaması­ nı isterdim. Yurdumun bir yazan olarak be­ ni en çok bu sevindirirdi.

Belki bir gün o da olur. Düşünüyorum, mutlaka olur.

Gün doğmadan neler, ne tosun kızlar, oğ­

lanlar doğar! ” ■ 1

(2)

Her adımı yazılmış Mı* yaşam!

ADNAN BİNYAZAR

M

ehmet Şeyda söylemişti; Tahir Alangu, Türkiye’de, romancıların ‘yazdıklarından çok yaşadıklarını’ önemli bulurmuş. Rahmetli Alangu’yu ilk katıldığım 1968 Türk Dil Kurultayı’nda görmüştüm. Uç ciltlik Çumhuriyet’ten Sonra Hikâye ve Roman, Ömer Seyfettin: Ülkücü Bir Yazarın Romanı adlı emek ürü­ nü yapıtlarını okumuş, onlardan yararlan­ mıştım. Bilgisi sağlam kişilerin havası var­ dı duruşunda. Fazıl HüsnüDağlarca, Beh­ çet Necatigil, Oktay Akbal, Orhan Hançer- fio ğlu, O rr ıan Şaik Gökyay gibi zamanın ünlü yazarlarının arasındaydı.

Roman ve öykü konusunda ciltlerce ki­ tap yazmış ünlü bir eleştirmenin bu yargı­ sı üzerinde uzun uzun düşünmüştüm. Baş­ ta Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf, Ha­ lide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosma- noğlu, Yaşar Kemal olmak üzere, nasıl olur da, edebiyatımızı etkilemiş yazarlara yaşa­ dıklarım yazdıklarından önemli bulurdu, Alangu?

S

enstitülerine adımını atmamış Ke- ir’in, Bozkırdaki Çekirdek’i, bir sü­ re orada öğretmenlik yapmış olan Alan- gu’nun anlattıkları üzerine yazdığı söyle­ nir. Söylenti de olsa; ortada, bir başkasının görüş ve düşüncesiyle roman yazan bir ro­ m ana, gerçeği saptırarak romancıyı yön­ lendiren bir eleştirmen vardı. Demek, Ke­ mal Tahir’in Köy Enstitülerini önyargılı yo­ rumlayıp değerlendirmesinin ardındaki ki­ şi Tahir Alangu’ydu. Yaşadıklarım yazdık­ larından önemli bulduğu, köy kökenli ya­ zarlar olabilirdi. Bu yönde sınırlandırılırsa, Alangu haklıdır. Gerçekten, köy kökenli yazarların yaşadıkları, yazdıldarının temel kaynağıdır. Dolambaçlı anlatımı gerektir­ meyen katı gerçekler onlann dilinde yalın­ lık kazanmıştır. Onlar, romanda gerçekle­ rin kurguya boğdurulduğunun, sorunların görmezlikten gelindiğinin bilincindeydiler. H ugo’yu, Sthendal’i, G orki’yi, Turgen- yev’i... okuyunca, edebiyatı kaynağından öğrenme olanağı bulmuşlardır.

Bozkırın ıfifi

Köy kökenli romancılar, öykücüler bir kentlinin kavramakta güçlük çekeceği sı­ kıntılardan gelmişlerdir. Bu, edebiyata ye­ ni bir bakış, ayrı bir değerlendirme anlayı­ şı getirmiştir. Hemen kamplaşma başlatıl­ mış, köyü konu alan romanlar ‘köy roma­ nı’ diye adlandırılmıştır. Son elli yılın ro­ manlarına bir iki örnekle bakıldığında, İn­ ce Memed dörtlüsünden Ortadirek, Ö l­ mez Otu, Yer Demir Gök Bakıra (Yaşar Kemal), Kaplumbağalara (Fakir Baykurt), Yorgun Savaşçı’dan Kemal Tahir), Bir D ü­ ğün Gecesi’ne (Adalet Ağaoğlu), Tutuna- mayanlar’dan (Oğuz Atay) Elma’ya (Enis Batur), Ahmet Altan’ın son romanı Aldat- mak’a... alınan yolun uzunluğu görülecek­ tir. Kaldı ki, Köy Enstitüsü kaynaklı Mah­ mut Makal, köyü, Hititler’den bu yana bi­ riken gerçekçi gözlem gücüyle yazdıktan sonra, kent romanı yazanlara da ayakları suya ermiştir. Bozkınn dilini bozkır mantı­ ğıyla biçimleyen Makal, Anadolu’yu yaban­ cılaştırılmış bir edebiyat beğenisiyle kavra­ maya çalışanların tıkanık yollarını, gerçek­ lerin üstündeki binyıllık toz katmanlarını kazır gibi açmıştır. Öndan sonra, yerli de­ ğil, ama yemlikle beslenen öz edebiyatımız doğmuştur. Dünyanın ilgilendiği bu edebi­ yattır.

