• Sonuç bulunamadı

Firarından ölümüne Yılmaz Güney'in sırları 11:Paris'te film şirketinin ortasında Yılmaz beni yumrukluyor!

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Firarından ölümüne Yılmaz Güney'in sırları 11:Paris'te film şirketinin ortasında Yılmaz beni yumrukluyor!"

Copied!
1
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

m 1

Yayına hazırlayan: Zeynep ORAL

Artık Yılmazla tiyatro oynuyor gibiydik. Acılı gününde görevi

gülümsemek olan sirk palyaçoları gibiydik. Sesi başka düşleri

başka öğrenciler gibiydik...

“Şimdi dağa çıksam, peşimden onbinlerce insan gelir”

diyordu. “Film çekmek için dağa çıkarsan, evet gelirler,

ama örgüt kurmak için gelmezler” diyordum...

Paris’te film şirketinin ortasında

Yılmaz beni yumrukluyor!

atoş ve çocuklar için

Paris Emniyet Müdür- lüğü’nden aldığımız Fransa oturum vizele­ ri 15 Ocak 1982’de bit­ mişti. Hem bu konuyu çözmek, hem de filmi stüdyoya götürmek i- çin, ocak sonunda, bir­ likte Paris’e gitmeye karar verdik. Yılmaz Paris’te olaca­ ğımız günlerde bazı kişilerle de gö­ rüşmek istiyordu. Birincisi, Fran­ sa'nın sayılı film prodüktörlerinden olan ve “Sürü” filminin Fransa işlet­ mesini de yapan “MK2”nin patronu

Maıin Karmitz’di.

( ...)

28 Ocak Perşembe günü Paris’te erkenden kalkıp, oteline gittim. Yıl­

maz daha da erkenciydi! Tıraşlı, te­

miz - pak giyinmiş, kahvaltı odasma inmişti bile. Hangi dilde olduğunu, kendisinden başka kimsenin bilme­ diği sözcüklerle, mimiklerle, otel ça­ lışanlarıyla arkadaşlık bile kurmuş­ tu. Sanki kim olduğunu biliyormuş- çasına ona özel ilgi gösteriyorlardı. Kahvaltı odasma girdiğimde, otur­ duğu masadan kalkıp, “Abi günay­ dın!” diye kucaklayıp öpüştük, otu­ racağım sandalyeyi çekip, oturmamı işaret etti. Aynı sıcaklıkta şakalarla, “Evet... bugünkü plannnız abi... em­ ret!” diye konuşmalarım sürdürdü.

O gün sabahtan, Paris Emniyet Müdürlüğü’ne gidip, Fatoş ve çocuk­ ların pasaportlarında biten oturum izinlerini uzatacaktık. 15.30’da ise,

Marin Karmitz ile Rue Traversie-

re’deki şirketi “MK2”de randevu­ muz vardı. Yılmaz, “Ben otelde kala­ yım; biraz dinlenir, biraz dolaşırım. Siz gidin; öğlen burada buluşuruz!” dedi. Yalnız bırakmamak için yanın­ da kalmak istediğimi de kabul etme­ di, “Yok sen Fatoş’un yanında kal! O kaybolmasın, bana bir şey olmaz!” diye espri yapıp, yine üçümüzle de kucaklaşıp odasma çıktı.

Paris Emniyet Müdürlüğü’nün “Nötre dame Kilisesi"ne bakan yan kapısındaki nöbetçi polise, Emniyet Genel Müdürü M aurice Lacos- te’nin, kartını gösterdiğimde, bekle­ meden içeri geçip. Lacoste’nin oda­ sının oldu­

ğu sekreterliğe çıktık. Odasındaki kısa bir görüşme sonrasında, emni­ yet müdürü bizi, sekreteriyle, vize servisine yolladı.

YILM AZ KAYBOLDU

Paris’te, her gün binlerce insanın,

aylar öncesinden aldıkları randevu­ larla, emniyet müdürlüğü kapfiarına gece yarılarından gelip, girmek için sıralarım bekledikleri koridorlardı onlar. Pasaportları elden içeri veren sekreter, “işlemler bitince sizi çağı­ racaklar, bir - iki satten fazla sür­ mez!” diyerek gitti. Saat 15 suların­ da, Fatoş ve çocukların pasaportları, oturum izinleriyle tamamlanmış ola­ rak verildi. Hemen bir taksi tutup o- tele gitti.

