■j T fc*»
YAŞAMLARINDA «İLKELERLE SANATÇILARIMIZ
HALDUN TANER
Her şeye biraz erken başla dım. Madem, “ ilk ” leri sual e- diyorsunuz, tabanca ile ilk ateş edişim, bir küçük kıza karşı ilk erotik duygularım beş yaşıma rastlar. Bebek Bahçesine ba kan beyaz bir köşkte oturur duk. Devir mütareke devri idi. Aydınların büyük kısmı tesli miyet içinde, bir kısmı da man da peşindeydi. O kara günlerde İstanbul’da, tek başına, "Y a kayıtsız şartsız istiklâl, ya ö- lüm” diye diklenen nutuklarıy la, başyazılarıyla gençliğe yü reklilik aşılayan babam Prof. Ahmed Selahattin'ı İngilizler kovalıyorlardı. Her gün annem balkona çamaşır asıp evde a- randığmı babama parola ile b il dirirdi. O günler babam .baskına uğramamak için büyükbaba mın ya da eniştemin evinde ka lırdı. Yanında her zaman silah taşıyordu. İşte bir boş bulun duğu gün bu silahı usulca alıp pencereye koşmuş, dışarıya iki el ateş etmiştim.
KİM BİLİR KİME, NİYE
Silah sesleri üzerine bütün ev, bütün mahalle birbirine girdi. Ama benim sağ kaldı ğım, attığım kurşunların da yalnız karşı bahçenin duvarını deldiği anlaşılınca yatıştılar, ilk cinsel girişimime gelince... Oyun arkadaşım, Anaid adın da, benimle aynı yaşta bir genç kız vardı. Oyun oynarken onu masanın altına çekip çıplak te
nine dokunabilmek için iç ça maşırlarını kaldırmaya çakşır ken duyduğum iç gıcıklanma sına Freud’ün tanık olmasını isterdim. Bunu yaparken, b u günün büyümüş de küçülmüş cimcimeleri gibi ne çevremdeki ne de televizyondaki örnekleri taklit ediyordum. Bazı şeyler öğrenilmeden ortaya çıkıyor. Bizim köşke misafirlerle birlik te gelen on iki on üç yaşındaki beslemelerle hep doktorluk o y namaya kalkışmam ve onların sıcacık karınlarını muayene e- dişim de bir rastlantı olmasa gerektir.
Babam genç yaşta öldü. A n nem ve ben ister istemez büyük babamın Saraçhanebaşı’ndaki konağına taşındık. Burada o- turan büyükbabam, büyükan nem, teyzem ve dört dayımdan oluşan kalabalığa biz de katıl dık. Büyük aile yaşamı —b u gün kalmamıştır— bazı yarar lan olan yaşayış şekliydi, ö r neğin aile bağlılığı daha yoğun duyulurdu. Hepsi seferber olup bana babasızlığımı duyurmadı lar.
Her biri nöbetleşe benimle il gilenirlerdi. Teyzeme okuma yazmayı borçluyum. Büyük dayım, beni gezmeğe götürür dü. Ingiltere’deyken bir Hintli arkadaşından öğrendiği yo- ga’yı o yaşta bana da öğret mişti. Y oga’nm dünyada daha moda olmadığı bir devirdi. Altı yaşında daha kemiklerim yu muşakken öğrendiğim “ Lotüs”
İlkokul son sınıfta
hareketini bugün bu kartoloz halimle de saatlerce yapabili- yorsam, bunu erken başlayışa borçluyum. Bu arada kendimi ilk Türk yogacılarmdan say mama izin verin. Küçük dayım bana ilk olarak Fransızcayı öğ retti. Büyükbabam açık hava yı, doğayı, sporu sevdirdi. Ba bamın “ hatırasına hürmeten' devlet beni Galatasaray Lise- si’nde parasız yatık okuttu. SİN EM A, t i y a t r o, SPOR...
