H A F T A
K O N U Ş M A S I
,^l9
Bûğazlçinde gezinti
Işıktan gölgeye
—
Işıkta tenhalık ve hüzün
,
gölgede hayat ve hareket
Dondurma ve tavukgöğsü bahsi
—
Bayağı bir isim: (Piyasa caddesi)
Baraka gazinolar diyarı
—
Susmiyan radyo
,
dinmeyen tabak sesi
—
Dün
yüzümüze bakmıyan iki zümrenin hali
—-
Boğaziçinden hatırda ve kalça
-da kalanlar
jTS esm! tatil günlerine rasla- mamak şaı tile ikindiden sonra Boğaziçi gezintisine çık mağı pek severim. Seçtiğim va pur Anadolu kıyısı giderek so nunda Rumeli yakasında mola verenidir.
Bunun hoşluğu şudur ki güneş altında pırıl pınl yanıp tutuş masına rağmen yine de hüzün verici olan Anadolu tarafından tam Vaktinde kurtulur, akşam loşluğu basarken Rumeli ciheti nin kalabalığına, hareket ve ne şesine karışırsınız. İşte sıra sıra gazinolar... Vızır vızır işleyen oto mobiller, otobüsler... Ayak bastı ğınız sahilde hayat vardır; rıh tımlarda insanlar döner dolaşır, denizinde sandallar gider gelir.
Halbuki öte kıyıda güneş, za ten az olan ahaliyi evlerin arka tarafında barınmağa mecbur et miştir; meydanda kimse görün mez. Görünmesi için güneşin çe kilmesi lâzımdır; çekilince de koyu karanlığa ve derin bir ses sizliğe gömülmek mukadderdir.
Denizyollarının yaz mevsimi vapur tarifesi fena tertibedilme- miş. Önce, Kandilliye kadar bir yere uğramadan Rumeli yakasına gittik; sonra Beykoza kadar bü tün iskelelere uğradık; nihayet Yeniköyde karar kıldık. Yola de vam için bir çeyrek bekleyip baş ka vapura bineceğiz. Ne âlâ! İs kele civarında dolaştık; «bir don durma yiyelim» dedik. Rasgele girdiğimiz dükkânda öyle bir dondurma bulduk ki çoktandır bu derece nefisinden tatmak şeh rin hiç bir semtinde, hele meşhur dükkânlarında bize müyesser ol mamıştı.
Gençliğimizde bildiğimiz tam memleket dondurması... Lezzeti nin alafrangalıkla zerre kadar alâkası yok. Kaymaklısı azıcık yanık süt kokuyor; çilek muhak kak Arnavutköy cinsi; kayısılısı ise bahçeden henüz kopmuş, he men ezilip dondurulmuşa benzi- vor. Ağzımız tat ve rayiha ile doldu.
Beni bir müddet, kırk yıl geri- ve götüren bu dondurma o ka dar yerli ki insanda yurt sevgisi ni arttırıyor, diyeceğim geliyor.
* **
D
ondurmacılığımız da buh ran geçilmektedir. Zira yerliliğini kaybetmiş, Garptaki kemali bulamamış, ikisi ortası — ne o, ne bu — kararsız, kı vamsız bir hale girmiştir.Dükkân sahibine malını met hettim. Bir ah çekti ve «sanat öl dü!» dedi.
— Neden?
— Zira benim gibi sütün, yemi şin halisini kullanırsan fiatler i- dare etmiyor. Çoktandır tavuk göğsü yapmıyorum. Bu tavuk fi- atlerile ustamdan öğrendiğim ta- . vukgöğsü yapılamaz, yapılsa şim
diki fiatlerle satılamaz ki...
Beyoğlu, Karaköy, Bahçekapı vitrinlerinde dizili sütlü mamû- lâtın mavimtrağa kaçan beyaz lıkta, kansız, cansız, hassasız rengini genç nesil belki tabiî bu lur, «sütlüler böyle olur» sanır. Ben hâlâ alışamadım. Eski za manın sütlüleri hem sütün cin sinden, hem de fazla kaynatılıp suyu çekildiğinden dolayı kreme çalan beyazlıktaydı, tabaklarda yüklü durur, ağlr otururdu; hele tavukgöğsü şimdikilerden büsbü tün ayn bir şeydi; yutarken gırt laktaki temasında bile kendine mahsus bir sıvazlayıp geçiş tar zı vardı!