Bu yazmın amacı romanımız üzerine ge­ nellemelerde bulunmak, kimi yazarlarca yazma kültürsüzlüğüne örnek gösterilen ‘köy romanı’ tartışmasına girmek değildir. 1970’lerin başında alevlenen tartışmanın, nice ağzı bozukların dilinde nasıl düzeysiz- leştirildiğinin tanığıyım. Ama, başta Mah­ mut Makal, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt ol­ mak üzere, Alangu’nun yaklaşımıyla, özel­ likle köyden yetişen yazarlar, Anadolu ya­ şamını romanın temel konusu yapmayı ba­ şarmışlardır. Bu, gelişen romancılığımızda kurgusuyla, dünya gülüşüyle, anlatı yönte­ miyle bir akımdır. ‘Yaşadıklarını yazma’

bağlamında Fakir Baykurt’un her yönden oylumlu Özyaşam’ı, yaşanılanların nasıl ro­ man boyutu kazandığının iyi bir örneğidir. Roman, öykü, deneme, masal, şiir, anı... yazdıklarının sayısı elliyi aşıyor Baykurt’un. Sekiz ciltten oluşan Özyaşam’ı(l) ise, ‘di­ kenler arasından çıkıp gelmiş’(2) bir yaza­ r a , yaşadıklarını öykülerle, gözlemlerle de­ ğerlendirmeleridir, ‘bir hayalın romanı’dır. Edebiyatımızdaki onca ‘hâtırat’ gözden ge­ çirildiğinde, sanırım Baykurt’un Özyaşam’ı onların en oylumlusudur.

■Nehir rom an'

Alangu’nun yargısı Fakir Baykurt’a yö­ nelik olarak da doğrudur; Baykurt, yaşamı­ nı yazınca, kendi deyimiyle, ortaya bir ‘ne­ hir roman’ çıkmıştır. Fakır Baykurt’un Öz- yaşam’ı(3), çocukluğundan başlayıp yurtdı­ şı deneyimleriyle sonuçlanan serüvenleriy­ le ilgi yaratan bir roman olmuş. Bu uzun an­ latıda, doğal olarak odak kişi Fakir Bay- kurt’tur; ancak, okuyanlar Baykurt’un ya­ şamından çok gözlemlerine, bakışını yö­ nelttiği olay ve kişilere ilgi duyacaklardır. Öyle la, kimi yerlerde, anılarına karışan ki­ şiler, Fakir’in dipten dibe iğneleyen ince alaylı diliyle birer öykü kahramanı oluyor. Baykurt, kişi ayırt etmeden, abartıya kaç­ madan, -çoğu sıradan- insanın yazılacak yanlarını buluveriyor. Bir ressamın yapuğı portre gibi, kişiler kaleminin çizimiyle kim­ lik kazanıyor. Avrupa’nın ortasında da köy insanını Anadolu’daki gibi konuşturarak üstün yeteneğini gösteriyor. Bu bağlamda, ‘anı’nın sınırlarını aşarak ‘özyaşam’ diye ni­ telediği hayatının romanını yazmış oluyor. Anı, aydınlık bir bellek, özyaşam ise, iyi bir gözlem ve doğru yargılama gücü gerektirir. Baykurt’un anlatısı, bir anı-özyaşam kay­ naşması oluyor. Yaşam bir tanıklıktır. Fa- kir’in gözden en çok kaçırmak istemediği budur. Bu tanıklıkta yer, insan, olaylar sü­ rekli değişir. Bu değişimi izliyor Fakir. Her koşulda, insana Sthendal’m aynasını tutu­ yor. Yazdıkları yalnızca anı ya da özyaşam olarak kalmıyor; ayna, eğitim dünyamızın bütün evrelerini de içine alıyor. Özyaşam böylece kişiselliği aşan bir boyut kazanıyor.

Bunun böyle olması gerekir. Çünkü, Fa­ kir Baykurt toplumun ‘en altı’ndan gelip Türk eğitim tarihine adını yazdırmış bir öğ­ retmendir, gerçekçi bir yazar. Tüm olanak­ sızlıklara karşın kendini yoksulluğun ka­ ranlıklarından kurtarmış, Köy Enstitüsüne adımını atarak aydınlığın yolunu bulmuş­ tur. Almanya’daki öğretmenliğinin dışın­ da, yurdumuzda şöyle rahat soluklu bir öğ­ retmenlik yapamamıştır, öğretmenliğinin her aşamasında önüne engeller çıkartılmış­ tır. Ama hiçbir zaman yılmamış, gazeteler­ de, dergilerde yazdıklany-

la, gittiği yerlerde çocuk­ larla kurduğu iletişimle, bir toplum öğretmeni gibi davranmıştır. Öğretmen­ lik, Amerika deneyimleri, TÖS Genel Başkanlığı, Kültür Bakanlığı’nda da­ nışmanlık, tutuklanmalar, baskılar... derken, Fakir Baykurt, Türk eğitim tari­ hinde aydın kıyımının sim­ gesi olmuştur. Rahat solu­ ğu Almanya'nın Duisburg kentinde almıştır.

