• Sonuç bulunamadı

Enflasyon ve ekonomik büyüme ilişkisi: Türkiye ekonomisi üzerine ekonometrik bir uygulama (1988-2007)

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Enflasyon ve ekonomik büyüme ilişkisi: Türkiye ekonomisi üzerine ekonometrik bir uygulama (1988-2007)"

Copied!
153
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

İKTİSAT ANABİLİM DALI

ENFLASYON VE EKONOMİK BÜYÜME İLİŞKİSİ:

TÜRKİYE EKONOMİSİ ÜZERİNE

EKONOMETRİK BİR UYGULAMA (1988-2007)

Taha Bahadır SARAÇ

DOKTORA TEZİ

Danışman

Doç. Dr. Zeynep KARAÇOR

(2)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

BİLİMSEL ETİK SAYFASI

Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadar ki bütün süreçlerde bilimsel etiğe ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik davranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu çalışmada başkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm.

(3)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

DOKTORA TEZİ KABUL FORMU

………. tarafından hazırlanan ……….. başlıklı bu çalışma ……../……../…….. tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda oybirliği/oyçokluğu ile başarılı bulunarak, jürimiz tarafından doktora tezi olarak kabul edilmiştir. Başkan Üye Üye Üye Üye

(4)

Önsöz/Teşekkür

Türkiye ekonomisi, 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren yüksek enflasyon ve istikrarsız bir ekonomik büyüme performansı sergilemiştir. Yaşanan bu istikrarsız ekonomik büyüme performansının arkasında ise ilgili dönemde yüksek sayılabilecek düzeylerde seyreden enflasyonun etkili olduğu düşünülmektedir. Daha ziyade gelişmekte olan ülkelere özgü oluşan bu yapı, konu ile ilgili özellikle 1980’li yıllardan sonra yapılan bilimsel çalışmalarla da desteklenmektedir. Diğer bir deyişle, yüksek enflasyonun ekonomik büyüme hızını yavaşlattığı ve istikrarlı bir ekonomik büyümenin sağlanabilmesi için enflasyonun önlenmesi gerektiği ortaya konulmuş olmaktadır. Bu doğrultuda hazırlanan çalışmada ise Türkiye ekonomisinde enflasyon ve ekonomik büyüme arasındaki ilişkinin belirlenmesi ve enflasyonun ekonomik büyüme üzerinde olumsuz bir etki meydana getirip getirmediğinin amprik olarak belirlenmesi amaçlanmıştır.

Bununla birlikte, bu çalışmanın hazırlanmasında ve şekillenmesinde değerli bilgi ve önerileri ile katkıda bulunan başta tez danışmanlığımı yürüten Doç. Dr. Zeynep KARAÇOR’a, Doç. Dr. Doğan UYSAL’a ve Doç. Dr. Hüseyin ÖZER’e bilgi ve katkılarından dolayı, beni her konuda destekleyen aileme ve benim için huzurlu bir çalışma ortamı sağlayan Selçuk Üniversitesi Hadim Meslek Yüksekokulu akademik ve idari personeline sonsuz teşekkürlerimi sunarım.

(5)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Adı Soyadı Taha Bahadır SARAÇ Numarası: 054126001002

Ana Bilim / Bilim

Dalı İktisat Ö ğr enc ini n

Danışmanı Doç. Dr. Zeynep KARAÇOR

Tezin Adı

Enflasyon ve Ekonomik Büyüme İlişkisi: Türkiye Ekonomisi Üzerine Ekonometrik Bir Uygulama

(1988-2007)

ÖZET

Fiyat istikrarı ile birlikte ekonomik büyümenin gerçekleştirilmesi iktisat politikasının en temel amaçlarından birisini oluşturmaktadır. Diğer bir deyişle, bu iki amaç bir toplumdaki refah artışının en önemli ön koşullarını oluşturmaktadır. Özellikle 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren yüksek enflasyon ve düşük bir ekonomik büyüme performansı sergileyen Türkiye’de ise bu ön koşulların istenilen düzeyde gerçekleştirilemediği gözlenmektedir. Bu doğrultuda hazırlanan çalışmada ise Türkiye’de enflasyon ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkinin ortaya konulması amaçlanmaktadır. Bu amacın ortaya konulması için (1988:1-2007:4) dönemi çeyrek dönem verileri ile sınır testi yöntemi kullanılmıştır ve TÜFE’ye göre hesaplanan enflasyon oranları ile ekonomik büyüme arasında hem kısa dönemde hem de uzun dönem de negatif yönlü bir ilişki olduğu, TEFE’ye göre hesaplanan enflasyon oranları ile ekonomik büyüme arasında ise sadece kısa dönemde negatif yönlü bir ilişki olduğu tespit edilmiştir.

(6)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Adı Soyadı Taha Bahadır SARAÇ Numarası: 054126001002

Ana Bilim /

Bilim Dalı İktisat

Ö

ğr

enc

ini

n

Danışmanı Doç. Dr. Zeynep KARAÇOR

Tezin İngilizce Adı

The Relationship Between Inflation and Economic Growth: An Econometric Application for Turkey

(1988-2007)

SUMMARY

Price stability in conjunction with economic growth are the main goals of the economic policy. Put another way, such these goals are prerequisites of increasing the welfare of the society. Especially after the second half of 1970s, these prerequisites were not eventuated up to the mark in Turkey. In this context, determining the relationship between inflation and economic growth in Turkey was intended in this study. Quarterly data during (1988:1-2007:4) period and bounds test method used to display the goal of the study and found that negative relationship between inflation rates, which is calculated by CPI (Consumer Price Index), and economic growth both in short and long run, however negative relationship between inflation rate, which is calculated WPI (Wholesale Price Index), and economic growth only in short run.

(7)

Kısaltmalar Listesi

ARDL : Autoregressive Distributed Lag APEC : Asia-Pacific Economic Cooperation GSYİH : Gayri Safi Yurtiçi Hasıla

GARCH : Generalized Autoregressive Conditional Heteroskedasticity IMF : International Monetary Found

OECD : Organisation for Economic Co-operation and Development TÜFE : Tüketici Fiyat Endeksi

TEFE : Toptan Eşya Fiyat Endeksi ÜFE : Üretici Fiyat Endeksi

(8)

Tablolar Listesi

Sayfa No

Tablo-1: Çalışmada Kullanılan Değişkenler... 88

Tablo-2: Serilerin Deterministik Özellikleri... 89

Tablo-3: ADF Birim Kök Testi Sonuçları-1... 91

Tablo-4: PP Birim Kök Testi Sonuçları-1 ... 92

Tablo-5: Yapısal Kırılmanın Dikkate Alındığı Zivot-Andrews Birim Kök Testi Sonuçları ... 93

Tablo-6: ADF Birim Kök Testi Sonuçları-2... 94

Tablo-7: PP Birim Kök Testi Sonuçları-2 ... 94

Tablo-8: Sınır Testi için Uygun Gecikme Uzunluğunun Belirlenmesi-1... 95

Tablo-9: Sınır Testi için Uygun Gecikme Uzunluğunun Belirlenmesi-2... 96

Tablo-10: Eşbütünleşme İlişkisi Sonuçları ... 96

Tablo-11: ARDL (4, 4, 2) Modeli Uzun Dönem Tahmin Sonuçları ve Uzun Dönem Katsayıları-1... 98

Tablo-12: ARDL (4, 4, 2) Modeli Uzun Dönem Tahmin Sonuçları ve Uzun Dönem Katsayıları-2... 99

Tablo-13: ARDL (4, 4, 2) Modeline Dayalı Kısa Dönem Tahmin Sonuçları-1 ... 101

(9)

Şekiller ve Grafikler Listesi

Sayfa No

Şekil-1: Phillips Eğrisi... 35

Şekil-2: Tobin Modelinin İşleyişi ... 39

Grafik-1: Enflasyon ve Ekonomik Büyüme (1924-1945) ... 57

Grafik-2: Enflasyon ve Ekonomik Büyüme (1949-1960) ... 59

Grafik-3: Enflasyon ve Ekonomik Büyüme (1961-1967) ... 62

Grafik-4: Enflasyon ve Ekonomik Büyüme (1969-1979) ... 63

Grafik-5: Enflasyon ve Ekonomik Büyüme (1980-2001) ... 66

(10)

İÇİNDEKİLER

Sayfa No

Bilimsel Etik Sayfası ... ii

Tez Kabul Formu ... iii

Önsöz / Teşekkür... iv

Özet ... v

Summary... vi

Kısaltmalar Listesi... vii

Tablolar Listesi ... viii

Şekiller ve Grafikler Listesi... ix

Giriş ... 1

BİRİNCİ BÖLÜM-KAVRAMSAL ÇERÇEVE: ENFLASYON ve EKONOMİK BÜYÜME... 4 1.1. Enflasyon Kavramı ... 4 1.1.1. Enflasyonun Türleri ... 5 1.1.1.1. Talep Enflasyonu ... 5 1.1.1.2. Maliyet Enflasyonu... 5 1.1.1.3. Yapısal Enflasyon... 5 1.1.1.4. İthal Enflasyon ... 6 1.1.2. Enflasyonun Etkileri... 6

1.1.2.1. Enflasyonun Ekonomik Etkileri ... 6

1.1.2.1.1. Enflasyonun Kaynaklar Üzerindeki Etkisi ... 7

1.1.2.1.2. Enflasyonun Ödemeler Dengesi Üzerindeki Etkisi .... 8

1.1.2.1.3. Enflasyonun Rekabet Ortamına Etkisi ... 8

1.1.2.2. Enflasyonun Mali Etkileri... 9

1.1.2.2.1. Enflasyonun Vergi Gelirleri Üzerindeki Etkisi ... 9

1.1.2.2.2. Enflasyonun Vergi Kaçakçılığı Üzerindeki Etkisi.... 10

1.1.2.2.3. Enflasyonun Bütçe Üzerindeki Etkisi ... 10

1.1.2.3. Enflasyonun Sosyal Etkileri... 11

1.1.2.3.1. Enflasyonun Gelir Dağılımı Üzerindeki Etkisi... 11

1.1.2.3.2. Enflasyonun Diğer Sosyal Etkileri... 12

1.1.3. Tarihsel Süreç İçerisinde Enflasyon ile İlgili Yaklaşımlar... 13

(11)