Paris’in boğucu trafiğinden sıyrı­

lıp otele vardığımızda saat 15.30’a ge­ liyordu. Yılmaz otelde yoktu. MK2 randevusuna beş - on dakika gecike­ ceğiz derken, bu kez başka bir biçim­ de kaygılanmaya başladık. Hiçbir not da bırakmamıştı. MK2’ye telefon edip sorduğumuzda, bekleyen kimse­ nin olmadığını söylediler. Bir koşu, otel çevresindeki kahveleri dolaştım.

Yılmaz yoktu. Dil bilmemesi, adresi­

ni bilmemesi ve güvenliği açısından otelden uzaklaşmış olabileceğine, MK2’ye gitmiş olabileceğine ihtimal vermiyorduk. Randevuya biraz geci­ keceğimizi söylemek için tekrar MK2’yi aradığımızda, sekreter ka­ dın, “Birisi geldi, burada bekliyor!” dedi. Marin Karmitz’in de “işleri nedeniyle bir - iki saat geç geleceği” haberini verdi.!

Ü

s t ü m e a t l a d i

Bir taksiye binip, MK2’ye gittik. 1-

çeri girdiğimizde, Yılmaz, giriş bö­ lümünün bir köşesinde oturmaktay­ dı. Son derece gergin olduğu, ilk ba­ kışta anlaşılıyordu. Bizi kapıda gör­ düğü an kalkıp, soluyarak sağa sola volta vurmaya başladı. Birçok insa­ nın çalıştığı, geleni gideni bol olan büyük bir şirketti... Tuhaf bir hava olduğunu çalışanlar da sezmişlerdi. Dikkatleri üzerimizdeydi. Fatoş Yfi-

maz’a yaklaşıp, onu yatıştırma duy­

gusuyla, işlemler biter bitmez otele geldiğimizi, kendisini bulamayınca kaygüandığımızı söyleyecek oldu ki, Yılmaz, “Ben Yılmaz G üney’im,

beni kimse bekletemez, taksi tutsay­ dınız, haber verseydiniz, burada ran­ devumuz var... şerefsizler!” diye ba­ ğırmaya başladı. Bu “şerefsizler” hi­ tabı, bir anda allak bullak etti beni. “Herkes bize bakıyor, kendine gel! Keyfimizden gecikmedik; üstelik a- damın kendisi de gelmemiş!” diyor­ dum ki, sözlerimi tamamlayamadan, tıpkı kabadayı filmlerindeki gibi yü­ zümü yumruklayarak üstüme atladı! Beklemediğim bir şeydi. Gözlüğüm bir yana fırlayıp gitmiş, şaşkınlığım­ dan dizlerimin bağı çözülmüş, oldu­ ğum yere çökmüştüm! Bürodaki sek­ reter kadınlar çığlık çığlığa bağrış- maya başladılar. Fatoş, “Yılmaz yapma, lütfen!” diye kolundan çeki­ yor, o hala üstüme geliyordu...

Paris, bir cehennem gibi çökmüş­

tü üstüme... Öylece yürüdüm saatler­ ce yollarda.

B

e n î a n l a m i y o r u

Gecenin çöktüğü bir saatti. Otelle­

rimizin olduğu Gare de Lyon’un kah­ velerinden birinde oturuyordum. Birden, beyaz bir gölge gibi düştü üs­ tüme. Gözüm, yanıbaşımdaki beyaz­ lığa takılınca, kafamı kaldırdım ma­ sadan. Yanıbaşımda durmaktaydı.

Fatoş’la birlikte, bulmuşlardı beni.

Beyaz bir pardösü giyinmişti. Acı a- cı gülümsüyordu. Kafamı kaldırdı­ ğımda, o da elini kafamın üstüne koydu. “Bunlar olur aramızda.» biz abi kardeş değil miyiz... baba oğul değil miyiz... onlardan biri say... ha­ di sen de bana vur... ödeşelim... unu­ talım!” diye kısa kısa cümlelerle ko­ nuştu. Belki binlerce şey vardı söyle­ yecek. Fakat, her biri, çözülmez bir biçimde, düğüm üstüne düğümlen­ mişti. Esasmda, en ufak bir kızgınlık ya da nefret benzeri bir duygu yoktu içimde. Daha çok acıma ve öksüzlük gibi bir şeydi. Kaçmümaz olarak bu­ nun yanıtı da sessizlikti. Ve o bunu anlamıyordu. Kısa bir süre bekleyip, “Öyle mi abi, biz af diledik, sen affet­ miyorsun yani... iyi!” diye söylenip,