Hafta sonları eve geldiğimde ya bir sinemaya ya bir tiyatro ya götürürlerdi. Teyzem,
ti-yatroyu çok severdi. Ona takı lıp Saraçhane tiyatrolarım -tabii o yaşta, tam anlama da n - sey red erd im . H asan Efendi’yi, Naşit’i, Cemal Sa- hir’i Darülbedayi'i, dayımın sı nıf arkadaşı Şadi Fikret’in o- yunlannı o dönemde gördüm, ilk gördüğüm sinema yine Sa- raçhanebaşı’ndaki Milli Sine ma idi. Daha sonra Alemdar ve Ali Efendi sinemalarına gider dik. Asıl filmden önce manzara denilen bir belgesel, bir de k ı sa kom ik film g ö ste r ilir di. Başlıca komikler de Şarlo, Zigoto, Lui dediğimiz Harold Lloyd, Max Linder, Fati, “ M alek” d ediğim iz B uster Keaton ve Düztaban’la Bastı bacak’ti. Yaşıtımız olduğu için Jackie Coogan’ı da pek tutar dık. Ciddi filmlerdeki favorile rim ise,Mia M ay.Lya de Petit, Greta Garbo, daha sonraları Clara Bow, John Gilbert, Clive Brook’du, ilk gördüğüm sesli i film ise, Elhamra’da Maurice Chevalier’nin oynadığı “ Sokak Şarkıcısı” ydı.
Ilk futbol maçmı, ki bir Ga- latasaray-Fenerbahçe maçı idi, o zamanki Taksim Stadyu- mu'nda, 1925 yılında seyret tim. Atletizme ilk olarak 1930’- da hocamız Zeynel B ey’in teş vikiyle başladım. Daha sonraki yol göstericilerim Semih Türk- doğan ve Mehmet Ali Aybar oldular. Türkiye’ye ilk defa bedmington’u, beyzbolu da h o camız Zeynel Bey getirdi.
1 par kotrasında bir grup sanatçı ile E n önde Sait Faik, arkasında Sabahattin Eyüboğlu, yanında Bedri Rahmi
lan ilk olarak 1930’da bizler oynadık. Fransızca hocamız Maurice Campadieu iyi bir “ rugby” oyuncusuydu. O da yumurta topu ve “ rugby” yi burada y erleştirm ek isted i. Tutturam adık. D aha sonra basketbol, voleybol, futbol... yapm adığım sp or kalm adı. Okul futbol takımımızda ekip arkadaşlarım arasında Fethi Çelikbaş, Orhan E yü boğlu vardı.
ilk okuduğum Türk yazarla- n Server Bedi ve Nizameddin Nazif’ti. Çok sonra ikisiyle meslektaş ve dost olduk. İlk okuduğum Fransız yazan Alp- hons Daudet ("Lettres de Mon M ou liri’ il idi. Bize kitap okuma tutkusunu aşılayan ma tematik hocamız rahmetli Halit Birsan oldu. Her hafta Nel son Edition’un o beyaz zarif ciltlerinden birini bitirmeyi â- det edinmiştim. Fikirlerinden dolayı en çok tuttuğum Jean Jacques Rousseau, anlatış ü s lubunu en beğendiğim de Prospér Merimé idi. Bana ilk edebiyat zevkini veren ve beni yazı yazmaya ilk teşvik eden ise Fransızca edebiyat hocamız M. Dard. Olgunlar düzenine karşı bir gençler düzeni öneren kompozisyon ödevim onu çok heyecanlandırmıştı. Fikir öz gürlüğüne, demokrasiye bizi ilk alıştıran Rakım Ziyaoğ- lu’ydu. Sınıfta yapılacak en küçük iş bile oylamayla yapı lırdı. Okulun yönetimi de Fet hi İsfendiyaroğlu zamanında demokratlaştı.
M. D a rd ’m teşvik in e o zaman aldırmamıştım. 110 en gelli Türkiye rekorunu kırmak o tarihte bana yazar olmaktan çok daha önemli bir şey gibi geliyordu. Yazı yazmayı ilk kez uzun bir hastalık süresinde dört duvar arasına mahkûm ol duğum zaman aklettim. Güzel bir avuntu olabilirdi, ilkin A n kara Radyosu’na skeçler yaz dım. O tarihte 1940’larda A n kara Radyosu’nun Kemal Tö- zem yönetiminde İbrahim Deli deniz, Saime Arcıman, Muhip Arcıman, Kadri ögelman ve diğer değerli sanatçılardan olu şan bir ekibi vardı. Bu ekibe yarım düzine kadar skeç yaz dım. ilk hikâyemi de Yedigün dergisine gönderdim. Yıl 1945. “ T öh m et” adını taşıyan , takma bir adla yazdığım bu hikâye resimlenerek basıldı. “ Yedigün” o tarihte Hüseyin Cahit’lerin, İbrahim Alaettin’- lerin Nurullah A taçların, Re şat Nuri’lerin sürekli yazdıkları bir çeşit akademi gibiydi.
