• Sonuç bulunamadı

Bir hanedan boğuldu

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Bir hanedan boğuldu"

Copied!
8
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

SANDIKTAN

Bir Hanende Boğuldu*

NAHİT SIRRI

Hüseyin Sait efendi artık ellisine varmış bulunsa gerekti. Sakalını büyük bir itina ile kumrala boyadığından senelerin tabiî gittikçe artırdığı aklar belli oluyordu. Lâkin, yüzün derisi gevşemiş, kırışıklıkları artmış, gözlerin feri azalmıştı. Kendisi aslen Manisalı idi. Otuz yıl önce İstanbula gelmiş ve çok geçmeden şöhreti dillerde destan olarak elinden büyük servetler gelip geçmişti.

Yıllar ve yıllardan beri Istanbulun hangi konak ve ya yalısında bir “Alemi âp!” kurul­ ması kararlaşsa, üç dört gün önceden Hüseyin Sait efendinin Fatihteki evine mutlaka ha­ berler yollanır, günü söylenerek;

— Aman, devletlû paşamız saadethanelerinde bir âlem eyliyecekler. Hassaten teşrifiniz bekleniyor. Beraberinize kimleri almak isterseniz bildirin, denirdi.

Hüseyin Sait efendinin Fatihteki evi, debdebe ve ihtişam cihetinden vezir konaklarile boy ölçüşecek halde idi. Cömertlik ve âlîceaplık itibarile de kendisine değme vezir yetişe­ mezdi. Hattâ, bu fazla semahatından dolayı, iki haremde evlâdı üzülüp sıkılıyor, günün bi­ rinde kendisi hayata gözlerini kapayınca bugünkü saltanatın yerinde yeller esmesinden korkuluyordu. Fakat onun servet ve itibarını temin eden yegâne şeyin, sesinin fevkalâdeli­ ğini kaybetmesi ve müzayıkanın bu yüzden başgöstermesi ihtimali ailesinin bir kere olsun hatırına gelmiş değildi.

Hüseyin Sait efendinin o nefis ve muhteşem sesine yıllar sanki hiç bir şey yapmaya muktedir değillerdi. Ve bu ses bütün kudret ve ihtişamile onun hayatının son demine ka­ dar baki kalacaktı.

Zaten bu emniyet ve kanaat sade Hüseyin efendinin haremlerde çoluğunda değil, devrin padişahile bütün ricalinde de mevcuttu. Ve hanendenin misilsiz sesine en son yıllar içinde biraz zaaf, biraz kırıklık, biraz yorgunluk gelmiş olsa bile bunu hiç kimse fark etmi­ yor, edemiyordu. Koca İstanbulda tabiî bir çok hanende daha vardı, bunların içinde gür ve güzel sesliler, cidden ustalar vardı. Ve tabiîdir ki bunlar türlü hırs ile yanıyor, binbir kin ile tutuşuyorlardı. Fakat nekadar nekadar kıskanırlarsa kıskansınlar ve yanarlarsa yansınlar, hiç birinin değil, onu geçtiğini lâkın ona yaklaştığını iddiaya dahi cüreti yoktu.

Ve yıllar böyle geçiyordu. Kışın muhteşem saray ve konakların divanhanelerinde, yaz­ ları sahilsaray ve yalıların pencereleri sulara açılmış sofalarında veya Boğazı yükseklerden seyreden koruların içlerinde Hüseyin Sait efendinin davudi ve emsalsiz sesi yükseliyor, ya­ nıp ah ediyor, ve derin ateşli ahlar ettiriyordu.

Sonra, bir Temmuz gecesi, oldu.

★ ★ ★

Boğaziçinin on dördüne varmış aydan düşen binbir ışıkla güya ki şerapa elmastan bir libasa bürünüp tatlı rüyalara daldığı bir Temmuz gecesi oldu. Devrin padişahı Üçüncü

Se-* Öykünün Yedigiiti dergisindeki yazımına uyulmuştur. N. S. Ö rik’in imzası dergide olduğu gibi “Nahit Sim ” olarak kullanılmıştır.