1.1.3.2. Keynezyen Yaklaşım ... 14

1.1.3.3. Parasalcı Yaklaşım ... 15

1.1.3.4. Yapısalcı Yaklaşım... 16

1.2. Ekonomik Büyüme Kavramı... 18

1.2.1. Tarihsel Süreç İçerisinde Ekonomik Büyüme ile İlgili Yaklaşımlar ... 21

1.2.1.1. Klasik Ekonomik Büyüme Yaklaşımı ... 21

1.2.1.2. Marksist Ekonomik Büyüme Yaklaşımı... 24

1.2.1.3. Keynes’in Ekonomik Büyüme Yaklaşımı ... 26

1.2.1.4. Harrod-Domar Ekonomik Büyüme Yaklaşımı ... 27

1.2.1.5. Neoklasik Ekonomik Büyüme Yaklaşımı... 29

1.2.1.6. İçsel Ekonomik Büyüme Yaklaşımı ... 31

İKİNCİ BÖLÜM-ENFLASYON VE EKONOMİK BÜYÜME İLİŞKİSİ... 34

2.1. Enflasyon ve Ekonomik Büyüme İlişkisini İnceleyen Yaklaşımlar ... 34

2.1.1. Phillips Eğrisi Yaklaşımında Enflasyon ve Ekonomik Büyüme İlişkisi... 35

2.1.2. Neoklasik Yaklaşımlarda Enflasyon ve Ekonomik Büyüme İlişkisi ... 37

2.1.3. İçsel Ekonomik Büyüme Teorilerinde Enflasyon ve Ekonomik Büyüme İlişkisi ... 42

2.2. Enflasyon ve Ekonomik Büyüme İlişkisini İnceleyen Uygulamalı Çalışmalar ... 44

2.2.1. Enflasyonun Ekonomik Büyümeyi Pozitif Yönde Etkilediği Sonucuna Ulaşan Çalışmalar ... 44

2.2.2. Enflasyonun Ekonomik Büyümeyi Negatif Yönde Etkilediği Sonucuna Ulaşan Çalışmalar ... 45

2.2.3. Enflasyonun Ekonomik Büyümeyi Belirli Bir Eşik Değer Çerçevesinde Etkilediği Sonucuna Ulaşan Çalışmalar ... 49

2.3. Enflasyon ve Ekonomik Büyüme İlişkisinin Türkiye Ekonomisi Çerçevesinde Analizi... 56

2.3.1. 1923-1945 Yılları Arası Dönem ... 56

2.3.2. 1946-1960 Yılları Arası Dönem ... 58

2.3.3. 1961-1979 Yılları Arası Dönem ... 60

2.3.4. 1980-2001 Yılları Arası Dönem ... 64

2.3.5. 2002-2007 Yılları Arası Dönem ... 67

2.4. Enflasyon ve Ekonomik Büyüme İlişkisi Üzerine Türkiye’de Yapılan Uygulamalı Çalışmalar ... 71

(12)

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM-ENFLASYON VE EKONOMİK BÜYÜME ARASINDAKİ İLİŞKİNİN EKONOMETRİK ANALİZİ... 75 3.1. Metodoloji ... 75 3.2. Durağanlık Testleri ... 76 3.2.1. Korelogram Testi ... 76 3.2.2. Birim Kök Testleri ... 77

3.2.2.1. Yapısal Kırılmanın Dikkate Alınmadığı Birim Kök Testleri... 77

3.2.2.1.1. Genişletilmiş Dickey-Fuller Birim Kök Testi ... 78

3.2.2.1.2. Phillips-Perron Birim Kök Testi ... 81

3.2.2.2. Yapısal Kırılmanın Dikkate Alındığı Birim Kök Testleri ... 82

3.2.2.2.1. Zivot-Andrews Birim Kök Testi... 83

3.3. ARDL Modeli Eşbütünleşme Yaklaşımı (Sınır Testi)... 85

3.4. Veri Tanımlanması ... 87

3.5. Ekonometrik Sonuçlar ... 89

3.5.1. Birim Kök Testleri Sonuçları... 91

3.5.2. ARDL Modeli Eşbütünleşme Yaklaşımı (Sınır Testi) Sonuçları ... 94

3.5.3. ARDL Modeli Uzun Dönem İlişkisi ... 97

3.5.4. ARDL Modeli Kısa Dönem İlişkisi ... 100

Sonuç ... 103

Kaynakça ... 106

Ekler ... 130

(13)

Giriş

Fiyat istikrarının sağlanması ve ekonomik büyümenin gerçekleştirilmesi, iktisat politikasının en temel amaçlarını oluşturmaktadır. Bu amaçların gerçekleştirilmesi ile toplumun refahı artmakta aksi durumlarda ise toplumda refah kaybı oluşabilmektedir. Bu nedenle de bu iki amacın birlikte gerçekleştirilmesi büyük önem arz etmektedir. Fakat bu iki amaç her zaman aynı anda gerçekleştirilememektedir. Örneğin, ekonomik büyümenin hızlandığı bir durumda toplumun gelir düzeyi yükselmekte ve buna bağlı olarak toplumun tüketim kalıpları değişebilmektedir. Tüketim kalıplarındaki bu değişikliğin etkisiyle oluşabilen talep fazlasının karşılanamaması halinde ise başlangıçta sağlanan fiyat istikrarı bozulabilmektedir. Bu durumun tam tersi olarak, fiyat istikrarının sağlanması için takip edilen toplam harcamaları azaltıcı politikalar, ekonomide çarpan etkisi oluşturabilmekte ve ekonomik büyümenin daha fazla azalmasına neden olabilmektedir.

Dolayısıyla fiyat istikrarı ile ekonomik büyüme arasında bir etkileşimin bulunması, bu etkileşimin derecesinin ve öncelik sırasının belirlenmesini önemli kılmakta ve uygulanacak iktisat politikalarının şekillenmesine de katkıda bulunmaktadır. Diğer bir deyişle, fiyat istikrarının sağlanamadığı veya aynı anlamda kullanılan enflasyonun yükseldiği bir ülkede ekonomik büyümede de hissedilir azalmalar meydana geliyorsa bu durumda enflasyonu hızlandırıcı politikalardan vazgeçilmesi gerekmektedir. Fakat makroekonomik teoride, enflasyon ile ekonomik büyüme arasında bir önceki ifade de belirtildiği gibi bir çelişki olmadığı uzun yıllar hakim görüş olarak kabul edilmiştir. 1960’lı ve 1970’li yıllarda Mundell ve Tobin gibi iktisatçıların öncülüğünü yaptığı bu hakim düşüncede, enflasyonun sermaye birikimini artıracağı ve sermaye birikiminin artmasıyla da ekonomik büyümenin hızlanacağı ileri sürülürken; daha sonraki çalışmalarda ise bu düşüncenin desteklenmediği görülmektedir. Zira, söz konusu ikinci düşüncenin geçerlilik kazanmasında, özellikle 1980’li yıllarda Latin Amerika ülkelerinde gözlenen yüksek enflasyon ve düşük ekonomik büyümenin dışında birçok nedenin etkili olduğu belirtilmektedir.

(14)

Bu nedenler içerisinde ise yüksek enflasyonun fiyatlama davranışlarını bozması ve bunun da kaynak kullanımını etkinsizleştirmesinin öne çıktığı düşünülmektedir. Bu anlamda enflasyon, sadece kaynakların etkin kullanımını sınırlamamakta aynı zamanda üretimde kullanılacak sermayenin de maliyetini de artırmaktadır. Çünkü enflasyon ile beraber gelecekle ilgili belirsizlikler artmakta ve buna bağlı olarak da alınacak olan risklerin fiyatı da yükselmektedir. Böylelikle de reel anlamda kayba uğramak istemeyen sermaye sahiplerinin, ancak enflasyonun üzerindeki faiz oranları ile yatırımcılara kaynak sağlamak istemeleri, yatırımların caydırılmasına ve ülkenin potansiyel üretim kapasitesinin azalmasına neden olabilmektedir.

Ülkedeki mevcut talep düzeyinin düşürülememesi durumunda potansiyel üretim kapasitesinin azalması, enflasyonun azaltılmasının önünde önemli bir engel oluşturmaktadır. Başka bir ifadeyle, azalan üretim kapasitesine rağmen toplam talep düzeyinin düşürülememesi, enflasyonun sürekli artmasına ve başlangıçta yaşanan sürecin tekrarlanmasına sebep olmaktadır. Bu nedenle, enflasyon ile mücadele, hem fiyatlama kararlarının düzelmesine ve ülke kaynaklarının etkin kullanımının sağlanmasına hem de gelecekle ilgili risklerin azalmasıyla birlikte sermaye maliyetinin ucuzlamasına, yatırımların artmasına ve potansiyel üretim kapasitesinin genişlemesine imkan tanımaktadır. Genişleyen potansiyel üretim kapasitesi ise nihai aşamada enflasyon durumunda gözlenen toplam talep ile toplam arz arasındaki toplam arz aleyhine olan eksikliğin giderilmesine ve enflasyon artış hızının yavaşlamasına katkıda bulunmaktadır.

1970’li yılların ikinci yarısından sonraki dönemin büyük bir bölümünde, Türkiye’de Latin Amerika ülkelerinde yaşanan sürece benzer bir şekilde enflasyonun yükseldiği ve ekonomik büyümede istikrarsızlıkların yaşandığı gözlenmektedir. Bozulan makroekonomik dengelerin düzeltilmesi amacıyla alınan 24 Ocak 1980 istikrar tedbirlerinin ardından ise oluşan tablonun, kararların temel amaçlarından birisini oluşturan enflasyonun makul düzeylere düşürülmesi amacına çok fazla hizmet etmediği görülmektedir. Oluşan bu fiyat istikrarsızlığının birçok yapısal nedeni olmakla birlikte, para arzının kontrol edilememesi, iç talebin sınırlandırılamaması, kredi faizlerinin sürekli artış göstermesi ve mali disiplinin

(15)

sağlanamaması gibi nedenlerin enflasyon üzerinde önemli etkileri olduğu belirtilmektedir. Söz konusu bu nedenlere bağlı olarak oluşan enflasyonun ise ilgili dönemde yaşanan istikrarsız ekonomik büyüme performansının en önemli nedenlerinden birisi olduğu düşünülmektedir.

Bu açıklamalar, yaşanan bu sürecin nitel boyutunu göstermekle beraber nicel boyutunu ise göstermemektedir. Dolayısıyla yaşanan bu süreçte, enflasyon ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkinin ölçülmesi ve uğranılan kayıpların nicel olarak ifade edilmesi, enflasyon ile mücadeledeki kararlılığın devamlılığını destekleyici bir unsur oluşturmaktadır. Zira, konu ile ilgili olarak Türkiye’de birçok uygulamalı çalışmanın yapılması, bu tespiti doğrulamaktadır. Bu doğrultuda hazırlanan çalışmada ise temel amaç, enflasyon ve ekonomik büyüme arasındaki ilişkinin geçerliliğini sınamak ve böylelikle konu ile oluşan literatüre katkıda bulunmaktır.

