• Sonuç bulunamadı

Halit Ziya Uşaklıgil’in Eserlerinde Esaret

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Halit Ziya Uşaklıgil’in Eserlerinde Esaret"

Copied!
19
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Şerife Çağın

ENSLAVEMENT IN THE WORKS OF HALİT ZİYA UŞAKLIGİL ÖZ: Halit Ziya’nın eserlerinde esir ticaretinin yansımalarından ziyade zengin ko-naklarında dadı, lala, uşak, halayık şeklinde bu kurumun bakiyesi olarak hayatını devam ettiren kişilerin aile içindeki konumları, geçmişlerinden kopamayışları derinlemesine psikolojik tahlillerle ele alınır. Yazar özellikle Cumhuriyet’ten sonra kaleme aldığı hatıralarında, İstanbul ve daha çok da İzmir’de geçirdiği çocukluk ve gençlik dönemini çok canlı tablolarla anlatır. Diğer konularda olduğu gibi “esaret” mevzusunda da onun hayat tecrübelerinin roman ve hikâyelerine büyük ölçüde ilham verdiğini söyleyebiliriz. Tanzimat Dönemi yazarlarından farklı olarak Halit Ziya esareti, fikrî bir tez olarak değil; yargılamaktan uzak, bizzat gözlemlediği yakın çevresinden hareketle hissî bir atmosfer içerisinde ortaya koymuştur. Ayrıca onun eserlerinde Çerkez kölelerden ziyade zenci, daha çok da melez köleler ve onların kendilerine has özellikleri dikkat çekmektedir.

Anahtar Kelimeler: Halit Ziya Uşaklıgil, esaret, İzmir, konak hayatı

ABSTRACT: People who live as remains of rich mansion tradition such as nanny, lala, butler, female servant and their position in the family along with their clinging to past is handled in the works of Halit Ziya with deep psychological analysis. The author narrates very vividly his period of childhood and youth spent in İstanbul and mostly in İzmir especially in his memoirs written after Republic. We can argue that as in other issues, he also inspired from his own life experiences in his novels and stories on the issue of “enslavement”. Unlike the writers of the Tanzi-mat period, Halit Ziya did not discuss the issue of enslavement as an intellectual

Yeni Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 14, Ekim 2016, s. 25-42.

(2)

thesis and with a judgemental attitude but within a sentimental atmosphere based on his own observations. Moreover, in his works, black slaves but mostly hybrid slaves and their specific qualities attracts attention, rather than Circassian slaves.

Keywords: Halit Ziya Uşaklıgil, enslavement, İzmir, mansion life.

...

Yüzyıllarca gerek Batı gerekse Doğu toplumlarında yerleşmiş olan kölelik kuru-munun ortadan kalkması, zamana yayılan yasal düzenlemeler gerektirdiği gibi sosyal hayattan çekilip gitmesi de sanıldığı kadar kolay olmamıştır. Osmanlı toplumunda köle ticareti yasaklandıktan sonra eskinin kalıntıları olarak zengin konaklarında görülen köle ve cariyeler bu hayata alıştıklarından yaşadıkları çevreden birdenbire kopamazlar. O hayat içinde dadı, lala, uşak, olarak ya da ayak işlerinde hizmet görerek ömürle-rini geçirirler.1 Tanzimat dönemi yazarlarından Emin Nihat, Ahmet Mithat Efendi,

Namık Kemal, Samipaşazade Sezai, Nabizade Nazım esaret konusunu çeşitli roman ve hikâyelerinde ele almışlardır. Bu dönemde yazarların böyle bir konuyu ele alma sebepleri arasında büyük ölçüde İstibdat yönetimine karşı hürriyet fikrini öne çıkarma düşüncesi bulunmaktadır. Ayrıca Samipaşazade Sezai, Ahmet Mithat, Abdülhak Hamit gibi bazı yazarların annelerinin Kafkasya kökenli olmaları da bu konunun ön plana çıkmasında önemli bir faktördür.2

Genel itibarıyla Kafkasya kökenli kölelerden hareketle bu meseleyi ele alan Tan-zimat dönemi yazarlarından Ahmet Mithat ve Emin Nihat kölelik kurumunu olumlu ve olumsuz yönleriyle ortaya koyarken Samipaşazade Sezai kurumu tamamen kötü yönleriyle ortaya koymuş ve Sergüzeşt’te Dilber’i Nil’in sularına bırakarak âdeta bu kuruma son vermek istemiştir. Yine Nabizade Nazım ve Namık Kemal’in kanaatleri de olumsuz yöndedir.3 Özellikle Ahmet Mithat esaret müessesesini onaylamasa da

diğer yazarlar gibi konuyu trajik boyutuyla işleyen ilk devir eserleri hariç belli bir dönemden sonra –Felatun Bey’le Rakım Efendi, Ölüm Allah’ın Emri, Dünyaya İkinci Geliş, Jön Türk gibi romanlarında– Batı ile mukayeseye giderek Osmanlı’da kölelere tanınan imkânlar üzerinde durmuş ve onların mutlu sonla biten hikâyelerini yazmıştır.4

Tanzimat dönemi sanatçılarının asli mevzularından olan “esaret”in, Servet-i Fünun ve daha sonraki dönemlerde arka planda kalsa da, nasıl bir süreç takip ettiğini

1 Köleliğin tarihi seyri hakkında bk. Toledano, Osmanlı Köle Ticareti 1840-1890; Erdem, Osmanlı’da

Köleliğin Sonu 1800-1909; Parlatır, Tanzimat Edebiyatında Kölelik, s. 1-20.

2 Bu konunun Tanzimat dönemi romanlarına yansımaları hakkında bk. Parlatır, Tanzimat Edebiyatında

Kölelik; Çağın, “Tanzimat Dönemi Türk Romanında Kafkasyalı Köleler”, s. 117-124.

3 Bk. Çağın, “Tanzimat Dönemi Türk Romanında Kafkasyalı Köleler”, s. 124.

(3)

bilemiyoruz. Ancak bu konunun izini sürecek araştırmacılar daha sağlıklı hükümlere varacaklardır. Yalnız Halit Ziya’nıın eserlerinde Tanzimat dönemi yazarlarıyla bitmiş gibi görünen bu mevzuun hatıralarda, roman ve hikâyelerde birinci elden bir gözlem-cinin ağzından derinlemesine tahlillerle, öncekilere göre daha sanatkârâne olarak ele alındığı görülmektedir. Bunları bir araya getirdiğimizde Halit Ziya’nın özellikle çocuk-luğu ve gençliğine, daha çok da İzmir dönemine dair hatıralarında esaretin bir başka boyutuyla karşılaşırız. Özellikle Orta Afrika’daki Çad Gölü civarından getirilmiş Arap/ zenci köleler ve İzmir’in Kadifekalesinde zencilerin düzenledikleri “dana şenlikleri” adı verilen bayramlar, yine İzmir’in sayfiye yerlerinde, konaklarda dadı, lala, uşak ve halayıkların konumları ve onlara dair hikâyeler çoğu zaman küçük Halit’in intibaları olarak Halit Ziya’nın yargılamaktan uzak kalemiyle anlatılır.5

Halit Ziya kölelik kurumundan artakalan kişilerin, özellikle de kadın ve çocukla-rın ev halkıyla eşit olmayan pozisyonlaçocukla-rını, dışa vuramadıkları aşklaçocukla-rını, çocuk yaşta koparıldıkları coğrafya ve ailelerine duydukları gurbet duygusunu ayrıntılı psikolojik tahlillerle ortaya koyar. Cumhuriyet’ten sonra hatıra, hatırat-hikâye tarzında kaleme aldığı eserler yazarın hayatına dair biyografik malzeme sunduğu ve bu yaşantıların hikâye ve romanlarda yansımaları açık bir şekilde görüldüğü için biz de öncelikle yazarın yaşantısına yöneleceğiz. Kırk Yıl’ın başında çocukluğunun dört beş yaşlarına tekabül eden günlerini anlattığı bölümde 1870 yıllarının İstanbul’unu anlatırken “O zamanlarda oldukça müreffeh her evin kalabalığını teşkil eden irili ufaklı, siyah beyaz halayıklar –esaret zinciri bu boyunlara o kadar ucuz takılırdı ki–” şeklinde bir tespitte bulunur.6

Dilhoş Dadı’dan önceki asıl dadısı Gülfidan Dadı’nın, yine evin hizmetlilerinden Nazmıdil’in “Hacca gidecek.”,“Hacca gitti.” diyerek yumuşatılan ölümlerine şahit olur. (s. 63-64).