(2)

SANDIKTAN T T >

Bir Hanende Boğuldu*

NAHİT SIRRI

Hüseyin Sait efendi artık ellisine varmış bulunsa gerekti. Sakalını büyük bir itina ile kumrala boyadığından senelerin tabiî gittikçe artırdığı aklar belli oluyordu. Lâkin, yüzün derisi gevşemiş, kınşıklıklan artmış, gözlerin feri azalmıştı. Kendisi aslen Manisalı idi. Otuz yıl önce İstanbula gelmiş ve çok geçmeden şöhreti dillerde destan olarak elinden büyük servetler gelip geçmişti.

Yıllar ve yıllardan beri İstanbulun hangi konak ve ya yalısında bir “Alemi âpî” kurul­ ması kararlaşsa, üç dört gün önceden Hüseyin Sait efendinin Fatihteki evine mutlaka ha­ berler yollanır, günü söylenerek;

— Aman, devletlû paşamız saadethanelerinde bir âlem eyliyecekler. Hassaten teşrifiniz bekleniyor. Beraberinize kimleri almak isterseniz bildirin, denirdi.

Hüseyin Sait efendinin Fatihteki evi, debdebe ve ihtişam cihetinden vezir konaklarile boy ölçüşecek halde idi. Cömertlik ve âlîceaplık itibarile de kendisine değme vezir yetişe­ mezdi. Hattâ, bu fazla semahatından dolayı, iki haremde evlâdı üzülüp sıkılıyor, günün bi­ rinde kendisi hayata gözlerini kapayınca bugünkü saltanatın yerinde yeller esmesinden korkuluyordu. Fakat onun servet ve itibannı temin eden yegâne şeyin, sesinin fevkalâdeli­ ğini kaybetmesi ve müzayıkanın bu yüzden başgöstermesi ihtimali ailesinin bir kere olsun hatınna gelmiş değildi.

Hüseyin Sait efendinin o nefis ve muhteşem sesine yıllar sanki hiç bir şey yapmaya muktedir değillerdi. Ve bu ses bütün kudret ve ihtişamile onun hayatının son demine ka­ dar baki kalacaktı.

Zaten bu emniyet ve kanaat sade Hüseyin efendinin haremlerile çoluğunda değil, devrin padişahile bütün ricalinde de mevcuttu. Ve hanendenin misilsiz sesine en son yıllar içinde biraz zaâf, biraz kırıklık, biraz yorgunluk gelmiş olsa bile bunu hiç kimse fark etmi­ yor, edemiyordu. Koca İstanbulda tabiî bir çok hanende daha vardı, bunların içinde gür ve güzel sesliler, cidden ustalar vardı. Ve tabiîdir ki bunlar türlü hırs ile yanıyor, binbir kin ile tutuşuyorlardı. Fakat nekadar nekadar kıskanırlarsa kıskansınlar ve yanarlarsa yansınlar, hiç birinin değil, onu geçtiğini lâkin ona yaklaştığını iddiaya dahi cüreti yoktu.

Ve yıllar böyle geçiyordu. Kışın muhteşem saray ve konakların divanhanelerinde, yaz­ ları sahilsaray ve yalıların pencereleri sulara açılmış sofalarında veya Boğazı yükseklerden seyreden koruların içlerinde Hüseyin Sait efendinin davudi ve emsalsiz sesi yükseliyor, ya­ nıp ah ediyor, ve derin ateşli ahlar ettiriyordu.

Sonra, bir Temmuz gecesi, oldu.

* * ★

Boğaziçinin on dördüne varmış aydan düşen binbir ışıkla güya ki şerapa elmastan bir libasa bürünüp tatlı rüyalara daldığı bir Temmuz gecesi oldu. Devrin padişahı Üçüncü

Se-* Ö ykünün Yediğim dergisindeki yazımına uyulmuştur. N. S. Ö rik’in imzası dergide olduğu gibi ''N ahit Sim ” olarak kullanılmıştır.