Bu çerçevede, üç bölümden oluşan çalışmanın ilk bölümünde, enflasyon ve ekonomik büyümenin kavramsal çerçevesi incelenmiştir.

İkinci bölümde ise, enflasyon ve ekonomik büyüme arasındaki ilişkinin teorik altyapısı araştırılmıştır. Konu ile ilgili literatürün de araştırıldığı bu bölümde, ayrıca enflasyon ve ekonomik büyüme ilişkisinin Türkiye ekonomisindeki tarihsel gelişimi de analiz edilmiştir.

Çalışmada benimsenen ekonometrik yöntemin açıklandığı ve ekonometrik yöntem ile ilgili uygulama sonuçlarının yer aldığı üçüncü bölümden sonra çalışmadan elde edilen sonuçların değerlendirildiği sonuç bölümü ile çalışma tamamlanmıştır.

(16)

1.1. Enflasyon Kavramı

Devletin belli iktisadi amaçlara ulaşmak için kararlar alması ve bunları uygulaması olarak tanımlanan iktisat politikası ile gerçekleştirmek istediği temel amaçları bulunmaktadır. Bu amaçlar; tam istihdama ulaşmak, üretimi artırmak, gelir ve servet dağılımını düzeltmek, fiyat istikrarını korumak ve ödemeler dengesini düzenlemek olarak sıralanmaktadır (Savaş, 1998: 38, 39). Bu amaçlar arasında yer alan fiyat istikrarı ise insanların tüketim, yatırım ve tasarruf kararlarında dikkate almaya gerek duymayacakları ölçüde düşük düzeylerde sürdürülen bir enflasyon oranı şeklinde ifade edilmektedir (TCMB, 2006: 3). Tanımda da belirtildiği üzere fiyat istikrarı enflasyon oranı ile açıklanmaktadır. Bu nedenle fiyat istikrarı kavramının anlaşılabilmesi için öncelikle enflasyon kavramının tanımlanması gerekmektedir.

Enflasyon Latince kökenli bir kelime olup “şişme” anlamına gelmektedir. İktisat literatüründe ise enflasyon, “fiyatlar genel düzeyinin hızlı ve sürekli bir biçimde yükselmesi” olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla enflasyon bir süreci ifade etmekte ve ekonomide herhangi bir nedenle ortaya çıkan ve sürüp giden bir dengesizliğin göstergesi olarak kabul edilmektedir. Fiyatlar genel düzeyinin bu şekilde yükselme sürecine girmesi, ekonomide var olan dengesizliğin veya dengesizliklerin bir sonucu olmakla birlikte aynı zamanda, başka bazı dengesizliklerin de nedeni olmaktadır (Aktaran: Karaçor, 2007: 100; Cukrowski ve Kavelashvili, 2002: 6; Tylecote, 1981: 1). Bu anlamda enflasyon, ekonomide; kaynak ve gelir dağılımını bozan, tasarruf ve yatırımları önemli ölçüde sınırlayan ve ekonomik gelişmeyi yavaşlatan bir sürece neden olmaktadır. Bu sürecin önüne geçilmediğinde, ekonomik çöküntülere, toplumsal çalkantılara ve sonunda siyasal patlamalara sebep olan enflasyonun ise nedenlerine ve şiddetine göre farklı sınıflandırmalar ile açıklandığı gözlenmektedir (Karaçor, 2007: 100). Bu çalışmada ise enflasyonun nedenlerine göre incelenmesinin uygun olduğu düşünülmüştür.

(17)

1.1.1. Enflasyonun Türleri

Enflasyon nedenlerine göre, sırasıyla talep enflasyonu, maliyet enflasyonu, yapısal enflasyon ve ithalat enflasyonu olarak dört grupta incelenmektedir.

1.1.1.1. Talep Enflasyonu

Cari fiyatlarla toplam talebin, toplam mal ve hizmet arzını aşması nedeniyle ortaya çıkan enflasyona talep enflasyonu denilmektedir (Frisch, 1989: 4; Uluatam, 1998: 337). Başka bir ifadeyle talep enflasyonu, toplam talebin, toplam arzdan yani üretilen mal ve hizmet üretiminden fazla olmasından kaynaklanmaktadır. Talep fazlalığının nedenleri genel olarak ya özel harcamalardan dolayı ya da devletin daha fazla kamu hizmeti yapmak istemesi sonucu oluşabilmektedir. Devlet harcamalarının yanında, özel kesim taleplerinin hızla artması da enflasyonu etkilemektedir. Ayrıca ekonomideki kredi hacminin süratle genişlemesi, özel kredilerin tüketim harcamalarına yönelmesi de enflasyonist baskıyı artırabilmektedir. Böylece, toplam tasarrufların toplam yatırımları karşılamada yetersiz kalması, yatırımların gecikmesi ve üretime açılamaması, talep enflasyonunu belirgin hale getirebilmektedir (Altınok, 2004: 307).

1.1.1.2. Maliyet Enflasyonu

Üretim girdileri içine giren kalemlerin birinde, birkaçında veya hepsindeki fiyat yükselmelerinin genel fiyat düzeyini yükseltmesi şeklinde ortaya çıkan enflasyon, maliyet enflasyonu olarak tanımlanmaktadır (Uysal, 2007: 24; Türk, 1999: 83). Maliyet enflasyonuna yol açan nedenler ise, girişimcilerin kâr oranlarını yükseltmeleri, vergilerde, ücretlerde, döviz kurlarında meydana gelen artışlar, iklim şartlarının olumsuz olması, doğal afetlerden dolayı ortaya çıkabilecek azalma yönündeki arz şokları ve uluslararası alanda yaygın kullanımı olan hammaddelerin fiyatlarında görülen aşırı artışlar şeklinde sıralanmaktadır (Ulusoy, 2006: 194, 195).

1.1.1.3. Yapısal Enflasyon

Enflasyonun yapısalcı teorisi ilk olarak Meksikalı iktisatçı Juan Noyala Vazguez tarafından oluşturulmuştur. 1956 yılında yayınladığı makalesinde gelişmekte olan ülkelerde, enflasyonun parasal bir olgu olmadığı, yapısal katılıklara bağlı bir olgu olduğunu savunmuştur. Daha sonra, 1958 yılında Osvaldo Sunkel’in

(18)

makalesi, enflasyonun yapısalcı teorisinin temel taşı olarak olarak kabul edilmektedir. Sunkel makalesinde, Şili’deki enflasyonun ekonomik sistemdeki katılıklar yani esneksizliklerden ve yapısal kısıtlardan kaynaklandığını savunarak bu faktörlerin yapısal enflasyonu oluşturduğunu öne sürmüştür (Dinçer, 1994: 43). Bu faktörlerin yanısıra, gelişmekte olan ülkelerde, hızlı nüfus artışı, kentleşme ve yaşam koşullarının iyileşmesine bağlı olarak tarımsal ürün talebinin çeşitlenerek artmasının, özellikle ilgili tarım ürünlerinin fiyatlarında yapısal enflasyon olgusunun oluşmasına neden olduğuna işaret edilmektedir (Argy, 1970: 77).

1.1.1.4. İthal Enflasyon

Enflasyonun ithal edilmesi, dış ekonomik ve siyasi şartlarda meydana gelen olumsuz değişmelerin, ülkenin ekonomik yapısında meydana getirdiği aksaklıklar sonucunda, iç ekonomik dengelerin bozularak fiyat sistemini olumsuz bir şekilde etkilemesi şeklinde tanımlanmaktadır (Durukan, 1988: 13). Diğer bir tanımlamaya göre ise, ithal enflasyon, enflasyonun bir ülkeden diğer bir ülkeye geçişi olarak ifade edilmektedir (Altınok, 2004: 313).

Söz konusu bu nedenler ışığında oluşan enflasyonun ılımlı düzeylerde kaldığı sürece ekonomide canlanma yaratacağı ve bu nedenle de ekonomik büyümeyi artıracağı görüşünden hareketle, ılımlı enflasyonu destekleyen kuramcılar olmasına karşın, genelde enflasyonun istenmeyen bir olgu olduğu ve önlenmesi gerektiği konusunda görüş birliği bulunmaktadır. Zira, enflasyonun ekonomi üzerinde meydana getirdiği olumsuz etkiler ve sosyal yapıda ortaya çıkardığı bozulmalar, ilgiyi enflasyonun etkileri konusuna toplamaktadır (Kutucu, 2004: 1).

1.1.2. Enflasyonun Etkileri

Enflasyon sosyal, siyasal, ekonomik sorunlara neden olan çok boyutlu bir sorun olarak kabul edilmektedir. Bu bağlamda, enflasyonun olumsuz etkilerini şu başlıklar altında incelemek uygun görülmektedir (Akdiş, 2006: 330).

1.1.2.1. Enflasyonun Ekonomik Etkileri

Ekonomi bir enflasyon süreci içerisine girince, ekonomide kaynaklar, ödemeler dengesi ve rekabet ortamı üzerinde olumsuzluklar oluşmakta ve bu alanda önemli dengesizlikler gözlenmektedir (Karakayalı, 1995: 271; Akdiş, 2006: 330). Bu

(19)

nedenle, enflasyonun söz konusu bu etkilerinin açıkça ortaya konulmasının faydalı olacağı düşünülmüştür.

1.1.2.1.1. Enflasyonun Kaynaklar Üzerindeki Etkisi

Enflasyonun kaynaklar üzerindeki etkisi, enflasyonun sebep olduğu belirsizlik kanalıyla ortaya çıkmaktadır. Söz konusu bu belirsizlik ise, ekonomiyi farklı yollardan etkilemektedir. Belirsizlik, özellikle faiz oranlarının uzun dönemde yükselmesine ve ekonomik değişkenlerin beklenen değerlerindeki belirsizliğin artmasına neden olduğundan piyasaların işleyişi olumsuz etkilenmektedir (Oltulular ve Terzi, 2006: 2). Çünkü enflasyon özellikle de yüksek ve istikrarlı olmayan enflasyon, enflasyon belirsizliğinin de yükselmesine neden olmaktadır. Enflasyon belirsizliği ise beklenen enflasyonun ortaya çıkardığı maliyetlere ek olarak, ekonomik birimlerin piyasadaki sinyalleri tam olarak algılayamamasına, göreli fiyat değişmelerinin anlaşılamamasına, gelecekle ilgili olumsuz beklentilerin ortaya çıkmasına ve karar alıcıların uzun vadeli sözleşmelere risk primi eklemelerine neden olmaktadır. Bu durum da, yüksek faiz oranı ve düşük yatırım düzeyi olarak reel ekonomide kendini göstermektedir. Ayrıca, piyasadaki göreli fiyat değişmelerinin algılanamaması yatırımların bileşiminin değişmesine neden olmakta, başka bir ifadeyle ekonomik birimlerin tasarruflarını uzun vadeli üretken yatırımlardan kısa vadeli üretken olmayan yatırımlara doğru kaydırmalarına sebep olmaktadır (Artan, 2006a: 1, 2).

Bu anlamda, enflasyonun yükselmesiyle, kaynakların finans sektörüne doğru aktarıldığı ileri sürülmektedir. Finans sektörüne kaynak aktarımının ise özellikle imalat sektörü gibi üretken sektörlerin kaynak miktarını azalttığı, bu duruma bağlı olarak da, ülkenin üretim kapasitesinin azalacağı düşünülmektedir. Zira Frenkel ve Mehrez (1996)’da 1972–1995 arası 28 ülkeyi kapsayan çalışmalarında, enflasyon oranının yüzde 20’den yüzde 40’a çıkması halinde, imalat sektöründeki istihdamın yaklaşık yüzde 3 oranında azaldığı sonucuna ulaşmaları, enflasyonun söz konusu bu etkisini güçlü kılmaktadır (Frenkel ve Mehrez, 1996: 20, 21).

(20)

1.1.2.1.2. Enflasyonun Ödemeler Dengesi Üzerindeki Etkisi

Enflasyon dönemlerinde, iç fiyatlar yükselirken ithal malların fiyatlarında bir değişme olmaması durumunda ithal malların fiyatları ucuzlamaktadır. Diğer bir deyişle, bir malı yurt içinden almak dış ülkelerden almaya göre daha pahalı hale gelmektedir. Bu durumda, eğer ithal malların fiyatlarında bir yükselme olmaması halinde, ithalat artmakta, ihracat azalmakta ve dış ticaret dengesi bozulmaktadır. Dış ticaret açığı ortaya çıkınca, ithalatı azaltmak veya milli paranın dış değerini düşürmek gerekmektedir. Devalüasyon olarak tanımlanan milli paranın dış değerinin düşürülmesi halinde, ithalat pahalılaşmakta, ihracat ise ucuzlamaktadır. İthalatın pahalılaşması ise, ithal hammaddelerin teminini zorlaştırmakta ve üretimde ithal girdi kullanan yerli endüstrilerin olumsuz etkilenmesine neden olmaktadır. Böylelikle de, toplam arz düşebilmekte ve fiyatlar yükselebilmektedir (Bocutoğlu, 2007: 95).

1.1.2.1.3. Enflasyonun Rekabet Ortamına Etkisi

Enflasyonist bir süreç içinde olan ekonomide, belirli bazı endüstri dallarının kârlılıklarında artışlar olsa da, hızlı enflasyon, ekonominin bütünü açısından ortalama kâr oranlarının düşmesine yol açmaktadır. Bu da serbest girişimciliğe dayanan serbest piyasa ekonomilerinde yatırımları olumsuz etkilemektedir. Öte yandan enflasyondan doğan talep artışını karşılayabilmek için kapasite artırımı gerekmektedir. Fakat firmaların başvurabilecekleri kaynakların maliyeti, enflasyonun etkisiyle artmaktadır (Örneğin, enflasyon nedeniyle faizlerin yükselmesi karşısında borçlanma maliyetlerinin artması vb.). Bu durum karşısında firmalar, iç kaynaklara başvurmak durumunda kalabilmektedir. İç kaynaklar yetersiz kaldığında ise, firmalar diğer firmalarla birleşme yoluna gidebilmektedir. Söz konusu bu birleşmelerde, nihai aşamada sermayenin tekelleşmesine neden olabilmektedir. Sermayenin tekelleşmesinin sonucu olarak da piyasada oligopostik bir yapı oluşabilmekte ve ekonomideki rekabet düzeyi düşebilmektedir (Akdiş, 2006: 334; Şişik, 1982: 51). Bu açıklamalar çerçevesinde, enflasyonun rekabet ortamına etkileri şu şekilde özetlenmektedir (Türkkan, 2008: 5, 6);

(21)

- Belirsizliği artırarak yeni girişleri kısıtlayabilmektedir.

- Belirsizliklerden kaynaklanan risklerin algılanma farklılıkları, alıcı ve satıcılar arasında pazarlık marjlarını artırarak haksız rekabete neden olabilmektedir.

- Oligopolistik piyasalarda paralel davranış eğilimlerini güçlendirebilmektedir.

- Fiyat esnekliği düşük olan ve gelir esnekliği yüksek olan malların üretildiği piyasalarda rekabet baskısının oluşmasını zorlaştırabilmektedir. - Tüm üreticileri (piyasa gücü olmayanlar da dahil olmak üzere) fiyat

koyucu durumuna sokarak, rekabet kültürünün gelişmesini geciktirebilmektedir.

- Ayakkabı eskitme maliyetini artırarak tüketicinin rekabetin sağlanmasındaki rolünü güçleştirebilmektedir.

Kısaca, makro ekonomik bir olgu olan fiyat istikrarsızlığı, mikro ekonomik düzeyde rekabeti fevkalade olumsuz bir biçimde etkileyerek etkinsizleştirebilmekte ve buna paralel olarak oluşan rekabet zafiyeti firmaların monopolcü gücünü artırarak enflasyonla mücadeleyi olumsuz yönde etkileyen bir faktör haline gelebilmektedir (Türkkan, 2008: 6).

1.1.2.2. Enflasyonun Mali Etkileri

Enflasyon, ekonomik etkilerinin yanında, vergi gelirleri, vergi kaçakçılığı ve bütçe üzerinde önemli etkilerde bulunmaktadır.

1.1.2.2.1. Enflasyonun Vergi Gelirleri Üzerindeki Etkisi

Enflasyon sürecinde bazı vergiler; tahakkuk ile tahsilat süresindeki zaman farkı nedeniyle değer kaybına uğramaktadır. Özellikle gelir vergileri, kazançların oluştuğu yılı izleyen yılda tahakkuk ettirilmekte ve taksitlerle ödenmektedir. Bu

Enflasyon nedeniyle ekonomik birimler yanlarında daha az nakit tutmaktadırlar. Ekonomik birimlerin daha az nakit tutmaları, ellerinde nakdi daha kısa sürede bitirecekleri ve bankaları ya da ATM cihazlarını daha sık ziyaret edecekleri anlamına gelmektedir. Ekonomik birimlerin, daha az nakit tutarak katlanacakları ilave maliyetler, ayakkabı eskitme maliyetleri olarak tanımlanmaktadır. Bkz. (Şıklar, 2004: 237).

(22)

durumda, özellikle yüksek enflasyon ortamında toplanan verginin reel değeri düşmektedir. Olivera-Tanzi etkisi olarak bilinen bu olgu nedeniyle de, kamu gelir kaybına uğramaktadır (Paya, 2001: 406).

1.1.2.2.2. Enflasyonun Vergi Kaçakçılığı Üzerindeki Etkisi

Enflasyonist ortamlarda, mükellefler reel gelirleri artmasa da vergi ödemek zorunda kalmaktadırlar. Enflasyon nedeniyle ortaya çıkan aşırı kârların vergilendirilmesi, elde edilen gelirin enflasyon sonucu artarak yüksek oranlı vergi dilimlerine dahil olması ve yine enflasyon nedeniyle satın alma gücünde meydana gelen aşınmadan dolayı mükellefler elde ettikleri gelirlerinin bir kısmını vergi dairesinden gizleme yoluna gitmektedirler (Aktaran: Işık ve Acar, 2003: 120). Bu sonuç, vergi hasılatının azalmasına ve Hazine’nin kamu harcamalarını finanse etmek için borçlanma ya da para basma yoluna gitmesine yol açabilmekte, bunun neticesi olarak da faizler ve enflasyon yükselebilmektedir (Işık ve Acar, 2003: 120). Dolayısıyla enflasyon nedeniyle, vergi kaçakçılığın artması özellikle üretime yönelik kamu harcamaları için devletin olanaklarını kısıtlamaktadır. Böylelikle de, arz ve talep dengesizliği sonucu ortaya çıkan enflasyon sorununun uzun vadede çözümü zorlaşmış olmaktadır.

1.1.2.2.3. Enflasyonun Bütçe Üzerindeki Etkisi

Gelişmekte olan birçok ülkede mevcut enflasyonist baskılar, bu ülkelerdeki bütçe açıklarının daha da büyümesine neden olmaktadır. Bu durum, fiyat artışlarına bağlı olarak nominal kamu harcamalarının artmasına karşılık, kamu gelirlerinin bunun gerisinde kalmasından kaynaklanmaktadır (Ataç, 2006: 240; Egeli, 2008: 6; Abdioğlu ve Terzi, 2009: 195, 196). Bununla birlikte, enflasyon sonucu bütçe açıklarında görülen sürekli artışlar nominal faiz oranlarının yükselmesine ve borç faiz ödemelerinin artmasına da neden olmaktadır. Birincil açık veri iken, özellikle reel faiz oranının nominal milli gelir büyüme hızından büyük olması halinde borç/milli gelir oranı artmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerin çoğunda bütçe ve kamu açıklarının kamu borç stoklarını artırması sonucu, politik tercihlerin ve izlenen

Toplam kamu harcamalarından faiz harcamalarının çıkarılması sonucu hesaplanan açığa “birincil bütçe açığı”, fazlasına ise “birincil bütçe fazlası” denilmektedir. Buna göre, Birincil Açık (Fazla)=Bütçe Açığı-Faiz Harcamalarına eşittir. Bkz. (Saatçi, 2007: 92).

(23)

politikaların da etkisiyle vergi gelirleri artış hızı kamu harcamaları artış hızına oranla düşük kalmaktadır. Dolayısıyla, birincil açıklar daha fazla görülmekte ve yükselen faiz oranları nedeniyle borç faiz giderlerinin boyutu giderek büyümektedir (Egeli, 2008: 6).

