Y
t
lM
S E N N U R S E Z E R
ALİ BABA'NIN BİB KAHVESİ VARDI
her gün bir renginin bir özelliğinin yitip gittiğini söyleyip, yakınıyorduk yine. Ben Karaköy’deki Baylan Pastane- si’nin de yoklara karıştığını söyledim. Avuçiçi kadar bir yerdi. Üç masalık. Tünel'den çıkıp şöyle bir yürüyünce, bir fincan kahve içip soluklanacak bir yer.
Yazın şeftalili dondurmasından mutla ka tadılması gereken (Biz Peşmelba di ye bilirdik. Bir Fransız artistinin adını verdiği özel dondurma kadehine, o za man Amerikan adlan yayılmamış, bu gün herhalde kup denir.).
“Bir başkası Rumelihisarı iskelesi de
Rumeli H isarının
simgelerinden A li
Baha’nın Kahvesi 40
yıl sonra kapısına kilit
vuruyor. Öğrenciler,
sanatçılar kendilerine
bir yer arasın artık.
bar oldu”, dedi. İskele nasıl bar olur,
deyip şaşmamıza kalmadı. Bir üçün- cümüz, “Ali Baha'nın kahvesi de git
ti,” diye verdi haberi. Herkes üzüldü.
Ben önce pek hatırlamadım: Hangi Ali Baba, ne kahvesi? Hadii, herkes bir ucundan anlatmaya çalıştı: “Ru-
mclilıisarfnın orda. Merdivenlerle çı kılır. Hani kat kat bahçesi. Ferah da bir salonu var..” .“Ali Baba da derya gibi adamdır.” Yok bir türlü çıkaramı
yorum. Daha doğrusu belleğimde hep bir fotoğraf karesi. Her masası, tek masaymış gibi ötekilerden uzak kala bilen, sessiz serin bir çay bahçesi. Bir akşam şöyle bir kahve içmeye uğra mıştık. Sonra son otobüse zor yetiş tik: İpek Çalışlar, Adnan Özyalçıncr,
Oral Çalışlar, ben. En iyisi gidip gör
mek, dedim. Ali Baba’nm kahvesine ne olmuş.
Bizim kahve
Bizim Yenikapı’daki kahvemiz traji komik bir serüven yaşamıştı. Küçü cük bir kahveydi önceleri. Yazın çevre orda solukianırdı. Sonra gençler da dandı. Sanatçılar. Ali Poyrazoğlu, kü çük oyunlar oynadı: Ağzı Çiçekli A-
dam (Pirendello’dan), Sur (Adnan
Özyalçmer’den). Savaş Dinçel bir ka rikatür sergisi açtı. Meme t Fuat, yıl sonunda, yılın kitaplarını . tanıttı.
Cumhuriyet’te kahveyi tanıtan bir rö
portaj yayınlandı. Kahvenin hemen bitişiğinde, daha muhafazakâr genç lerin “devam ettiği” kahveye onlar dan biri, şiir yazanlardan biri sanırım, ikindi anlamına Dar Vakit diye ad takdı.
İstanbul’a gelen arkadaşlarımızı
önce oraya götürür olduk (Ben Ata- ol'u oraya götürdüğümde, ona gürül tülü gelmişti de kızmıştım, hatırlıyo rum). Kahvenin sürekli müşterilerin den İktisadlı Alpay’la (Direk) Hu kuklu Teo, kahvenin karşısındaki kumsalda, ortalık kararınca servise başlayan bir kumsal içkievi açtı: Tan go Bıyık Bilakis.
Ve arkadaşlarımızdan biri, kahve nin sahibi Kemal Bey’in kızına aşık oldu. (Galiba evlendi de.) Kemal bey, damadına öfkesini bizden çıkardı, bi zi kibarca sepetlemek için kahveye
"langırt makineleri” getirdi. Biz de kö
mür depolarının ordaki, Neco’nun kah vesine göçtük. Elbet hepimiz değil. Da ğıldık kısaca.
Rumeli Hisarı
Rumeli Hisan’nın orada bir sürü ışık lı yer vardı. Kahve çayevi, bira-patates satan.. Kocaman ışıklı levhalı. Önce
_ _ u ağaçları biz diktik“”
de-di. Başımı kaldırıp altında oturduğumuz ağaçlara bir
m M kere daha baktım. Alıcı
gözüyle bu kez. Yaklaşık kırk yıllık bir süreden söz ediyordu Ali Baba.. Anlattığı öykünün ana çizgileri şöy- leydi:
“1951'de Rumeli Hisarı’nın yama cındaki arsalığa, ağaç dikerek, yanma da bir gecekondu yaparak başlamış kahveciliğe, evlenince, evi biraz daha büyütmüş. Kahveye biraz daha çeki düzen vermiş... Kahveye hep gençler ge lirmiş. Daha çok Kolejden. 1964'lerde bugünkü tanınırlığına ulaşmış..”
