I
B u g ü n d e n , D ünden
1
I________________________________________________________________
)
İ Sirkeci garının eski hali — Hersckli Mehmet Nureddin Efendi aylığını alınca, ya- ; hut kırdırınca — Eski Rumeli şimendiferleri — Büyük teyzelerin Nakilbentteki ko-
5
nak yavrusu — Bakırköy Millet bahçesi — 50 yıl evvel Bakırköy istasyonu — İstas- ■ yonun incesazh gazinosu — Fes kalıpçı Takvor — Köyün ezelî susuzluğu...Bu hafta Bakırköyüne yolum düştü. Otobüsle gideyim, etrafta başka manzaralar görür, B ah- çelievlerde iner, köye kadar bi raz da yürürüm, demiştim. O- tobüsün vaktine bir saat bekle mek lâzımmış; vazgeçtim; tren hazır; bileti alıp atladım vago na. İstasyonun, katarın, yol gü zergâhının, Bakırköyünün eski hali birer birer hayalimde can
landı, gözümün önüne geldi.
* * *
| Fangaltı Mektebi Harblyesin- : de fenni esllha muallimi, ba- i bamın küçük dayısı Miralay : Haşan Tahsin Bey merhum bundan 50 yıl evvel, Bakırköyü- nün Bağlar cihetinde bir köşk almış, tâmlr ettirmiş, artık yaz kış oralı olmuştu. Arasıra gi der, bazan gece kalır, semtte gezer dolaşndık. O zama ı köye Makırköy, daha doğrusu Makri- köy denirdi. Havalinin Vidos’u, Litros’u, Ayamama’sı mlsillü is mi katıklıydı. Kadınlar, okuma sı yazması kıtlar Bakırköy de yip dururlardı kİ hem Türkçe, hem yalnız bir harfi değişik, bu günkü adım söylerlermiş me ğerse.
Sirkeci garı, o vakit şimdiki halinden farksızdı. Bitişiğine sonra ilâve edilen avlu, sırayla gişeler, filân yok. İleriye gidilir, ana binanın İçinde bile alı nırdı. Bekleme salonunun ya nında büfe, birahane ve lokan ta, karşıda ağaçlıklı bahçesi vardı. Ayastefanos, yani Yeşil köy, yazın Frenk yatağı oldu ğundan mösyöler, madamlar trenlere dolmağa başlarken, müvezziler Beyoğlunda çıkan Stamboul, La Turquie, Levant
Herald gibi gazeteleri, Paris'te
; münteşir (Le Rire), (L’Illustré National), (L’Actualité), (Lec ture pour tous), (Je sais tout) gibi mecmuaları satarlardı.
İçkiye düşkünler vakti kera- | hette, hava bozuksa birahane- | de, müsaitse bahçede imam su- ; yunu çeker; beyden kişiler bu- ; ranın filetosunu, bifteğini, m a
yonezli levreğini, hele mevsi minde bıldırcın ızgarasını med- hede ede bitiremezlerdi. Hay vancıklar sonbaharda semiz se miz, yağlı yağlı ötelere akında- 'iar ya; Ambarlıdan sökün eden avcılar çantalanndakinin y a n sım ucuz ucuz lokantacı barba- ya boşaltıverirler.
-Evvelce bir yazımda bahsetti ğim, Almanca hocamız Hersekli Mehmet Nureddin Efendi, Viya- nada tahsilli, İstanbula kapağı atmış, bir hemşerisi delâletiyle j Maarif Nezaretine kayrılm ış«. Çok temiz yürekli, fakat deliş mence, 45 lik, bekâr bir adam cağızdı. K am ı açlıktan zil çalsa İşkembeciye, aşçı dükkânına a- yak atmaz; çorba, baş, fasulye piyazı gibi yemekleri ağzına koymaz, ekmekle peynire, yahut tahin helvasına b a n a r ;'400 ku ruş aylığını cebe koyunca, pek parası kalıp maaşım odacıya kırdırınca istasyona seğirtip bonfileyi, mayonezli balığı, bıl dırcın kebabını gövdeye atardı.
nasma babasına pay veren ço cukları, kafalan pala ile biçil miş Ceneviz yılanlarını seyre der, güvercinlere de dan ser persin!) diyerek beni oyalarlar dı.
Meydanın nihayetinden sola sapar, dolambaçlı yokuşlardan kıvrılır, dimdik bir bayı başında
duralardık. Kira arabacılan lâ fı dayar:
— Arabanın makaslama ta ramam; beygirler kapaklanır; sakat olur. On altm verseniz daha öteye gidemeyiz!
İster istemez kupadan iner, iğri büğrü, berbat kaldırımlı s o - kaklarda bocahya bocalıya tek rar yokuşlar, inişler dolanır, aynı noktaya gelirdik. Çayıroğ- lu sokağını bulabilirsen bul. Bekçiye, postacıya raslasak da mektup adresini söyleyip evi bulsak diye akla karayı seçer, ekseriya ters yüzü dönerdik.