Enflasyonun bütçe açıklarını artırıcı bu etkilerine karşılık, azaltıcı etkileri de söz konusu olabilmektedir. Bunlardan biri enflasyon vergisi olarak ortaya çıkmaktadır. Buna göre, enflasyon oranındaki artış reel para talebine bağlı olarak açığın finansmanına adeta bir vergi geliri gibi katkıda bulunmaktadır. Enflasyon oranı yükseldikçe, kişiler ellerinde tuttukları para miktarını azaltmaktadırlar. Çünkü elde tutulan paranın maliyeti yüksek olduğundan kişiler para dengesini çok düşük tutmak istemektedirler. Böylelikle de, reel para miktarı toplam enflasyon vergisi kadar düşmektedir (Aktaran: Egeli, 2008, 7). Enflasyonun bütçe açıkları üzerindeki azaltıcı diğer bir etkisi ise, kamu borç stoklarının reel değerinde bir azalmaya yol açması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu sonuç, özellikle öngörülemeyen enflasyon durumunda ve borçlanmanın enflasyona endekslenmemesi durumunda önem kazanmaktadır (Aktaran: Egeli, 2008, 7).

1.1.2.3. Enflasyonun Sosyal Etkileri

Enflasyonun sosyal etkilerinin başında sosyal barışı bozucu etkisi gelmektedir. Buna göre enflasyon sebebiyle, ekonomik kesimler arasındaki gelir paylaşımı mücadelesi kaçınılmaz hale gelmekte ve düşük gelire bağlı olarak aile içi ilişkiler gerginleşmekte ve dayanışma azalmaktadır (Meral, 2005: 314). Bu nedenle de, enflasyonun ekonomik etkileri yanında sosyal etkilerinin de ortaya konulması gerekmektedir.

1.1.2.3.1. Enflasyonun Gelir Dağılımı Üzerindeki Etkisi

Enflasyon düşük ve sabit gelirli hane halklarının daha az miktarda mal ve hizmet satın almasına yol açmakta ve gelir dağılımını sabit gelirlilerin aleyhine çevirmektedir (Ulusoy, 2006: 190). Buna karşılık, serbest meslek sahipleri ve işverenler ise ürettikleri mal ve hizmetlerin fiyatlarına enflasyon oranından daha

Enflasyon vergisi, kişilerin enflasyon nedeniyle reel para balansları erimesi ve bu erimeyi telafi etmek için tüketimlerini kısmaları ve böylece serbest bırakılan kaynakların kamu kesimi tarafından kullanılması şeklinde tanımlanmaktadır. Bkz. (Ataç, 2006: 225).

(24)

yüksek oranda zam yapmak suretiyle kendilerini enflasyonun olumsuz etkilerinden korumaktadırlar. Dolayısıyla enflasyon, gelir dağılımını bu kesimin lehine çevirmektedir (Bocutoğlu vd., 2003: 209).

1.1.2.3.2. Enflasyonun Diğer Sosyal Etkileri

Enflasyon dönemlerinde, karaborsa eğilimleri artmakta, spekülatif ve haksız kazançlarla zengin olmanın yolunu bulanların lüks ve gösteriş harcamaları çoğalmaktadır. Bu, bir taraftan toplumun ahlaki ve manevi değerlerinde bozucu etki yaparken; diğer taraftan kolay zengin olma isteğini artırmaktadır (Akdiş, 2006: 337). Bunun dışında, enflasyonun neden olduğu belirsizlik, sosyal ilişkilerde kısa vadeli ve çıkarcı davranışlarının oluşmasına neden olmaktadır. Böylelikle toplumun birbirine karşı duyduğu güven duygusu azalmaktadır. Bununla birlikte, aldatılma duygusu, toplumsal uyumun bozulması, güven unsurunun zarar görmesi, bireylerin kendini toplumdan soyutlaması, toplumdaki genç kesiminin gelecekle ilgili beklentilerinin ve umutlarının olumsuz etkilenmesine sebebiyet vermektedir (TCMB, 2004: 8, 9).

Sonuç olarak enflasyon, doğurduğu ekonomik, mali ve sosyal etkiler nedeniyle toplumun her kesimini etkileyen ekonomik bir sorundur. Bu ekonomik sorunla mücadele etmek için öncelikle enflasyonun kaynağının belirlenmesi gerekmektedir. Zira, enflasyonun kaynağının doğru tespit edilememesi sebebiyle yanlış politikaların uygulanması enflasyonu düşürmek yerine hızlandırabilmektedir. Fakat enflasyonun kaynağı, çoğu zaman açık bir şekilde görülememektedir. Örneğin, kayıtdışı ekonominin yüksek olduğu ülkelerde toplam talep düzeyi olduğundan daha düşük hesaplanabilmekte, bu da enflasyonla mücadeledeki talep yönlü politikaların etkinliğini sınırlamaktadır. Dolayısıyla, enflasyonla mücadele etmek için enflasyonun kendisi kadar, enflasyonun kaynağı olduğu düşünülen değişkenlerin doğru bir şekilde ölçülmesi gerekmektedir.

Diğer bir deyişle, enflasyon ile mücadele etme noktasında ekonomi politikasının hangi araçlarının nasıl kullanılması gerektiği konusunda kesin bir yargıya varabilmek için, enflasyonun nedeni hakkında kesin bir görüşün olması gerekmektedir. Böyle bir görüşün olabilmesi ise söz konusu olguya ilişkin bir modelin ortaya konmasına, modeldeki değişkenlerde nedensellik ilişkilerinin

(25)

belirtilmesine, özetle enflasyonun nedenlerine ilişkin kuramsal bir açıklamanın yapılmasına bağlı olmaktadır (Uslu, 1993: 1, 2). Bu nedenle enflasyon ile mücadele edebilmek için enflasyon ile ilgili oluşturulan yaklaşımların incelenmesi ve söz konusu yaklaşımların politika önerilerinin değerlendirilmesi büyük önem arz etmektedir.

1.1.3. Tarihsel Süreç İçerisinde Enflasyon ile İlgili Yaklaşımlar

Enflasyonu açıklamaya yönelik geliştirilen yaklaşımlar, Klasik, Keynesyen, Parasalcı ve Yapısal Yaklaşımlar olarak temelde dört başlık altında incelenmektedir.

1.1.3.1. Klasik Yaklaşım

Klasik Yaklaşım’da, enflasyon para arzının artırılması sonucu oluşmaktadır. Bu görüşlerini ise, miktar teorisine dayandırmaktadırlar. Klasik Yaklaşım’da ekonomi kendiliğinden, başka bir deyişle otomatik olarak tam istihdam noktasında dengeye gelmekte, fiyatlar genel seviyesini ise para miktarı belirlemektedir. Bu durumda, para arzının artırılması fiyatlar genel seviyesini aynı oranda artırmaktadır. Klasik iktisatçılar maliyet enflasyonu üzerinde durmamakla birlikte, onlara göre nasıl bir ekonomide bir gayri iradi işsizlik varsa bunun tek nedeni ücretlerin işçi sendikaları ya da devlet tarafından yükseltilmesi ise, enflasyon gözleniyorsa bunun nedeni de para otoritelerinin para arzını artırmış olmasından kaynaklanmaktadır (Hiç, 1994b: 399; Kepkep, 1991: 8-11). Fakat Klasik Yaklaşım’ın bu varsayımları ve politika çıkarımları, ABD’de ortaya çıkan ve 50 milyon kişinin işsiz kaldığı, dünya üretiminin yüzde 42, dünya ticaretinin ise, yüzde 65 oranında azalması gibi olumsuz etkiler doğuran 1929 krizinin ardından sorgulanmaya başlanmıştır (“Sanal”, 2008). Zira, söz konusu kriz her arzın kendi talebini yarattığı ve işsizliğin ancak iradi bir şekilde ortaya çıktığını savunan Klasik Yaklaşım’ın temel savlarını geçersiz kılmıştır. Klasik Yaklaşım’ın bu eksikliklerinin anlaşılması ise Keynesyen Yaklaşım’ın oluşmasına zemin hazırlamıştır.

(26)

1.1.3.2. Keynezyen Yaklaşım

Keynezyen Yaklaşım, Klasik Yaklaşım’dan farklı olarak eksik rekabet koşullarını vurgulamakta ve eksik rekabetin fiyatların yapışkan ve esnek olmamasından kaynaklandığını ileri sürmektedir. Fiyatların esnek olmamasını ise, devletin ve sendikaların fiyatlara müdahale etmesi; taban ve tavan fiyat belirlemeleri, sözleşmelerle kısa, orta ve uzun dönem fiyatların belirlemesi nedenleriyle oluştuğunu kabul etmektedir. Keynezyen Yaklaşım’da fiyatların bu şekilde, esnek olmadığının kabul edilmesi, tam rekabet durumunda fiyatlardan beklenen arz ve talepteki değişmeleri hemen yansıtma işlevinde sorunlara neden olmaktadır. Aynı zamanda, fiyatların esnek olmaması, diğer bir anlamda özellikle kısa dönemde arz eğrisinin oldukça yatık olmasına karşılık gelmektedir. Bundan dolayı talepteki değişmeler, arzı ve buna bağlı olarak reel ekonomiyi etkileyebilmektedir. Bununla birlikte, ekonomide yatırımcılar, tüketiciler ve tasarruf sahipleri belirsizlik ortamında hareket etmektedirler. Ayrıca, ekonomide tam bilgi bulunmamaktadır, bu nedenle piyasa ekonomisi ekonomik birimler arasında eşgüdümü sağlamakta zaman zaman zorlanabilmektedir. Dolayısıyla da, ekonomi Klasik Yaklaşım’ın öngördüğü gibi tam istihdam düzeyinin altında bir düzeyde dengeye gelebilmekte ve ekonomiyi tam istihdam düzeyinde dengeye getirmek için hükümet müdahaleleri gerekebilmektedir (Eren, 2006: 69, 70; Erim, 2007: 193; Gordon, 1990: 1115).

Bu bağlamda, Klasik Yaklaşım’ın parasal modeline karşılık, Keynesyen enflasyon yaklaşımı temelde emek piyasasındaki fiyat katılıklarını dikkate alarak enflasyon kavramını, genel olarak talep-itişli olarak açıklamaktadır. Keynesyen Yaklaşım, Klasik Yaklaşım’ın enflasyonist öngörülerine sadece uzun dönemde tam istihdam kısıtı altında rol verirken, arz şoklarının olası enflasyonist etkilerinin de olabileceğini kabul etmektedir. Diğer taraftan, Keynesyen Yaklaşım’da nominal talepte meydana gelen değişmeler, parasal genişlemeden ziyade, ağırlıklı olarak kamu harcamaları, vergiler ve yatırımlar gibi harcama artışlarına bağlı olarak açıklanmaktadır (Kibritçioğlu, 2002: 48, 49; Subaşı, 2005: 12; Bronfenbrenner vd., 1963: 601).