Her neyse... Yeni gelen vapur Rumeli iskelelerine uğrıyarak Sa- rıvere yanaştı. Orada lüzumsuz bir açgözlülük yaptık, kâğıt hel- vasile geçiştirmek mümkün iken birbirimize kapıldık, birer poğaça yedik. Poğaçalar lezzetini değiş tirmemiş, sadece küçülmüş ve ta- biatile pahalanmış.
Küçük amma yine de fazla geldi, Büyükdereye kadar yürü mek niyetimizi kuvvetlendirdi. En güzel saatteyiz: Biz biraz deniz, biraz manolya, azıcık da ıhlamur riçeği kokan bir gölge içindeyiz. Boğaziçi gölgelerinde bir köpük hali duymaz mısınız? O, yalın kat gölgelerden değildir,
daha ziyade tıraş
köpüklenmiş bir gölgedir; yüzü nüzde durduğunu sanırsınız; bir havlu ile silseniz bez üzerinde sönmüş bir sabun ıslaklığı bıra kacağına hükmedecek olursunuz; yaş ve rayihalıdır.
11 Yazan; ...
Refik Halid K A R A Y
.
... ... ...—
Jp iy asa caddesi..
Pek zevksizce konmuş bir isim. Gezinti yeli mânasına «piyasa» da bir adilik vardır; hele «piyasa etmek - piyasaya çıkmak» sözle rinden güç hazedilir. Zaten bu sözler yavaş yavaş lisandan kal kıyor. Parlak devri Abdülhamit zamanına raslar. Hamdolsun «promönad» dan kurtulmuş gibi yiz.
(Piyasa caddesi) ismini taşı yan bir yoldan geçmek hoşuma gitmedi; eski usul çapkınlığa çık mışım, gelip geçen kızlara bıyık bükecekmişim, işmar edip söz atacakmışım gibi geldi; deminki dondurma gibi bu isim de beni kırk yıl önceye götürdü. Hoş o çağda da ne piyasadan, ne de pi yasa icaplarından hazedeıdim.
Boğaziçinin en güzel gezinti ye rine, en geniş ve ferah rıhtım boyuna hem ecnebi asıldan şu bozuk lehçeli, bayağı manalı ke limeyi takmak zevksizliktir. Hoş
(Ciğerci Şaban), (Kabakulak), (Katır boncuğu) gibi bir isim de verilmiş olurdu... Böyleleri çok tur.
Saat sekiz buçuk... Anadolu yakasından güneş henüz elini çekti; tam çekti de sayılmaz: Hâlâ tepelerin üstünde parmak larının izleri duruyor, Yuşa dağı, sabit ışıklı bir deniz feneri gibi için için yamyor.
Şu Büyükderenin çarşı sokağı ne dar, ne kadar da bakımsız, köhne, iğreti ve üzenti... Asıl müthişi radyo feryadı! Her lo kantadan, meyhaneden, gazino dan avaz avaza aynı şarkı fışkı rıyor. Hepsine bir kere girip çık tık; radyo haykırtmasından baş dinlenecek tek yer bulamadık. Hattâ dönmeği düşündük.
Deniz üstüne uzanmış, kimi geride, kimi biraz ileride, derme çatma gazinolar bu derme çatma- lıklarile belki bir acayiplik gös teriyorlar amma hiç de sevimli değiller; «pittoresk» olamamşı- lar.
Radyosu nispeten kısık sesle işleyen bir meşhuruna girdik. Tatil günlerinde olmadığımızdan içeride ancak altı masalık müşte ri var. «Âlâ, dedik, servis iyi ya pılır, rahat ederiz.»
* * *
r \ evvelâ radyo hiç susmadı; susmadıktan başka müte madiyen aynı merkez üzerinde işledi, durdu. Sanki o işlemese ne mutfakta balık kızaracak, ne sürahiden bardağa su boşana caktı. Bütün hayat, hareket bu aletten geliyordu; makine dursa her şey, hepimiz Bin Bir Gece masallarındaki veya Apti ile Kel Hasan’m «ehte petâ» lı oyunun da olduğu gibi taş kesecektik!
Yerler tahta; garsonların ayakkabıları da demirli. İkisi bir den yürüdü mü takırtıya taham mül edilemiyor; insanın «Aman! Ayaklarının ucuna basarak hasta odasında gibi yürü!»„diye yalva racağı geliyor. Yalnız ayak gü rültüsü mü? Asıl dokunmak iste diğim nokta o: Tabak çangırtısı!