Ben, 1964 tarihiyle, Yenikapı’ya gi diyorum. Kemal Bey’in kahvesine. Tavla, iskambil oynanmayan, arka bölümü, kanarya kafesleri asılı, oku ma odalı bir kahve. Gündüz öğrenci ler gelirdi. Akşam, ailelerle, gençler.
Bahçesinde ağaçlar var m ıydı! Bir köşede o zamanın tiyatroya me raklı gençleri, Zeki, Metin, Müjdat
(iezen, Yaman Tüzcet, Savaş Dinçel.
Öteki yanda edebiyatta adını duyur muş bir jgenç grup: Adnan Özyalçıner,
Demir Özlü, Ergin Ertem, Onat Kut lar, Doğan Hızlan.. (Kısaca a’cılar)
Biz adını duyurmaya çabalayanlar, yüzverirlerse onların masasındayız. Ama daha çok kendi aramızda. Bülent
Dalyancı, Günel Altıntaş. Bazı akşam
lar Behçet Necatigil uğrardı. İsmet
Sungurbey, Asım Bezirci. Sonra tiyat
royla ilgisini bildiğimiz, ama çeviriler le uğraştığını gördüğümüz Ali Poyra
zoğlu. Şehir Tiyatrolarında oynadığı
söylenen Saadet Sun.. Tıbbiyeli, hukuk lu, iktisatlı, bir sürü genç daha. Hepsi bir yanından edebiyata, sanata düşkün. (Bugün çoğu profesör. Sanat meraklan sürüyor mu bilmem...)
Aii Baha'nın Kahvesi
En iyisi, işi baştan almak. İstanbul’un
hangisi diye bakındım. Sonra Adnan Özyalçıner gösterdi. Hayır kahveyi de ğil, rıhtımın taşlarına yerleştirilmiş iki- kocaman minderi. Denizde motor ufa ğı, sandal büyüğü bir tekne. Ahçıbaşı külahlı, temizpak bir adam. Izgara’da balıklar. Bir de levha: Balık-ekmek 20.
Mindere oturup, ayaklannı denize şarkı Up, balık ekmek yemenin keyfini düşündük. Sonra ister istemez Yenika- pı’yı. Kumsaldaki yazlık bahçe sinema larını, Motorlardaki balık lokantaları nı. Nostaljisiz.
Deniz kıyısını biraz daha dolaşınca gördük iskeledeki ban. Işıl ışıldı.ya da ı- şıklı. Günümüze pek uygundu. İskele ö- zelleştirilmişti herhalde, boyanmış, ışık lı tüplerle bezenmiş. Ordan başımızı kaldırdığımızda farkettik Ali Baha’nın kahvesini: Yeşilliklerin gölgelediği ışık lan, yayvan bir köşk gibi yayılan teras- lannı. Çevredeki ses, ışık bağırganlığı a
rasında, burda dinlenebilirsiniz, der gi biydi.
Merdivenlerine doğru yürüdük.
Kısa-Yasal Bir Öykü
Kahve, üç ya da dört katlı bahçeler den oluşuyor. Öyle yerleştirilmiş ki bir den sayamıyorsunuz.Her bölüm kendi içinde, bağımsız. Ağaçlık. Masalardaki kitap okuyanlann, söyleşenlerin de pek sesi çıkmıyor galiba, çıt çıkmıyor denir ya, öyle bir sessizlik.
Masalardakiler hep genç yaşta gibi geldi önce, sonra ayırdettim her yaştan müşteri vardı. Bir garson kocaman bir tepsiye dizdiği çay bardaklannı, yine yavaş bir sesle sorarak dağıtıyordu.
Masalann aralannda kimseye sırnaş mayan kediler.
Oturduğumuz masanın hemen ileri sinde genç gazetecilerden Meral. Kim ler gelir diye soruyorum. Pek meşhur kimse gelmez yanıtını veriyor. Kızım Ayşe de böyle bir yamt vermişti: Benim gibiler gelir daha çok, sinemaya, resme, müziğe meraklılar, öğrenci kısmı.
