• Sonuç bulunamadı

Zaman tünelinde 40 yıl

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Zaman tünelinde 40 yıl"

Copied!
2
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

V

İM M

^H Sİ

Zaman Tüneli’nde 40 yd

1943 yılında “ Türkiye’nin

en büyük gazetesi” nde

sandalyemiz bile yoktu

1 «

3 oda lı

büyün”

I Her gazeteciye bir sandalye bi­

le düşmüyordu ve akşamları ya­

zısını b itire n le rin i yeni gelen

arkadaşına bırakıyordu

J

İMDİ düşünüyorum da, ben 1943’

te “ Türkiye’nin en büyük gazete­ s in d e mesleğe başladığımda o günkü “ Türkiye’nin en büyük ga ze te sin in —Cumhuriyet Gazetesi— bütün yazı işleri kadrosu bir eski konağın üç odasına sığı­ yordu.

Konak, bugün Cağaloğlu’nda hâlâ ayak­ ta duran, ama artık kullanılmayan; bir vakit­ ler meşhur İttihat ve Terakki Partisi’ne ge­ nel merkezlik etmiş, sonra gazeteye geçmiş konaktı. Üç katlıydı. Kapıdan girilince bir­ kaç merdivenle çıkılan ilk katında “ idare” yardı, ikinci katı “ yazı iş le rin e ayrımıştı. Ust katı ise, gazetenin sahibi ailenin ika­ metgâhıydı. Zaman zaman, ailenin şu veya bu ferdi orada otururdu, —

Yazı işlerine verilmiş ikinci katın, birbi­ rinden bir kapıyla ayrılmış iki bölümü var­ dı. iki bölüme, ayrı iki merdivenle çıkılırdı. Büyük merdiveni sadece, odası o bölümde bulunan başyazar —Nadir Nadi— kullanır­ dı. Sonradan, demokrasi geldiğinde, yazı iş­ leri müdürünün de —Cevat Fehmi— aynı merdivenden yukarıya, ikinci bölümdeki odasına çıktığı görüldü. Başkaları — bizler— arka merdivenden işlerdik.

Bu merdivenin, bittiği yerden sola dö­ nüldüğünde, bir büyücek odası vardı. O, ge­ ce kullanılırdı ve içinde, “ teçhizat” olarak bir radyosu bulunurdu. Radyonun başında Ömer Rıza Doğrul otururdu. Özellikle harp yıllarında, yani 40'larda, bu en büyük haber alma kaynağıydı. Ömer Rıza Doğrul İngiliz­ ce ve Arapça bilirdi. Sonradan yanına, yar­ dımcı olarak Ömer Sami Coşar verildi.

Oda gündüzleri, genellikle kapalı kalırdı. Onun yanındaki, orta boydaki oda, “ is­ tihbarat odası” ydt. Yani, haber alma mer­ keziydi. Bu peteğin arıları bizlerdik. Sayımız on kadardı.

Yanlış anlama olmasın: On kadardık. Ya­ ni 10. Bazen 11’e çıkardık. Bazen 9’a düşer­ dik. Ama, bir düzineyi pek bulmazdık.

- FABRİKA DEĞİL, ATÖLYE

Bugünün bin kişi çalıştıran gazeteleri bi­ rer fabrikaysa, bundan kırk yıl öncesinin ga­ zeteleri birer küçük atölyeydi.

“ istihbarat şefi” miz Fuat Duyaridı. So­ yadı Kanunu çıktığında da gazetecilik yap­ tığı için “Duyar” adını almıştı. Sadece uzun, kendisine mahsus bir masası, daha önem­ lisi, arkasında bir küçük dolabı vardı. İçi­ ne pastırma, peynir gibi mezeler ve rakı ko­ yardı, hafif hafif demlenirdi. Şef olduğun­ dan dolayı en erken o gelir, en geç o gider­ di. Çengelköy’de oturduğu için —tabii, köp­ rü yoktu— gece evine dönmesi vakit alırdı.