Baykurt, adı Mahmut Makaklarla, Yaşar Ke­

mal’lerle, Orhan Kemal’lerle anılan bir ya­ zardır. Toplumu kavrayıp yorumlamasında üstün yatıları vardır. Yazarlığı, -yazınsallı- ğın yarattığı beğeniyi sloganlara yedirme­ den-, durağan bir eylem olarak algılama­ mış, bir düşünceyi beyinlere yerleştirmenin aracı saymıştır. Yılanlara Ö cü n d e hak ara­ ma bilincini yerleştirirken, Amerikan Sargı- sı’nda, çürük temeller üzerine oturtulan toplumdaki köksüzlüğü irdelenmiştir. Kap­ lumbağalar, örgütlenmiş bir toplumun ne­ ler yapabileceğinin, Tırpan, insanın eylem- sel gücünün öyküsüdür. 12 Mart sonrasın­ da Fakir Baykurt yalnızca çok tutulan bir ro­ mancı olmamış, gelişen düşüncelerin de önünde yer almışnr. Egemenler bu yüzden onun varlığından rahatsızlık duymuşlardır. Sekiz ciltlik Özyaşam’ında buruan sergili­ yor, yaşadıklarının, gözlemlerinin çözümü­ nü yapıyor. Eleştirinin nesnel ölçüsünü top­ luma uygularken, kendini bunun dışında tutmuyor.

B a yk u rt un dünyası

Yurdumuzda da, yurtdışında da Fakir Baykurt’u çok yakından izleme olanağı bul­ dum. Hemen hemen aynı zamanlarda, Fa­ kir Duisburg’da, ben Berlin’deydim, ilişki­ miz hep sürdü. Yapağı çalışmaları bitirme­ den ortava çıkarmazdı. Sanırım, en yakın­ larına bile duyurmadan yazıp durduğu ça- lışmalan olmuştur. Benim, yazıda metni te­ mel aldığımı bilirdi. Yazdığımı göze hoş gö­ rünecek biçimde kâğıda aktarmamı, metin üzerinde dil çalışmalarına girişmemi över­ di. Fakir kimseye kapalı değildi; ne yaptığı­ nı görürdünüz; ama ne düşündüğünü kes­ tiremezdiniz. Kenan Evren’in de katılacağı­ nı öğrenince, çok saygın bulduğu Alman Cumhurbaşkanı’nın davetine katılmamıştı. O zamanlar için ‘kahramanlık’ sayılan bu olayı bile çevresine duyurduğunu sanmıyo­ rum; yakınında olmama karşın ben kitaptan öğrendim(4). Belki yaşadığı olayların etki­ siyle, yüreği ağzında değildi, duygularının gemini elinde sıkı tutardı. Öylesine renk vermediği anlar olurdu ki, içtenliğinden kuşkuya kapılabilirdiniz. Kendi ürettiği mantık telleriyle örüp içine girdiği bir dün- ası vardı. Bu dünya hem açıktı, nem kapa- ydı. Bunu bilir, dünyasının dışında kalma­ ya çalışırdım. Özyaşam’ının daktiloya çekil­ miş ilk iki cildini bana yollamasından çok gönenmiştim. Kendi içinde dönenip üreten iyi bir yazarın, yazdıklarını okumamı iste­ mesi, dışarıya taşırmadığım sevinçler yarat­ mıştı içimde. Okuyup görüşümü bildirme­ mi istiyordu. H er işimi bırakmış, bu ilk iki cildi okumuştum(5). Fakir yaşarken, a y ra ­ nları ‘fazlalık’ saymış, göriişlerimi bir mek­ tupla bildirmiştim ona. Ölüm, ne yazık ki,

Akçaköy'de karısıMuzaffer, torunu Onur ve teyzesi Zeynep hanım ile(üstte). Ağlusun'da Az- ime Korkmazgıl’ın evinde Saffet Uysal, Feridun Andaç ve Semih Poroy’la...

can aldığı gibi, insanın açıklama hakkını da yok ediyor. Özyaşam’ının tümünü okuyun­ ca, o zaman fazlalık saydığım ayrıntılara ne denli önemli olduğunu, şimdi anlıyorum. Ayranlar, onu kişi olarak da, yazar olarak da apaydınlık ediyor.

Ayrıntının önemini belirtmek amacıyla, bu konu dışına çıkarak bir gözlemimi yan­ sıtmak istiyorum: Türk Tarih Kurumu’nun o dönemdeki Genel Müdürü Uluğ İğde­ mir, orada çalışuğım yıllarda, Enver Ziya Karal’m Heyd’den çevirdiği Yakındoğu Ti­ caret Tarihi’nin gelişen Türkçe yönünden gözden geçirilmesi görevini bana vermişti. Gücüm ancak ‘agleb-i ihtimâl’ (büyük ola­ sılıkla) türünden kimi sözcüklerin yerine Türkçelerini koymaya yetmişti. Çünkü, ki­ taptan, kendi ölçüme göre yalnızca ticare­ tin ne anlama geldiğini öğrenmekle kalma­ mış, büyük bir tarihçinin gerçekçi üslubuy­ la da karşılaşmıştım. Ayrıntının ne denli önemli olduğunu da bu çalışma öğretmişti bana. Yorumların yanında, kimi zaman ger­ çeğin aydınlığını, bir kâğıt parçasına yazıl­ mış veriler yansmyordu. Galata’da kaç ko­ nut var, Cenevizliler nerelere yerleşmişler­ di, kim kiminle nasıl bir ticaret ilişkisi kur­ muştu, neler alıp satmışlardı, b u n la ra mik­ tarı ne idi?.. Koca ticaret tarihi, bu sorunla­ rın yanıtlan üzerine kurulmuştu. Bir ara, Aziz Nesin’in küçük cep kâğıtlan yayımlan- mışu Papirüs dergisinde.