Meral’in masasındaki, tiyatro merak lısı genç kız. ’’Nilgün Marmara uğrardı en çok,” diyor. Sonra, Mehmet Güler-
yüz, Alattin Aksoy adlan geliyor akla. “Evleri buraya yakın da”. Seyhan Eröz- çelik, Orhan Alkaya, Mozayik grubun dan Bülent (Somay), Cezmi Ersöz. “En i-
yisi Ali Baha’ya bir sorun” diyor Meral, “bakın ilerde.”
“Sonra,” diyorum. Ali Baba, az önce iyi akşamlar diledi bize. Biz çevreye ba kınırken. Şimdi ne oldu bu kahveye diye soramam. Bu hava içinde utanınm.
Sonra Meral’e, “Kuzum bu kahveye ne olmuş?” diyorum. “Herkes gitti, bitti diye ah ediyor.” Tek
sözcükle yanıtlıyor:
“Satıldı, açık artırmay la.”
Biraz da kızıyorum bu yanıta. Anlaşılan kı sa, yasal bir hikâye bu. Eh, Ali Baba da, bastı- np parayı kendi alsay dı. Ya da bunca “ah vah
eden” para toplasaydı.
Ne bileyim, şirket kur- saydı, uğraşsaydı..
“Bütün eksiklerin pa rayla tamamlandığı bir çağda değil miyiz?”
“O yol da denendi”
yanıtını alıyorum.
“Ama başarılamadı.”
Yalın, küçük bir olay
Ali Baha’nın kahvesi, yalın bir öyküye sahip. Ali Baba, kırk yıl önce çevreyi adam edip bir gecekondu kurmuş bu raya. Bir de kahve. Ta pu tahsis belgesi de var mış. Sonra başkalan da varmış orada hakkı olan. 22 kişiymişler. Ama vergilerini vermemişler. Sonra bir mahkeme, o 22 kişinin hissesini Hazi- ne’ye devretmiş. Belediye, Hazine, Ali Baba ve iki kişi daha beş hissedar kalmış ortada. Bir izalei şuyu davası. Haydi a- çık arttırma.
Ali Baba, her ne kadar arttırsam nafi le, diyor. Karşımdakilerde para bol, üç milyarın üstüne çıktık, durmadılar. (Az önce, arttırma için toplanan dayanış madan söz edildiğinde, gençler bir mil yardan, bu işe önayak olanlardan sözet- tiler. Ama soramam bunu Ali Baha’ya. Olan olmuş). Sonra Ali Baba hayıflanı yor: Belediye de sahip çıkmadı hiç. O da hissedardı.
Ali Baba, kahveye gelip gidenleri an latıyor. “Bir gün nişanlanırlar kendi a
ralarında. Düğünlerine gideriz.” Sonra bir bakanz masalar arasında bir bebek. Buranın müşterileri hep gençtir, baba dan oğula devrolur masalar.” Ali Baba, hep kahve yaşayacakmış gibi anlatıyor. Ben tek tek görüyorum sürekli yüzleri ni, memleketine giderken vedalaşanla rın, dertlerini açanların. Sonra hatırlı yorum yine. Burası satıldı. Paralar alın dı verildi. Tapu işleri tamam. Kasımda bir yıl daha işleteyim” başvurusuna tam bir yanıt verilmemiş. “Çocuklar dağılıp gidecekler” diye içini çekiyor. Ben Ab- dül’ün karikatürüne bakıyorum.
Ne olmuş sanki, diyeceksiniz biliyo rum. Ali Baba burayı boşattı mı Mer sin’e gidecek. Öğrenciler, sanatçılar da, kendilerine göre bir yer arasın artık. İs tanbul’da yitip giden her yerin tasasına
dürecek olsak, ohooo..
Öyle ya, burası, bu kahve üçyüz yıllık, bu otel 1793’de kuruldu, bu aşevi, Ams- terdam’ın ilk aşevi diye duyuru yapılan Hollanda’da mıyız? Akıllan olsa onlar da o binalan yıkar adam ederler. Bin yıl lık yerde, bin yıl önceki gibi gemici lo kantası işletmezler.
Ali Baha’nın Kahvesi kırk yıl yaşamış ne mutlu. Yahya Kemal’in Park oteli bi le tarihi değildi. Nilgün Marmara da kim oluyor?
Adnan Özyalçıner, hiç çağa uymaz. Sahil boyunda benim anlattıklarımı dinlemedi bile. O bilge sesiyle: “Bir var mış bir yokmuş” dedi. “Bir Ali Baba varmış. Bir de Kırk Haramiler..” De dim ya, bu hikayeciler, yasa, kapital, yükselen değerler bilmez.
C U M H U R İ Y E T D E R G İ 31 E K İ M 1 9 9 3 S A Y I 3 9 7 11
Taha Toros Arşivi