(27)

Bu düşüncelerle birlikte ve daha sonra Keynesyen düşünce çerçevesinde geliştirilen Phillips Eğrisi yorumuyla da, 1970’lere kadar iktisat politikalarına hakim olan Keynesyen Yaklaşım, istikrarsızlıklarla mücadelede büyük ölçüde başarılı olmuştur. Ancak, bu tarihlerden itibaren yüksek ve sürekli fiyat artışları ile beraber işsizlik de artmaya başlamıştır. Eksik kapasite kullanımı ile birlikte ekonomik büyüme hızında yavaşlama olmuş, dış ticaret açıkları ve ödemeler dengesinde ortaya çıkan sorunlar ekonomileri zor durumda bırakmıştır. Daha ziyade az gelişmiş ülkelerde görülen eksik kapasite ve işsizliğin yanı sıra, talep artışına rağmen üretim kapasitesinin genişleyememesi, gelişmiş ülkelerde de belirgin bir şekilde yaşanmaya başlanmış ve enflasyonun oluşmasına neden olmuştur. Bu doğrultuda, enflasyonu düşürmek için uygulanan talep düşürücü politikalar ise işsizliği daha da artırarak ekonomik büyüme hızının düşmesine yol açmıştır (Pınar, 2006: 88). Söz konusu bu nedenler, Keynesyen Yaklaşım’a karşıt olarak, hasıla düzeyinin üretken kapasite tarafından belirlendiği, fiyatların esnek olduğu ve para arzının enflasyonu etkileyebileceği düşüncelerinin öne çıktığı Parasalcı Yaklaşım’ın gelişimini hızlandırmıştır (Cukierman, 2008: 1; Hafer, 2001: 14).

1.1.3.3. Parasalcı Yaklaşım

Parasalcı Yaklaşım veya Monetarizm’de, parasal değişmeler ekonomik yaşamı etkileyen önemli bir faktörü oluşturmaktadır (Erim, 2007: 246; Frisch, 1977: 1297, 1298; Parasız, 1996: 9, 10). 1960’lı yıllarda gelişme göstermekle birlikte Monetarizm’in öncülüğünü büyük ölçüde Milton Friedman’ın yaptığı görülmektedir. Bu anlamda, Milton Friedman’a göre, enflasyon her zaman her yerde parasal bir olay olarak ortaya çıkmakta ve parasal genişleme ile desteklenmediği sürece enflasyonun devam etmesi olanaksızdır. Bununla birlikte, Friedman’a göre, maliyet enflasyonu geçici bir olaydır ve ancak kısa dönem için geçerli ve önemlidir. Buna karşılık uzun süren enflasyonların nedeni, toplam harcamalardaki artışlar ve özellikle hızlı parasal genişlemedir. Bunu önlemek için ise, Friedman para arzının artışının sınırlandırılmasını; örneğin mili gelir büyüme oranı yüzde üç oranında artıyorsa para arzındaki artış hızının da yüzde üç olarak belirlenmesi gerektiğini ileri sürmüştür (Tunca, 2001: 264, 265; Akdiş, 2006: 350; Kalın, 1989: 92).

(28)

Özetle, Monetaristler, geçmiş dönemde yaşanan temel ekonomik durgunlukların parasal daralma, temel enflasyonist dönemlerin de parasal genişleme sonucu meydana geldiğini belirtmişlerdir. Bir ekonomideki ekonomik dalgalanmaların, en önemli nedeni olarak uygulanan yanlış para politikalarını kabul eden Monetaristler, yanlış para politikaları uygulamalarından vazgeçilirse ekonominin istikrara kavuşacağını savunmuşlardır (Ataç, 2006: 13). Fakat Monetaristlerin, enflasyonu açıklamada para arzını öne çıkarmaları ve enflasyona neden olan yapısal sorunları dikkate almamalarının farklı iktisadi düşünce ekolleri tarafından eleştirildiği görülmektedir. Bu ekollerin başında ise iktisadi sorunları yapısal faktörlere dayandırarak açıklamaya çalışan Yapısalcılar gelmektedir.

1.1.3.4. Yapısalcı Yaklaşım

Yapısalcı Yaklaşım’da, bütün ekonomilerde özellikle az gelişmiş ekonomilerde enflasyon, ekonomik yapıdaki bozukluklardan kaynaklanmaktadır. Bu nedenle de, enflasyonla mücadelenin ekonomideki yapısal aksaklıkların giderilmesi ile mümkün olacağını savunmaktadırlar. Başka bir ifadeyle, Yapısalcılar, ekonomik kalkınmaya yönelik politikalar uygulamaya konulup bu yönde başarı elde edilmeden parasal istikrarın ve fiyat istikrarının sağlanacağını kabul etmemektedirler. Yapısalcılara göre, uzun dönemli fiyat istikrarının sağlanabilmesi ancak çeşitli yapısal aksaklıkların giderilmesi ve ekonomik kalkınmanın sağlanmasıyla mümkün olmaktadır. Az gelişmiş ülkelerde, yapısal bozukluklar nedeniyle, para ve maliye politikalarının enflasyonla mücadelede yetersiz kaldığını düşünen Yapısalcılar, bu ülkelerin sanayileşme ve kalkınmalarının enflasyonu önlemede belirleyici rol oynadığını belirtmektedirler (Çubukçu, 1983: 81, 82; Kepkep, 1991: 31-33; Alkan, 2004: 27, 28).

Sonuç olarak, söz konusu teorilerden, Klasik Yaklaşım ve Keynesyen Yaklaşım enflasyonun tam istihdam düzeyine ulaştıktan sonra para arzının artırılması nedeniyle oluştuğunu savunurken, Monetarist Yaklaşım enflasyonun her zaman parasal nedenlerden kaynaklandığını benimsemektedir. Yapısalcı Yaklaşım ise, bu düşüncelerden farklı olarak özellikle gelişmekte olan ülkelerde görülen enflasyonu yapısal aksaklıklarla ilişkilendirmektedir. Enflasyon konusunda oluşan farklı düşünceler, enflasyon konusunun önemi artırmakla beraber enflasyonla mücadelede

(29)

kullanılacak politika araçlarını da çeşitlendirmektedir. Fakat bu çeşitliliğe rağmen, enflasyonla mücadelede bazı maliyetlerle karşılaşılmaktadır.

Bu maliyetlerin başında ise ekonomik büyüme gelmektedir. Enflasyonla mücadelenin ekonomik büyüme üzerinde oluşturacağı bu maliyet, genellikle yüksek enflasyonun kısa bir zaman diliminde düşürülmesinin amaçlandığı durumlarda oluşabilmektedir. Özellikle talep artışlarından kaynaklanan enflasyonun, kısa bir süre içerisinde düşürülmesi için uygulamaya konulan daraltıcı politikalar, enflasyonist ortamda maliyet kaygısı olmadan çalışan firmaların üretimlerinde yavaşlamaya neden olabilmektedir. Zira, enflasyonist ortamlarda, firmalar ürettikleri ürünlerin fiyatlarını kolaylıkla tüketicilere yansıtabilmektedirler. Bu nedenle, enflasyon düzeyinin indirilmeye çalışılması, ekonomik büyümeyi olumsuz yönde etkileyebilmektedir.

Enflasyonun ekonomik büyüme üzerindeki olumsuz etkisi sadece kısa dönemde enflasyon ile mücadele edilmesi sırasında oluşmamaktadır. Bunun dışında enflasyon ile ekonomik büyüme arasındaki negatif yönlü ilişki gerek kısa gerekse de uzun dönemde de gözlenebilmektedir. Bu gözlemin oluşmasında ise temelde beş nedenin etkili olduğu ileri sürülmektedir (Berber ve Artan, 2004: 3; Chowdhury, 2002: 22);

1- Enflasyon gelecekle ilgili olumsuz beklentilerin ortaya çıkmasına neden olmakta, bu da yatırımları ve ekonomik büyümeyi olumsuz yönde etkilemektedir.

2- Yüksek enflasyon oranı, yüksek enflasyon değişkenliğine neden olmakta ve ortaya çıkan belirsizlik ekonomik birimlerin piyasadaki sinyalleri tam olarak algılayamamasına sebebiyet vermektedir. Sonuçta, piyasada oluşan yanlış sinyaller yatırımları ve ekonomik büyümeyi olumsuz yönde etkilemektedir.

3- Farklı sektörlere ait fiyatlar farklı oranlarda artığından enflasyon, ileriye dönük yatırım kararlarının etkinliğini bozmakta; bu durum kaynak dağılımını olumsuz yönde etkilemektedir.

4- Enflasyon ulusal paranın aşırı değerlenmesine neden olmakta ve sonuçta ihracatı olumsuz yönde etkilemektedir.

(30)

5- Enflasyonun finansal varlıkların değerini düşürmesi nedeniyle, bireyler tasarruflarını değerli maden (genellikle altın) ve gayri menkul olarak tutmayı tercih etmektedirler. Değerli maden ve gayri menkule yönelen tasarruflar ülkedeki finansal derinliğin az olması dolayısıyla da yatırımları olumsuz yönde etkilemektedir.

Enflasyonun yukarıda belirtilen maliyetleri, netice itibariyle enflasyonun ekonomik büyüme üzerindeki etkisinin de olumsuz olmasına yol açmaktadır. Böylelikle de, bu etkinin net olarak ortaya konulması ile enflasyon ile mücadelenin temel koşullarından birisi yerine getirilmiş olmaktadır (Yılmaz vd., 2002: 38).

1.2. Ekonomik Büyüme Kavramı

Ekonomik büyüme, ekonominin üretim kapasitesinin artırılması ve dolayısıyla daha fazla mal ve hizmet üretilmesi şeklinde tanımlanmaktadır (Ertek, 2005: 55; Karluk, 2005: 55). Bir başka tanıma göre, ekonomik büyüme, kişi başına reel hasıladaki artışlar şeklinde ifade edilmektedir (Gould, 1972: 2).