“ Fuat 8ey” in takvimli bir “görev dağı­ tım ajandası” mevcuttu. Sabahleyin gaze­

telere bir oöz atar, “istihbarat kadrosu”na, herkes için talimat yazardı. Ben bu kadro­ ya katıldığımda 19 yaşındaydım ve heyştin en küçüğüydüm, ilk maaşım da, 75 Mrayidıt Ötekilerin maaşı o sıralar 75 ile 150 lira aitaA sında oynardı. Yedi sene sonra, Paris’e “Ba­

tı Avrupa muhabiri” olarak gittiğim de m a ^

aşım 200 liraya yükselmişti.

Ben gazeteye girdiğimde Yazı İşleri Mü­ dürü Feridun Bey’di. O, milletvekili y a p ış ı­ ğında, yerini Cevat Bey aldı. Ben hemen hep Cevat Bey’le çalıştım.

İlk önce beni, Fuat Bey’e “ eti senin, ke­

miği benim” diye teslim ettiler, o da, işi gö­

rüp öğreneyim maksadıyla sırayla herkesin yanına, bir süre taktı. Herkesin bir “mah­

fe n , yani görev alanı vardı. “ Deniz ve güm­ rü ğ e Cehdi Şahingiray bakardı. Bir iki hafta

onunla çalıştım. Polise, eski futbolcu Se­

dat bakardı. Sonra, Ferdi Öner transfer edil­

Bu fotoğraf, ben Cumhuriyet’e girmeden evvel Selahattin Giz tarafından çekilmiştir. Çünkü, Feridun Osman ile Cevat Fehmi 1943’ten evvel be­

raber çalışmışlardı. Sonra yazı işleri müdürlüğünde birbirlerini takip et­ tiler. Abidin Oaver ise (sağ başta) hepsinin hocasıydı.

Fuat Duyar, Cumhuriyetin değişmez istihbarat şefiydi. Ve her sabah her­ kese görev dağıtırdı. Bir gün bana “ Bugün gelecek İngiliz uçak filosu­ nu çok yakından izleyiniz” diye yazmıştı. Ve ben de not düşmüştüm: “ Paraşütümü nereden alayım?” Ne tatlı günlerdi onlar, hiç ututamam.

“ Cumhuriyet in Ankara Bürosu” . Ne bir bina, ne bir adresti. Sa­ dece “ Mekki Sait Esen idi. (sağda) Ahmet Hidayet Reel ise gaze­ tenin yazarlarındandı ama odası, hatta masası olmadığından yazılarını ve hazırladığı bilmece kutularını evde kaleme alır, yanında getirirdi.

di. Ekonomi, erken ölen Faik’in alanıydı. Ad- liye'ye Selim Bey bakardı ve bulunmaz bir

“eski İstanbul efendisi”ydi. Evinde yaşlı an­

nesiyle oturur, kedileri beslerdi.

Hayri Alpar, m illi eğitimden sorumluydu. Fuat Duyar “vilayet ve belediye”ye bakar­

dı. Cehdi, bir ara Galatasaray’da okuduğu için yabancı dil de bilirdi ve “Beyoğlu

muhabirliği” yapardı. Stajımı tamamladı­

ğımda, beni o bölümün sorumlusu yaptılar. Bu alan, gelip giden yabancılarla ilgiliydi ve kaldıkları oteller hep Beyoğlu’nda olduğu için muhabirinin adı “Beyoğlu muhabiri” idi.

Daha kim ler vardı? Bir ara, Turhan Tan polis muhabirliği yaptı. Adı çok meşhurdu, çünkü babası, müthiş bir tarihçi, onun adıy­ la tarihi romanlar yazardı.

iki de “fotoğraf muhabiri”miz mevcut­ tu: Yaşlı usta, Namık Görgüç ve çırağı Se-

iahaddin Giz. Çırak diyorsam, o da benim

kadarken, elinde Leica'sı ile gazeteye gir­ mişti ve boynuz kulağı geçmişti. Ben en çok

Selahaddin ile çalıştım ve aramızda, suyun

ayr\ gitmediği bir arkadaşlık oluştu. Yıllar boyu her akşam, işi bitirdiğimizde, Selahad­

din ve ben, arkadaşlarla beraber çıkardık ve

çok zaman, ancak sabaha doğru evlerimi­ ze dönerdik.

ikimiz de Cihangir’de oturduğumuzdan o beni, siyah Citroen’i ile bırakırdı. Selahad- din ’in hep arabası olmuştu ama, Citroen sonradan edinildi. Bunun içinde, başka bir arkadaşımız, şimdinin meşhur Necdet Ev-

liyagil’i, akordeonuyla —o da, istihbarat

kadrosunun unutulmaz bir simasıydı, sağ­ lığa, partiye —CHP— zaman zaman m illi eğitim veya vilayet ve belediyeye bakardı— gecelerimize renk ve ses katardı.