Fatoş’la birlikte çıktı kahveden... Ertesi gün motelden hiç çıknıa- dım. Her dakikası kabustan bir gün­

dü. Birkaç metrekarelik, ışıksız, bo­ ğucu bir odaydı. Bir ara, çevirmen arkadaş aradı beni. Yılmaz'la Fa­

toş, kaldıkları Divonne’ye geri dön­

müşlerdi... Ertesi günü, yani 30 Ocak Cumartesi sabahı da ilk trenle, çe­

virmen ve ben döndük...

BİRB İR İM İZİ

ARAMIYORUZ

Yılmaz’ların kaldığı sınır kasaba­ sı Divonne’ye geldiğimizde istasyon yakınında bıraktığım otomobili alıp, evlerinin yakınında bir kahveye gel­ dim. Çevirmen arkadaşı Yılmaz’a gönderip, “konuşmak için bekledi­ ğim” haberini ilettim. Birkaç saat gi­ bi bir süre, ne çevirmen döndü, ne

1979’da Toptaşı Cezaevindeki bir görüş günü çekilen bu fotoğraf eskilerde kalmıştı. Yılmaz’ın öfkesini, gerginliğini ne zaman kimden çıkaracağı belli olmuyordu artık. Ben de dahil olmak üzere tüm yakınları bu öfkeden, dengesizlikten nasibimizi alıyorduk...

olan şuydu ki, onda ve ben- deki anlam ve açıklaması farklı da olsa, ikimiz açı­ sından da bir süreç kapan­ mıştı.

Şubatın ilk haftası so­

nunda, Yılmaz’la “etraflı­ ca görüşeceğimiz” duygu­ suyla, dosyalar ve notları­ mı alıp Divonne’ye gittim. Bir bakıma, o sınır kasaba­ sının yaşamımızdaki tari­ hi de kapanıyordu.

Yılmaz, yine şaşırtıcı

bir biçimde, yine bir başka kişiliğiyle çıktı karşıma. Öyle ki, iş konuları dışın­ da, konuşmaya hazırlandı­ ğım her şeyin duygusu, bir anda uçup gitti! Beni yeni tanıyormuş gibi konuşu­ yordu! Uzun uzun politik görüşleri ve politik amaç­

larım anlatmaya başladı. Dünya ve Türkiye devrimi

ile ilgili çözümler yapıyor, düşüncelerini sıralıyordu. Gerek Türkiye’de, gerekse dünyada, devrim akımının ve halkların, gerçek örgüt ve gerçek önderlikten yok­ sunluğunu; bunu giderme görevinin kedisinde oldu­ ğunu vurguluyordu. Sanki ilk kez görüşüyorduk ve “politik çizgi” toplantısı i- çin buluşmuştuk! Şaşarıp kalmıştım! Konuşması ara­ sında, görüşlerini onaylat­ ma vurgusuyla sık sık sorular sordu­ ğu için, kaçmılmaz olarak ben de ay­ nı “gündem” çevresinde dolaşır ol­ dum. Tiyatro oynuyor gibiydik! Acı­ lı gününde, görevi gülümsemek olan sirk palyaçoları gibiydik! Sesi başka, düşü başka yerde öğrencüer gibiy­ dik...

“Şimdi dağa çıksam, peşimden on­

binlerce insan gelir!” diyordu. “Şu anda bir kişi de olsam, partiyi bugün ben temsü ediyorum!” diyordu...

Yılmaz... Anlamını netleş-

tirememekle birlikte, bek­ lerken derin bir üzüntü çöktü içime. Saatler ilerle- dikçe daha da koyulaştı... Sonunda, çevirmen arka­ daş yalnız döndü kahveye.

Yılmaz’ın yanıtı, “Söyleye­

cek bir şeyi varsa kendi gel­ sin! O kim oluyor ki beni a- yağına çağırıyor?” biçimin­ deydi. Oysa, evlerine gitme- yişimin son derece basit bir nedeni vardı: Çocuklarm

yanında bu türden konuşmalar yap­ mayı doğru bulmuyor, içime sindire­ miyor, ötesi utanıyordum!