Bu artışlar, ancak uzun dönemde ülkenin üretim ölçeğinin veya potansiyelinin genişlemesi veya daha üretken kullanılması sayesinde ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla da ekonomik büyüme sorunu, genellikle bir uzun vade sorunu olarak kabul edilmekte ve makroekonomik anlamda daha çok arz cephesince belirlenmektedir. Diğer bir ifadeyle, bir ülkenin üretim imkanları eğrisinin dışarıya veya uzun dönem toplam arz eğrisinin sağa doğru kaymasına neden olan faktörler ekonomik büyüme kuramlarının konusunu oluşturmaktadır. Bu kaymaların arkasında hükümetlerin, üretim faktörlerinin verimliliklerini artırıcı eğitim ve teknoloji politikalarının ve fiziki sermaye stokunu artırıcı alt yapı yatırımlarının etkileri de olmakla birlikte, reel GSYİH ve reel GSMH’daki artış yüzdesi şeklinde de ölçülebilen ekonomik büyümenin üç önemli kaynağı olduğuna işaret edilmektedir (Kibritçioğlu, 1998: 207, 208; Parasız, 1997: 5; Ertek, 2005: 56).

— Tasarruf ve yeni sermaye yatırımları: Tasarruf, kısaca harcanmayan gelir şeklinde ifade edilmektedir. Genellikle gelişmekte olan ülkelerde tüketim eğiliminin yüksek olması nedeniyle düşük düzeylerde gerçekleşen tasarruf düzeyi yeni yatırımların yapılmasında önem taşımaktadır. Başka bir ifadeyle, ülkedeki tasarruf düzeyine bağlı olarak, yatırımların gerçekleşmesi mümkün olmaktadır. Zira,

(31)

gelişmekte olan ülkelerde tasarruf düzeyinin düşüklüğüne bağlı olarak, yatırımların finansmanı dış kaynak kullanımını zorunlu kılmaktadır. Bu da, ülkenin dışa bağlılığını artırmaktadır. Özellikle, yatırım ihtiyacını kısa vadeli yabancı tasarruflarla karşılayan ülkelerin, bünyelerinde kriz ihtimalini taşımaları mümkün görülmektedir. Bu nedenle, ekonomik büyümeyi istikrarlı bir şekilde sürdürmek için yenileme ve stok yatırımlarının dışında ülkenin uzun vadeli üretim kapasitesini artıran yeni sermaye yatırımlarının artırılması ve bu yatırımların finansmanında kullanılacak tasarruf hacminin yükseltilmesi gerekmektedir.

— Beşeri sermaye yatırımları: Üretim faktörleri içinde önemli bir konuma sahip olan sermaye faktörü, son yıllara kadar hep fiziki sermaye anlamında kullanıldığı görülmektedir. Ancak kişisel ve toplumsal özelliklerin üretime olan etkilerinin giderek önem kazanması, söz konusu pozitif değerlerin de sermaye olarak kabul edilmesine yol açtığına işaret edilmektedir. Bu anlamda, artık gelinen noktada sermaye, üretime pozitif katkısı olan her türlü maddi ve maddi olmayan iktisadi değerler olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla, fiziki sermaye de olduğu gibi beşeri sermaye de varlığı nispetinde ekonomik büyümeye katkı sağlamaktadır (Karagül, 2003: 81-82).

İşgücü tarafından içerilen bilgi ve tecrübelerin toplamı olarak tanımlanan beşeri sermaye kavramının, son yıllarda önem kazanmasında 1970’li yıllarda gözde olan insan merkezli yaklaşımların rolü olduğuna değinilmektedir. Bu yaklaşımların, emeği üretimde kullanan bir sermaye malı haline getirdiği ve beşeri sermaye adı altında teori ve modellere taşıdığı görülmektedir. Lucas (1988), Grammy ve diğerleri (1996), Cheng ve diğerleri (1997) ve Baro (1988) tarafından yapılan analizler, nitelikli işgücünü temsil eden beşeri sermayenin ileri teknoloji ürünlerini daha kolay kullanarak üretimdeki verimliliği artırtığını ortaya koymaktadır. Bu duruma, örnek teşkil etmesi anlamında, Doğu Asya mucizesini gerçekleştiren Hong Kong, Singapur, Güney Kore ve Tayvan gösterilmektedir. Çünkü söz konusu bu ülkelerde ekonomik büyümenin itici gücünü, beşeri sermayeye ya da insana yapılan yatırımlar oluşturmaktadır. Zira, Tayvan’da devlet tarafından yılda yaklaşık 7000 öğrencinin yurt dışına eğitim amaçlı gönderilmesi bu tespiti doğrulamaktadır (Dura vd., 2004:14; Kozlu, 1995).

(32)

— Teknoloji düzeyi: Teknoloji düzeyi, en geniş anlamıyla üretim süreci, ürünün kendisi, üretim ve yönetim organizasyonu, pazarlama ve satış sonrası servis ile ilgili bilgi ve deneyimlerin toplamı veya stoku olarak tanımlanmaktadır. Bu stoktaki artışın yani teknolojik gelişmenin ekonomik bakımdan bir anlam ifade edebilmesi için, kâr veya zarar etmeyi göze alacak biçimde bir firmada yenilik olarak uygulamaya konulması gerekmektedir. Yenilikle sonuçlanan teknolojik gelişmelerin kaynağı, ilgili firma açısından içsel veya dışsal olabilmektedir. İçsel kaynaklar arasında firmanın kendi araştırma-geliştirme etkinlikleri ve işçilerin, yöneticilerin, mühendislerin, kısacası bir firmanın bütün çalışanlarının iş başındaki deneyimlerinin artışı sayılmaktadır. Bu ikinci kaynağa, ekonomi literatüründe yaparak öğrenme veya zaman/deneyim ekonomileri adı verilmektedir. Çoğunlukla piyasa mekanizması üzerinden taklit yoluyla gerçekleşen teknoloji transferi dışında, teknolojik gelişmenin ortaya çıkışını etkileyen dışsal nedenler, daha çok ekonomi dışı nitelik göstermektedir. Çeşitli ülkelerde ve çeşitli zaman dilimlerinde teknolojik ilerlemenin oluştuğu ortamlar birbirinden çok farklı veya bazen de benzer özellikte tarihsel, sosyolojik, politik, psikolojik, kültürel, dinsel ve hatta rastlantısal etkenler tarafından oluşturulmaktadır (Kibritçioğlu, 1998: 211).

Özetle, teknolojik gelişme, ekonomik büyümenin görünür sınırlarını aşmanın en iyi yolu olarak kabul edilmektedir. Eğer daha büyük çıktı daha büyük fiziksel girdi gerektiriyorsa, o takdirde dünyadaki çeşitli kaynakların arzının sabitliği, muhtemelen kişi başına gelirin yükselmesinin bir sonunun olacağı anlamına gelebilmektedir. Ancak biriktirilemeyecek ya da yeniden yaratılamayacak girdilerle daha fazla üretmenin yöntemleri keşfedilmeye devam edildikçe, gelecek birçok yüzyıllarda yaşam standardının artmaya devam etmemesi için herhangi bir neden olmayacağı ileri sürülmektedir (Parasız, 1997: 6).

Her ekonominin birincil önceliği, gelişme, kişi başına düşen geliri artırarak halkın ekonomik refah düzeyini yükseltmektedir. Refah düzeyinin artması ise ekonominin büyümesi ile mümkün olmaktadır. Bu anlamda, yüksek büyüme hızları bir ekonomide başarının, düşük büyüme ise başarısızlığın göstergesi olarak değerlendirilmektedir (Tarı ve Kumcu, 2005: 156). Diğer bir deyişle, eksik istihdam durumunda fiili milli hasıla, potansiyel milli hasılanın altında olduğundan, refah

(33)

kaybı söz konusu olmaktadır. Ancak kısa dönemde, tam istihdamı sağlayıcı önlemler almaya yönelen hükümetler, uzun dönemde ise ekonominin üretim kapasitesini artırıcı politikalar izlemektedirler. Bu şekilde, bir ülkenin üretim kapasitesinin artırılarak, potansiyel milli hasıla düzeyinin yükseltilmesi ise ekonomik büyümeyi konu alan yaklaşımların ilgi alanına girmektedir (Dinler, 1998: 510).

1.2.1. Tarihsel Süreç İçerisinde Ekonomik Büyüme ile İlgili Yaklaşımlar Ekonomik büyüme yaklaşımları, temelde kurulan çeşitli modellerle ülkeler arasındaki büyüme farklılıklarının nedenlerini araştırmaktadır. Bu araştırmaları, Klasik iktisatçıların çalışmalarına kadar götürmek mümkün olmakla birlikte ekonomik büyüme ile ilgili araştırmaların özellikle, 1950’li ve 1960’lı yıllarda geliştirilen çalışmalarla arttığı gözlenmektedir (Tüylüoğlu, 2007: 665). Söz konusu bu çalışmalara da değinmek suretiyle, ekonomik büyüme yaklaşımlarını; Klasik Ekonomik Büyüme Yaklaşımı, Keynes’in Ekonomik Büyüme Yaklaşımı, Marksist Ekonomik Büyüme Yaklaşımı, Harrod-Domar Ekonomik Büyüme Yaklaşımı, Neoklasik Ekonomik Büyüme Yaklaşımı ve İçsel Ekonomik Büyüme Yaklaşımı olmak üzere altı başlık altında incelenmesinin uygun olacağı düşünülmüştür.

1.2.1.1. Klasik Ekonomik Büyüme Yaklaşımı

Klasik Ekonomik Büyüme Yaklaşımı, A.Smith, D. Ricordo, Malthus, J. Stuart Mill, James Mill, McCulloch, Senior gibi Klasik iktisatçıların görüşlerini

yansıtmaktadır. Klasik iktisatçıların ekonomik büyüme ile ilgili bu görüşleri, birbirlerinden farklı olmakla beraber bu farkların Adam Smith hariç, genellikle önemli olmadığına işaret edilmektedir (Hiç, 1994a: 14). Bu nedenle, Klasik Ekonomik Büyüme Yaklaşımı’nın, David Ricordo’nun ve Adam Smith’in ekonomik büyüme modelleri ismi altında iki grup altında incelendiği görülmektedir.

Bu bağlamda, ekonomik büyüme modellerinin başlangıcı olarak adlandırılan David Ricordo’nun modeli, 19. yüzyıl İngiltere’sinin yaşadığı sorunlar ve koşulları yansıtmaktadır. Bu dönem, ücretlerin en az geçim düzeyinde sabitlendiği, işgücü arz ve talebinin neredeyse dengelendiği, teknik gelişmelerin hızlandığı, tasarruf ve

1950’li ve 1960’lı yıllarda ekonomik büyüme ile yapılan araştırmaların artmasının nedenleri için Bkz. (Tezel, 2003: 23, 24).