Tabii, ş iir de yazardı.

► EN TATLI YILLAR

istihbarat odasının yanındaki küçük oda, gazetenin devamlı iki yazarına ayrılmış­ tı: Burhan Felek ve Hamdl Varoğlu orada otururlardı. Masaları vardı.

Bu, “masası olmak” 40’lar gazeteciliğin­ de çok önemliydi. Benim hiç masam olma­ dı. Çünkü, mesleğin her dalında çalıştım. İstihbarat odasındayken, bir büyük masa­ nın bir küçük çekmecesini kullandım. Yazı işleri müdürüne muavin olduğumda, Cevat

Fehmi’nin haşmetli masasının dış tarafın­

daki çekmecesi bana verildi. Geceleri de, onun esas muavini Ahmet Ihsan’ın masa­ sında çalışırdım. “Yazı işleri Müdürlüğü”

nün üçüncü masası ise, gece sekreteri Na­

zım Bey’e aitti ve pazar akşamlan o yazı iş ­

leri müdürlüğü yapar, ben ona muavinlik ederdim. Yemeğimizi orada yer, bunun adı­ na “piknik” derdik.

O zamanlar, ne sosyal sigorta, tabii ne de, gazetenin verdiği yemekler vardı ve yi­ yeceklerimizi kendimiz aldırtırdık

Nadir Bey’ in odasının yanındaki büyük

salon arşivdi ve oraya Elif Naci hükmederdi.

“Ankara Bürosu”na gelince, bu fiyaka­

lı ismin arkasında bir tek kişi vardı. Mekki

Sait Esen ve “büro” denilen yer de onun,

Hanımeli Caddesi’ndeki eviydi. Orada, eşi

Hediye Hanım, gelen giden hepimize abla­

lık ederdi. Ancak çok partiye geçildiğinde ve işler pek arttığında “Mekki Ağabey”e bir yardımcı olması müsaadesi verildi ve o da gayet iyi bir seçim yapıp, Ilhan Çevik’i mes­ leğe kattı. Sahici bir büro tutması içinse, ga­ liba 1950'yi beklemesi gerekti.

işte, bundan kırk yıl öncesinin “Türki­

ye’nin en büyük gazetesi” bir avuç insan.

Ama, mesleğe karşı ne aşk, ne aşk... Ve. ne tatlı yıllar.

GELECEK HAFTA: A K İS ’İN HİKÂYESİ

(2)

«

r

r - ^

0 İçi dolu bir cip, kapıdaydı

Derhal İnfaz

için özel emir

İki sivil polis kapıdan içeri girdi.

"Buyrun hemen gidiyoruz. Der­

hal infaz için emir aldık” dedi

£ Bütün binayı kordon altında tu-

tuyorlardı. Fakat korkuyorlar­

dı. Bu nedenle infaz için hava­

nın kararmasını beklemişlerdi

A Bindiğimiz cip, telsiz-telefon-

luydu. Komiser bir yerlere, kalk­

tığımızı, şuradan şuraya geçtiği­

mizi, "bir şeyler olmadığım” ha­

ber veriyordu. Acaba nelerin ol­

masını bekliyorlardı

UBAT ayı, bizim aile için “ kala­

balık bir ay” dır. Kutlanması gere­

ken, hatırlanan tarihleri boldur. 7 Şubat, bizim hanımın doğum günüdür. 9 Şu­ bat, evlenme yıldönümümûz. İlk kızımız Gül­

sün, bir 25 Şubat’ta doğdu.

Bir de, 11 Şubat vardır. O da, hiç hatı­ rımdan çıkmaz.

11 Şubat... 1957 yılının 11 Şubat’ı. “ A kis” teki odamda, derginin o haftaki sa­ yısı için yazılarımı hazırlıyordum. Rüzgârlı Sokak’taydık ama, kendi binamıza henüz geçmemiştik. Ovehan’ın üçüncü katında, üç odalık bir kısmı işgal ediyorduk.