Nesin’in o gün neler yapmak istediği, ne­ ler alıp verdiği, nerelere gittiği, neyin ne ka­ dar tuttuğu yazılıydı o el kadar kâğıdarda. Bir yerlerde yitip gitmediyse, bir gün, o ‘par- çacıklar’ın(6) yazarın birçok yönüne ışık tu­ tacağı kesindir.

Ayrıntriann önemi

Şimdi, Baykurt ü n , -henüz yayımlanma­ mış Dost Yüzleri (Portreler)’inin dışında-, 2907 sayfa tutan Özyaşam’mı okurken ay­ r a n la r a önemini daha iyi anlıyorum. Nes­ nel değerlendirme alışkanlığından yoksun oluşumuzdan dolayı, Köy Enstitüleri’nin de hep aydınlık yüzünü görmüşüzdür. Orada öğrencilerin çektiği çilelerin anlaülması ‘kö­ tüleme’ sayıfmışur. Böyle olduğu için de, iyi-kötü tartışmasından öteye tek adım atıl­ mamıştır. Sorun, saman alevi gibi parlamış, arımda da sönmüştür. Orada okuyanlara ‘doğuştan suçlu’ sayılmalarının nelere mal olduğu, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Talip Apaydın, Fakir Baykurt, Dursun Ak- çam, Pakize Türkoğlu gibi yazarlara başı­ na gelenlerden bellidir. Gözlerinizin önüne genç Fakir Baykurt’u, okuma dünyasınm iri gözlerini daha da büyülterek açan bir dördüncü sınıf (lise 1) öğrencisini getirin. Güçbela ele geçirdiği kitabı, yüzüne ‘gaze­ te çekerek’ okuyor. Yeni gelen müdür ‘ağız dil milliyetçisi’; görevi, ‘hamasi’ söylevlerle beyin yıkamak. Kimi öğretmenler öğrenci­ lerine korkarak kitap önerirken, kimileri öğrencilerin neler okuduklarını, yönetime bildiren gönüllü casuslardır. Öğretmeni Görgü Karamuz’un ağzından siyasal orta­ mı şöyle çiziyor Baykurt:

“Okumanı, yazmanı boşlama sen. Dikka­ ti elden hiç bırakma. Enstitüler üstünde ka­ ra bulutlar dolaşıyor. Denge uzmanı ağırlı­ ğım güçlüden yana koydu. Halk Partisi’nin içindeki sağ güçlendi. Bunlar D P’den de sa­ ğa oynuyor. Ölayın içinde USA var. Bizi O r­ ta Doğu’da Sovyeder birliği’ne karşı kul­ lanmak istiyor. Türkiye Sovyetler’in yanın­ da mı, USA’nın yanında mı yer alsın? Bu ay­ rı konu. En kötüsü kişiliksiz olmaktır. Yük- sek Köy Enstitüsü kapatıldı. Geri bırakılmış yoksul bir ülke şimdi kapitalizm yanında yer alıyor. İşçilerden, köylülerden yana akımlar yasaklanıyor. Sol düşünceye, sol ya­ zma kilit vuruluyor. Köy Enstitüleri Dergi­ si kapatıldı. Meclis’te Fontamara romanı üstüne tartışma oldu. Hakkı Tonguç bir öğ­ retmene: ‘Oku da üzerinde konuşalım,’ de­ miş. Bir genel müdür, öğretmenlerden biri­ ne, falanca kitabı oku, üzerinde konuşalım diyemez mi? Ne var bunda? Yurtta şimdi böyle saçma bir ortam oluştu. Türkiye’nin tek sorunu antikomünizm oldu. Sanki sos- yalisder yurdu Sovyeder Birliği’ne satıvere- cek! Basma böyle bir anlayış egemen. Mil­ li Eğitim dar görüşlü bir grubun eline geç­ ti. Kendine dikkat et...”(7)

Okuduğu Enstitüde geçen öğrenciliğinin ‘yansını cennet yansını cehennem’ sayan Baykurt, bu alıntıda 1946/47 yıllarının Köy

(3)

Enstitüler için kâbusa dönüşen ortamını çi­ ziyor. Benim öğrenim gördüğüm 1950-56 döneminde de çağdaş kitaplar, Varlık vb. dergiler yasaklanırken, öğrenciler o zama­ nın sağ-faşist dergileri Orkun ve Komü­ nizmle Mücadele’ye, zorunlu abone edil­ mişti. Gövde güzeli bir müdür, neler oku­ duğumu saptamak için, güleç yüzlü öğren­ cileri bulup, okuma evim olan ağaç altları­ na gönderiyordu. Amacını önceden sezip eşek sudan gelinceye kadar dövdüğüm öğ­ renci, casusların sonuncusu olmuştu.