(34)

sermaye oluşumunun arttığı, verimin tarımda düşerken sanayide hızlandığı bir dönemdir. Bununla birlikte, model ne gelişmiş ülkelerin gelişme sorunlarına ne de az gelişmiş ülkelerin gelişme sorunlarına yanıt verebilmektedir. Bir ekonomik büyüme modeli olarak adlandırılmasına karşın, temelde uzun dönemde bölüşüm ilişkilerini açıklayan bu modelin önemi, aslında ilk sistematik ekonomik büyüme modeli olmasında yatmaktadır. Model, ekonomik büyümeyi, Rant Kuramı ve Ücret Kuramı’na dayandırarak açıklamaktadır. Buna göre, rant topraklar arasında var olan verimlilik farkı nedeniyle toprak sahiplerinin elde ettikleri haksız kazancı ifade etmektedir. Tarımda azalan verimlerin egemen olması, kaliteli toprak sahiplerinin diğerleri aleyhine rant elde etmelerine neden olmaktadır. Ücretler ise, kısa dönemde emek arz ve talebine göre belirlenmekte, ancak uzun dönemde bir en az geçim düzeyinde sabitlenmektedir. Bu nedenle, kısa dönemde oluşan ücrete “piyasa ücreti”, uzun dönemde oluşan ücrete ise “doğal ücret” denilmektedir (Hiç, 1994a: 14; Karakayalı, 1995: 311, 312).

Bu açıklamaların ışığında, Ricordo’ya göre, nüfusun artışı, tarımsal ürün talebini artıracaktır. Tarımsal üretim artışı için yeni ve daha verimsiz toprakların işletmeye açılmasıyla rantlar artış gösterecektir. Uzun dönemde ücretler en az geçim düzeyinde sabitlense de, nüfusun ve çalışanların sayısının artışı toplam ücret düzeyini yükseltecektir. Böylece uzun dönemde rantların ve ücretlerin artması nedeniyle kârlar düşecek, aşırı kârlar ortadan kalkacaktır. Sonuçta yatırımlar ve sermaye birikimi duracaktır (Karakayalı, 1995: 312). Diğer bir deyişle, Ricordo’nun modeline göre, üretim arttıkça toplam rant ve toplam ücret ödemesi artar ve böylece toplam kâr azalır. Bu süreçte hasıla bir süre sonra rant ve ücret ödemeleri toplamına eşit-toplam kâr sıfır olur ve böylece ekonomi hasılanın artık değişmediği bir durağan duruma ulaşır (Ünsal, 2007: 77).

David Ricordo’da temel konu, üretim faktörlerinin payları olmakla beraber Adam Smith’in temel konusu, ekonomik büyüme ve gelişme sorunudur. Adam Smith, Ricordo’dan farklı olarak, emekte artan verim kanununun geçerli olduğunu kabul etmektedir. Bu nedenle de, Adam Smtih’e göre ekonominin durgunluk safhasına geçişi Ricordo’nun modeline kıyasla değişiklik göstermektedir. Bu anlamda, Adam Smith’e göre, kâr amacı taşıyan girişimcilerin tasarruf ve

(35)

yatırımlarıyla sağlanan sermaye birikimi, işbölümü ve uzmanlaşmaya ve bunlarla birlikte gelen teknik ilerlemeye neden olmaktadır. Piyasanın genişlemesi, işbölümü ve uzmanlaşmanın artması içsel ve dışsal ekonomiler yaratacak, böylece emekte, sermayenin aksine, artan verim kanunu geçerli olacaktır. Sermaye için ise yine David Ricordo’nun modelinde olduğu gibi azalan verim kanunun geçerli olduğu kabul edilmektedir. Bu durumda, kârların düşmesi girişimcilerin daha fazla tasarruf yapmalarına neden olmaktadır. Diğer taraftan, emekte artan verim olduğuna göre, ücret fonlarının artması ve müteşebbisler arası rekabet dolayısıyla kısa dönemlerde piyasa ücreti asgari fiziki seviyenin üstüne çıkabilecektir. Ücretlerin yükselmesi ise nüfus-ücret ilişkisi dolayısıyla, uzun dönemde nüfusun artmasına neden olacaktır (Hiç, 1994a: 26).

Söz konusu tespitlerden görüleceği üzere, Adam Smith’e göre, ekonomik büyüme kendi kendini besleyen bir süreçtir. Bu süreç içerisine giren ekonomilerde sermaye birikimi, nüfus ve gelir artıkça artan bir hızla yükselir. Ancak, artan verim sonuna kadar devam etmez; kârlar nihai aşama sıfıra düşecek, sermaye birikimi ve buna bağlı olarak nüfus ve gelir artışı duracak, böylece de ekonomi durgunluk dönemine girecektir. Bu dönemde ise, nüfus sabittir; kâr oranı düştüğü için, net yatırım yapılamamaktadır (Kazgan, 2004: 95, 96; Hiç, 1994a: 26, 27).

Sonuç olarak, Klasik iktisatçılar, toplumsal ve kültürel çevre, politik yönetim, teknik yeniliklerin yapılması ve uygulanmasında elverişli şartlar, piyasanın yeterli genişliği gibi etkenlerin de ülkeler arasındaki ekonomik büyüme farklılıklarının açıklanmasında önemli olduğunu düşünmekle birlikte, piyasa ekonomisinin ekonomik büyümeyi sağlayacağına, devlet müdahalesine gerek kalmayacağına inanmışlardır (Kazgan, 2004: 98). Buna karşılık, Marksist Ekonomik Büyüme Yaklaşımı, kapitalist sistemdeki çelişkilerin devamlı bir ekonomik büyüme sağlayacağını ama bu ekonomik büyüme süreci içindeki çelişkilerin gittikçe şiddetlenerek sonunda ekonomik büyümenin sona ereceğini savunmaktadır (Acar, 2002: 67).

(36)

1.2.1.2. Marksist Ekonomik Büyüme Yaklaşımı

Karl Marks tarafından öne sürülen Marksist Yaklaşım’da, Marks ekonomik analizi ile kapitalist sistemin sonsuza kadar büyümesini devam ettirmesinin mümkün olmadığını ve bir süre sonra proletaryanın mevcut üretim yapısını ve ondan kaynaklanan sosyal ilişkileri kaldırıp atacağını ve yerine sosyalist bir üretim organizasyonun kurulacağı bir devrim aşamasına ulaşılacağını göstermeyi amaçlamıştır (Savaş, 1999: 485). Bu bağlamda, Marksist Ekonomik Büyüme Yaklaşımı, kapitalizmin iç çelişkilerinin, durgunluğa yer bırakmaksızın sürekli büyüme sağladığını göstermektedir; dinamik büyüme sürecinde iç çelişkilerin gittikçe şiddetlenerek, sisteme “patlayıcı” bir nitelik verdiğini ileri sürmektedir. Buna göre, sistemin kendi içinde yarattığı büyüme, sonunda çöküşünü hazırlayacaktır (Kazgan, 2004: 319). Kapitalist sistemin çökmesi ile sonuçlanan bu sürecin izahı ise şu şekilde yapılmaktadır (Karakayalı, 1995: 317, 318; Hiç, 1994a: 33);

s Artık Değer (toplam değerden, sabit ve değişir sermaye çıktıktan sonra kalan kısım)

v Değişir Sermaye (istihdam edilen işçilere fiilen ödenen ücretlerin toplamı)

C Sabit Sermaye 

b Artık değer oranı veya sömürü oranı 

r Kâr oranı 

c Sermayenin organik bileşim oranı

Bu açıklamalar ışığında sistem şu şekilde işlemektedir; üretime (v C)olarak giren tüm sermaye, süreç sonunda artık değeri de kapsayarak (vCs)şekline dönüşecektir. Öte yandan;

v s b  C v s r   C v v c  

olarak ifade edilmektedir. Diğer bir deyişle, kâr oranı (r ile sömürü oranı ) (b ve ) sermayenin organik bileşimi (c arasında; )

Şekil

Şekil  2’ye  göre,  eğer  enflasyon  oranı  π 0 ’dan  π 1 ’e  yükselirse  (π 0 <π 1 )  paranın  getirisi azalacaktır
Grafik  1’de    enflasyon  oranları  (TÜFE)    ve  ekonomik  büyüme  (GSMH)  ilişkisi incelendiğinde, özellikle 1940’lı yıllara kadar Türkiye’de enflasyon problemi  olmadığı ve dört yılın dışında pozitif ekonomik büyümenin gerçekleştiği ve 1944 ve  1945
Grafik  2’deki  sonuçlara  göre,  1950’den  1953’e  kadar  geçen  dönemde  enflasyonun  çok  fazla  oluşmadığı  fakat  1953’de  sonra  ise  1960  yılına  kadar  enflasyonun  sürekli  yükseldiği  gözlenmektedir
Grafik  3’e  göre,  1961’den  1963’e  kadar  enflasyonun  sürekli  yükseldiği  ve  1964’deki önemli düşüşün ardından 1965’den 1967’e kadar ki dönemde enflasyonun  1963’deki seviyesini büyük ölçüde koruduğu gözlenmektedir
+4

Referanslar

Benzer Belgeler

Klasik liberaller değer ölçütü olarak yarar ilkesini veya doğal hukuk öğretisini benimsemiş, toplumsal kurum, yasa ve devlet uygulamalarını bu ölçütlerden birine

31 Ekim 1996’da Gürcistan, Rusya, Bulgaristan, Romanya, Ukrayna ve Türkiye dahil olmak üzere Karadeniz’e kıyısı olan 6 ülkenin Çevre Bakanları tarafından Karadeniz’in

Grimes (1991) enflasyon ve ekonomik büyüme ilişkisini araştırmak amacıyla 1961-1987 dönemini ele alarak 21 gelişmiş ülke ekonomisi üzerinde yapmış olduğu

1988:1-2007:4 dönemi arasındaki verilerin kullanılarak enflasyon ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkinin araştırıldığı ve ekonometrik yöntem olarak ARDL

Amaç – Lider-üye etkileşimi (LÜE), yenilikçi davranış ve personel güçlendirme kavramlarını üçlü bir ilişkide ele alan bu çalışmanın temel amacı;

Nihayetinde, 11 maddeli akademik yaratıcılık, 7 maddeli bilimsel/ mekanik yaratıcılık, 9 maddeli sanatsal performans alanında yaratıcılık ve öz / günlük yaratıcılık ve

Foça-i Atik Nahiyesinin Kocadeniz mahallesinde sakin teba-i Devlet-i Âli’yyeden (okunamadı) / veledi Yorgaki nam kimesne kaza-i mezkur bidayet muhakemesinde

• Biallelic pathogenic variants in the insulin receptor gene cause severe insulin resistance syndromes, Donohue (DS) and Rabson-Mendenhall syndrome (RMS).. • In the presence