Kendi odamı severdim. Siyahlı kırmızı­ lı ve sedir tarzında döşemesi vardı.

Telefon çaldı. Sahir Kurutluoğlu’ydu. Sahir Kurutluoğlu, benim Akis - Sarol da­ vasında avukatımdı. Öteki avukatım, Faik

Ahmet Barutçu idi. Dava, çeşitli safhalar­

dan geçerek, iki yıldan fazla bir süredir de­ vam ediyordu ve son aşamasına gelmişti. 7 ay 23 günlük mahkûmiyet kararım Yargı­ tay’daydı.

Usta avukat Sahir Kurutluoğlu rahat adamdır ama o gün sesi telefonda huzur­ suz, kendisi şaşkındı. Neyi, nasıl diyeceği­ ni pek bilemiyordu.

—“ Metin, sana bir şey söyleyeceğim ama... Bak, metin ol. Tabii, belki doğru değildir” diye kekeledi.

Anladım.

—“ Temyiz tasdik mi etti?” diye sordum.

—“Evet. Kararın derhal infazı için özel emir vermişler. Biraz sonra gelip, seni ala­ caklar. Haberin olsun.”

Yazdığım, haftanın başyazısıydı. Hiç unutmam, başlığı şu idi: “Başbakan tama-

miyle haklı olabilirdi, eğer...”

Süratle onu bitirdim. Biraz sonra, fotoğ­ rafçımız, unutulmaz Hüseyin Ezer uğradı. Ona durumu söyledim. Hazırlıklı bulunma­ sını tembih ettim. Arkadan, ne yapacağımı düşündüm. Özden hamileydi, iki haftaya ka­ dar ilk çocuğumuzu bekliyorduk. Telefon et­ sem bir türlü, telefon etmesem bir türlü... Acaba eve gidip veya uğrayıp veda etmeme izin olacak mıydı? Yoksa, doğrudan doğru­ ya hapishaneye mi atacaklardı? Gerçi bir in­ faz usulü vardı ama, o günler kim takardı böyle şeyleri...

işi oluruna bırakmayı tercih ettim. Ka­ dıncağız ne kadar geç üzülse, o kadar iyiy­ di.

• SANKİ AL CAPONE’U

GÖTÜRÜYORLARDI

Zaten, düşünmek için de fazla vakit kal­ madı. Kurutluoğlu’nun telefonunun üzerin­ den bir saat geçmemişti ki odamın kapısı açıldı ve iki sivil polis içeri daldılar. Kendi­ lerini tanıttılar. Biri komiser, öteki muavin­ di.

—“Sizi bekliyordum” dedim.

Tasdik kararını tebliğ mi edeceklerdi, yoksa tevkif mi? Komiser olanı:

— “ Derhal infaz için emir aldık. Buyu­ run, gidelim” dedi.

Eve uğrayıp uğramayacağımızı sordum, imkân yoktu. Emir kesindi. “Bari, bir tele­

fon edeyim” dedim. Birbirlerine baktılar. O

da yasak edilm işti. “Canım, karıma bir ha­

ber vereyim” diye ısrar ettim.

Yarı üzgün, yarı tedirgin:

—“Peki. Ama, ne olur çabuk. Kesin emir aldık. Cip aşağıda bekliyor” dediler.

Özden’e telefon ettim . Şaşırdı. Hıçkır­

Sivil p olisler aras ın d a

7 ay 23 günlük hapis kararım kesinleşince hemen yarım kalmış baş­ yazımı bitirdim ve foto muhabirimiz Hüseyin Ezer’e durumu anlatarak hazırlıklı olmasını söyledim. Biraz sonra içeri iki sivil polis geldi.“ Derhal

infaz” kararını bildirdiler. Birlikte binadan çıktık. Her taraf sarılmıştı. Hava kararmıştı ve dondurucu bir soğuk vardı. Tam o sırada çaktı Hü­ seyin Ezer’in flaşı ve benim götürülüşüm işte böyle görüntülendi...