Bir - iki gün birbirimizi hiç ala­ madık. Filmin seslendirmesi Ue ilgi- li üişküerden, yanıt bekleyen sözleş­ me ve mektuplara dek yapüması ge­ reken bir yığın iş vardı. Tümünü be­ nim yapmanı gerekiyordu. Iş ahlakı­ nın gereği olarak, aynı tempoda ça­ lışmayı sürdürüyordum. Fakat, açık

’’Yılmaz, hissettiğim kadarıyla, sadece iş ilişkimizin değil, korumaya çalıştığım dostluk ilişkimizin bile kesilmesinden yana bir tutum içine girmişti.

Çevresindeki hiç bir şeyin yaratmak istediği “efsane” ile çelişmesini istemiyordu...

Düşüncelerimi - bir

kez daha - özetle belirt­ tim: “Bir alanda sağla­ dığı şöhretini bir başka alana transfer etme an­ layışındaki yanlışlığı; geniş yığınların kendi­ sine büyük sempati duyduğunu, yüzlerce insanın ölümüne bağlı olduğunu; dağa çıkarsa - fakat film çekmek için çıkarsa - karşılık gözet­ meden binlerce insanın yardıma gelecğini; so­ run örgüt olunca herkesin kendi i- nançları doğrultusunda kendi yönü­ nü çizeceğini bu noktada Yılmaz Gü- ııey’liğin bir anlam taşımadığını, vb.”

Alışkanlığımız gereği, birbirimi­

zin konuşmalarını not tutarak dinli­ yorduk. Ben böyle konuşurken, “Ta­ mam abi, anlaşıldı!” deyip kesti Yıl­

maz. Not tuttuğu küçük kağıtlarmı

toplayıp, “iş konusu”na girdi, o ko­

nuda konuşmaya başladı. Konudan konuya geçişinde, insanın tüylerini diken diken eden bir soğukkanhlığı vardı. Yani, söyleyeceğim şeylerin neler olduğunu büiyordu ve bir kez de not tutmak için söyletmiş gibiydi. Girdiği iş konusunda aynı soğuk- kanlüıkta konuşmaya başladı. Bu kez konuya iş arayan bir kişiyle ko­ nuşan işyeri sahibi gibi girmişti! Sanki, yıllardır tüm işleriyle GF’yi taşıyan ben değildim!

Hissettiğim kadarıyla, sadece iş i-

lişkimizin değil, korumaya çalıştı­ ğım dostluk ilişkimizin bile kesilme- § j sinden yana bir tutum içine girmiş­ ti. Çevresindeki hiçbir şeyin, adı çevresinde yaratmak istediği “efsa- ne”yle, çelişmesini istemiyordu. Ya­ ni, yapılmış ve yapılacak birtakım işlerin, “Behram - Güney birliği” adıyla anılması onu rahatsız edecek­ ti!

ZÜRİH'DEN

AYRILIYORUM

Benim için şaşırtıcı “gelişme-

ler”den birisi de, Yılmaz’ın iş ilişki­ mizin esas olarak bittiğini, İsviçreli firmanın, bizim konuşmamızdan ön­ ce büiyor olmasıydı. Biraz sıkılarak ve “Yılmaz’ın isteği olduğunu” söy­ leyerek, “şubatın 2. haftasından iti­ baren, ev kirası, mutfak masrafı, doktor, kırtasiye, yol vb. giderlerimi, artık firmanın bütçesinden değil, ö- zel olarak karşılamam gerektiği” yö- # nünde uyarmışlardı. İlk can sıkıntı­ sıyla Yılmaz’ı arayıp, bunun ne an­ lama geldiğini sorduğumda, “İşgü­ zarlık... terbiyesizlik... benim habe­ rim yok... sen onlara söyle, Zürih’te kaldığın sürece, masraflarını benim , hesabıma yazsınlar!" dedi. Ben de, gerek kalmadığını, Zürih’ten ayrıl­ maya karar verdiğimi söyledim.

Özel eşyalarımı toplayıp İsviçreli

arkadaşlardan birinin evine bırakıp, 13 Şubat’ta da Zürih’ten ayrüdım. Paris’e geçtim.

( ...)