Yedi ile on iki yaş arası intibalarına yer verdiği kısımda ise İzmir’den gelen ak-rabalarıyla, İstanbul’daki ev ahalisinden şöyle bahseder:

İzmir’den birçok gelenler vardı: Bir büyükanne yanında bir hala, bir amca, birçok kızlar ve ezcümle bütün aile çocuklarının en korkunç siması olan Lala Refik Ağa... Büyükpederimin pek mutemedi olan bu harem ağasının bütün ev halkı üzerinde öyle bir nüfuzu vardı ki, bunu kısmen haiz olduğu itimada medyun olmakla beraber asıl hiç gülmeyen yüzünün daima tehditkâr çirkinliğine borçluydu. Buna mukabil babamın ince, uzun, ötekinin kuzguni

5 Afrikalı kölelerin ticareti, toplanma yerleri, zorlu yolculukları, esir pazarları, âdetleri ve azat edilmeleriyle

ilgili ayrıntılı bilgi için bk. Şaul, “Geçmişten Bugüne Siyah Afrika’dan Türkiye’ye Göçler: Kölelikten Küresel Girişimciliğe”. Ayrıca köle ticaretine getirilen yasaklar ve İzmir civarındaki kölelerin durumuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bk. Martal, “Afrika’dan İzmir’e: İzmir’de Bir Köle Misafirhanesi”, s. 171-186.

(4)

siyahlığına mukabil koyu esmer denecek kadar açık renkte güzel çehresi daima baygın gözlerinin uzun kıvırcık kirpiklerinden akan tatlı bir nazarla insanı okşamaya davet eden bir Habeş kölesi vardı: Server. O, belki yirmi yaşlarında vardı, bu ikisine iltihak eden bir de, yine Habeş Ziver vardı ki enişteme aitti, daha doğrusu ben yaşta olan bu küçük haşarı eniştemden ziyade bana aitti. (s. 73-74)

Küçük Halit diğerleri gibi Server’i de ölüm yatağında ziyaret eder. Server “ya-tağının içinde kavrulmuş dudaklarla, kireçle sıvanmış zannolunan donuk” (s. 76) çehresiyle biraz da Aşk-ı Memnu’nun Beşir’ini hazırlamış olmalıdır.

Abdülaziz’in tahttan indirilip Sultan Murat’ın tahta çıkarıldığı olaylı günlerde küçük Halit’in evlerinde de işler ters gitmeye başlar. Anlattığı vakalardan birisi, ken-disinden üç dört yaş büyük olan Habeş köle Ziver’in evden kaçma hadisesidir. Güzel bulduğu bu Habeş gencini intikam almak isteyen bakışları, kuvvetli çenesiyle, keskin ve beyaz dişleriyle vahşi bir canavara benzetir. (s. 99-101).

Halit Ziya’nın çocukluk günlerine dayanan bir aşk hadisesi vardır ki daha sonra bu olay “Bir Yazın Tarihi” hikâyesine ilham vermiştir:7 Annesinin hususi hizmetinde

bulunan cariye Gülter’in ancak son nefesinde ifşa ettiği sırrı. “Esmer, kara kuru, çatık kaşlı, mağmum çehreli bir Çerkez kızı” olan Gülter, Halit’in ağabeyi Ethem Bey’in evliliğinden sonra hastalanmış ve yatağa düşmüştür. Verem olduğu söylenen Gülter’in son arzusu küçük Halit kadar ailenin tüm bireylerini derinden etkilemiştir:

Bir gece eski dadılardan birinin vesateti ile Gülter’in bir ricası vukua geldi: – Ethem Bey’i görmek isterim! demiş.

Biraz hayretle, fakat derhâl muvafakatle telakki olunan bu rica üzerine biraderimi onun odasına götürdüler ve yalnız bıraktılar. Yarım saatten az süren bir zamandan sonra bira-derimin, hasta odasından, sapsarı çıktığına şahit olduk.

Titreyen bir sesle anlattı: Yatağın ucuna ilişerek oturmuş, Gülter bir kelime söylemeden uzun uzun ona bakmış, sonra iki elleriyle yüzünü kapamış, ağlamış ağlamış, nihayet ancak işitilen bir sesle:

– Ellerinizi bana verir misiniz?

demiş ve onları iki elleriyle tutarak dudaklarına götürmüş, öpmüş öpmüş, onu müteakip kendisini yastıklarına salıvererek:

– Şimdi gidiniz!.. demiş. (s. 111-112)

1950’de yayımlanan hikâye-hatırat tarzında düşünebileceğimiz İzmir Hikâyeleri kitabının “Uzak Hatıralar” kısmı kölelik konusunda önemli malzeme içermektedir. Halit on iki yaşındadır ve Rus Harbi’nin sonlarında babası, işlerini İstanbul’dan İzmir’e nakletmek zorunda kalmıştır. Aile Saraçhanebaşı’ndaki güzel evlerinden, şirin ve büyük

(5)

bahçelerinden koparılarak İzmir’de büyükbabanın Çorakkapı Konağı’nın müstakil bir dairesine sığınır. Daha sonra büyük konaktan bağımsız, yine aile evlerinden Yokuş Başı’ndaki güzel, şirin bir ev onlara verilir. Bu eve taşınma sırasında bir süreliğine Halit, annesi ve dadısıyla beraber Arapfırını Mahallesi’nde uzak akrabalarından Kevser Hanım’ın büyük evine misafir olur. Bu kısımda asıl üzerinde durulan, Kevser Hanım’ın küçük torunu Affan olmakla beraber halayıkları ve uşakları da tanıma fırsatı buluruz. Dilber, Nevber, Melekper, Fidan, Sünbül ve Ferah sözü geçen halayıklardır. Dilber yirmi beş yaşlarında, esmer güzeli, çatık kaşlı, düzgün vücutlu bir Çerkez kızıdır. Evin uşaklarından Arnavut Süleyman ile Dilber birbirine tutkundur, evin büyükleri de onların birleşmeleri için vaatte bulunmuşlardır. Affan’ın gözünden tanıtılan Nevber, Dilber’in aksine “asık suratlı, her vakit bir şeye hiddet ediyor zannını veren, çoban köpeği gibi ısırmaya hazır, dişlerini gösteren, çirkin bir Çerkez kızdır”. Kevser Hanım’ın büyük kızından kalan Salime Hanım’la eniştenin hizmetlerine bakan Melekper de Çerkez’dir. Affan, Salime ablasının, Melekper’i eniştesinden kıskandığını fakat kızın pek kurnaz, eniştenin de pek zeki olduğunu belirtir.

Bu Çerkez kızların dışında mutfakta Mecbur Bacı’nın nezareti altında evin hiz-metini gören Fidan, Sünbül ve Ferah isminde üç siyah kız daha vardır. Affan bu kızları cana yakın bulduğu gibi, ekmek yoğururken kendi dilleriyle söyledikleri bestelerden de etkilenir. Mümkün olsa onları notaya almak, kanunla icra etmek ister.

Kevser Hanım’ın konağında kadın kölelerin yanında erkek köleler de vardır. Bunlardan biri Halit’in İstanbul Saraçhanebaşı’ndaki evindeyken babasının on sekiz, yirmi yaşlarındaki kölesi Sürur’a benzettiği Zarif Ağa’dır. Güzel Habeş genci dediği Zarif Ağa’yı görünce erkekliği alınmış Sürur’u içi sızlayarak hatırlar. Sürur’un da sonu, Kırk Yıl’da anlattığı Server ve Aşk-ı Memnu’daki Beşir’in sonuyla benzerlik gösterir:

Babamla beraber biz hepimiz ona meftun idik, açık Habeş renginde, uzun ve ince en-damlı, cıvıl cıvıl zekâ parıltılarıyla ışıldayan baygınca gözlü, kıvırcık ve gür kaşlı olan bu güzel oğlan affetmeyen bir hastalığa müptela olunca biz yaz için İhsaniye sayfiyesine naklederken o da Guraba Hastanesi’ne gönderilmişti. Bir aralık yaz sonuna doğru babam beni ağabeyimle beraber hastaneye göndererek bedbaht Sürur ile veda etmeye yollamıştı.8

“Uzak Hatıralar”da Halit’in dedesinin hizmetinde bulunan Refik Ağa’dan da bahsedilir ki bu kişi Zarif Ağa’nın tam zıddıdır:

Zarif hakkında hemen duyduğum sevginin iki sebebi vardı: İkincisi de dedemin hacdan dönüşünde beraberinde getirdiği harem ağasının, Refik Ağa’nın tamamıyla zıddı olması... Refik Ağa, hilkatin kendisini en kara bir renkle boyamakla iktifa etmeyerek ne kadar çirkin olmak mümkünse o kadar çirkin yarattığı ve bununla da kalmayarak çiçek bozukluğuyla

(6)

bütün çehresini kalbura çevirdiği bir zavallı idi. Zavallı demek doğru mu idi? Herkeste uyan-dırdığı bir ürpermenin öcünü herkese karşı hışım, hiddet, gazap, hatta kin ile almak için fırsat arayan Refik Ağa bütün konak halkının, hanımların, uşakların, kızların ve herkesten ziyade çocukların bir nevi düşmanı mesabesinde idi. Herkesle beraber onu ben de sevmezdim, vakıa sevmemekle beraber bunu ona karşı belli etmezdim. O da elbette kimseyi sevmediği gibi beni de sevmezdi, ama o da bunu bana sarahatle belli etmezdi. Bu Refik Ağa’nın dedemin konağında bıraktığı bir acı hatıra vardır ki onu da ayrıca hikâye etmelidir. (s. 60)

Burada sözü edilen acı hatıra “Abdi ile Karanfil” hikâyesinin konusunu oluştu-racaktır.