Ja n d a rm a lar a ra s ın d a ve is m e t P aşa'dan pusula

İsmet Paşa, tutuklandığımı Genel Merkez’de bir toplantı sırasında öğrenmiş ve toplantı sonunda Turgut Göle ile Ankara Merkez Ceza ve Tevkif Evi’ne gelmiş ve bana bir pusula yazmıştı. Pusulada şöyle deniyordu: “ Metin evladım, görmek için geldim. Göremedim. Yarın yine gelirim. Acele ihtiyacın neyedir. Nasılsın. Metanetine güveni­ rim, şerefli evladım - İ. İnönü.” Ben de aynı kâğıdın arkasına not

yazdım. Üstte solda İsmet Paşa bu pusulayı okuyor. 0 zamanlar da, sanırım bugünler de hapishaneye atılanlara yapılan ilk iş saçlarını kazımaktır. Tabii, benden aynı şeyi esirgemediler. Başımdaki dava­ lar ise bir değil, birkaç olduğundan 7 ay 23 günlük ilk mahkûmiyeti­ mi çekerken) diğerlerinin duruşmalarına da iki iandarma arasında ve kabak kafamla gider, gelirdim, (üstte sağda).

maya başladı. Sanki yoldan geçerken başı­ mıza bir tuğla düşmüştü.

—“Gelmeyecek misin?” diye ağlayarak

sordu.

“Hayır” dedim. “Lazım olanları sana yazarım” dedim. Teskin etmeye çalıştım.

Polisler sabırsızlanıyorlardı.

Paltomu giydim. Onlarla beraber çıktık. Hava kararmıştı. Dondurucu bir soğuk vardı. Baktım, bütün binanın etrafını kordon, altına almışlar. Bir cip, kapıdaydı, içinden bir kişi indi. Şoför, direksiyondaydı. Motor çalışıyordu. Bu sırada Hüseyin Ezer’in fla ­ şı yanıp sönmeye başladı. Polisler şaşırdı­ lar. Bir tanesi kolumdan tuttu. “Çabuk... Ça­

buk...” dedi. Fotoğraf çekilmesinden hoş­

lanmadıkları belliydi. Belki o konuda da emir almışlardı. Beni cipe soktular. Cip sü­ ratle hareket etti. Bizim derginin çocukla­ rı, hazır etmiş oldukları bir taksiyle peşimi­ ze takıldılar.

• İSMET PAŞA’YLA

MEKTUPLAŞMA

O sıralar Rüzgârlı Sokak’taki trafik aşa­ ğıdan yukarıya doğruyduk. Sokağın bitişin­ de Ulus Meydanı İstikametine döndük. Cip telsiz telefonluydu. Komiser, bir yerlere, kalktığımızı, şuradan, şuradan, şuradan geçtiğimizi bildiriyor, “ bir şey olmadığı” nı haber veriyordu. Acaba ne olmasını bekli­ yorlardı? Bunu pek anlayamadığım için ken­ dimi sanki Al Capone im iş gibi hissediyor­ dum.

Önce Emniyet Müdürlüğü’nde, 1. Şube’- ye gittik. Özel memurları nöbetçi olarak tu t­ muşlardı. Oradaki muamele süratle tamam­ landı. Adliyeye geçtik.

İnfaz savcısı, infazın derhal yapılacağı­ nı ve Ankara Cezaevine, doğrudan götürü­ leceğimi haber verdi. Tebliği, mehili filan yoktu. “Yukardaki kuvvet” böyle istem işti. Derhal içeri tıkacaklardı ve kendileri gibi bir iktidara kafa tutmanın ne demek olduğunu herkese göstereceklerdi.

Gene, muhafaza altında aynı cipe bin­ dirdiler. Gene, geçtiğim iz yerleri bildirerek ve “ bir şey olmadığı” nı belirterek hızla iler­ ledik. Sonradan, “Ankara Hilton” adıyla şöhret yapacak Ankara Merkez Cezaevi’ne götürdüler. Orada da emniyet tertibatı al­ mışlardı. Demir kapı açıldı, cip içeri girdi. Demir kapı arkamdan kapandı.

Hapishanedeyim.