Köy Enstitüsünü bitirmek, cehennemden kurtulmak gibi bir şeydi. Öğretmen, cehen­ nemin harlı ağzıyla köyde karşılaşıyorduk).

Eğitimsel çöküş

Yıl 2002; değişen ne? Politika adına, kül­ tür adına ortada birtakım cici beyler dola­ şıyor. Edebiyat alanında da bu cici beyler­ den çok yar. Halk nerede? Halk yok! Bay- kurt'un Özyaşam’ı, yok edilmiş bir halkın; batağa saplanan, kurtuluşu olmayan eğitim­ sel bir çöküşün öyküsüdür. Devlet okulları ‘yardım’ diye alınan ianeyle ayakta kalma sa­ vaşımı veriyor. Okulun önünden geçen ana- bab a soyulmaktan korkuyor. Elverişli okul­ lara paralı olanlar gidiyor. Nice değer, para­ sızlıktan dolayı dağda çobanlık bile yapamı­ yor. Köylerden kendere, ucunu hiç küdeş- tirmediği kalemiyle, halkın gerçeğini anlat­ maya çalışan Fakir’in yokluğu bu ortamda ne büyük yokluk! Elini kolunu bağladılar; o diyeceğini dedi. Görev verdiler; görevini yerine geürememesi için ellerinden ne ge­ lirse yaptılar. Çocukluk, delikanlılık, Ana­ dolu’nun en uç köşesinde öğretmen­ lik,'TÖS’te öğretmen kitlesine öncülük, genç denecek yaşta emeklilik... ve gurbet yurdunda bir fakir Baykurt!

Gurbetin ne olduğunu bilen bilir. Fakir Baykurt daha çok bildi. Kitabına koyduğu adla, gurbet yalnızca ‘sıladan uzakta’ olmak değildir. H er şeyi yitirip, bilinmeyen ortam­ larda yeni bir hayat kurmaktır. Yuva yap­ mak isteyen kuşun bile gagasında bir dal parçası olur da, gurbete çıkanın olmaz. Fa­ kir Almanya’ya gittiğinde dalsız budaksız- dı. Özyaşam’ının 7. kitabı olan Sıladan Uzakta, o yoklukta nasıl bir varlık yarattığı­ nın öyküsüdür. Sıladan uzakta yaşadı, ama, insanımızın oralarda yarattığı Anadolu’nun havasını soludu. Özyaşam’ını yazıp bitir­ mek için gece demedi gündüz demedi ça­ lıştı. Acele işi olanların telaşıyla, kaleminin hız tanımaz yolunda yürüdü. Bu, ‘ölüm’le yanştı. ‘Ölüm’le yarışı Fakir kazandı. Elimi­ zin altındaki yüzlerce sayfalık özyaşam, ro­ manlar, öyküler, denemeler, şiirler, masal­ lar... bu dünyadan ‘Fakir’ diye gelip geçen büyük sanatçının onur tacıdır. ■

(1) Fakir Baykurt’un ‘Özyaşam’ diye belir­ lediği anı, gözlem ve değerlendirmeleri 1. Özüm Çocuktur (302 s.), 2. Köy Enstitülü Delikanlı (351 s.), 3. Kavacık Köyünün Öğ­ retmeni (487 s.), 4. Köşe Bucak Anadolu (458 s.), 5. Bir TÖS vardı (535 s.), 6. Genç Emek­ li (352 s.), 7. Sıladan Uzakta (422 s.) adlarıy­ la Papirüs Yayınlannca yayımlanmıştır. Sekiz ciltlik dizinin sonuncusu ise aynı yayınevin- ce Dost Yüzleri (Portreler) adıyla yakında çı­ kacaktır.

(2) Fakir Baykurt, Benli Yazılar, Papirüs Yayınları, İstanbul 1998, s. 11.

(3) Yedi cilt 2907 sayfa tutuyor. Herhalde Dost Yüzleri (Portreler) ile 3500 sayfa dolay­ larında olacak bulacak...

(4) Sıladan Uzakta, S. 351-353.

(5) Özyaşam’ınm ilk biçimi olan bu taslak üzerinde daha sonra çalışmış, yayımlanan bi­ çim ortaya çıkmıştır. Fakir Baykurt, yazdık­ larım bir kompozisyon ödevi düzeltir gibi ye­ niden gözden geçirdi. Yaptığı, tam bir dil iş­ çiliği idi. Köygöçüren’i yazmadan önce, bel­ ki bir iki metrekare tutan büyük bir kâğıda, bir yazı mimarı gibi, romanın planını çıkar­ mıştı. Onun bu yazma özeninden çok yarar­ lanmışındır. Bir yazımda ‘Köy Enstitülü Ağabey’ dediğim Fakir Baykurt’un, tutarlı ve özenli çalışmalarıyla çok yazara örnek oldu­ ğu bilinmelidir.