Kevser Hanım’ın büyük damadı, yani Affan’ın büyükbabası öldükten sonra ko-naktaki ilişkiler çözülür ve miras davalarıyla aile parçalanır. Bu arada koko-naktaki kölelerin birtakım gizli ilişkileri de ortaya çıkar. Sünbül ile evin uşaklarından Aydınlı Genç Osman’ın epeydir seviştikleri anlaşılır ve onların nikâhı kıyılır. Yine Rum de-likanlısı Pavli ile Habeş kızı Ferah’ın gizli buluşmaları sonucu kızın hamile kaldığı öğrenilir ve Mecbur Bacı kızı Kadifekalesi eteğinde azat edilmiş zenci bir kadının evine götürür. Kevser Hanım kıza acıyarak bütün eşyası ile birlikte oldukça mühim bir para da verir. Pavli ise arabası ve hayvanlarıyla birlikte ahırdan ayrılmıştır. Dilber de Arnavut Süleyman’la nikâhlanıp Manisa’da bir çiftliğe gidecektir. “Asık suratlı kız” Nevber’e de bir kısmet çıkar. Kevser Hanım ona da sandıklarından birçok eşya verir. Hanımın ve arkasından Mecbur Bacı’nın ölümünden sonra Zarif ile Fidan’a azat kâğıtları verilir. Kevser Hanım ölmeden önce onlara da bir şeyler ayırmıştır. Onları bir büyük aile yanlarına alır. Ayrıca Fidan’a talip de çıkmıştır.

Yine “İzmir Hikâyeleri”nde yer alan “Dilhoş Dadı”da bir masal kahramanı gibi anlatılan dadı, küçük Halit’in çocukluğunu zenginleştiren diğer bir önemli kişidir. Dilhoş Dadı’nın küçük Halit’le olan ilişkisini; dadının memleketinden, geçmişinden getirdiği esrarengiz esintileri okurken Tanpınar’ın “Kerkük Hatıraları” ile “Evin Sa-hibi” hikâyesindeki çocuğun büyülü dünyasına gitmiş gibi oluruz. “Evin SaSa-hibi”nde anneannenin anlattığı hikâyeler, dedenin ayak sesleri, evin sahibi olan yılanın yarattığı korku, çocuğun muhayyilesini besleyen konak, geçmişine dönüp baktığında hikâye kahramanına “Ben masalı olan bir çocuktum.” dedirtecektir.

Halit, dadısıyla dört yaşında olduğu sıralarda yaşamaya başlamış ve on dört yaşına kadar onun “sarıp sarmalayan şefkati arasında yetişmekten lezzet alarak” büyümüştür. Annesi, kardeşleri, hatta evin bütün halkıyla küçük Halit arasına giren dadının çocuk üzerindeki tahakkümü, etrafın saldırılarına karşı koruyucu tavrı o kadar ileri derecededir ki, bu bize, o dönemde esir de olsa bu kişilere verilen imtiyazın sınırlarını gösterme-si bakımından önemlidir. Damda Dilhoş Dadı bir taraftan uçurtma uçuran Halit’in çoraplarını örerken bir taraftan da ona kendi dilinden, memleketinden, geçmişinden getirdiği hüzünlü şarkılar mırıldanır. Annesiyle kardeşlerinden, memleketinin büyük

(7)

denizinden bahseder. Halit büyüdükten sonra dadının anlattıklarından, vakur tavrın-dan, esarete rağmen diğer hanımların seçkin muamelesinden hareketle onun Çad Gölü civarından, bir kabile reisinin kızı olabileceğini düşünür. Mırıldandığı şarkılar onun, gençliğinde çok güzel bir genç kız olduğunu ve başından hazin bir olayın geçtiğini haber vermektedir. Yıllar sonra geçmişe dönüp baktığında bu özel sevginin altında yatan psikolojiyi şöyle tahlil eder:

Kum, çöl, güneş diyarının bu narin, marîz kızı, kendisini için için yiyen bir hürriyet eleminin zehirli dişleriyle günden güne daha narin, daha marîz görünerek zaten Habeş’e yakın açık rengini daha donuk bir uçuklukla sarartan, kimseye tevdi edilememiş, sırların tahribiyle daha ziyade süzülerek, beni severken, benim mevcudiyetimin arasından başka şeyleri sevmiş oluyordu.

Bugün bundan şüphe etmiyorum: Evet, beni sevmekle memleketinin buluttan, lekeden âri gecelerini, o beyaz gecelerin beyaz yıldızlarını, kızgın güneşlerin altında fıkırdıyor, kaynayarak tutuşuyor görünen kum deryalarını, ilelebet silinmiş, bir daha nasip olmayacak surette ruhunun içinden kökleri koparılarak nisyana atılmış yurdu düşünüyordu. Ve boş bir şişenin arkasından geçip öte tarafa in’itaf eden bir nazar-ı rü’yet ile bana olan muhab-betinin arasından süzülen kalp heyecanları kendisine, kendi hüviyetine, kendi menşeine ait olanları gidip bularak onları kucaklamış oluyordu. (s. 104-105)

Halit on yaşını aşıp dadı da genç kız sıfatından uzaklaşmaya başlayınca arala-rındaki sıkı bağ gitgide çözülmeye yüz tutar. On ikisine geldiğinde bir gün Halit’e dadının “borusu tut”tuğunu haber verirler. Ruhlarla irtibata geçip cezbeye tutulan Dilhoş Dadı, “kudurgan bir Afrika cengâverinin taşkın vahşeti” içinde hiç kimseyi tanımayarak, kilitlenmiş dişlerinin arasından yarı Türkçe yarı Afnuca garip bir dille soluyup homurdanmaktadır.

Her ne kadar dadıya ev halkı bir saygı çerçevesinde davransa da Halit Ziya’nın anlattığı diğer esirlerdeki gibi koparıldıkları geçmişleri bu insanlarda büyük yaralar aç-mış ya çaresiz bir hastalıkla ya da kendi dünyalarında büyük yalnızlıklarıyla ömürlerini tamamlamışlardır. Halit Ziya’nın bu tür hatıralarında evin bodrum gibi gizli, karanlık; bir çocuğun korkularını besleyen, muhayyilesini tahrik eden mekânlarını da öğrenmiş oluruz. Öyle ki bu mekânlara evin içinde sadece çocuklar ve esirler vâkıf gibidir. Burada bodrum, borusu tutan Dilhoş Dadı’nın tütsüler hazırlayarak cinleri davet ettiği, bir nevi mabede çevirdiği özel bir mekândır. Ayrıca o dönemin İzmir’inde, özellikle Kadifekale bölgesinde siyahlara özgü bir şenlik olan Dana bayramları hakkında şöyle bir bilgi de verilir:

Ben evin içinde zaten borusu tutanlardan, Godyalardan, Rüküşlerden bahsedildiğine pek çok defalar müsadif olmuş, hatta kaç kere İzmir’in Kadifekalesi eteklerinde, borulu zencilerin dana şenliklerinde bulunarak iyi saatte olsunların türlü garip hikâyelerini din-lemiştim... (s. 108-109)

(8)

Zamanla Dilhoş Dadı’nın tütsü kokusu evi sarmaya başlar. Onun mahzende ibadetle vakit geçirmesi, herkesçe kabul edilmiş bir kural hâline gelir. Ne yapsalar halledemedikleri bu meseleyi kader halleder ve Dilhoş Dadı tutulduğu kuru bir öksürük neticesinde hayata gözlerini yumar.