Bizim bulunduğumuz gece bir prenses ile prensin de yemek ye diği birinci smıf bir lokantada tabak sesi, garsonun ayak sesi, mutfağa sipariş sesi işitilmen mi? Adamların eline geçer geçmez tabaklar zil kesiliyor. Sanırsınız ki tabak sesi çıkarmamak için de ğil, her tabağı trampeteye çevir mek için uzun ders almşılar, id man yapmşılar. Parmaklarına iki tabak dokunur dokunmaz bir takırtı, bir çatırtı başlıyor, bunu nasıl yaptıklarına, iki tabaktan devrilen bir büfe şangırtısı nasıl çıkarabildiklerine şaşıyorsunuz! katmerlidir; Çinli muvazene oyuncusunun
sabunu gibi parmak ucunda fini fini
çevirdl-ği tabak marifetinden sonra bu da bir hüner... İki garson, iki saat biribirlerile tabak sesi çıkar ma yarışma devam ettiler. Tabak koymak veya kaldırmak için bir masaya doğru yürüdüler mi he lecan geçiriyordum.
Hem o ne telâşlı bir hizmet şekliydi? Mütemadiyen koşuşu yorlardı. İyi bir müessesede gar son koşar mı? Kayar süzülür. Bir garibi de yine garsonların masa ya öte beri koyarken, yeni bir şey ler getirince yer açmasını âdeta müşteriden beklemeleri...
Garsonluk kursları ve yarınki garson okulu bakalım böyle mü nasebetsizlikleri önliyebilecek mi? Sanmıyorum. Zira vaktile şeh rimize gelen bir otelciler ve lo kantacılar heyeti demiş ki: «Ku surları evvelâ müşteri görüp şi kâyet etmedikçe, müşteri her ya pılan hatayı hoş gördükçe mües- sseseler kendilerini ıslah lüzumu nu duymazlar!»
* * *
T
uhafıma giden hallerden birini daha söyliyeyim. Garsonların ikide bir yan taraf ta bir masaya kapanarak bir şey ler yazmaları, yazıp çizmeleri, derin ve zor hesap ameliyelerine dalmaları!— Şundan, bundan getir! Demeğe gelmiyor; zavallı ada; istenilenleri önünüze koydu m', vakit kaybetmeden, gözü sağı so lu görmeden mahut masaya ko şuyor, dirseklerini dayayıp habi- re rakam dökmeğe başlıyor. O, bunu yaparken gişedeki kâtip, ellerini kavuşturmuş, kemali ehemmiyetle tavanın budak yer lerini tetkik ediyor, incelemeler yapıyor.
Fakat bütün bu gürültü, kar gaşalık ve acayiplikler içinde, bunlara rağmen yemeklerle me zeler nefis, porsiyonlar insaflı, boğuntu da yok. Aferin!
Son otobüs Sarıyerden 23,30 da kalkıyor... gayet iyi. İyi olmakla beraber taksilere de bir göz at
tım. «Buyurun!» diye şoförlerin hepsi telâşta. Neydi bir yıl önce? Yüzümüze bakmazlardı. Bindik.
Yüzümüze bakfnıyanlardan bir cemaat daha var ki bu sene epey ce değişmiş, gelip geçenlere pen cereler arkasından tebessüm ve nazik bakıyorlar; âdta çağırıyor lar. Kimdir onlar? Hâlâ camla rında (Kiralık hane) yaftası ya pışık duran yazlıkçı ev sahipleri!
Durgunluk içinde serin bir ge ce, İstanbulun esmeyen, sadece hafifliğile kendisini duyuran lâ tif poyrazı! Boğaziçinden rıhtım boyu dönmek, Büyükdere veya İstinyeden dağ yoluna tırman mağa benzemiyor; deniz sizinle beraber geliyor; denizi de götü rür gibi oluyorsunuz, birdenbire ayrılmıyorsunuz; karanlıklara ve kırlara dalıp ışık ve su oyunla rından mahrum kalmıyorsunuz.
Evdeyim, yataktayım; uyumak üzereyim, Boğaziçi ikindi ve ak şam güneşleri, gölgeleri, gecesi, serin suları ve suya vurmuş serin ışıkları, vahşî katır tırnağı ve medenî manolya rayihaları ile kafamın içinde, gözümün önün de, burnumun dibinde, elimin al tında...
Boğaziçini bir yerimde daha hissediyorum; Kalçamdan aşağı ya doğru, siyatik daman nahiye-’ sinde!
Refik Halid K A R A Y
İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros Arşivi