Önce, gardiyanların kısmına aldılar. Bir gardiyan üstümü aradı. O zamanın modası olarak bir gümüş sigara tabakam vardı. Bir de, kravat iğnesi takmıştım. Üzerimde üç anahtar bulunuyordu. Onları alakoydular. Ayakkabımı çıkarmamı İstediler. Onun da içine baktılar. Sonra, yeniden giyindim. Bu sırada dışardan “ geçmiş olsun” yazılı bir pusula geldi. Tevkifim duyulmuş, bizim der­ ginin çocuklarıyla beraber bütün gazeteci­ ler kapıya üşüşmüşlerdi.

AKIS’in çıktığından kapandığı güne ka­ dar, “ bizim derginin çocukları” ne yaman ekipler oluşturdular, isimleri, biçimleri, yüz­ leri değişti ama, tabiatları hiç fark etmedi. Hepsi, aslan gibiydiler... Bir gardiyan,

ala-koydukları eşyalarımı götürüp, bizim çocuk­ lardan Nevzat Ünlü’ye verdi. Sonra, yanıma iki başka gardiyan taktılar. Beni, kalacağım koğuşa gönderdiler. Bu, pavyon tarzında, esas binadan ayrı bir kısımdı. Havatama- miyle kararmış bulunduğu için etrafımı pek göremedim ama bir bahçeye çıktık, bir dar geçitten geçtik, “10. Koğuş” olan pavyonun önüne geldik.

Bu pavyonda, ilkinde 7 ay 23 gün, ikin­ ci seferinde tam bir sene geçirecektim.

İsmet Paşa’dan gelen pusulayı bana bu­ rada verdiler. Kullandığı küçük not defteri­ nin kareli bir kâğıdına yazılmıştı. Cevabımı aynı kâğıdın arkasına karaladım.

Özden, bunu bir hatıra olarak saklar. ismet Paşa, mutadı üzere, kâğıdın sağ başına “ 11.2.1957" diye tarih düştükten sonra şöyle demişti:

“Metin evladım,

Görmek için geldim. Göremedim. Yann gene gelirim. Acele ihtiyacın neyedir? Na­ sılsın? Metanetine güvenirim, şerefli evla­ dım. -İ. İnönü.”

Ben, şunu yazdım:

“En ufak bir üzüntüm yok. Üzülürüm, be­ nim için üzülürseniz. Burada iyi bir koğuşa verdiler. Şinasi ile beraberim. Özden size emanet. İnanın ki rahatım da yerinde. Bir tek ricam var: Kimseyle benimle alakalı bir kelime konuşmayın ve ne olur, ne demarş yapın, ne demarş kabul edin.

Ellerinizden öperim - Metin.”

Gelecek Hafta:

Meşhur AKİS - SAROL davası neydi?

J

İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Ta h a To ro s Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

(Düstur-ül Ve­ sim...) in Bayezit kütüphanesinde bu­ lunan nüshasında metin dışı bir say - fada başka bir yazı ile yazılmış olan satırlarla bu malûmatın

Kocası, daha karısının ce­ nazesi kalkmadan, onun yerini al­ mağa hazırlanan bir arkadaşile, bo­ zulan işlerini düzeltmek için yeni bir Ankara seyahatine

Vaktile, benim de kalem yar­ dımımla milliyetçi “Turan,, gazete­ sini çıkarmış olan Zekeriya Beyin Türk ordusunu, Türk milliyetper­ verlerini ve Türk

Ali Aybar, Avusturya Kültür Ataşesi Prof, mazından sonra Üsküdar Mezarlığı'nda toprağa verildi.. Kassper, Avni Arbaş gibi kültür ve sanat yaşamımızda

Cemaati tarafından “Papa Eftim” olarak sıfatlandırılan Türk Ortodoks Patriği liırgut Erenerol’un cenaze töreni Galata Pahaiya Merkez Türk Ortodoks

Ney ve nısfiyeyi, mest olduğu demlerde; gelişi güzel, fakat bir bahçeden rastgele toplanan çiçekler gi­ bi, hoş çalar ve ayık olduğu zamanlarda ise; değil

NASA’n›n morötesi dalgaboylar›na duyarl› Gökada Evrim Kaflifi (GALEX) uydusu, Araba Tekeri’nin de, görünür çap›n›n iki kat›na kadar uzanan daha genifl bir

Ancak orga- nik gıda üreticileri için yıkama sırasında bu tür maddelerin kullanımı bir seçenek değil, çünkü organik üretimde kullanılacak mad- delerin organik üretime