“İzmir Hikâyeleri”nde yer alan, 1942’de yayımlanan “Abdi ile Karanfil” hikâyesi yine Halit Ziya’nın İzmir yıllarındaki gözlemlerine dayanmaktadır. Hikâyeden öğren-diğimize göre Halit Ziya bu yıllarda on beş yaşlarındadır. Burada yukarıda sözü geçen küçük Halit’in dedesinin uşağı Refik Ağa’nın büyük bir aşkı nasıl berbat ettiği anlatılır. Ayrıca bu hikâyede esaret meselesi sosyal bir boyuta taşınarak irdelenir. Olaylar Halit Ziya’nın dedesinin Göztepe’de yazlık olarak kullanılan köşkünde geçer. Anlatıcı olan Halit, yıllardan beri evin hizmetinde bulunan Abdi’yi yirmi beşle otuz yaşlarında, genç, dinç, yakışıklı ve sevimli bir Türk delikanlısı; Refik Ağa’yı ise herkesin korktuğu bir hilkat garibesi olarak anlatır. Dedenin hacdan beraberinde getirdiği bu adamın Abdi’yi sevmemesinin altında yatan esas neden erkekliğinin alınmış olmasıdır. Bundan dolayı herkese, her şeye karşı bir kini olduğunu belirtir. Ayrıca uzun boyu, geniş omuzları, endamlı hâline karşın yüzü çok çirkindir.

Dede, kâhya rütbesine çıkarttığı Refik Ağa ile Abdi arasında öyle bir denge kur-muştur ki ikisinin nefret ve düşmanlıkları hiçbir zaman açığa çıkma fırsatı bulamaz. Hikâyede üzerinde durulan üç halayıktan Hüsnühal ile Karanfil, Halit’in halası Nafize Hanım’ın; Müferrih ise annesinin hizmetine bakarlar. Hüsnühal iyi huylu olmakla birlikte, çirkin bir Çerkez kızıdır. Çirkinliğinden dolayı bir talip bularak çırak edilmesine imkân olmamıştır. Hikâyenin esas kahramanı Karanfil olmakla birlikte zenci olduğu anlaşılan Müferrih de henüz bir ergen sayılabilecek Halit’in gözünden çok canlı çizilir:

O da ne çalımlı, ne alımlı bir kızdı; bana karşı bir yılışıklığı da vardı. Hele yürüyüşü!.. Yürümek değil, bu bir raks idi. Kabilesinin rakslarından vücudunda yer etmiş bir hava onu gerdanından omuzlarına, oradan bütün göğsüne, kalçalarına, bacaklarına, ta ayak parmaklarının uçlarına kadar kavramış gibi idi; ifrata varmayan bir salıntılı, bir dalgalanışlı yürüyüş ki beni her gördükçe gözleri süzülerek daha cazip bir ifade alır ve davet eden bir nefsini verişle: “Sanki ne çekiniyorsun? Senin on beş yaşınla benim yirmi yaşımın arasında küçük bir mesafecik var. Onu atlayıversek ne lazım gelir. Nasıl birbirimizi bulur, nasıl o küçük mesafeyi aradan kaldırıverirdik!..” demek isterdi. (s. 177)

Halit’in dikkatini asıl çeken Karanfil’dir. Karanfil, Refik Ağa’nın karşılıksız sev-diği, küçük amca Süleyman’ın da mukavemet edemesev-diği, evin uşaklarından Arabacı Abdi’nin gönül verdiği güzel bir Afrikalı kızdır. Yazar anlatıcı onun Habeş olmadığını, Habeşlerde nadir bulunan açıklıkta olduğunu, Çad Gölü civarından geldiğini özellikle belirtir. Yirmili yaşlarında olan Karanfil sokulgan, yılışık, kendisini vermeye hazır, Müferrih’in tersine soğuk, içe kapanık, gururlu tavrıyla daha çekici şekilde anlatılır:

(9)

Ne şirin, ne cana yakın, ne körpe, ne civan bir şeydi bu Çad Gölü civarının güzel kızı!.. Sürmeli gözleri, kıvırcık kirpikleri, fazla ballılığından çatlamış bir mor incir gibi ince dudaklarının arasından görünen düzgün, beyaz dişleri vardı; fakat her şeyden ziyade onun her vakit dargın zannolunan çehresinde öyle bir ciddi, hatta kibre hamledilebilecek öyle bir vakar ifadesi vardı ki ona bir sultan kızı hâli verirdi. Galiba sultan değilse bile ona yakın farz olunabilen bir şeylerin kızı idi. (s. 177)

Nafize Hanım ağırbaşlı, ciddi tavırlı olan Karanfil’i, oğlu Ahsen’e dadı olarak seçmiştir. Abdi ile Karanfil’in deniz kenarında, dağ tarafında buluşup sevişmelerine bu küçük çocuk iyi bir vesile olmuştur. Ev sahiplerinin halayıklara davranışları da gayet olumludur. Mesela Karanfil ile Abdi’nin ilişkisini bilmeyen yoktur. Yakında bir araya getireceklerdir. Nafize Hanım çeyiz cariyesi olan Hüsnühal ile Karanfil’e karşı kibar ve şefkatlidir. Bu cariyeler ömürlerinin sonuna kadar hanımlarına kendilerini adarlar. Her ne kadar Halit Ziya’nın İstanbul’da babasının, İzmir’de dedesinin konağında halayıklara, uşaklara iyi muamele edilse de burada küçük amca Süleyman’ın gözünden esaretin bir başka yüzüne dikkat çekilir:

– Bizde ve İzmir’in başlıca evlerinde takım takım görülen, hele İstanbul’da, başka büyük Türk şehirlerinde yüzlercesi bulunan bu Afrika kızlarının nasıl olup da buralara kadar geldiklerini ve kim bilir esaret hayatında nasıl safhalar geçirdiklerini düşünmek lazımdır. Sade memleketimize değil bu zavallılar bütün dünyaya yayılmışlardır. Bize gelenler ekse-riyet üzere Çad Gölü civarındadır. Afno, Bagermi, Borno kabilelerinden, hatta Kongo’dan, Sudan’dan, Habeş diyarından... Bu uzak yerlerden buralara kadar gelmek için neler gör-müşler, neler geçirmişlerdir, hele zalim esircilerin elinde birçoğu çocuk, birtakımı körpe genç kız, pek azı olgun kadın olan bu mahluklar kim bilir nasıl heveslere alet olmuşlardır. Daha sonra satıldıkları evlerde her birinin bir acı sergüzeşti vardır. Bunların mukadderatına bizdekilerin hâlleriyle hüküm vermeye kalkışmamalı. Onlara muntazır olan akıbetin bir küçük numunesini görmek için Kadifekalesi sırtında sefaletini seren zenci mahallesine kadar gitmek, o mezbelenin yürek parçalayan hazin levhasını tetkik etmek lazımdır... (s. 185)

Bir yerde daha esaretin sosyal boyutuna Müferrih aracılığıyla, yalnız kızın ha-fifmeşrep tabiatına uygun şekilde yer verilir. Halit hastalandığında annesi vücudunu ovması için Müferrih’i gönderir. Zaten Halit’te gözü olan kız bu işi pek keyifle ve maharetle yapar. Halit böyle güzel ovmayı nereden öğrendiğini sorduğunda Müferrih’in cevabı, esir ticaretinin çirkin yüzünü ortaya koyar niteliktedir:

– Bizi memleketten getiren esirci... Biz sekiz kişi idik. En küçüğü ben!.. O zaman on, belki on iki yaşındaydım. Ötekiler benden çok büyük idiler. Nerelerden geçtik, nerelerde kaldık, nihayet işte İzmir’e vardık. Hacı Selim ötekileri hep bir yere tıkar, beni çocuktur diye hep yanına alırdı...

(10)

Durdu. Devam edip etmemek lazım geleceğinde tereddüt ediyordu. Ben pek merak uyan-dıran bu hikâyeyi dinlemek istiyordum; cesaret vermek için:

– Sonra? diye sordum.

– Sonrası ne olacak? Her akşam yatakta kendisini ovdururdu.. – Sen o zaman da böyle iyi ovar mıydın?...

– Hayır!... diye cevap verdi. – Nasıl öğrendin?... diye ısrar ettim.