(6) Aziz Nesin kâğıt atmazdı. Ters çevirip kullandığı zarfları görünce, onun bir santi- metrakarelik kâğıdı bile değerlendirdiğine in anmışım dır.

(7) Özyaşam 2: Köy Enstitülü Delikanlı, s. 188.

(8) Mahmut Makal, Bizim Köy (Güldike- ni Yayınları, Ankara 2000); Animsi Acımsı (Güldikeni Yayınları, Ankara (1996).

Canıma can katan yazar: Fahir Baykurt

BİRNUR ŞENER

S

evgili Cumhuriyet okurları merhaba!Canıma can katan yazar diye baş­ lık koyduğum bu yazıyı yazmak için bilgisayarımın başına oturduğum şu an ak­ lımda dolanan sözleri sıraya nasıl dizeceğim diyerek heyecanlandım. Azıcık düşününce heyecanımın yerini coşku aldı, içimdeki se­ vinç çocukluk günlerimdeki şenlikleri

bay-Kitap ekinde bir yazımın yayımlanacağını duyalı elim ayağıma dolanıyor.

Değerli yazarımız Fakir Baykurt’u anlat­ maya nereden başlayacağımı düşünürken içimin coşkusu artıyor. Kendi kendime gü­ lüyorum. “Kendi kendine gülene “deli” derler!” Ama sîzler bana “deli” demeyin. Sesimin beni bilenlere, bilmeyenlere ulaş­ ması ne güzel!

Sekiz yaşındayken diş çektirmek için git­ tiğim berberde ününü duyup, kırk sekiz yaşında yüzünü görebildiğim Burdurlu ya­ zar Fakir Baykurt’un kitaplarını bulup oku­ maya başladığım yıllar, onun ve birçok ya­ zarımızın hapislerde tutulduğu yıllardı. Bir kadının aklına güvendiği yazarının hapisha­ neye konulduğunu radyodan duyunca na­ sıl üzüldüğünü bilenler çoktur, ya da ben öyle sanıyorum. Gece yarısı uykularımdan zıplayarak uyanıp tutunacak bir dal, derdi­ mi anlatacak bir insan bulamamanın acısı­ nı çok yaşadım. Gece gündüz yanaklarımı avuçlayıp düşünüyordum. Sevgili yazarı­ mın, onun gibi bir çok yazarm, şairin, ay­ dın insanların ne suçu vardı acaba? Yazdık­ larından elime geçenleri okuyorum; kimse­ nin malında canında gözleri yok! Yazdık­ larıyla benim gibi okutulmayan, üstelik ço­ cuk yaşta gelm edilen binlerce kadına, yi­ ne binlerce erkeğe çok çalışmayı doğru dü­ şünmeyi öğreten bu insanlar neden hapis­ teler? Fakir Baykurt Burduğumuzdan ol­ duğundan en çok onun hakkında bilgi edinmeye çalışıyorum, sorup soruşturuyo­ rum. Binlerinin namusuna mı el uzattı? “Yok öyle bir şey” diyorlar. Avuçlarımın ateşi yanaklarımı yakıyor; eli kolu bağlı oturmak ne zor.

Sevgili yazarım

Yine aynı günlerde aydınların en çok da öğretmenlerin kitaplarının toplatıldığını duyuyoruz. Eşimin, tanıdığı bir öğretmen kitaplarını bizim evde saklamamızı istiyor. Kitaptan güzel emanet mi olur? Eşim bir gün sevine sevine eve geldi, elindeki koca­ man torba kitaplarla doluydu. O günden sonra çoğu Fakır Baykurt’un olan kitapla­ rı doya doya, döne döne okudum. O zama­ na kadar bolca kitap bulup okuyamayan bir kadınken, bir anda dünyam değişti. Bir gün radyodan haberleri dinlerken Fakir Baykurt ve bir çok arkadaşının berat edip hapishaneden çıktıklarını duydum. Yattık­ ları yanlarına kâr kalmıştı.

Bu arada çok akıllı olduğunu duyup yıl­ larca ona yazıp atamadığım mektupları yaz­ mayı da hiç bırakmadım. Kitapları oku­ dukça yaşama bakışım da değişti; dünya ki­ taplarda saklıymış iyice anladım. Okuduk­ ça direncim arttı, kimseleri ezmemeyi ezil­ memeyi öğrendim; kısacası canıma can ka­ tıldı. Sevgili yazarım Fakir Baykurt’un ki- yla tattığım okuma serüvenini daha taplarıylı