Hiç bilinmeyen bir gencin burada hikâyesi çıkması insanı
sevinçten uçuracak bir şeydi. Rahmetli Sedat Simavi bu takma adm altında saklananın kim olduğunu öğrenmek iste miş. Bu ilk hikâyemi oraya rahmetli ve sevgili arkadaşım Turgut Kavur götürüp Tahsin Tin’e bırakmıştı. Tahsin Tin, Kavur’dan adresimi almış; Ka- vur'a Sedat Bey’in beni görmek istediğini bildirmiş. Mecburen gittim. Sedat Simavi Bey’in öyle herkese yüz vermediğini duymuştum. Heyecanlıydım. “Bu hikâyeyi siz mi yazdınız?”
E şi ile tatilde
dedi. “ Evet” dedim. Yüzü gülmüyordu.
Sonradan Tahsin Tin’e bunu söylediğimde Sedat B ey’in faz la gülmediğini öğrendim. Ama söylediği içimi ısıttı! “ Kabili yetinizi takdir ettim” dedi. “ Bana hep hikâye yazın.” Ben amatör olarak telif hakkım ak lımdan bile geçirmemiştim. H i kâyemin “ Yedigün” de basıl ması büyük ödüldü benim için. Oysa o çıkardı, o zaman için profesyonellere verilen telif hakkını zarf içinde nazik bir şe
kilde elime sıkıştırdı. Uça uça uzaklaştım. Ondan sonra “ Ye- digüri’e hikâyeler yazdım. A r dından da “Varlık” a ve “ Yü- cel” e ... Böyle böyle hikâyeci oldum.
YASAKLANAN OYUN ilk tiyatro piyesimi 1949’da yazdım. Adı “ Günün Adam ı” idi. 1952’de İstanbul Şehir Ti- yatrosu’nca kabul edildi. Raşit Rıza Tı, Bedia Muvahhit’li tam kadro ile rol dağıtımı yapıldı. Tam provalara geçilecekken, vali, politik sakıncalar öne sü rerek oyunu veto etti. Oyunun yasaklanması basmda büyük polemiklere yol açtı. Dört hafta içinde, oyunum oynansa idi erişemeyeceğim bir üne eriş tim, Yasaklandığı için birinci sayfa haberi olan bu oyuna Muammer Karaca talip çıktı. Sonra o da oynayamadı. Bu nun üzerine “ Günün Adam ı"nı kitap olarak Necdet Sander ar kadaşım yayımladı. Tiyatro pi yesi satılmaz derler ya, bu y a saklanan kitap peynir ekmek gibi satılıp tükendi. Oyun ola rak da ancak 1960 devriminden sonra rahmetli dostum Ulvi Uraz tarafından ovnandı. UZUN BÎR HASTALIK
Yaşamımda beni sarsan, da ğıtan olayları soruyorsunuz. Kendi acılarımla herkesin içini
(Devamı 33. sayfada)
yapı- endüstri
merkezi
Sanat Galerisi
«s
25 O cak-17 Şubat 1979
SERGİ
Mustafa Aslıer
Attilâ Galatalı
Ergin İnan
Mustafa PilevneH
İsmail Türemen
Gravür
Formlar
Desen+Gravür
Porselen
Gravür
m
2 2§
Galeri Pazar hariç her gün 10.00-18.30 arası açıktır. Cumhuriyet Cad. 331, Harbiye - İstanbul Tel: 48 48 14
HALDUN TANER
(Devam)kapamak hakkım kendimde görmüyorum. Kaldı ki, başıma gelenler o anda beni çok mut suz etse bile, bir zaman geç tikten sonra onlardan yine de bir hisse, bir kazanç çıkarabil miş ve mutsuzluklarımı başka oyalantılarla hafifletmeye ça lışmış imdir. K ısacası, Ni- etzsche’nin dediği gibi “ Beni öldürmeyen her şey beni daha güçlendirmeye yaramıştır.” Yaşamımın en bunalımlı e v resi olması gereken olay, dört vıl boyunca yaşam devresinden çıkıp bir odada geçirmek zo runda olduğum uzun bir hasta lık süresi olmak gerekir. Ama annemin ve yakınlarımın şef kati bu bunalımlı evreyi bana duyurmamaya çalışmaları bir yandan, dört yıllık zorunlu'inzi- va’nın bana okumak ve düşün mek için verdiği büyük olanak bir yandan, bu acı evre şimdi belleğimde belki de tatlı bir anı olarak duruyor, ölüm le karşı karşıya olmanın insanın kişili ğine verdiği yeni boyutlar ise ayn bir kazanç oldu benim için. O hastalığı geçirmesem, o çile den geçmesem şimdi ben bam başka bir insan olacaktım.