– O öğretti!... dedi ve birden coşarak: Bana, “Sen beceremiyorsun, ben sana öğreteyim” diye o beni ovmaya başladı. Bütün vücudumu... (s. 187)

Hikâyenin sonunda Abdi ile Karanfil’in evlilik planlarının iflas ettiği görülür. Refik Ağa Aydın’ın köylerinden olan Abdi’nin babasına bir mektup yazarak oğlunun siyah bir kızla nişanlandığını haber verir. Adam da buna itiraz ederek, eğer böyle bir iş yaparsa oğlunu reddedeceğine, mirasından mahrum edeceğine dair bir mektup yazar. Bunun üzerine Abdi Karanfil’in hanımına, o da babasına danışır. Halit’in dedesi, Abdi’nin baba sözünü dinlemesini uygun bulur. Karanfil’in genç olduğunu, onu çabuk unutacağını, yakında başka taliplerin çıkacağını söyler. Oysa Karanfil Abdi’den sonra hiçbir talibi kabul etmez. Daha çok içine kapanır. Ölünceye kadar hanımının yanında yaşar, ölen Ahsen’den sonra doğan Hayrünnisa onun tek tesellisi, tek konuştuğu kişi olur.

Karanfil’in mutluluğunun önüne geçmesine rağmen erkekliği yok edilmiş olan Lala Refik de insanda merhamet uyandırır. Karanfil’e duyduğu karşılıksız aşkı son nefesine kadar yaşar.

Halit Ziya’nın otobiyografik tarzda kaleme aldığı bir hikâye de “Civelek Ziver”dir. Bu hikâyede diğer hatıralarından farklı olarak Halit Ziya olayların tamamen dışında, dinleyici ve gözlemci konumundadır. Bu defa söz konusu olan esir bir çocuktur. Halit artık büyümüştür. Yirmi yaşına yaklaşmış bir delikanlı olarak Osmanlı Bankası’nın İzmir şubesinde memurdur. Sigarayı bırakmıştır, fakat bu mahrumiyetin telafi çaresini günde bir kere nargile içmekte bulur. Hafta içi Kordon boyunda nargileleriyle meşhur olan bir Rum kahvesine, tatil günleri ise Tilkilik’te bir Türk kahvesine gider. İşte bu nargile vesilesiyle Halit Ziya kahvenin sahibi Yavuz İbrahim’i, kahvenin müdavimi olan gençleri ve küçük Civelek Ziver’i tanıma fırsatı bulur. Uzun boylu, yakışıklı, esmer yüzlü, aynı zamanda iyi yürekli bir adam olan Yavuz İbrahim, zamanında tü-tün kaçakçılığı yapmış, korucularla vuruşmuş, hapse girmiş, eşkıyalık etmiş, savaşa katılmış, kısaca feleğin çemberinden geçmiş yiğit bir adamdır. Asıl üzerinde durulan Civelek Ziver ise onun, himayesine aldığı bir esir çocuktur. Yavuz İbrahim ile çocu-ğun tanışması “Dilhoş Dadı”da belirtildiği üzere İzmir’in Kadifekalesi’nde yapılan zencilerin dana bayramında olur:9

(11)

Zencilerin bir tane bayramı olurdu ki İzmir’in sayılı günlerinden biri idi. Onların Afrika geleneklerinden getirdikleri bu rasime Kadifekalesi sırtlarında İzmir’in Bahribaba üzerin-den üzerin-denize bakan bir noktasında yapılırdı. İzmir’de ne kadar muhtelif kabilelerüzerin-den gelme erkek kadın zenciler varsa burada toplanırlar, yerler içerler, oynarlardı. İzmir halkından bir büyük kalabalık da bunları temaşa etmek ve garip oyunlarını görmek için orada top-lanırlardı. Hususuyla borulu kadın zenciler bu rasimenin başlıca unsuru idi. Oyunların arasında onların içinden boruları tutanlar da olurdu. O zaman gudyeler –ki boruluların reisleri olan yaşını başını almış zenciler idi– bunlarla meşgul olurken halk bu hem çirkin hem merakı calip sinir buhranı manzaralarını alaka ile görmüş olurlardı.

Dana bayramında Yavuz İbrahim’in gözüne on yaşlarında güzel bir Habeş oğlanı ilişir. Kimi kimsesi olmayan bu çocuğu, tanıdık çıkan siyahların cemaat liderlerinden olan “gudye” Meserret Abla’dan alarak sahiplenir. “Civelek” lakabını, ilk görüşte kanı kaynadığı bu çocuğa kendisi verir. Ziver vesilesiyle Halit Ziya o dönemde İzmir’de sık rastlanan, saf Habeş sayılamayacak “çucana” denen melez zenciler hakkında şöyle bir bilgi de verir:

Ziver Habeş değildi, zenci kadınların beyaz ırktan erkeklerle çiftleşmesinden doğan ve İzmir’de çucana diye anılan rengi açılmaya yüz tutmuş siyahilerden idi. Bunlar nesil değiş-tikçe ve her değişişte gene zenciye bir beyaz kanı karıştıkça hep siyahlıktan uzaklaşır, fakat hiçbir zaman tam manasıyla beyaz olmadan en açık Habeşlerden daha açık bir renk alırdı. Amerika’da zencilerle beyazların çiftleşmesinden böyle beyazlığa yaklaşan birçok zenciler vardır ki atladıkları tabakalara göre birer unvanla tanınır, fakat hiçbir zaman beyaz ırktan diye telakki edilemez. İzmir’de de böylelerine sık sık tesadüf olunurdu; fakat gariptir, galiba kan ihtilatı neticesiyle bu çocuklar pek güzelleşmiş, pek tatlılaşmış olmakla beraber çok nahif olurlardı. İçlerinde uzun müddet yaşayacak kadar kuvvet bulan pek nadirdi. Ziver bunların en tatlı, en sevimli örneklerinden biri idi. Düzgün bir endamı, ince ba-cakları, kolları, ışıl ışıl parıldayan, kıvırcık kirpikleriyle gölgelenmiş zeki gözleri, kadife gibi yumuşak bir teni vardı; hele hâli Yavuz İbrahim’in ona verdiği civelek unvanıyla pek uygun idi. (s. 159)

Yavuz İbrahim, kahvede kendisine yardımcı olan bu çocuğun her tür ihtiyacıyla ilgilendiği gibi onun eğitimiyle de ilgilenir. Ziver okuma yazma öğrenir, biraz da he-sap dersi alır. Halit Ziya’nın on dört yaşlarında tanıdığı elinde maşa, kahvede oradan oraya seğirten, müşterilerin nargilesine ateş yetiştiren, çıngırak gibi ince ve ahenktar sesiyle ocağa seslenen Civelek Ziver sadece kahvenin değil, bütün civar halkın sev-gilisi olmuştur. Yavuz İbrahim’in bu denli çocuğa bağlanışının altında yine bir esir kızın, sonu ölümle biten hazin aşkı yatmaktadır. Yazar bu hikâyeyi Yavuz İbrahim’in anlattığı gençlerden dinlemiştir. Yavuz İbrahim henüz yirmi beş yaşlarındayken as-kerliğini bitirerek Ödemiş’e döner ve tütün kaçakçılığına başlar. Ödemiş’in zengin

(12)

çiftlik sahiplerinden Şerif Ağa’nın korucusu Çerkez Ziver’le de ortaktır. Şerif Ağa’nın Müferrih isminde genç, güzel Habeş bir cariyesi vardır. Yavuz İbrahim ile bu Habeş kızı birbirlerini severler; fakat bir gün bir ağacın dibinde Müferrih’in göğsünden vu-rulmuş cesedi bulunur. Öldürülmeden önce kıza tecavüz de edilmiştir. Bunu yapanın Çerkez Ziver olduğu anlaşılır. Çetesiyle birlikte dağa çıkan Yavuz İbrahim, sevdiğinin intikamını yine aynı şekilde alır. Bir gün bir ağacın dibinde Ziver’in cesedi bulunur. Yavuz İbrahim hikâyesini şöyle bitirir:

– O zamandan beri yirmi yıl geçti. Geçen hafta Dana bayramında sizinle beraber dolaşır-ken Civelek’i görünce birden ciğerlerim ağzıma geldi: Müferrih benim olsaydı, ondan bir oğlum olsaydı, tıpkı bunun gibi olacaktı, dedim ve birden bu çocuk için sanki Müferrih’le benim çocuğumuz gibi içimde bir şeyler kaynadı... (s. 164-165)

Güzel, melez Civelek Ziver de esirlerde sıkça rastladığımız amansız hastalığa yakalanır. Doktor, çocuğu iyi beslemesini, kıştan evvel ona bir hava değişikliği yaptır-masını önerir. Yazarın öğrendiğine göre Yavuz İbrahim kahveyi, hanı berber Zeynel’e bırakarak, tası tarağı toplayıp sevgili Civelek’ini alarak Rodos’a gitmiştir. Hikâyenin sonunu öğrenemeyen Halit Ziya için bu kişiler, bu kahve de onun büyük bir özlem duyduğu hatıralar arasındadır.

Halit Ziya’nın hatırat, hatırat-hikâye tarzında kaleme aldığı eserlerinin dışında bazı roman ve hikâyelerinde de esaretin izlerini görmek mümkündür. Öyle ki bu eserlerde geçen halayık, dadı ve uşaklar yukarıda sözünü ettiğimiz kişilerle büyük bir benzer-lik göstermektedir. İzmir dönemi eserlerinden olan Ferdi ve Şürekâsı’nda Hacer’in “refikası” olarak geçen Melekzat, duyguları olmayan, her isteyenin isteklerine cevap verebilecek bir nesne gibi anlatılmıştır:10

Bu kız, o kızlardandır ki onlar, evin bir köşesine konacak tuhaf bir heykel yahut arabanın bir tarafına atılacak güzel bir ziynet gibi alınır. Evde hâkim olanlar, birisini sevmek ister-lerse o hazırdır, onu sevebilirler; birisini dövmek isterister-lerse o hazırdır, onu dövebilirler; o öyle bir şeydir ki her ihtiyaca hizmet etmek için bulundurulur; dövülür, sevilir, okşanır, azarlanır! (...) Hacer, Melekzat’ı hevesat-ı muhtelifesine yarar bir oyuncak, Melekzat, Hacer’i kafası okşanan yahut kulakları çekilen bir kedinin sahibini sevmesi gibi severdi.

“Ferhunde Kalfa” hikâyesinde Ferhunde de tıpkı Melekzat gibi sürekli hizmet beklenen, başkaları için yaşayan bir kızdır. “Ferhunde Kalfa”, bir aldanışın hikâyesidir. Efendisi tarafından “evin kızı gibi” olduğu söylenen Ferhunde, kendisini sürekli evin kızı Hasna ile kıyaslar ve onun hayatında olan değişikliklerden kendisine bir hisse çıkarmaya çalışır. Hasna’ya görücüler geldikçe o da sevinir, misafirleri ağırlar, küçük hanımınkine uygun şekilde giyinir. O, evlilik sırasının bir gün kendisine geleceğini

(13)

hayal ederek yaşar. Hasna evlenir, evlendikten sonra o da küçük hanım yalnız kalmasın diye beraber gönderilir. Ferhunde, küçük hanımın çocuğu olduktan sonra hayallerinin gerçekleşeceğini düşünerek sabreder. Çocuk doğar, fakat Ferhunde kalfalıktan sadece dadılığa terfi eder. Efendi, azat kâğıdını eline verdiğinde Ferhunde’nin saçları beyaz-lamaya yüz tutmuştur. Bu mutluluk da çok sürmez, büyük efendi ile büyük hanımın ölümleri düğün ihtimallerinin önüne set çeker. Tamamen umutsuzluğa kapıldığı bir sırada Hasna Hanım müjdeyi verir, fakat damat adayı Ferhunde’nin duyduğunda hayal kırıklığına uğradığı Hasna Hanım’ın çocuğunun lalasıdır. Ferhunde, ancak dadılık yaptığı Sabit evlendikten sonra onların ısrarı üzerine lalayla evlenmeyi kabul eder. Bu, buruk bir evliliktir. Ferhunde artık Sabit’in doğacak bebeğine bakacak ve onun bacısı olacaktır.11

Kırık Hayatlar’da yer alan Suzidil, Melekzat ve Ferhunde gibi ortak bir kaderi yaşayan diğer bir halayıktır. Vedide’nin teyzesinin yanında hizmetçilik yapan bu kadın onlardan farklı olarak evlidir, fakat halayıklık âdeta onun ikinci hayatında da devam eder. Onun pasifize edilmiş hayatı şöyle anlatılır:

Suzidil mayası derin bir feragat hissiyle yoğrulmuş bir mahluktu. Hizmetçilik hayatında başkalarının emelleriyle hareket etmekten ibaret öyle uzun bir devre geçirmişti ki ona feragati, başka türlü bir hayatın vücudunu unutturacak kadar talim etmişti. Bu, onda öyle marazi bir tabiat olmuştu ki, kendisinden ziyade başkalarının hesabına yaşıyor zannedilirdi. Ayaklarının altına bir fırça verirler, tahtalar silinecek derlerdi, o cılız bacaklarının üstünde, kirli sular içinde meydan süpürgesinin çıkarılmış sapına tutuna tutuna, fırça gürültüsünden fırsat bularak çıkabilen sesinin mırıltılarıyla yorgunluklarını uyuşturarak tahta silerdi; önüne bir küçük dağ kadar çamaşır yığarlar, yıkanacak derlerdi, o, hep bitmez tükenmez sabrının kuvvetiyle teknenin önüne çömelir, ellerinin derileri yüzülerek, parmaklarının kemikleri kırılarak kim bilir ne kadar uzak bir meçhul ferdanın gizli emellerini kaynar suların bulutlarında sezmeye çalışan hayaliyle çamaşır yıkardı. Ve bu her gün, her saat böyleydi. Çocuğu eğlendirir, evin bütün hastalarına bakar, gezmeye gidilirken eğer taşı-nacak bohça yoksa evde bekletilir, nihayet nadir bir tesadüfün lütfuyla artık emrolutaşı-nacak bir iş bulunamayıp da ona nihayet yorgun bacaklarını uzatarak dinlendirmeye müsaade verecek iki boş saat kalırsa eline bir dikiş tutuşturularak: “Al kız, şunu dikiver!” denilirdi.12

Hayatının en büyük saadetleri bayramdan bayrama yapılan basma entarilerle, senede bir kere yenilenen mercan terliklerdir. Vedide’nin teyzesinin ölümünden son-ra hanımın vasiyetiyle çeyiz verilip evlendirileceği haberiyle çok mutlu olur. Fakat mükafat olarak gördüğü evlilik ona mutlu bir yuva değil kötü bir kayınvalide ile koca getirir. Kayınvalide kaybettiği ikbal günlerinin acısını Suzidil’den çıkarmak ister. Ve

11 Hikâyenin geniş tahlili için bk. “Ferhunde Kalfa”, Kaplan, Hikâye Tahlilleri, s. 42-46. 12 Kırık Hayatlar, s. 87.

(14)

mahsus “kul cinsinden gelin” aradığını söyleyerek onun üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışır. Fazla kazanmayan kocası da kazandığını içkiye vererek karısına ve çocuğuna zulmeder. Zaman zaman bu zulümlerden kaçarak çocuğuyla birlikte komşularına ve “efendi kapısı” dediği Vedide’nin evine sığındığı olur, fakat halayıklığından kalma itaatkâr tavrını sürdürerek kocasının gelip almasını bekler. Daha iyi birini bulacağını ümit ederek hiç düşünmeden kocasından boşanmış ve sonra pişmanlık duymuş olan Andelib Bacı da onun eve dönmesinde ısrar eder.

Evde nesne muamelesi gören, davranışlarını başkalarına göre ayarlayan bu tip halayık ve kalfaların dışında Dilhoş ve Mecbur Bacı’nın benzeri olan Aşk’ı Memnu’da Şakire Hanım, Kırık Hayatlar’da Andelib Bacı serbest tavırlı kişilerdir. Bunlar etraftan hürmet görmeleriyle, özellikle çocuklara karşı otoriter ve koruyucu tavırlarıyla dikkat çekerler. Bu biraz da onların yaşlarından ve azat edilmiş olmalarından kaynaklanır. Aşk-ı Memnu’da Bihter’den önce Adnan Bey’in eşinin halayığı iken Nihal’in doğumundan sonra evlenerek azat edilen Şakire Hanım, yine yalının mutfak kısmında çalışmaya devam eder. Diğer hizmetlilerden daha çok Şakire Hanım’ın yalıda hissedilen otoritesi, Melih Bey takımının ahlâksızlıklarına dikkat çekmesi bir süre sonra Bihter’i rahatsız eder. Kızı ve kocasıyla birlikte evden ayrılmak durumunda kalır. Bihter’in ölümünden sonra Şakire Hanım ve kocası hayatlarının geri kalanını geçirmek için tekrar yalıya dönerler.

Kırık Hayatlar’da Andelib Bacı, Vedide Hanımın doğumunda alınmış ve evlili-ğinde çırak çıkarılmış, yani azat edilmiştir. O zaman unvanı sadece Andelib’dir. On senelik bir evlilik hayatından sonra ağlayarak efendilerinin kapısına geri dönmüştür. Çocuğu olmayınca, kocası üstüne evleneceğini söylemiş, o da düşünmeye bile lüzum görmeden nikâhından vazgeçerek adamı evden dışarı atmıştır. Konağa döndüğünde ona evini kiraya verip başka bir kısmeti çıkıncaya kadar Vedide’ye bacılık etmesini söylemişlerdir. Andelib Bacı kiraya verdiği evinin bir odasını kendisi için ayırmıştır. İçindeki eşyalarla birlikte Andelib Bacının odası tıpkı Dilhoş Dadı’nın tütsüler yaktığı mahzendeki odası gibi bir mabet görünümündedir:

Yalnız bir odasında en kıymetli eşyasını, çırak çıkarılırken ona verilen, o zamanından beri dokunulmaya kıyılamayarak yeşil tahta sandığında takayyütle saklanan çeyizini, hele Salime Hanım’ın gelinliğinden kalarak Andelib ile beraber çıkan mor kadife kürk kabını, sarı üstüne çiçeklerle donanmış uzun etekli mantin entariyi, bütün halayıklık hayatında bir karınca iktisadıyla toplanıp biriktirilen, ortalık süpürüldükten sonra faraşın içinden ayıklanarak lazım olur fikriyle saklanan döküntülere, kırpıntılara kadar, hepsini, ikinci izdivacına talik ederek yerleştirmişti. Bakır takımı, ot minderlerle yastıklarını kurban derilerinden biriktirilerek bir büyük erkân minderi teşkil eden yünlerini, yataklarıyla yorganlarını, bunların arasında hanımın Vedide’ye lohusalığında işlettirilmiş mai hare üzerine kasnak yorganı, sarı sinisiyle pirinç mangalını hep birer istif etmiş, üzerlerini

(15)

örtmüş, farelere karşı bir ihtiyat tedbiri olmak üzere ortaya içi su dolu bir çukur tabakla bir kenara, içinde bir parça peynir ile bir kapan bıraktıktan sonra anahtarı besmele ile iki kere çevirerek şal kuşağına bağlamış, yalnız koltuğunda ayrıca bir bohça ile eve gelmişti. O anahtar, kuşağını terk etmezdi. Andelib haftada, on beş günde bir köprüye iner, oradan Eyüp’e kadar gider, Balcılar yokuşunu tırmanarak evine girer, kiracılar komşuya girmişse eşiğine çömelerek sabırla bekler, kömürlükten tavana kadar bu üç buçuk odalık harap kümesin her tarafını nazar-ı tetkikten geçirip merdivene damlamış bir zeytinyağı leke-sinden bir çubuğu yerinden oynayarak bir bez parçasıyla tutturulmuş kafesten başlayarak kiracılara epeyce çıkıştıktan sonra, kalbinde bir mabede girercesine derin bir huşu ile bütün servetinin hazinesini hiç unutulmayan besmelesiyle açar, anahtarı tekrar çıkararak artık kapıyı içeriden kilitler ve burada saatlerce kalır. Orada ne yapar? (s. 53-54)

Bir ara ikinci bir kısmet zuhur edecek gibi olsa da aracı olan, gerçekte Andelib Bacı’nın değerli eşyalarını bu vaatle yürüten, Fakihe Hanım’ın vefatıyla birlikte bu hayal de suya düşer ve bu olay üzerine Eyüp’teki evine aylarca uğramaz. İyice karam-sarlığa kapılan Andelib Bacı’yı ancak Vedide’nin küçük biraderi Sadettin’in evlilik oyunları neşelendirebilir.

Halayık ve dadıların dışında Aşk-ı Memnu’da evin hizmetlilerinden olan Beşir, öksürük sesleriyle kötü olayların habercisi durumundadır. Romanın sonlarına doğru hastalığı gitgide ağırlaşan Beşir’in öksürük sesleri âdeta bir taraftan Behlül’ün aşk oyununu bozmaya çalışırken öte yandan Nihal’i uyandırmaya çalışan bir karşıt ses gibidir. Yalnız Nihal’e gizli gizli duyduğu platonik aşk onun sonunu hazırlayacaktır. Habeş olan Beşir de Halit Ziya’nın Kırk Yıl’da bahsettiği babasına ait olan Habeş Server ve “Uzak Hatıralar”da geçen Sürur’la büyük bir benzerlik gösterir. Yine hassas bir bünyeye sahip olmasıyla Civelek Ziver’i de bunlara dahil edebiliriz. Beşir’in zayıf bünyesi şöyle tasvir edilir:13

Beşir hasta idi. Onu gittikçe incelten, sanki seneler geçtikçe makûs bir neticeyle küçülten bir şey vardı ki bu rakik, zarif, mini mini Habeşi, mafsalları kopmuş zannolunan sarkık kollarıyla, şimdi merdivenleri sürte sürte çıkan gevşek bacaklarıyla bütün vücudunun, omuzlarında daimi bir yükün yorgunluk kahrı eziyormuşçasına, derin bir çöküklüğüyle, kırılmış bir oyuncağa benzetiyordu. Bir şey söylemek üzere gelirken, verilen bir emri dinlerken, kendisini unutuşları oluyordu ki bunlardan silkinip çıkabilmek için kuvvetinin fevkinde cehtlere lüzum görüyordu.

1901’de yayımlanan “Çöl Kızı”14 ve 1908’de yayımlanan “Onu Beklerken”15

hikâyeleri ise doğdukları, çocukluklarını geçirdikleri coğrafyadan, ailelerinden

kopa-13 Aşk-ı Memnu, s. 425.

14 “Çöl Kızı”, Solgun Demet, s. 145-152. 15 “Onu Beklerken”, Onu Beklerken, s. 15-25.

(16)

rılmış insanların acılarını anlatması bakımından diğerlerinden farklılık gösterir. Filistin çöllerinin sakin ve sessiz bir köyünden eş olarak alınarak İstanbul’a götürülen genç bir kızın yaşadığı gurbet duygusunu konu alan “Çöl Kızı”nda sözün gerçek anlamında bir esaret söz konusu değildir. Hikâyede kızın satın alındığına, gönüllü veya gönülsüz verildiğine dair bir kayıt yoktur. “Kocasının yanında başkasının arzusuyla hareket eder, başkasının ihtiyarıyla yaşar bir vücut teslimiyetiyle” tanıtılan kız için bu şehir oldukça yabancı, benimseyemediği bir yerdir. Ne zaman ki bahçedeki zayıf, cılız hurma ağacını görür, vatanına kavuşmuş gibi sevinir. O da kendisi gibi memleketinden, kendi güne-şinden, kendi semasından ayrı düşmüştür. Hurma ağacına dalarak kendisini vatanında; babası, anası, kardeşleri, iri, siyah gözlü devesinin yanında hisseder.16

Kışın gelmesiyle ağacın gölgesinde yatamayan kıza şiddetli bir melal gelir. Eşinin işleri kötü gidince bir başka eve taşınmak zorunda kalırlar. Hurma ağacını beraber gö-türseler de bir süre sonra ağaç kırılır. Hikâyenin sonunda son kuvveti de kırılmış olan kız kocasıyla birlikte çöle avdet etmek için yola çıkarlar. Fakat ulaşıp ulaşmadıklarına dair bir haber yoktur.

1908’de yayımlanan “Onu Beklerken” hikâyesi yine Halit Ziya’nın eserlerinde sık geçen mekânlardan olan Çad Gölü kıyılarından getirilmiş on altı yaşlarında bir esir kızın felaketle son bulan hayatını konu alır. Kış, soğuk bilmeyen bu kız “gölün bitmez tükenmez güneşlerle kavrulan kızgın kumları arasında, bir hurma fidanı kadar ince ve levent yetiş”miştir. O da tıpkı “Çöl Kızı” gibi hiç bilmediği bir coğrafyaya ailesinden, sevdiklerinden koparılarak getirilmiştir:

Bütün sefer esnasında; kendisini oradan oraya, uzun çöller arasından başlayarak sonra uçsuz, sonsuz bir su çölünün üzerinde sallanarak o noktadan bu noktaya, gecelerin gün-düzlerin birbirine eklenmesinden bıkıp usanmayan bir uzun yolculuğun her gün değişen manzaralarını aşa aşa götürdükleri zaman; kendisini böyle memleketinden, çölünden, kendi göğünün güneşinden, anasından, babasından, küçük erkek kardeşinden, devesinden, o iri kara gözlerinden öper gibi bakan sevgili devesinden, sonra... –bunu başka bir çarpıntı ile düşünürdü– ondan; çölün ıssız yerlerinde uzun uzun gezintiler, görüşmeler yaptıkları, kendisinden ancak iki yaş büyük eşinden ayırıp bilinemeyen bir maksat için tanınmamış âlemlere götüren kaderin bir geçici şakası arasından geçiyor vehmindeydi. Ve her gece

16 Bu hikâye bizi çocukluğu benzer coğrafyalarda geçmiş olan Ahmet Haşim’in Gurebahane-i Laklakan’da

yer alan “Bir Ağaç Karşısında” yazısında anlattığı hurma ağacına götürmektedir. Haşim türlü renkte otlar; yapraklar, çiçeklerle dolu bir çiçekçi dükkânında bodur bir hurma ağacından başka hiçbir şeyle meşgul olmayarak şöyle sorar: “Bir limonlukta hapsedildiği için, uzaklarda kalan diğer hemcinsleri gibi, öğle güneşlerinde sıcak toprağa gölge salamayan, yağmurlarda ıslanamayan, fırtınalarda sarsılmayan, semayı, yıldızları, ayı görmeye görmeye unutan şu ağaç, bulunduğu köşede acaba mesut muydu?”, Haşim, Bize Göre, Gurebahane-i Laklakan, Frankfurt Seyahatnamesi, s. 105.