başka bi

başka bir çok yazarın kitaplarıyla sürdür­ düm. O n dokuz yaşında okumaya başladı­ ğım Baykurt’un kitaplarından bilmediğim bir çok olayı, bildiğimi sandığım olayların benim bildiğim gibi olmadığını öğrendim. Derin uykularda uyuduğumun ayrımına vardım. Yazarımın ilk kitaplarından biri olan Yılanların Öcü adlı romanda adı ge­ çen Irazca nineden bir ayrımımın olmadı­ ğını düşünüp onu kendime örnek aldım. Aynı onun gibi dimdik durmaya, hakkımı vermeyen varsıl halıcıdan hakkımı almak için halıcıya karşı direnmeye başladım. Bu kadarı yeter mi? Amerikan Sargısı adlı ki­ tabındaki Köy bekçisi Temeloş gibi ince in­ ce düşünmeliydim, onun Amerikalılara ka­ fa tutuşuna bayıldım. Sağlık ocağında

kuy-Faklr Baykurt Akçaköy'de arkadaştan He, 1998.

ruğa girip aldığımız süt tozunu bebekleri­ mize içirirken Amerikalılara karşı eziklik ve gönül borcu duyduğumdan bir Ameri­ kalı görsem utanıp boynumu eğecektim. Oysa Amerikalıların önünde eğilmemem

G

erektiğini de bu kitaptan öğrenmiştim. Bu itabı da bir kez okumak yetmedi dönüp yine okudum. Kitapları okudukça kimse­ nin kimseden üstün olmadığını anlamak da içimi rahatlattı. Oysabizleri yetiştiren aile­ miz, çevremizdeki büyüklerimiz bize tam tersini öğretmişlerdi. El etek öpmemeyi çok çalışmayı öğreten bu kitapları okudukça yazarımı görmek ona yazdığım tüm mek­ tupları vermek için her gördüğüm insana onu sordum. Sorduğum insanlardan onun yerini bilen olmadı. Hapishanede değildi ama yine de onu bulmak benim için zordu. Onu göremememin üzüntüsüyle yıllar ge­ çip gidiyordu. Sonradan öğrendim, yurdu­ muzun birçok yerine sürgüne gönderilmiş­ ti. Daha sonra da Almanya’daki Türk işçi­ lerinin yaşamlarını inceleyip, yazmak için Almanya’ya yerleştiğini duydum. Onu gö­ rebilme umudum kalmamıştı. Burdurlu ya­ zarımı görüp kutlamak, boynuna sarılıp te­ şekkür etmek istiyorum olmuyordu. Çok

f

eçmeden Almanya’da yazdığı kitaplan da ulup okumaya başladım.

Almanya se vd a »

Yokluktan bunaldığım yıllarda Almanya işçisi olmak için çabaladığım günleri düşü­ nüyordum. Orada yaşayan işçilerimizin acı­ larını, özlemlerini okudukça Almanya sev­ dam geçip gitti. Almanya’da yazdığı kitap­ lardan biri olan “Yarım Ekmek” romanın­ daki Kezik Acar'ın başına gelenleri kah ağ­ layarak kah gülerek okudum. Yıllar bir bir geçti. 1997 yılında Fakir Baykurt’un Bur- dur’a konuşma yapmaya ve kitaplarını im­ zalamaya geleceğini bir hafta önceden duy­ dum. Ö bir haftayı zor geçirdim. Bir hafta sonunda imza günü sabah erkenden kalk­ tım.

Son yıllarda alabildiğim tüm kitaplarını çantama doldurdum. Oğullarımla Bur- dur’a vardığımızda kitaplarım imzalayaca­ ğı yapıda onu beklemeye başladık. Çok geçmeden yazarım göründü. Çevremi sım­ sıkı kuşatan baskılar yüzünden herkesin içinde ona şartlamadım. Şükür elini tutup sıkabildim. O heyecanla onun oturduğu masada tam karşısına oturdum. Ona yıllar­ dır sormayı düşündüğüm her şeyi sormaya başladım. H er sorumla şaşkınlığı biraz da­ ha artıyordu. “Aaaa bende izi bile kalma­ mış konularla ilgili sorular soruyorsun, çok sevindim. Sen benim hakkımda ne kadar çok şey biliyorsun?”

“Elbet bilirim yazdıklarınızı yutarak oku­ dum, kırk yıldır sizi arıyorum.”

“İşte buldun bundan sonra birbirimizi çokça görürüz.”

“Benim evim Çeltikçi’de.”

“Olsun bizim bir evimiz de Antalya’da oraya giderken sana uğrarız.”

Sevinçten her yanım titriyordu. Saygıde­ ğer yazarım sözünü tuttu; o günden sonra ne zaman Türkiye’ye gelse sevgili eşi Mu­

zaffer ablayla birlikte evime geliyordu. H er gelişlerinde saaderce kitap okuyorduk. Bir gün onun için yazdıklarımı ortaya çıkar­ dım.

“Bunları yıllardır size yazıyorum ama eli­ nize ulaştıramadım alın götürün artık.”