1982’nin ilk günlerinde, yaşamım­ dan en ağırıma giden bir mektubu Zürih’ten aldım. Mektup, adıma res­ mi bir bildirimdi. İsviçreli firma, İs­ viçre polisine, şubat ayı itibariyle a- ramızdaki iş ilişkisi ve bununla ilgi­ li anlaşmaların iptal edildiğini bil­ dirmiş, İsviçre polisi de, İsviçre’deki jğ oturma ve çalışma iznimi iptal ede­ rek, 8 Mart 1982 tarihine dek elimde­ ki tüm oturum dokümanlarını geri teslim etmemi duyuruyordu. Oysa, ayrfiık görüşmemizde, bu sorunu Yılmaz’la konuşmuştuk ve bir baş­ ka ülkede oturum izni alana dek, kendileriyle çalışıyor gösterilmem konusunda anlaşmıştık.

V İZE M İPTAL

Mektubu aldıktan sonra, Zürih’i

arayıp sorduğumda, tuhaftır ki İsviç­ reliler, üişkinin bitirilmesi kararını kendilerine Yılmaz’ın söylediğini belirttüer. Onun birtakım davranış­ larından da kaynaklanmış olsa, bu durumu bu şekliyle Yılınaz’ın plan­ lamış olabileceğini düşünmem mümkün değildi. O gün de düşünme­ dim, bugün de düşünmüyorum. Çün­ kü, altından kalkamayacağı, hesabı­ nı veremeyeceği derecede ağır bir suçtu... Avrupa'nın ortasında bir­ denbire, legal konumdan illegal ko­ numa düşüyordum. Turist vize süre­ si biter bitmez Fransa’yı da terket- mem gerekiyordu. Artık bir başka ülkede vize alma ve pasaportumu u- zatma şansım kalmıyordu. Avru­ pa’ya o gün gelmiş gibi, gidip polise teslim olmak ve politik sığınma tale­ binde bulunmak gibi tek bir çare ka­ lıyordu...

(...)

O dönemde, Paris’te yaşayan Işıl Kasaboğlu, Erdem Buri, Tülay Gernıan, Faruk Tepe, Zülfü Liva- neli, Yavuzer Çetinkaya, Leyla Vekilli, Selçuk Demiıel, Kornet ve

birçok diğer arkadaşım, kalabil­ mem, direnebilmem için içtenlikle yardımcı oldular. Ev sorunumdan, sağlık ve bürokratik sorunlarıma dek her konuda yardımcı olmaya ça- lıştüar. İlk ayların zorluğunu onla­ rın yardnnıyla aştım. Yılmaz’ın ka­ çırılması sürecinde, kurduğum “ba­ kanlık - genel müdürlük” gibi üst dü­ zey ilişkileri, kendi oturum hakkım için kullanmadım. İstesem, o yoldan giderek, ilk hafta içinde politik sığın­ ma sorununu da çözebilirdim. Fa­ kat, bu “iki misli sığınma” olacaktı. Tenezzül etmedim.

YARIN: “ İBRAHİM TATLISES’İ CEZALANDIRIN !”

Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

yüzy~l~n ikinci yar~s~na ait beyaz zemin üzerine çizgi tekni~iyle bezenmi~~ bir Attik lekytho- sunda bir kad~n olan ölü (EncyclopMie Photographique de l'Art, III, s. 46)

Saray erkânından merhum A li Fuad Beyin ifadesine göre, «Ht- ristiyanlara hukuk temini ile baş layan, Hıristiyanların terfihi şek­ lini alan ve nihayet

Özellikle son yıllarda nöroloji (si- nirbilim), bilişsel bilimler, psikoloji, sosyoloji, ant- ropoloji, dilbilim ve matematik gibi birçok farklı alanda yapılan çok

Anday, “Teknenin Ölümü” adlı şiir kitabıyla 1976 Yeditepe Şiir Armağanı’m, “Sözcükler” adlı şiir kitabıyla 1978 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat

Onun için Atatürk her fanî gibi ölebilir, fakat, bütün dünyanın hür­.. met ettiği en büyük adam ancak bir kere

Two patients’ hearing losses were bilateral; so 30 ears of 28 patients were included in the study.. The degree of hearing loss ranged from mild to profound at the first

İçerisinde küf mantarları bulunan bazı peynir türleri ile soya sosu gibi gıdaları sağlık tehdidi olmaksızın tüketme- miz küflü ekmek yemenin de zararsız

Bu bir miktar gaz, atmosfer içinde yükseldikçe üzerindeki toplam hava miktarı azaldığı için kendini giderek daha düşük basınçlı bir ortamın içinde bulur..