(3)

IMAHİT SIRRI

limin Kandillide yeni yaptırdığı sahilsarayda o gece ilk defa bir âlem tertip edilmişti. Ken­ disi de musikîşanas ve bestekâr olan hünkâr, en giranbaha Hint şalları kaplı ve inciler örü­ lü yastıklara dayanmış, sedirde oturuyordu, yerde küçük şilteler üstüne diz çökmüş vezir­ ler vardı. Padişahın tam karşısında, yüksekliği âdeta onunkine müsavi bir ikinci sedir üze­ rinde de Hüseyin Sait efendi oturmuş bulunuyordu. Ve hünkârın önünde, bir halka halin­ de vezirler bulunduğu gibi, Hüseyin Saidin önünde ve halka halinde de on iki sazende yer alıp bir peşrev çalıyorlardı. Bu peşrev son ahenklerine gelmişti, birden bestesi başlıyacak ve bu besteyi Hüseyin Sait efendinin eşsiz sesi peşten söyliyecekti. Peşten söyliyecek, hemen hep peşten devam edecekti. Çünkü o artık sesinin ferih fuhur yüksek perdelerde gezemi- yeceğini biliyor, pest bir sesle birçok makamlarda gezip dolaşma usulünü takip ediyordu. Ve kemal ve hünerin son haddine erişen bu pest ses öyle mestediyordu ki, bunun inhitat­ tan ve gittikçe artmaya mahkûm bir âcizden ileri geldiğini daha hiç kimse takir etmiyor, farkeylemiy ordu.

Hüseyin Sait bu sefer de öyle yaptı. Ağır, pest bir sesle söylüyordu. Fakat bu sefer, o şarkının tam meyanında iken dışardan, denizden gelen harikulade bir seda, yaşlı hanende­ nin sesini boğazına tıkadı ve mehtabın ışığı altında koyu nefti renklere bürünen bütün dağlarile Boğaziçinin her tarafı bu yeni sesin, gür ve muazzam sesin güneş gibi ışıklar saçan kudreti altında ürperip gaşyoldu.

Bu ses, hem pek yakından, pencerelerin âdeta altından geliyor ve çalınan havayı ma­ hûrdan şarkıyı söylüyordu. Ve Hüseyin Sait efendi bu şarkıyı ağır ağır, yavaş yavaş sanki misilsiz bir ipek şala sarup gûya ki, uyutmak üzere söylerken, ayni şarkı bu yeni sesle insa­ nın kararını alan, coşturup alevlendirerek sürükliyen bir mahiyet ve kudret almıştı. Saz hâ­ lâ devam ediyor, fakat artık Hüseyin Sait efendinin sesi duyulmuyordu. Hüseyin Sait efen­ di sükût etmişti; bu genç ve gümrah, bu coşkun ve muazzam sesle şöhret ve zaferinin bü­ tün binası sanki göçmüştü.

Üçüncü Selim:

— Şarkı söyleyen adamı hemen getirin! Diye emir verdi.

El pençe divan duran Enderun ağaları koştular, bir iki dakika sonra da huzura bir deli­ kanlı getirdiler. Levent bir gençti. Sırtında lâcivert çuhadan sade bir elbise vardı ve açık kumral bıyıklan belli ki, ancak bir yıl evvel terlemişti. Fakat küçük bıyıkları kumral oldu­ ğu halde gözleri siyahtı ve siyah gözlerinde sim siyah alevler yanıyordu. Yüzü de sapsarı idi. Hayatının en mühim dakikasını yaşadığını anladığı ve bu dakikayı kullanış tarzile bü­ tün ömrünün bir başka nizam alabileceğini takdir ettiği halinden pek âşikârdı. Yapma bir hiddetle sultan bağırdı:

— Nereden çıktın? Pencerelerin kenarına yaklaşarak şarkı söylemiye, bizi rahatsız edip meclisimizi bozmıya nasıl cüret edersin?

(4)

NAHİT SIRRI

— Sesimi şevketlû hünkârıma duyurmak istedim. Ancak bir suç işledisem, sesimi şev- ketlû hünkârıma beğendirmedisem, emir dışarda kellemi uçurtmak için gelir, beni huzura davet için gelmezdi.