He-idelberg üniversitesi’nde ikti sat öğrenimi görmüştüm. Sözü geçen evreden sonradır ki o za mana kadar yaşamıma bir çizgi çektim. İktisadı bırakıp yeni baştan Alman edebiyatı, sanat tarihi, felsefe öğrenimi gör düm. Yaşamıma bambaşka bir yön verdim. Yazar oldum. YEDİ s a a t t e
YAZILAN HİKAYE
Sorularınızdan biri de şu: Yapıtlarınızdan herhangi biri ni hangi koşullar altında na sıl yazdığınızı anlatır mısınız? Hikâyelerimi genel olarak bir çırpıda, dört - beş gün içinde yazardım. O dönem hikâyemi zin altın çağıydı. Her hafta Sa it’in,Orhan’ın, Oktay'ın, benim bir hikâyemiz çıkardı. Birbiri mizden aşağı kalmamak ister cesine çaba içindeydik. Oyun larıma gelince, bana Keşanlı’yı yazdıran ilk esinti Ankara’da itfaiye Meydanı’nda katledilen Kürt Cemali oldu. A y sonlan İstanbul’dan Ankara’ya gidip DilveTarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Enstitüsü’nde konuk hoca olarak ders verirdim. Her seferinde de Altındağ’a gidip orada oturanlarla konuşurdum. “ Keşaniı Ali Destanı” iki yılda yazıldı. Buna karşılık “ Gözle-' rimi Kaparım, Vazifemi Yapa- nm ” ı üç hafta içinde bitirdim.
Bunu kısa bir süre sanıp böbür leniyordum. Ama yazar arkada şım Yıldırım Keskin bir oyunu nu üç gün içinde yazdığım söy lediğinden beri üç hafta şimdi bana kısa gelmiyor, ömrümde bir tek kez ısmarlama hikâye yazdım: İsviçre’nin “ Atlantis” dergisi saatler üzerine bir özel sayı çıkarıyordu. Saat ve vakit tema’sı üzerinde çeşitli ülkele rin tanınmış yazarlarına yazı yazmaları için başvurdu. Be nim Almancaya çevrilmiş bir- iki hikâyemi okumuşlar. Bana da bu özel sayı için saatler te- ma’sı üzerine bir hikâye yaz mamı rica ettiler. Bu rica bana ulaştığında kös dinlemiş, al dırmamıştım. Verilen sürenin bitmesine dört gün kala hikâ yenin hâlâ gelmediğini hatır lattılar. Dostum Anstock’un ısrarı üzerine o gece saat on birde otu rdum . Gün d o ğarken son cümleyi nokta- talıyordum. Böylece kendi sü rat rekorumu kırdım. Bay Anstock hikâyeyi iki gün için de çevirdi. Ekspres yolladık. “ Atlantis” dergisi “ On İkiye Bir Var” adındaki bu hikâyeyi bütün öbür hikâyeler içinde tercih edip özel sayının tek hikâyesi olarak bastı. Ondan sonra da bu 7 saatte yazılan hikâye yirmi dile çevrildi, bir
çok uluslararası hikâye antolo jisine alındı.
“ ANILAR, ANILAR” Yaşamımın en unutamadı ğım güzel anılarından biri, çok takdir ettiğim Türk hikâyecisi Memduh Şevket Esendal’m bir ankete verdiği cevapta hiç tanımadığı ve o dönemde kim senin de pek okumadığı beni, en beğendiği hikâyecilerin ba şında saymasıdır. Güzel anıla- larımdan biri de Keşanlı’nın ilk oynanışında perdenin alkıştan yarım saat açık kalışı. Yine Keşanlı’nın Çekoslovakya’daki parlak galası gibi olaylar var. En üzüldüğüm olaylar bunlar dan az değil. Beni hayatta en üzen şey, en güvendiğim dağ lara kar yağması oldu. Yakın dost sandıklarımdan gördü ğüm ihanet ve vefasızlıklar beni zaman zaman yaşamdan bile soğuttu. Neylersiniz, ha yat iyi ve kötü anılarla dolu. Güzel şeyler kötü şeylerin et kisini silip götürür. Yeter ki insan kendini bu sevinçlerle şımartmasın ve bu düş kırıklık larıyla içini karartmasın. Mut lu ve mutsuz olayları yaşamın bir zorunluğu olarak kabul etsin, önemli olan, kişinin ken dine yetebilen bir ruh dengesi içinde kalabilmesi ve bir işe yaradıkça dünya üstünde kal ma tutkusuna gölge düşürme mesidir.