“Hadi okuyalım neler yazmışsın?” Okudukça duygulanıp ikimizde ağladık. Ondan son raki gelişlerinde bana birçok ki­ tabını armağan etti. Yıllardır biriktirdiği kitaplarıyla kendi köyü Akçaköy’e kütüp­ hane açacağını söyledi. 1998 yılında bu is­ teğini gerçekleştirdi. Kitapların kolilerden boşaltılma işini gönüllü üsdendim. Tam iki gün yardımcı bir gençle kitap kolilerini bo­ şalttık.

Türkiye belgeseli

Yine 1998 yılında Papirüs Yayınevinin basmaya başladığı sekiz ciltlik Özyaşam öy­ külerini okumaya başladım. Önceleri bu kadar uzun özyaşam öyküsü nasıl olur di­ ye düşünürken baktım ki okunması kolay insanı oradan oraya sürükleyen bir Türki­ ye belgeselinin tam ortasında buldum ken­ dimi. Bu kitaplan okuyan birçok kişiyle ta­ nıştım hepsi de aynı kamdaydı. “Fakir Bay­ kurt kendini anlatırken birçok insanı, ola­ yı anlatıyor” diyorlardı. Ne yazık sevgili ya­ zarımız bu kitaplardan sadece birinin ba­ sıldığını görebildi. 20 yıldır yaşadığı Alman­ ya’nın Duisburg şehrinde 11 Ekim 1999

y ı­

lında

yaşamını yitirdi. O benim için hiç öl­ medi ne zaman özlesem açıp bir kitabını okuyorum. Elliden fazla olan o güzelim ki­ taplardan sadece birini bulamadım. Bula­ madığım kitabı Bir Uzun Yol adlı şiir kita­ bıdır. Öteki şiir kitabının adım Ateş Diken­ leri koymuş.

Canıma can katan yazarımın Tüm kitap­ larının adlarını Papirüs yayınevinde basılan kitapların baş sayfalarında görüyorum. Bir dakika boş zaman geçirmeyen yazarımın hapishanede bile durmadan yazıp kitaplaş­ tırmasını saygıyla anımsıyorum. Kendisi an­ latmıştı, Üstünü arayan hapishane görevli­ leri cebinde altı tane kalem bulunca şaşırıp “Nerene sokacaksın bunca kalemi?” de­ mişler. Bu sözleri düşünürken hâlâ içim sız­ lıyor. Aydınlarımız bundan sonra hiç acı çekmesin diyorum. Dileklerim hiç bitmi­ yor; insanlar çok okumalı, okuduğunu an­ lamadan o kitabı elinden bırakmamalı. Fa­ kir Baykurt’u okuyarak başladığım bu gü­ zel alışkanlıkla yurdumuzdan ve dünyanın birçok yerinden yazarların yazdıklarını okuyarak yaşamaya çabalıyorum.

Son yıllarda alabildiğim kitaplarımla ve oğullarımın yardımıyla Çeltikçi İlköğretim Okuluna bir kitaplık kurdum. Şu günler­ de de aşağı mahalledeki ilkokula kuracağım kitaplığı açmak için uğraşıyorum. Gönlü­ mü açan bu uğraşlarımın hepsi Fakir Bay­ kurt sayesinde oluyor. O nu Zincirlikuyu Gömütlüğüne son yolculuğuna uğurlarken Teşvikiye Camiinde tanıdığım birçok ya­ zardan bazılarıyla hâlâ haberleşiyorum. Ki­ tap sevdasıyla başlayan akrabalıkların ço­ ğalması dileğiyle yüreği sevgi dolu herkesi kucaklıyor, doyasıya öpüyorum. ■

S A Y F A 1 0 C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I 6 6 0

Referanslar

Benzer Belgeler

Aşağıdaki sayıların (sırasını değiştirmeden) aralarına sadece +, -, x veya / sembollerini koyarak ve istediğiniz kadar parantez kullanarak 100 elde edebilir

0| Neden resim — Fikret bey, gazetecilik ten sonra söz edeceğiz,.. önce resim

Manço için yapılan törende eşi Lale Manço, oğulları Doğukan ve Batıkan, Kurtalan Ekspres grubundaki.. müzisyen arkadaşları Bahadır Akkuzu, Ahmet Güvenç ve İzzet Ö z,

Hukuk İzmir şi­ mal mıntakası heyeti merkezi yesi «İstanbul’da miting heye ti başkanlığına ve gazetelere» aşağıdaki telgrafı çekmiştir: I «Sevgili

Bunlardan başka da İtalyan operaları, operetleri, Fransız operaları, varyeteleri, Mösyö Kaznöv gibi beynelmilel hokkabazları Fürsi gi­ bi meddahları yine; bugün

Adana’da lise öğrencilerinde yapılan çalışmada üst sınıflarda eğitim gören öğrencilerin hepatit B hakkında bilgi düzeyinin, daha alt sınıflarda eğitim

trosophic k¨ umelerle esnek k¨ umeleri birle¸stirerek, aralık de˘gerli neutrosophic esnek k¨ ume kavramını verdi ve bu kavram u ¨zerinde bazı cebirsel i¸slemler

In contrast to other tumor suppressor genes, the two most common mechanisms for loss of p16/CDKN2 function are homozygous deletion and loss of transcription associated