Sultanın dudaklarına gelen hafif tebessüm, kumral bıyıklarile sakalının arasında belirsiz kaldı. Ve Selim parmaklan uzun beyaz elinin yumuşak ve yavaş bir hareketile karşıdaki se­ diri, Hüseyin Sait efendinin yanını gösterdi. Yaşlı hanendenin yüzü ölü rengi bağlamıştı ve elleri zanğır zangır titriyordu. Hattâ, ilk önce huzurdan kovuluyor, kalkıp gitmesi em­ rediliyor sanmıştı. Hem kadirşinas, hem de çok nazik bir padişah olan Üçüncü Selim’in kovmadığını anlayıp kalkmadı, gitmedi. Evet, padişah kovmuyor, lâkin yanma, tam yanı­ na bu yeni gelen, denizden gelen adı sanı meçhul delikanlıyı oturtuyordu...

O geceden itibaren sarayda alıkonulan yeni hanende Hüseyin Sait efendideki usul ke­ maline tabiî henüz sahip bulunmuyordu. Ve Hüseyin Sait kendisine ders vermekle tavzif edildi. Bu yeni gelen ondaki bütün usul mükemmeliyetini elde ettikten sonra kendisini belki saraya sokmıyacaklar, büyük konaklardan, mükellef yalılardan istemiyeceklerdi.

Saraya alınan genç hanendenin ismi Mahmut Celâldi ve kendi de Nüzhet adlı bir ha­ nendenin oğlu idi. Şehirde bu Nüzhetin adını ve sesini hatırlıyanlar yok değildi, bir za­ manlar payitahtın en kibar saz ve işret âlemlerinde hayli parlamış, fakat Hüseyin Sait mey­ dana çıkarak şöhret ve muvaffakiyetin son haddine birdenbire erişince, onun karşısında ezilmiş, sıra hanendeleri arasında kalmıya da tahammül edemiyerek İstanbuldan ayrılmış, taşralarda dolaşıp birkaç yıl birkaç valinin dairesinde yaşamıştı. Kısa bir evlilik hayatından sonra ölen karısının yegâne yadigârı olan Mahmut Celâl de bu kararsız hayatın son yılla­ rında beraberinde bulunmuş ve delikanlı on beşin geldiği zaman babası Yozgattan ayrıla­ rak yine İç Anadolunun yeşilliklere bürünmüş, böyle küçük ve ölgün bir kasabaya Kırşe- hire çekilmişti. İki ay evvel ölümüne kadar, yani tam altı yıl, orada münzevî yaşamışlardı.

Ve bu müddet içinde o adam bütün vaktini oğlunun fevkalâde olacağından emin bu­ lunduğu sesini terbiye etmiye hasretmişti. Hayatının son yıllarını böyle küçük ve ölgün bir kasabaya hapsetmesi ise gencin sesi bütün kudret ve kemalini bulmadan farkedilerek oku- mıya mecbur bırakılmaması, ziyan edilmemesi için o güneş sesin birden görünerek bütün şa’şaâsile birden tutuşup yakmasını temin için olmuştu.

Evet, oğlundaki sesin bütün şa’şaasile, birden görünüp yakan bir güneş gibi yükselip coşmasını istiyordu. Ve Celâlin eski ve muzaffer rakibi yenecek, çiğneyebilecek hale gel­ miş bulunduğuna hükmettiği gün, Kırşehirden ayrılıp Istanbula geleceklerdi. Ne çare ki, ânî zuhur ederek kendisini ölüm döşeğine seriveren bir hastalık, pek yaklaştığından artık emin olduğu bugünü kendi gözlerde görmesine imkân vermedi, ve hastalığının üçüncü gecesi oğluna dedi ki:

(5)

NAHİT SIRRI

Kendim seninle beraber gitmeyi çok isterdim, ne fayda ki ecel bırakmıyor. İstanbula git, Hüseyin Saitten intikamımı al. Onu mağlup ettiğini, şöhretini yıkıp bitirdiğini, onun da bir köşeye atıldığını öğreninceye kadar bana mezarımda rahat yatmak nasip olmıyacak!

Baba, bugecenin sabahında ölmüştü ve Mahmut Celâl kendisini defnedip hemen Kır- şehirden ayrılmış, yirmi bir günde İstanbula varmıştı. Vardığından üç gün sonra Kandilli sarayında bir âlem yapılacağını öğrenince de, yenmiye yemin ettiği adamın sesini bir kere uzaktan duyup dinlemek ümidile bir kayığa binerek Boğaza açılmış, bu köye kadar gel­ mişti.

Allahın cenneti Boğaziçinin dünya üzerine bütün sihrile ve füsunile getirdiği emsalsiz bir gece idi. Sahilsarayın pencerelerinden akseden ışıklar denizin sularında yangınlar yap­ mışa benziyor ve gittikçe daha fazla sokulmak isteyen hesapsız kayık halkasının sarayı pek yakından sarmasına muhafızların emirleri, takdir ve tehditleri ancak bir dereceye kadar muvaffak olabiliyordu.

Uzun bir saz faslından sonra bir şarkı sarayın pencerelerinden süzülüp denizde yayılın­ ca, kayıklar arasından yükselen hayran sözler bu şarkıyı söyleyenin Hüseyin Sait olduğunu Mahmut Celâle haber verdi. Ve bir dakika, delikanlı büyük bir dikkat ve hem de takdir ile dinledi. Ses hakikaten fevkalâde güzel ve usta, fakat yorgun ve azdı. Ve Mahmut Celâl, âdeta muhakemesini kaybettiren bir heyecan içinde, cenge hemen ve derhal girmiye karar vererek, sesinin en yüksek perdesinden başlayabileceği bir yerde uzaktaki meclise iştirak ediverdi. O zaman, küçük bir hayret ve itirazı müteakip bütün kayıklarda mutlak bir sü­ kûn hüküm sürmeye başlamış, az sonra kendisini saraya çağırtan padişah da babasının inti­ kamını tamamen alabilmek üzere usulünü daha mükemmelleştirmesi maksadile kendisine zavallı rakibini hoca tayın etmişti.

Fakat aradan yedi sekiz ay geçtikten sonra Mahmut Celâlin artık kimseden ders almıya bir ihtiyacı kalmamış bulunuyordu.

★ ★ ★

Üç civan oğlunu birden evlendiren sadrazam paşanın Bebekteki yalısında, bu münase­ betle fevkalâde bir âlem oluyordu ve fevkalâde bir iltifat olarak padişahın da geldiği bu âlemde, her iki hanende tabiî hazırdılar. İkisinin de sırtında sadrazamın daha akşamdan ih­ san ettiği birer nefis kürk vardı ve açık sarı renkteki bu eş kürkler içinde yanyana oturur­ larken, Hüseyin Saitin hep ayni sanya boyalı sakalile yüzü hazin, yorgun ve perişan, fakat Mahmut Celâl her zaman genç, güzel ve muzaffer görünüyorlardı.

Hüseyin Sait artık bu geceden, bu Mayıs gecesinden sonra hiç bir şey söylememeye karar vermiş bulunuyordu. Bu gece, bu Mayıs gecesi, bütün kudret ve maharetini göstere­ rek rakibinden daha üstün kaldığını, hâlâ daha üstün olduğunu isbat ettikten sonra artık susacak, artık sesi bir daha hiç yükselmiyecekti.

(6)

Vakit bir hayli ilerlemişti. Ve bütün saz heyetinin iştirakile çalınan bazı fasıllardan son­ ra, her makamdan geçmek şartile hemen daima en pes perdelerde gezerek söylediği uzun bir gazelde Hüseyin Sait efendi o rütbe muvaffak oldu ki, içi altın dolu al atlas bir kaseyi Üçüncü Selim ona doğru firlatıp atarken:

— Yaşa Sait! Seni galiba hiç kimse aşamayacak! Diye Bağırdı.

Gözlerinden birden yaşlar saçarak o zaman Hüseyin Sait yer öptü. Artık bu iltifatın bir eşini daha kazanamıyacağından korktuğu için bundan sonra hiç bir şey söylememiye karar verdiğini arzetti. Pek fazla heyecana düştüğü için meclisten dahi çıkmaya müsaade niyaz etti ve Üçüncü Selim ricayı küçük ve hayli mahzun bir tebessümle başını yavaşça sallaya­ rak kabul edince Hüseyin Sait bir daha yer öpüp teşekkür ederek huzurdan ayrıldı.

★ ★ ★

Ağalar kendisini tahsis edilen odaya götürmüşlerdi. Deniz üzerinde olan bu oda, âlem yapılan divanhaneye yakın bulunduğu için saz sesleri çok güzel duyuyordu. Ve kendisi ay­ rıldıktan sonra hiç bir şey olmamış, hiç bir şey geçmemiş gibi iki saat daha süren ahenk es­ nasında her geceden güzel söyliyen rakibi Mahmut Celâle ayni alkışların, hayır daha coş­ kun ve daha çılgın alkışların esirgenmediğini duyuyor ve her şarkının sonunda mutlaka yükselen bu alkış sesleri yüzüne sanki birer şamar olup iniyordu.

Saz sesi nihayet durdu, sonra denizden karışık gürültüler geldi perdeleri aralıyarak ba­ kınca, Hüseyin Sait hemen bir gemi kadar uzun bir saltanat kayığının, içinde meşaleler tu­ tulan dört başka kayık ortasında ilerlediğini, Topkapı sarayına dönecek hünkârı bir kuş sü- ratile İstanbula doğru uçurduğunu gördü. Daha sonra, bu çok uzun ve narin kayıklar, si­ yah bir gece içinde uyuyan Boğazın sathı üstüne çıkmış büyük ve esrarlı balıklar gibi dört köşeye yayıldılar.

Meclis bitmişti ve soyunmamış bulunan Hüseyin Sait, eline bir şamdan alıp dışarı çıka­ rak, dehlizde ilk rasgeldiği bir ağadan Mahmut Celâlin nerede bulunduğunu sordu.

Delikanlının odası oracıkta idi ve odasına henüz giren Mahmut Celâl, isminin söylen­ diğini içerden duyarak kapıda göründü. Gözleri hemen bir yıl evvel Kandilli sarayındaki büyük divanhaneye ayak attığı geceki kadar sıcak ve derin bir ateşle yanıyordu.

Zaferi artık o kadar kat’î idi ki, kinsiz ve gurursuz, tevazula sordu: — Ne var, ne istedin baba?

Hüseyin Sait onu ellerinden tutmuştu:

— Tebrik ederim oğlum, bu gece her geceden mükemmel söyledin, dedi.

— Siz daha mükemmel söylediniz. Bu gece sizin eriştiğiniz sanat kemaline varmak için benim daha yıllarca beklemem ve çalışmam gerek!

(7)

NAHİT SIRRI

ğın ne hükmü, ne değeri olur? Hem ben sade kendim söylememiye değil, hiç bir söyleye­ ni de artık dinlememeye karar verdim. Istanbuldan da gideceğim. Muhakkak ki beni artık hiç görmeyeceksin. Fakat şimdi senden bir ricam, son bir ricam var.

Öteki:

— Estağfurullah, emret, dedi.

— Seni bir kere daha, son defa olarak dinlemek isterdim. Fakat elbette burada olamaz, burada artık sesler kesildi, herkes yattı. Zaten sazendelere lüzum yok. Yalnız senin sesini istiyorum. Bu ses ilk önce kulağıma denizden gelmişti. Son defa olarak yine denizde dinli- yeyim. Bak, nerede ise sabah olacak. Bir kayık hazırlatıp açılalım. Bu sefer padişahın vezir­ leri için değil, yerini tamamen sana bırakan bu ihtiyar için söyle!

Kesik kesik cümlelerle, heyecandan göğsü inip yükselmeye başlayarak söylemişti. Ve kararında o kadar kat’î bir adam edasile rica etmişti ki, delikanlı itiraz edemedi, kabul etti. Zaten bu gecenin ve bu son konuşmanın heyecanından sonra, şimdi döşeğe girse de gözü­ nü uyku tutmayacaktı. Hemen hazırlanılan bir kayığa ikisi yalnız binerek Boğaza açıldılar. Hüseyin Sait dümende hareketsiz oturuyordu ve zaten çocukluğunu kısmen Karadeniz kenarında geçirmiş olan delikanlı hemen küreklere geçmişti. Hisarları arkalarında bırakıp Kanlıca koyuna kadar geldikleri vakit genç adam gittikçe yükselen bir sesle hicazdan bir şarkı okımaya başladı.

Bir Temmuz gecesi sanılacak kadar sıcak bir gece idi ve denizin sularında en hafif kı­ pırtı yoktu. Rumeli ile Anadolu kıyılarının dağlarına çöken karanlıklar yavaş yavaş hafifle­ meye ve bazı hatlar gecenin içinden sıyrılıp belirmiye başlıyordu.

Bütün tabiat derin bir uykuda iken Mahmut Celâlin sesi perde perde yükseldi ve Kan­ lıca koyunun sayısız bülbülü bu sesle şevke gelerek ötmiye koyuldu.

Ses yükselmiş yükselmiş, sonra daha pest makamlarda dolaşmıya başlamıştı. Uzaklarda türlü akisler yaparak esrarlı şekillere giriyor ve bülbüllerden bu akislere çılgın mukabeleler geliyordu. Sonra birden ses de, akisler de sustu ve Kanlıca koyunda yalnız bülbüllerin bel­ ki mütecessis ve endişeli söyleşmeleri kaldı. Çünkü ihtiyar hanende bir kaplan çevikliğile birdenbire genç rakibinin üzerine atılmıştı ve belki o dalgın ve kendinden geçmiş bir hal­ de şarkı söylerken şaşıp dona kalmış, kendini müdafaa edememiş, levent vücudu ve genç kudretile mağlup olmuştu.

Mahmut Celâlin naşını iki gün sonra sular tâ Salacak sahillerinde karaya attılar. Boy­ nunda derin tırnak izleri vardı. Ve ihtiyar hanende rakibini bütün kuvveti ve tekmil hınci- le boğarken kayık da devrilmiş, kendisi balıkçılar tarafından kurtarılıp çıkarılmıştı. Bu kur­ taranlar Beykozlu köylülerdi. Uzaklarda hemen her gece gibi balık beklerken misilsiz sesi duyarak o sesin geldiği tarafa doğru ilerlemiş, fakat Kanlıca koyuna kayık devrildikten son­ ra yetişebilmişlerdi.

(8)

NAHİT SIRRI

Hüseyin Sait efendi ne o gece, ne ondan sonra yaşadığı kısa müddet içinde ağzım açıp tek lâkırdı söylemedi. Zekâmn en hafif izi kalmıyan fersiz gözlerle etrafina bakmaktan baş­ ka hiç bir hayat eseri göstermedi. Bundan dolayı da, işin hakikati hemen tamamen meçhul kaldı. Yani onun denizde kendisine şarkı söylemesini Mahmut Celâlden rica ettiği sırada delikanlıyı öldürmeye karar vermiş olup olmadığı, yoksa kayıkta sesin ihtişamından da­ marlarında son bir çılgın ateş yanarak mı rakibine saldırdığı anlaşılamadı.

★ ★ ★

Ve yeni bir fevkalâde ses yetişip duyuluncıya kadar, birkaç yıl İstanbulun mükellef saz ve işret meclisleri sönük oldu ve her birinde Hüseyin Saidin arkasında bıraktığı mazinin misilsizliğile beraber, Mahmut Celâlin tahakkuk edememiş istikbalinden hasret ve hüzün­ le bahsedüdi.

232

Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

Ayrýca aslýnda bir kýta olan bu oldukça büyük kara parçasýnýn nasýl çok kýsa süre içinde Pasifik Okyanusu'nun ortasýnda göründüðünü ve daha sonra yine oldukça

 Postop ateşi 40.7 C ve hipotansif, arrest, ex.. Gözlemde kötü kokulu

 Postop 19.günde bacağında giderek artan şişlik, ağrı, hassasiyet, kızarıklık.  Clexan 0,6 ml yapılarak

Tüm risk gruplarında öncelikle zarar vermeden akılcı ve etkin tedavi

• 1Ü mevcut olduğu, yollanacağı söylenmiş, bu arada arrest olan hasta CPR’a

Üstün yetenekli öğrenciler için uyguladıkları sınıf içi öğretim etkinlikleri ile ilgili görüşleri nelerdir.. Sınıfın içi öğretim etkinliklerinde yaşadıkları

• Alfred Binet’ten büyük ölçüde etkilenmiş olan Terman, Binet’in geliştirmiş olduğu ilk zeka testini revize ederek, William Stern’in formüle etmiş olduğu IQ kavramını

Örneğin Joseph Renzulli’nin ortaya attığı Üç Halka Kuramında üstün zekayı ortalama üstü genel veya özel yeteneğin, yaratıcılığın ve motivasyonun