(17)

gözlerini kaparken yüreğinde bir ümit “Şimdi sen uyurken bu şaka birden bitiverecek, böyle dönüp dolaştıktan sonra yine kendini orada, yurdunun bir ağacı dibinde, onun dizlerinde uyanmış bulacaksın” derdi. (s. 15-16)

Onu zengin bir konağa götürüp sahibi olan hanımın eteğini öptürürler. Buradaki kalabalık ve hareketli hayata bir türlü alışamayan bu kıza düşmanlık gösterenler arasında dillerini anlayamadığı iki zenci kız bile vardır. Bir gün kendisini oyuncak olarak gören çocukların acımasızlıkları yüzünden evin hanımı tarafından tokatlanmıştır. Kendisini yapayalnız hissederken bir gece gökyüzünde aşinası olduğu ayı fark eder ve kendi yurdundan bir arkadaşla karşılaşmış gibi olur. Her gece çömelir vaziyette oturarak; dizleri kollarının arasında, kendisine teselli veren ayı seyreder:

Ve ay müphem ifadesiyle ona tesliyetler vererek, vaatler dökerek ziyalarıyla küçük Afrika kızını okşuyordu.

Öyle karşı karşıya, bu iki sima, yukarıda sarı o iri ay, aşağıda bu solgun, süzgün, mahzun çehre, birbirine bakarak biri tesliyetlerini akıtarak öteki acılarını yükselterek saatlerle konuştular.17

Yalnız Çad Gölü’nün soğuk bilmeyen sıcak ikliminden gelen “güneş kızı” bir gece, ne olduğunu anlayamadığı karların altında donarak ölür.

Sonuç olarak, Halit Ziya’nın eserlerine baktığımızda, diğer pek çok konuda olduğu gibi esaret meselesinde de yazarın çocukluğu ve gençliğini geçirdiği mekânların, aile çevrelerinin roman ve hikâye kişilerinin oluşumunda önemli ölçüde rol oynadığını söyleyebiliriz. Gerek hatırat, hatırat-hikâye gerekse kurgusal metinlerde halayık, dadı, bacı ve uşak unvanlarıyla çocukluktan yaşlılığa kadar değişik yaş gruplarından seçilmiş pek çok kişi, konuyu belli bir teze bağlı kalarak ele alan Tanzimat yazarları-nın aksine, hissî bir atmosfer içinde, daha sanatkârâne bir anlatımla tasvir edilmiştir. Özellikle Çerkez kızları konu alan önceki yazarlardan farklı olarak Halit Ziya, İzmir civarında sıkça rastlanan zenci köleler, özellikle Çad Gölü civarından getirilmiş melez tipler üzerinde durmuş ve bunların geleneklerini, fiziki özelliklerini, memleketlerine duydukları hissî bağlılıkları ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. Bu eserler, ayrıca Osmanlı toplumunda belli çevrelerde de olsa esirlerin konumunu, onlara gösterilen muameleyi, çocuklarla dadı ve bacıların ilişkilerini yansıtması bakımından önemli birer sosyolojik malzeme sunmaktadır.

17 Bu ay tasviri ile Ahmet Haşim’in “Şiir-i Kamer”lerindeki teselli veren ay arasındaki benzerlik dikkat

(18)

KAYNAKLAR

Ahmet Haşim, Bize Göre, Gurebahane-i Laklakan, Frankfurt Seyahatnamesi, haz. Mehmet Kaplan, İstanbul, 1969.

Çağın, Sabahattin, “Tanzimat Dönemi Türk Romanında Kafkasyalı Köleler”, Yeni Türk Ede-biyatı, nr. 8, Ekim 2013, s. 117-124.

Erdem, Y. Hakan, Osmanlı’da Köleliğin Sonu 1800-1909, çev. Bahar Tırnakçı, İstanbul, 2013. İleri, Selim, “Halid Ziya Uşaklıgil”, Biten (İki) Yüzyıl, İstanbul, 1999.

Kaplan, Mehmet, “Ferhunde Kalfa”, Hikâye Tahlilleri, İstanbul, 1986.

Martal, Abdullah, “Afrika’dan İzmir’e: İzmir’de Bir Köle Misafirhanesi”, Kebikeç, nr. 10, 2000, s. 171-186.

Okay, Orhan, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Mithat Efendi, İstanbul, 2008. Parlatır, İsmail, Tanzimat Edebiyatında Kölelik, Ankara, 1992.

Şaul, Mahir, “Geçmişten Bugüne Siyah Afrika’dan Türkiye’ye Göçler: Kölelikten Küresel Girişimciliğe”, Türkiye’nin Göç Tarihi: 14 Yüzyıldan 21. Yüzyıla Türkiye’ye Göçler, haz. M. Murat Erdoğan-Ayhan Kaya, İstanbul, 2015.

Toledano, R. Ehud, Osmanlı Köle Ticareti 1840-1890, çev. Hakan Erdem, İstanbul, 1994. Uşaklıgil, Halit Ziya, Aşk-ı Memnu, haz. Muharrem Kaya, İstanbul, 2001.

, İzmir Hikâyeleri, haz. Ferhat Aslan, İstanbul, 2005. , Kırık Hayatlar, haz. Seval Karadeniz, İstanbul, 2006. , Solgun Demet, haz. Dilek Soğanoğlu, İstanbul, 2006. , Kırk Yıl, haz. Nur Özmel Akın, İstanbul, 2008. , Ferdi ve Şürekası, haz. Samet Öz, İstanbul, 2010. , Onu Beklerken, haz. Hanifi Aslan, İstanbul 2010.

(19)

Referanslar

Benzer Belgeler

Nefesiniz hakkınızda tahmininizden daha çok şey söylüyor Technion-Israel Teknoloji Enstitüsü’ndeki bilim insanları Nano Letters dergisinde yayımlanan çalışmalarının

Güçlüklerine gelince... Bu konuda, çocukken yaşadığım bazı olumsuzluklar anımsıyorum. Ör­ neğin; ben beş, kardeşim de dört yaşındayken sün­ net olduk. O zaman

yılında büyük önder Ata­ türk’ü anmak, O’nun ilke ve devrimle­ rini sonsuza kadar yaşatmak için Anıt­ kabir’de buluşan binlerce yurttaş, mozo­ leyi çiçek ve

A tatürk’ün vasiyetini yok sayarak Türk Tarih ve Dil K urum lan’nm ödeneklerini kesip, birer kapalı dem eğe dönüştürmek­ le yetinmeyerek Türkiye Cumhuriyeti Ana-

İsmet Efendi ile yaşıt, daha doğrusu onun zamanın­ da çalışan Meddah A şkı vardı.. İsmet Efendi’ nin

Belden yukarısı kısa, belden aşağı­ sı uzun olan erkek çocuğa kıymet ver mezlerdi.. Deliormanlılar, böyle belden aşağı­ sı uzun olan çocuklara şu

BU RSA (AA) - Bursa'da açtığı fotoğraf sergisi vc dia gösterisinden dönerken geçirdiği trafik kazası sonucu ölen ünlü fotoğraf sanatçısı Sami Güner adına Bursa'da bir

Tablo 13. Arapça ve Türkçesinde Farklı Sayı Bulunan Bazı Deyim ve Söz Öbekleri 8. Sonuç: Türkçe ve Arapçada, içinde sayı geçen deyim ya da söz öbeklerinin anlamsal yönden