Tren Balıklıya hiç uğramaz, Zeytinbumunda sabah akşam azıcık mola verir, fabrikaya memur zabitanı ve ümerayı ta şırdı. Zeytinburnu fabrikasında tornaclık, tesviyecilik öğrenen bacak kadar sıbyanlar perşem beleri ikindi üstü izinli çıkar lar; arkalarında aba elbiseler, göğüslerinde 1897 Yunan harbi nin madalyası; kabacalarmda bol paçalı omuzdaş pantolonu, yumurta ökçeli şıpıdık, tabana kuvvet kale kapılarından şehre
dağılırlardı.
Tron Yenimahaüerie de dur mazdı. Az ileride, hat boyunun solunda Millet bahçesi vardı. Cuma, pazarın gayrı günler sa laş tiyatrosunda Kel Haşanın, Şevkinin, Mınakyanm kumpan yaları tuluat veya dram oynar; oyun paydos olunca gecenin yarısına kadar bahçede incesaz çalar; erkekler bir tarafa, ka dınlar obur tarafa üşüşür, kar şılıklı işmarlara girişirlerdi.
1310 zelzelesinden sonra Ba- kırkoyüne Kapalıçarşıda dük kân tezgâh sahibi, Kumkapılı, Yenikapılı, Samatyalı esnaf ta şınmış, orta halli aileler yerleş miş, kibar tabakadan bazı ze vat güzel köşkler kurdurmuş,
köyün çarşı pazarı hayli geniş lemişti.
O zamanki istasyon çukurda değil, merdivensiz ve düz ayak tı. Burnunun dibindeki ahşap, filiziye boyalı gazinonun bah çesinde her akşam keman! Kir- korun incesaz takımı icrayı a- henk eyler, fakat Yol geçen ha n ı gibi işlediğinden, hanımlar giremez, civarlarında piyasa ederlerdi.
Gazinonun köşesini fes kalıp çı Takvor tutardı. Pabuç kaşlı ahbarın aksatası öyle tıkırın daydı ki dükkânına dalan dala na. Köprünün Kadıköy iskele sindeki Şekerci İsmail ağa gibi semtlilere emanetçilik de yapar; şuna buna bırakılan haberleri, zarfları ulaştırır, iş güçten ba şını kaşıyamazdı.
Askerî doktor, muharrir Baf ralI Yanko Bey binbaşı rütbeli, oldum olasıya Bakırköylü idi; Yakışıklı, sohbetine doyum ol maz bir zattı. Deniz kıyısında kâin Miltiyadi kazinosu kendi mi bildim bileli mevcuttur. Hâ lâ adı üstünde duran Bağlar ci hetinin meşhur bağlarına yeti şemedim. Ceviz iriliğinde, zar gibi kabuklu üzümleri emsalsiz miş. İstanbul halkı nevalelerle buralara gelir, tıka basa üzüm yerlermiş. Filoksera melûnu bü tün kütükleri kemirmiş, Kari- yenin İncirli Çifliğl canibinde tek tük incir ağacı kalmıştı.
Bakırköyünün susuzluğu eze lîdir. Evlerin kuyusu var amma sıcaklar basınca tamtakır. Gel gelelim Tahsin Bey dayımızın- kine kovayı salar, buz gibi suyu çekerdik: Rahmetli derdi ki:
— Bu nimete kolayına erme dik. Kuyuyu tam 20 kulaç kaz dırdım, avuç dolusu para har cadım!
Orta boylu bir adamın kula- ciyle hesapla; 32 metre derin liğinde demek. Süleymaniye mi narelerinden birini içine dal- dırsan alemine kadar kaybolur mu bitmem?...
O devrin Rumeli şimendifer leri mostralıktı... Hemen hemen dekovil çekenler kadar küçücük, ötüşleri cırlak cırlak lokomo tifler; arkalarına takılan va gonlar dapdaracık, bölme böl me, yandan kapılı. Kondüktör lerin hepsi tıpkı lâtarnacıiarva- ri kâküllü, beli kuşaklı Tatavla palikaryaları. Başlarında kiril kasket, sırtlarında rengi akçıl laşmış, kara kara harçlı mavi çuha ceket. Kampana vurulup kalkılırken, Anadolu yakası kondüktörleri gibi (Tam am !) demezler, fiyakalı fiyakalı (Fer tik!) diye bağınp ortalığı çın - Iatırîardı. (Fertiği kırmak) tâ - j biri buradan türemiştir.
Nihayet katar hareket eder, yola revan olur, doğru Kur.ıka- pıyı tutardı. Çatladıkapı hiza- ! ları aşılır aşılmaz Nakilbent ca
misinin minaresi gözüme ilişir, derhal üzerime heyheyler bas tırırdı. Anne annemin amca kızı iki hatun Nakilbent’te, va lidelerinden kalan konak yavru sunda Otururlardı. Bizimkiler
(Haydi büyük teyzelere gidiyo- | ruz) dediler mİ yüreğim oynar, l (Sultanahmettcki Dikilitaşı,
A-Kişlsel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi