• Sonuç bulunamadı

“Leyla’nın Evi” Romanında Mekân Unsuru

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "“Leyla’nın Evi” Romanında Mekân Unsuru"

Copied!
22
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Berna Akyüz Sizgen

**

THE ELEMENT OF SPACE IN THE NOVEL “LEYLA’NIN EVİ”

ÖZ: 1980 sonrası popüler Türk romanının önemli isimlerinden olan Zülfü Livaneli, Leyla’nın Evi romanının ilk sayfalarında, İstanbul’un tarihini “insanların birbiri-nin mülküne konma tarihi” olarak özetler. Bu duruma paralel biçimde, romanda, ailesinden miras olan Bosnalılar Yalısı’nı kaybetmemenin mücadelesini veren Leyla Hanım’ın hikâyesini anlatır.

Romanın merkez kişisi olan Leyla, Osmanlı kültürüyle yetiştirilmiş, yaşlı bir kadındır. Onun, yıllarca âdeta bir sığınak gibi kullandığı evinden ayrılmak zo-runda kalarak, günümüz İstanbul’unu, özellikle de Beyoğlu’nu ve burada yoğun olarak yaşayan genç insan kalabalığını gözlemlemesi ilginç değerlendirmelere yol açacaktır.

Romanda, Ermeni meselesinden İstanbul’daki gecekondulaşmaya, dinî cemaat yapılanmalarından Beyoğlu’ndaki gece hayatına kadar oldukça farklı meselelere değinilir. Tüm bu meselelerin yansıtıcısı konumunda olan ise, mekân unsurudur. Bu bağlamda roman, mekânsal algı üzerinden Türk kültürü, İstanbul ve sosyal yapıda görülen değişimlere de dikkat çekmektedir.

Mekânın yeniden üretimi ya da duygusal değeri kavramları ekseninde, roman oldukça geniş malzeme sunmaktadır. Dikkat çeken unsurlardan biri, yazarın söz konusu duygusal değeri daha çok kadınların bakış açılarıyla yansıtma çabasıdır. Bu çalışmada, romanda mekân unsuru çerçevesinde değerlendirilebilecek geniş malzeme ayrıntılı biçimde ele alınacak, yazarın bu malzemeyi kullanış biçimi

Yeni Türk Edebiyatı, Sayı 16, Ekim 2017, s. 139-159. * Adı geçen makalenin bir kısmı, “Leyla’nın Evi Romanında Şehir-Kadın İlişkisi” başlığı ile XII. Frankofoni

Kongresi’nde bildiri olarak sunulmuştur.

** Yrd. Doç. Dr., Adnan Menderes Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü,

(2)

ve açısı ile ilgili tespitler ortaya konulacaktır. Böylelikle, bu çalışmanın, hem Livaneli’nin romancılığı hem de Türk romanında mekânın kullanımı ile ilgili değerlendirmelere katkı sunması sağlanmaya çalışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Zülfü Livaneli, roman, mekân, Leyla’nın Evi.

ABSTRACT: Zülfü Livaneli is one of the important names of popular Turkish novels in the aftermath of 1980. In the opening pages of his novel named Leyla’nın Evi, he summarizes the history of Istanbul as “the history of people seizing each other’s properties”. In line with this case, the novel narrates the story of Leyla Hanım who is struggling to not to lose Bosnalılar Yalısı (Bosnian Mansion), which she inherited from her family.

Leyla, the protagonist, is an old lady who is bred with the Ottoman culture. Being obliged to leave her home, which she used as a shelter for years, and observing the current Istanbul, particularly Beyoğlu, and intense group of young people living there, lead to interesting evaluations.

The novel deals with various issues ranging from Armenian conflict to squatting in Istanbul, and from formations of religious groups to night life in Beyoğlu. The reflector of all these issues is the element of space. In this sense, the novel draws attention to changes in Turkish culture, Istanbul, and social structure based on spatial perception.

The novel offers a wide array of materials within the scope of reproduction of space or the concept of sentimental value. One of the remarkable elements of the novel is that the author tries to reflect the aforementioned sentimental value mainly from a female perspective.

This study seeks to make an in-depth analysis of various materials within the scope of the element of space so as to reveal the author’s way of using these materials and his perspective. Hence, this study aims to make contribution to evaluations on both Livaneli’s authorship and the use of space in Turkish novel tradition.

Keywords: Zülfü Livaneli, novel, space, Leyla’nın Evi.

...

Romanın ilk sayfalarında, Boğaz’da bindiği bir motorda farklı tiplerde olan, farklı coğrafyalardan gelmiş insanları bir arada gören yazarın, bu durumdan yola çıkarak İstanbul tarihini “birbirinin mülküne konma tarihi” (s. 8) olarak nitelediğini görürüz. Balkanlar, Orta Asya, Bosna gibi yerlerden gelerek İstanbul’a sığınanlar, kendilerinden önce Ermeni ve Rumlara ait olan ve onların bırakıp gitmek zorunda kaldıkları mülklere yerleşmiş, konmuşlardır.

İstanbul’un tarihi kişilerin, kültürlerin birbirinin mülküne el koyması şeklinde nitelenirken, söz konusu el koyma işleminin çeşitli kavgaları, çatışmaları, savaşları beraberinde getirdiği göz ardı edilmez. Bundan yola çıkılarak mülk edinmek için

(3)

gi-rişilen savaşlar, bu savaşlardaki trajedi anımsatılır. Romanın da bu trajediyi anlatma fikriyle ve o gün motorda bulunan üç farklı insan tipinden esinlenilerek oluşturuldu-ğu belirtilir. Romanda konu edileceği belirtilen trajedi, Leyla’nın, aile mirası olan Bosnalılar Yalısı’nı, daha doğrusu yalının müştemilatı olan evini, kaybetmemek için vereceği mücadele odaklıdır.

Romanda, mekânın önemi, büyük ölçekte, ülke, bölge ve şehir değiştirmenin top-luluklar, aileler ve bireyler üzerinde yol açtığı sarsıcı etkilerle de yansıtılır. Romanın ilk sayfalarında, şimdiki sakinlerinden önce Rum ve Ermenilere ait olan mülklerden söz edilerek başlayan bu durum roman boyunca sürdürülecektir. “Bir süre sonra hükûmet, Rumeli muhacirlerine Adapazarı’nda, Bergama’da, İstanbul’da, Bursa’da araziler ve evler vermiş ve oralara yerleşip hayata tekrar başlamalarını sağlamıştı.” (s. 40) Yaşamlarına yeniden başlamaları sağlanmış olsa da, göçmenler doğup büyüdükleri topraklara duydukları özlemi dindiremezler. “... okullarda ders başlamadan önce her sabah Rumeli için ağıtlar söylenip gözyaşı dökülmüştü.” (s. 40)

Leyla’nın ailesinin mekân değiştirmekle ilgili trajedisi de İstanbul’dan çok daha önceye ve öteye dayanmaktadır. Aile, Balkan Savaşları sonucunda İstanbul’a göç etmek zorunda kalan Nevrekop asıllı bir ailedir. “İmparatorluğun Avrupa’daki topraklarının kaybedilmesi, çok sevilen ve yası hiçbir zaman bitmeyen bir aile büyüğünün ölümü gibi algılanırdı o evde. Leyla, daha çocukluğunda, bunun kapanmayan ve hiçbir za-man da kapanmayacak bir yara olduğunu fark etmişti.” (s. 36) Yıllar sonra, Leyla’nın evinden atılması, bu yaranın bir kez daha kanatılması gibidir.

Leyla, böylesi büyük ölçekli bir mekân değişiminin toplumlar üzerinde ne kadar köklü değişimlere yol açabileceğinin farkındadır. “Çin’in komşusu olan ve o uygarlığı benimsemiş olan halk, Anadolu’ya gelirken göç yollarında İslâmlaşmış, Arap-İran etkisi altına girmişti. Son iki yüz elli yılı da Avrupalılaşma çabasıyla geçiriyordu. Kültüründe hem Çin vardı hem Balkanlar. Hem Ortadoğu vardı hem Kafkaslar. Hem Kuzey Afrika vardı hem de Rum, Ermeni, Kürt gelenekleri.” (s. 171) Leyla’ya ait olan bu düşüncede, Türk milletinin özgün kültür ve medeniyetinin yer bulmamış olması, dikkatli okurun gözünden kaçmayacak bir ayrıntıdır. Türk milletinin kültürel, dini, sosyal yapısının, bulunmuş olduğu çeşitli coğrafi bölgelerden, oralardaki diğer medeniyetlerden etki-lenmiş olduğu muhakkaktır. Ancak, dünya üzerindeki tüm medeniyetler için geçerli olan bu durum, Türk milletinin özgün bir kimliği, kültürel yapısı olduğunu göz ardı etmeyi gerektirmemektedir.

Leyla’nın babası Teğmen Robert Whitaker günlüğüne “Osmanlı Devleti’nin sa-hip olduğu topraklarda çok kişinin gözü var. Bu yüzden önce Türkleri Balkanlar’dan ve Ortadoğu’dan korkunç bir katliamla attılar, sonra ülkelerini kaybetme korkusuna kapılan Türkler de Anadolu’da aynı işleri yaptılar.” (s. 172) yazmıştır. Bu satırlarda ima edilen, Anadolu’da Türk kökenli olmayan vatandaşlara yönelik bir katliam

(4)

yapıl-dığı düşüncesi, sonraki satırlarda Leyla’nın düşüncesi olarak daha yumuşar. “Sırplar, Bulgarlar, Karadağlılar, Yunanlılar ve Araplar yüzlerce yıl önce kendi ülkelerini işgal etmiş olan Türkleri kovmuş, can derdine düşen Türklerin gizli bir teşkilatı ellerinde kalan son yurt parçası olan Anadolu’daki gayrimüslimleri ezmiş, daha sonra yeni ku-rulan Cumhuriyet de bir milyon Rum’u göndermişti.” (s. 173) Bu satırların devamında, Suriye’ye gönderilmek üzere yola çıkarılan Ermeni sivillere Kürt çetelerin yaptığı bir saldırıdan, bu saldırıda çok sayıda Ermeni vatandaşın öldürülmüş olduğundan söz edilir. Böylelikle, Ermeni soykırımı iddiasına karşı çıkılmış olur. Ancak, bu olay Ermenilerin tehcir yasası ile pek çok olumsuz olayla yüz yüze kalmış olduklarını göstermek için kullanılmıştır. Tüm bu düşünceler, anımsayışlar sonucunda, Leyla, romanın ilk sayfalarında ifade edilenlere benzer bir hükme varır: “Kahrolası barınak meselesi. Başımıza gelen acıların nedeni bu.” (s. 176)

Okuyucuyla karşılaştığı ilk sahnede Leyla, Bosnalılar Yalısı’nın önünde, bir valiz üzerinde oturmaktadır. Yetmiş altı yıldır yaşadığı Bosnalılar Yalısı’nın müştemilatından iki gün önce zorla çıkartılmıştır ve o zamandan beri de aynı vaziyette öylece durmak-tadır. Leyla’nın oradan ayrılmak istememesinin temel nedeni, evine yüklemiş olduğu anlamdır. Bu anlamın tam olarak ortaya çıkması, romanın ilerleyen sayfalarında, aile geçmişinin ve Leyla’nın öyküsünün su yüzüne çıkması ile mümkün olacaktır.

Yalı ve müştemilatı, Leyla’nın ilk evidir. Leyla, orada yetmiş altı yıldır yaşamış ve mecbur kalmadıkça hemen hiç dışarıya çıkmamıştır. İşgal yıllarında İngiliz bir subayla, Bosnalılar ailesinin güzel kızı Handan’ın gayrimeşru çocuğu olarak dünyaya gelen, doğumu sırasında annesi ölen, varlığıyla ailesine hep bu kara lekeyi anımsatan Leyla için, evi, “dişidir: içine alır, besler, büyütür, korur”.1 Anneannesinin ölümünden beri yalnız yaşayan Leyla’nın yalnızlığı, anne babasının kimliği, ailesinin geçmişi gibi nedenlerle toplumda kolayca bir yer edinemeyeceğini kabullenmiş olmasından kaynaklanır. Bu gerçeğin farkında olan anneannesi, Leyla’yı, yalnız başına yaşayabi-leceği bir şekilde yetiştirmeye çalışmıştır. Onun yalnızlığı, modern toplum yaşamında kendisine yer bulamayan modern bireyin yalnızlığı olarak belirmese de, sonuç açısından bu durumla benzeşir. Modern yaşamla yalnızlaşan “insanlar, sokakları, meydanları yavaş yavaş terk edip iç mekânlara çekilmeye başlamışlardır”.2 Leyla da kendisini müştemilat dairesine âdeta kapattığı bir yaşam sürer. “... eğitim seviyesi de onu sıradan eğitim gören çocuklardan ebediyen ayırmıştı. Bilgisi ve görgüsü, bu gibi durumlarda hep görüldüğü gibi Leyla’yı ömür boyu bir yalnızlığa itecekti.” (s. 133) Bu ifadede de vurgulandığı gibi, Leyla’nın yalnızlığında, almış olduğu iyi eğitimin, onu sıradan bireylerden farklılaştırmış olması da etkilidir. Ancak, ilerleyen kısımlarda, Leyla’nın, Roxy ve arkadaşlarından hayranlığa varacak bir saygı görmesini sağlayacak olan da

1 Soykan, “Ev Üstüne Felsefece Bir Deneme”, s. 100.

(5)

yine bu durumdur. Leyla, müzikal becerisi, çok iyi durumdaki Almancası, hemen her konudaki bilgi dağarcığı ile Roxy ve arkadaşlarını oldukça etkiler.

Evi terk etmeyi, ailesini terk etmek olarak gören Leyla, bu durumu kabulleneme-yecektir. Onun için de, “ev ailenin yurdudur”.3 Leyla için yalı, tüm geçmişi bünyesinde biriktirmiş bir evdir. “Mekân, peteklerinin sahip olduğu binlerce gözünde zamanı sıkıştırır ve muhafaza eder. Zaman, mekâna evde serilir. Zaman, evde yakalanır.”4 Leyla da ailesinin, annesinin, babasının, kendisinin hikâyelerini yalıya serili zamanda seyreder, hatta yeniden yaşar. Anneannesinin ölmeden önce anlattıklarından, babası-nın günlüğünden, çocukluk anılarından derledikleri ile yalıda yaşanmış eski günleri düşleyen Leyla, mutluluğu da bu düşlerde bulmaktadır. “Evin en değerli lütfu nedir diye sorulsa, şöyle cevaplardık: ev, düşlemeyi barındırır, düşleyeni korur; ev, huzur içinde düş kurmamızı sağlar.”5 Yetmiş altı yıllık yaşamı boyunca gövdesine erkek eli değmemiş olan Leyla, aşk, sevgi gibi duygulara duyulan ihtiyacı da âdeta bu düşlerle gidermiştir.

“Zamana bağlı olarak mekânla kurulan algısal ilişkinin gelişimi, yani o mekânda edinilen deneyim ile birlikte bellekte yer edinen, gelişen, değişen mekânsal imajlar, bir anlamda zamanın ürettiği mekânlar olarak nesnel mekândan bağımsızlaşır.”6 ifadesini destekleyecek biçimde, Leyla’nın yalıya bağlılığı da, mekânın nesnel değerinden; onun Boğaz kenarında kıymetli, güzel, estetik bir yapı olmasından değil; orada edindiği deneyimlerden kaynaklanır. Korkmaz’ın “anlam üreten, anıları barındıran, kişinin iç dünyasını yansıtan bir değer”7 şeklindeki tanımına uygun olarak Bosnalılar Yalısı olgusal bir mekân olmanın yanı sıra, mekânın fiziksel niteliği yerine, karakterin onu algılayışını önemseyen aynı yaklaşıma göre, açık ve geniş bir mekândır.

Leyla, mahalle halkının son derece saygılı tavırlarla giriştiği ikna çabalarına, onu kendi evlerine davet etmelerine rağmen yalının önünden ayrılmama kararından dönmez ve bir valizin üzerinde oturarak iki gün geçirir. Onun bu inadında, yalıya duyduğu duygusal bağlılık yanında yetmiş altı yaşında bir kadın olması da önemli bir etkendir. “(yaşlı bir kimse için) kendi dört duvarı onun her şeyidir. Hiç kimseye yük olmak niyetinde değildir, ama giderek alınganlaşan ruhsal yapısı herkese yük olduğunu düşündürterek, bu dört duvara iyice bağlanmasına neden olur.”8 Bu hâliyle dikkatleri çekmekte olan Leyla, “deli kadın” olarak gazete haberine konu olmak üzeredir. Bu niteleme, aynı gazetede çalışan ve çocukluğundan beri Leyla’yı tanıyan Yusuf’un

3 Soykan, agm., s. 104.

4 Armağan, “İçimizdeki Ev”, s. 54.

5 Bachelard, Mekânın Poetikası, s. 36.

6 Kahvecioğlu, “Mekânın Üreticisi veya Tüketicisi Olarak Zaman”, s. 149.

7 Korkmaz, “Romanda Mekânın Poetiği”, s. 402.

(6)

tepkisini çeker. Böylece, Leyla ve Yusuf’un yolları kesişir ve romana konu olacak olaylar dizisi de başlamış olur.

Leyla, yalı önündeki bekleyişinin sorunu çözmeyeceğini anlayınca, torunu yerine koyduğunu söylediği Yusuf’un Cihangir’deki evine gitmek zorunda kalır. Leyla’nın yetmiş altı yıl boyunca yaşadığı ve mecbur kalmadıkça pek dışarı çıkmadığı evinden ayrılması, basit bir yer değişikliği değildir. “Burası, kahramanların bildiği, tanıdığı, alışık olduğu uzamdır. Oysa başka bir yer hep uzaklığı, bilinmezliği, yeniliği içerir; kısacası yabancı bir uzamdır.”9 Bu değişiklik Leyla için, yeni, yabancı bir dünyaya, günümüz İstanbul’una yapılan bir yolculuk anlamı taşır. “İnsan evsiz barksız olmak-la dünyanın içine girer. Dünyanın içinde ise korku vardır; insanı varoluşa götüren korku.”10 Leyla da evsiz barksız kalarak adım attığı bu yeni dünyaya biraz korku, biraz endişe ile yaklaşır.

Sığınmak zorunda kaldığı Yusuf’un evinin dağınıklığı, pisliği, konforsuzluğu, Leyla için yadırganacak bir görüntüdür. Ayrıca, Yusuf’un sevgilisi Roxy’nin hiphop grubundaki diğer arkadaşları da, Leyla’nın daha önce hiç karşılaşmadığı giyim, sohbet, müzik anlayışlarına sahiptirler. “Kendini evinde hissetmemek belli ölçülerde eleştirel bir bilinç gerektirir –hem zaman, hem de benlik oldukça net bir şekilde tanımlanabil-meli ve böylece aradaki uyumsuzluk saptanabiltanımlanabil-melidir.”11 Leyla, bu eleştirel bilince sahiptir ve kendisiyle, girmek zorunda kaldığı bu yeni ortamın ve oradaki insanların uyumsuzluğunun farkındadır. Ancak, onun iradeli, güçlü kişiliği, kendisine acıyarak olup bitenleri sessizce kabullenmesine, bu uyumsuzluk nedeniyle kendi kabuğuna çekilmesine izin vermez.

Müştemilatta geçirdiği yıllar süresinde kendisini dış dünyadan âdeta soyutlayarak yaşamış olan Leyla, toplumdaki, değerlerdeki, günlük yaşamdaki, hatta İstanbul’daki değişimi bile hiç fark etmemiş gibidir. “... kendisine bir yer arayacak, hiçbir akrabası olmadığına göre ucuz bir otele yerleşecekti. Ömrü boyunca hiç otelde kalmamıştı ama otellerde geçen o kadar çok İngiliz, Fransız, Alman romanı okumuştu ki bir yabancılık çekeceğini hiç sanmıyordu.” (s. 66) Leyla, İstanbul’da bir otelde kalabilmek için yerli romanlardan değil, ama yabancı romanlardan edindiği bilgiye, görgüye güvenmektedir. İki binli yıllar İstanbul’unda yetmiş altı yaşında bir kadının ucuz bir otelde kalması-nın, bu romanlarda anlatılanlardan epey farklı olacağını tahmin dahi edememektedir. Leyla, sıkıntılı sürecin ardından, evine döndüğü ilk akşamda, “kokunun değişmiş olması, ne kadar hatırası varsa hepsinin gitmiş olması” (s. 253) gibi nedenlerle orayı kendisine ait bir ev gibi hissedemez. “... eşyalara, eşyaların aralarına, dokularına, çat-laklarına hayatımızın sindiğini, biz onları görsek de görmesek de, eşyaların, eşyaların

9 Kıran vd., Yazınsal Okuma Süreçleri, s. 202.

10 Soykan, agm., s. 103.

(7)

kuytu ve karanlık yalnızlıklarının orada öylece bekleyeceğini, biriktireceğini, tozla-nacağını ve hiç unutmayacağını o zaman anlarız.”12 Leyla için ev, onun tüm yaşamını âdeta özetleyen eşya ile anlamlıdır. Ancak, söz konusu anlam eşyanın maddi değeriyle ilgili değildir. Hicaz’dan gelen üzerine dualar işlenmiş ipekli örtü, annesinin şapkası, notaları, işlemeli örtüler, padişah fermanları, hatlar, fotoğraflar, Leyla’nın dünyası-nın renkleridir. “Bundan böyle eşya, içinde bulunduğu mekâna ve asıl o mekânda yaşayan kişiye toplumsal bir statü kazandıran dinamik bir unsur olarak görülür. Bu nedenledir ki, realistler, kişilerini çizerlerken, onun kullandığı eşyayı tanıtıp anlatmaya hayli önem vermişler ve kişiyi, sahip olduğu eşya zenginliğiyle birlikte çizmeye özen göstermişlerdir.”13 Yazarın, bu romanda özellikle Leyla karakterini yaratmada gerçekçi bir duyarlılık sergilediği göz ardı edilmemelidir. Adı geçen eşyalar, Leyla’nın yaşam tarzını ve kişiliğini özetleyecek mahiyettedir.

Leyla’nın bu tavrı üzerine mahallenin “dağlı” kadınları, aralarında söz birliği etmişçesine evi temizlerler ve almış oldukları tüm eşyayı da geri getirerek, Leyla’nın kendisini tekrar evinde hissetmesini sağlarlar.

Eserin sonunda ise Leyla, artık eskisi gibi değildir. “... artık kendi kendine yeteme-diğinin farkındaydı. Onun dışında bir dünya vardı ve Leyla artık o dünyayı tanımıştı. Hiç tanımadığı zamanlardaki gibi olamazdı.” (s. 261) Leyla, içine girmek zorunda kaldığı yeni dünyayı tanımaya, anlamaya, ona uyum sağlamaya çalışır. Başlangıçta korkuyla yaklaştığı dış dünya, onu değiştirir, dönüştürür ve belki de varoluş sürecini tamamlar. “Onca yılın uzletinden, yalnızlığından, manolyalar ve yaseminler arasında tek başına geçen yıllarından sonra, birdenbire yeni Türkiye’nin çılgın enerjisini, savruk, özensiz ama çekici yönünü tanımaya başlamıştı.” (s. 165) Leyla’ya çekici gelen bu yeni dünya, onu kişisel olarak da olgunlaştıran; “Nasıl görünüyorum?” sorusundan “Nasıl görüyorum?” aşamasına geçmesini sağlayan unsurlardandır. Ölüme hazırlanırken hissettiği “yaşamın anlamsızlığı, varoluşun geçiciliği, aşırı güzellik karşısında içine düştüğü dehşet duygusu” (s. 266) da bunu düşündürtmektedir.

Romanda yalının duygusal bir mekân olarak kullanılmış olması, yalnızca Leyla üzerinden yansımaz. “Nesnel olarak mekânda değişiklik olmamasına rağmen, gelen davetlilerin mekânla ilişkisi ve mekânın onlara ifade ettiği, gelenlerin orada bulunuş amaçları açısından her seferinde farklı olacaktır, her defasında farklı bir atmosfer yaşayacaklardır.”14 Leyla için estetiğin, güzelliğin, zarafetin billurlaşmış bir örneği olan yalı, “yalıdaki o muazzam tavan süslemeleri, duvarlardaki Osmanlı tezyinatı, zarif revaklar... yüz yıllık el işi, göz nuru süslemeler” (s. 14), yalının yeni sahibesi olan Necla’nın ağzından defalarca yinelenen “dekorasyon” gerekçesiyle söktürülmekte,

12 Ayvaz, “... Çünkü Eşyaya Siner”, s. 60. 13 Tekin, Roman Sanatı, s. 137.

(8)

hurda yığınına dönüşmektedir. Leyla’ya estetik haz yaşatan tüm bu unsurlar, Necla için “dekarasyon”a uymayan fazlalıklardır. Necla’nın dekorasyon sözcüğünü her seferinde yanlış biçimde telaffuz etmesi de, onunla ilgili olumsuz imajı pekiştiren bir ayrıntıdır.

“Dekarasyon” için Amerikalı bir mimarla anlaşan, onun önerisi doğrultusunda bahçedeki müştemilatı guest house hâline dönüştürmek isteyen Necla, kültür mirası mefhumundan haberdar bile değil gibidir. “(1987-88’de yayımlanan Dünya Mimarlık Mirasını Koruma Yılı Raporu’nda) deniyor ki: Her ülke kendi şahsiyeti denen kültür mi-rasıyla insanlığa bir çıkış yolu tarif etmektedir. Eğer insanlık bunları tasfiye ederse, bütün insanlık kalkıp da Batı dünyasını, Amerika’yı, İngiltere’yi taklit ederse dünyanın geleceği tıkanır. Bu durumun önlenebilmesi için her ülke kendi tarihî mimarlık mirasını korumakla mükelleftir.”15 Osmanlı döneminin zevk anlayışını yansıtan bir yalıyı Amerikalı bir mi-mar tarafından yeniden dekore ettiren Necla, söz konusu mirası hiç umursamamaktadır. Romanda, mekânların yeniden üretilmesine bir başka örnek de yine Necla üze-rinden verilir. Yalının en güzel ve geniş odasını, kocası Ömer’le birlikte özel zamanlar geçirmek için kullanan, böylece orayı bir “günah odası”na dönüştüren Necla, odaya bu anlamı kasıtlı olarak yüklemektedir. O odadan daima bu nitelemeyle söz ederek, kayınpederi Ali Yekta Bey’in oraya yerleşmesinin önüne geçmeye çalışır. İlerleyen kısımlarda, Ali Yekta Bey’in aynı niyetle odada bırakmış olduğu Kur’an-ı Kerim ve tespihi de yine bu nedenle hemen geri gönderecektir. Oda, Ali Yekta Bey için, o evdeki beyliğinin simgesi olacakken; Necla için kocası üstündeki etkisinin, kayınpederine karşı zaferinin simgesi olacağı gibi, ezen tarafa geçtiğinin de en önemli göstergesi olacaktır. Ali Yekta Bey’i Necla’yı öldürmeye kadar götüren süreçte, her iki roman kişisinin de bu odaya yükledikleri anlamın payı büyüktür.

Leyla’nın bildiği, tanıdığı ev ortamı Bosnalılar Yalısı’dır. Yalı, tüm estetiği, kül-türel birikimi, İstanbul’un genel görünümü içinde farklı oluşu ile Leyla’nın kişiliğiyle özdeşleşmiş bir yapıdır. “Yazarların, roman kişileri ile kişilerin yaşadıkları ya da tercih ettikleri evler arasında paralellikler kurmaları iki açıdan önemlidir. Birincisi, yazar, genel anlamda mekânın, özel anlamda evin, sosyal süreçteki üç boyutunu görmüştür: evler, hem sosyal süreçlerin ortamıdırlar hem bu süreçten etkilenerek biçim değiştirirler hem de süreci etkilerler. İkincisi, yazarların, bu hızlı ve içeriksiz ev değiştirmeden rahatsız olan roman kişilerini daha masum göstermeleridir.”16 Leyla’nın evi, onun, dış dünyadan neredeyse tamamen soyutlanmış yaşantısıyla, sosyal süreçle iç içe değildir. Ancak Leyla, roman boyunca daima masum kalmayı başarmıştır. Yusuf’un evini yadırgamış olmasına rağmen, bu durumu orada yaşayanlara belli etmemek, onları incitmemek için oldukça özen gösterir. Hatta, yadırgamış olmasına rağmen, bu yeni ev’e, oradaki yaşam biçimine uyum sağlamaya çalışır.

15 Cansever, Osmanlı Şehri, s. 215. 16 Narlı, Şiir ve Mekân, s. 70.

(9)

Yalılar, konaklarla özdeş olarak algılanabilecek yapılardır. Konak, belli bir kültür dünyasını simgelemesi açısından Türk romanında sıkça karşılaştığımız bir mekândır. Romanda, Bosnalılar Yalısı ile ilgili geniş mekân betimlemeleri, yazarın kültür mirası olarak değerlendirilebilecek bu yapılara, onlarla özdeşleşen yaşam biçimlerine vefa göstermesi olarak değerlendirilebilir. Yazar, bu vefayı layıkıyla gösterebilmek için yalının bahçesinden müştemilatına, mahalle halkı ile ilişkilerinden süslemelerine pek çok ayrıntıya yer vermiştir. “Dev manolyalar, incir ve nar ağaçları, erguvanlar, limon, portakal gibi turunçgiller, en nadide güller, krizantemler, ortancalar... güzelim manolya ağacı da Leyla Hanım doğduğu zaman dedesi tarafından onun adına dikilmiş. Öyle görkemli, öyle ulu bir manolya ki yapraklarının yeşil parlaklığını, çiçeklerinin büyüklüğünü gören ve kokusunu duyan bayılır.” (s. 20) Yalı bahçesi ile ilgili bu ayrıntılar, yalılardaki yaşama tanıklığının etkisiyle, bu konuda çok güzel edebî metinlere imza atmış Abdülhak Şinasi Hisar’ın kaleminden dökülmüş gibidir. “Beyaz zambaklar, renk renk sümbüller, biraz Frenk hâlli ve isimli kamelyalar, krizantemler, gösteriş meraklısı orkideler de vardır. Boğaziçi toprağına ve havasına çok uyan ve büyük ağaç hâline gelen manolyalar...”17

Romanda, Bosnalılar Yalısı’nın yeni sahibi Ömer Bey’in babası Ali Yekta Bey vasıtasıyla Kadızade Yalısı da yer bulur. Ailesinin uzun yıllar boyunca büyük yalılarda uşaklık yapmış olmasını, “dört kuşaktır İstanbullu olmak” (s. 56) şeklinde algılayan ve bununla övünen Ali Yekta Bey de yalılardaki yaşam tarzının bir başka tanığıdır. Ömrü boyunca uşaklık yaptığı Kadızade Yalısı, Ali Yekta Bey’in en büyük tutkusunu da şekillendirir. Onun en büyük tutkusu, oğlu Ömer’in satın aldığı yalıda, üst kattaki beyefendi odasına yerleşmek ve orada bir eski zaman paşası gibi yaşamaktır. Ancak, yine mekânla ilişkili olan bu tutku, gelini Necla ile Ali Yekta Bey arasında bir güç mücadelesine ve sonunda da bir başka trajediye dönüşecektir.

Yalılar, kültürel ve entelektüel anlamda da önemli mekânlardır. “Yalı sahibi olmak sadece zenginlik değil, aynı zamanda görgü, bilgi, şairlere, ediplere yakın ol-mak anlamına da geliyordu. 19. yüzyıl Avrupa’sının yeni yeni para kazanmış burjuva aileleri gibi İstanbul’daki yalı sahipleri de evlerinde edebiyat matineleri yerine geçen yemekler düzenler, çocuklarına piyano ve yabancı dil dersi aldırır ve onları yabancı mürebbiyelerin gözetiminde yetiştirirdi.” (s. 56) Romanda anlatıcı tarafından dile getirilen bu durum, “Çoğunlukla önemli mevkilerde bulunan kişilere ait olan konak-lar, sahiplerinin siyasi nüfuz ve entelektüel ilgi alanlarının genişliği yüzünden, tıpkı 18. yüzyıl Fransız edebî salonları gibi bir mahfil olma işlevi de yüklenmişlerdir.”18 şeklindeki tespitlerde de yer bulur.

Ali Yekta Bey’in büyük dedesi Halepli Cevher Ağa’nın, İkinci Mahmut dönemin-de çalışmış olduğu Dürrizadönemin-de Konağı da romanda adı geçen mekânlardandır. İkinci

17 Hisar, Boğaziçi Yalıları, s. 17.

(10)

Mahmut’un bizzat katıldığı bir iftar sofrası ile ilgili olarak verilen ayrıntılar, mekânın yanı sıra devrin genel yapısındaki ince zevk hakkında da izlenim uyandırmaktadır. “Mübarek ellerini silmesi için padişaha inci ve altın tellerle işlenmiş makramayı Dürrizade bizzat vermiş. Sonra üç dört uşağın taşıdığı büyük gümüş tepsi getirilerek bu sehpanın üstüne konmuş... Altın kadehler içinde oruç bozmak için zemzem-i şerif. Fildişi sap üzerine firuze, yakut ve zümrütler işlenmiş tatlı kaşıkları, sapı mercanlı çorba kaşığı, sedef kaplı, kâğıt gibi ince abanoz pilav kaşıkları, mineli altın üzerine incilerle bezenmiş küçük hoşaf kaşıkları görenleri hayrete düşürmüş.” (s. 53) Satırlarda yer bulan ayrıntılar, zenginliğin, ihtişamın yanı sıra ince bir zevk ürünü olarak görülmesi gereken unsurlardır.

Romanda, toplumu etkileyen, dönüştüren önemli değişimlerin izi de yine yalılar üzerinden göz önüne serilir. İlk zamanlarında Osmanlı geleneklerine uygun bir düzene ve yaşam tarzına ev sahipliği yapan yalılar, tıpkı Ali Yekta Bey gibi, “Cumhuriyet’le birlikte ani değişiklikler yaşayan yeni toplum kültürüne de uyum sağlamayı bilmişti, ... zaten yalılar geçen yüzyılın ortalarından beri Avrupa’ya özenmiş, neredeyse Avrupalı bir yaşam sürdürmüştü.” (s. 182) Romanda, bu düzene uyum sağlamayı vazife edinen Ali Yekta Bey aracılığıyla yeni toplum düzeninin yansımaları olarak, adab-ı muaşeret kitaplarından bazı örneklere de yer verilir. “Korsenizin veya jartiyerinizin düşeceği endişesi ile bir bahane bulup vitrinler önünde durarak onları elbisenizin üstünden sağa sola çekiştirerek düzeltmeyiniz.” (s. 184) Ali Yekta Bey’in yeni düzeni öğrenmek, ona uyum sağlamak için ısrarla okuduğu bu kitaplar, çoğunlukla, yalı sakinleri gibi zengin, kibar kimseler için yazılmış kitaplardır.

Yalılar, günümüze az sayıda örneğinin ulaşabilmiş olmasının da etkisiyle, Osmanlı dönemi ile özdeşleştirilmiş yapılardır. Ancak, yazar bunca övgüyle andığı bu yapıların sadece Osmanlı ile ilişkilendirilmesinin önüne geçmek ister gibidir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, Kadızade Yalısı’na yaptığı bir ziyaret, Ali Yekta Bey için, “yalının tarihindeki en unutulmaz ve şeref defterine altın harflerle yazılan gün”dür. (s. 56)

Romanda yalılar, kendileri için çıkarılan “uğursuz oldukları” söylentisiyle de yer bulurlar. “Belki de bu tip söylentiler Boğaziçi yalılarının akla ziyan güzelliğini görüp de kendileri için böyle bir evin hayalini bile kuramayan insanlara ilaç gibi geliyor, gıpta ile haset arasında gidip gelen yüreklerini rahatlatıyordu.” (s. 137) Anlatıcı, bu durumu, yalılara gıpta ile bakan kimselerin psikolojik tutumları ile ilişkilendirir.

Yalılar, yer aldıkları mahalledeki pek çok insan, özellikle de mahalle esnafı için önemli bir gelir kaynağı durumundadır. Bosnalılar Yalısı’nın etrafında kurulu olan ve Ali Yekta’nın “Dağlılar” şeklinde adlandırdığı gecekondu mahallesindeki pek çok kişi Leyla’dan sevgi, saygı, iyilik ve yardım görmüştür. Bu nedenle, onun evden atılmasını yadırgasalar da, yalının kendileri için gelir kaynağı ya da iş kapısı olmayı sürdüreceği düşüncesiyle, yeni sahiplerle de aralarını bozmak istemez ve tepkilerini kendi içlerinde yaşarlar.

(11)

Yalının bir önceki sahipleri de mahalle halkına türlü yardımlarda bulunmuş olmala-rına rağmen, mahalleli, onların Leyla’nın ailesi gibi asilzadelerin yerini tutamadıklarını düşünmüştür. Çocukluğunda hem Leyla’dan hem de o aileden çeşitli hediyeler almış olan Yusuf, “her sözleriyle sevap işlediklerini, yardım ettiklerini vurgulama ihtiyacı hisseden” o aile ile “hiç zorlamayan, diğer insanlara nasıl davranıyorsa Yusuf’a da öyle davranan” (s.18) Leyla’nın tutumlarındaki farklılığı dile getirir. “Mahalle fakirleri için de bayram bahşişleri verilir, hepsinin memnun kalmalarına itina edilirdi. Bunlar, bir şey istemek adiliğine düşürülmez; bunlara, bir şey vermek adiliği duyurulmaz, zira bu hemen hemen gizli alışverişi tabiileştiren bir anne terbiyesi vardı.”19 şeklindeki tespitleriyle Hisar da yapılan yardımda bile gözetilen nezaketin, maddi imkândan çok görgüyle, terbiyeyle ilgili olduğunu dile getirir.

Romanda mekân algısını yansıtan kadınlardan biri de Rukiye-Roxy’dir. Yusuf’un sevgilisi ve sonra da eşi olan Rukiye, Almancı bir ailenin kızıdır. Almanya’da büyü-müş, kendisine seçtiği Roxy adıyla hiphop müzik yapan, asi bir genç kızdır. Roman boyunca evini geri almaya çalışan Leyla’nın aksine, evini terk etmiş biridir. Babasının “domuz eti yememek, kızının orospu olmasına izin vermemek hatta bunun için arada bir kızını dövmek” şeklinde beliren muhafazakârlığı, pasif kişilikli annesinin erken ölümü, Alman üvey annenin sevgisizliği ve babasını Rukiye’ye karşı kışkırtma çabaları sonucu, ev, Rukiye için “ruh bağları çözülmüş”20 bir mekândır.

Rukiye’nin ve ailesinin varlığı, romanın el attığı pek çok konudan birinin de Almancı aileler olmasını sağlar. Rukiye’nin gözünde “salak” olan bu insanlar, Alman toplumuna entegre olamamış, ancak Türkiye için de yabancılaşmış insanlardır. Onların içinde bulundukları bu ruhsal karmaşa da yine mekân üzerinden yansır: “Para, ailenin memleket diye aklını oynattığı Anadolu’nun bir köyüne diktirdiği dört katlı betonarme çirkin binaya harcanıyor; tuğlaları sıvanmamış, balkonları eğri büğrü, köydeki evlere benzemeyen saçma sapan bir bina.” Babasının, hiç dönmeyeceklerini bilmesine rağmen bu evi yaptırması, köylülerini ezmek, onlara zenginliğini göstermek gibi amaçların yanı sıra, memleketle bağını koparmama arzusuyla da ilgilidir. Bu arzu ise, aidiyet duygusunun, olgusunun her zaman ve zeminde önemli olduğu gerçeğini yansıtır. O ev, aile ile köyleri arasındaki aidiyet duygusunun sağlayıcısı niteliğindedir.

Romanda, mekânla ilişkili olarak değerlendirilebilecek bir diğer kadın da Cemile’dir. Cemile ile Anadolu’dan İstanbul’a göç etmiş olan ve gecekondularda yaşayan alt tabaka insanı, –romanda kullanılan ifade ile– “Dağlılar” romana eklem-lenir. Cemile, Kastamonu’dan İstanbul’a gelin gelmiş, Bosnalılar Yalısı civarındaki gecekondu mahallesine yerleşmiştir. Yaşadığı mahalledeki hemen herkes Kastamo-nuludur. “Araştırmalar, hemşehrilik duygusunun erimediğini, tersine pekişen bir

19 Hisar, age., s. 8.

(12)

yapı kazandığını göstermektedir. Hemşehriliğin, kentte yabancılarla ilişkiler arttıkça korunduğu görülmektedir.”21 şeklindeki tespitlerde de değinildiği gibi, bu mahalle-lerin kurulmasında hemşehrilik önemli bir etkendir. Hemşehrimahalle-lerin birbirmahalle-lerine ön ayak olmasının yanı sıra, yaşam beklentilerindeki değişiklik de büyük kentlere göçü ve oralarda gecekondu mahallelerinin oluşumunu tetikleyen bir durumdur. “Cemile, Kastamonu’dan gelin geldiğinde, Boğaziçi’nin güzelliklerine hayran kalmış ve uzun süre çevresini, bir masal dünyası gibi hayran gözlerle seyretmişti... Zaman geçip alıştıkça kendisi ve çocukları için de bu hayattan bir pay istiyor, güzel otomobiller içinde Boğaz’da gezmeyi özlüyordu.” (s. 91) Cemile’nin bu tür istekleri, ait olduğu toplumsal tabakanın hemen tümünde görülen ve onların büyük şehre göç etmesine yol açan temel isteklerdir. “Anne babalarının bir vakitler sahip olduğu ve pek de hoşnut kaldığı yaşam standardından daha yüksek yaşam standardı bekliyorlar; daha yüksek ücret, daha iyi konut, kamu hizmetlerinin evlerinin kapısına getirilmesi gibi. Büyük kentlere yapılan göçlerin ana nedeni işte bu isteklerdir.”22 İç göç sonucu İstanbul’da ortaya çıkan bu gecekondu mahalleleri, kimi yazarlara göre, “taşranın İstanbul’dan birikmiş ve beklemiş öcünü alması”23 ile eş anlamlıdır.

Anlatıcının Leyla için söylediği, “İstanbul’un ünlü camilerine, büyük Katolik, Ortodoks, Protestan kiliselerine ve sinagoga gidecek, oralarda dua edip mum yakacak-tı. Nasıl olsa birçok eski İstanbullu gibi Tanrı’nın her evinde dua edilebileceğini, bu işlerde ayrı gayrı olmadığını bilirdi.” (s. 178) cümleleri, Cemile’nin mahalledeki bir şeyhle yaptığı din sohbetleriyle bir arada değerlendirildiğinde, İstanbul’da en büyük değişimlerden birinin de dinin gündelik yaşama yansıyan yüzüyle ilişkili olduğu açık-ça görülür. Leyla’nın sözünü ettiği dini hoşgörü, yerini, Hoca’nın ağzından dökülen “Gâvurun malı Müslümana helaldir.” sözündeki bakış açısına bırakmıştır.

Ali Yekta Bey’in “Dağlılar” olarak adlandırdığı gecekondu sakinleri, gündelik çıkarlarını fazlaca önemseyen, çıkarları doğrultusunda kolayca saf ve tutum değiş-tirmekten kaçınmayan kişiler olarak belirir. Leyla’nın ailesinden kalan eşyayı âdeta üşüşürcesine kendi evlerine götürmekten hiç çekinmemişlerdir. Cemile, sözü edilen tutum değişikliğini en çarpıcı biçimde sergileyen kişilerdendir. Romanın başların-da, Leyla’ya sevgi, saygı göstermekte ve onun evden çıkarılmasından hoşnutsuzluk duymaktadır. Ancak, yalının yeni sahiplerinin de “koskoca banka sahipleri olmaları”, yanlarında çokça avukat çalıştığına göre Leyla’nın evi ile ilgili hata yapmalarının mümkün olmayacağı ve “yarın bu insanlarla da yüz yüze bakacak olmaları” (s. 15) gibi gerekçelerle Cemile de diğer dağlılar da hoşnutsuzluklarını belli etmezler. Ay-rıca Cemile, ilk zamanlarda Leyla’ya saygı duymasına rağmen, babasının bir İngiliz

21 Aslanoğlu, Kent, Kimlik ve Küreselleşme, s. 121.

22 Shaukland, “Tarihî Değeri Olan Kentlere Neden El Atmalıyız”, s. 25.

(13)

olduğunu öğrenmesiyle birlikte, onun dinini sorgular ve bu sorgulama sonucunda o gâvuru evine getirmemiş olduğuna sevinir. Tutarsızlığı bununla da kalmaz; onun eşyasını kendi evine götürüp kullanmaktan çekinmez. Romanın sonunda, Leyla’nın kendi evine dönüşü gerçekleştiğinde ise, almış olduğu eşyayı sessizce geri getirir ve “ah bizim iki yüzlü milletimiz” diyerek Leyla’nın dini ve babası ile ilgili dedikoduları çıkaranlara, bu dedikodulara inananlara sitem eder.

Romanda mekânla ilgili dikkatin yoğunlukla kadın roman kişileri üzerinden veril-mesi, ana ve asıl mekân olarak düşünebileceğimiz İstanbul için de geçerlidir. İstanbul’un pek çok yüzüne yer verilirken, bunlar da yine daha çok kadınların gözünden sunulur. Romanın ilk sayfasında yazarın İstanbul’dan söz ederken, “O gün sis, İstanbul’u beyaz bir bürümcük tülbentle sarıp sarmalamıştı.” deyişi, Tevfik Fikret’in İstanbul’u bir zulmet-i beyza altında gördüğü “Sis” şiirini akla getirir. Ardından gelen satırlar-da, İstanbul’u farklı coğrafi bölgelerden gelmiş insanlar için bir sığınak olarak gören yazar, gelenlerin, daha önce bırakıp gitmiş olan ya da gitmek zorunda bırakılanların mülklerine konduklarını dile getirir.

Roman boyunca yalnızca bir kez karşımıza çıkan Konstantin Paleolog, “birbirinin mülküne konma” olayının bir örneği olarak, romana “monte edilen” bir kişidir. Bizans imparatorunun sülalesinden geldiğini, Cihangir’de oturduğu apartmanın dedesi tarafın-dan yaptırılmış olduğunu iddia eden Konstantin’in “Bu şehrin kaderi budur. Her gelen, yerleşik olanı tepeler ve mülkünü elinden alır.” (s. 207) sözü, sitemi hatta öfkeyi de barındıran bir sözdür. Bu sitemi fark eden Leyla ise, “Bu ülkenin âdeti böyle. Ama her şeye rağmen işi beş asır geriye, İstanbul’un fethine kadar uzatmak manasız.” (s. 207) diyerek daha gerçekçi bir yaklaşım sergiler. Günlüğüne yazdığı satırlarda İstanbul’un ele geçirilmesi arzusunu okuduğu Dostoyevski için, “İnsan vicdanının temsilcisi olan bir yazar bile başkalarının mülküne göz dikiyorsa, sıradan insanların yaptığı şeyler nasıl kınanabilirdi?” (s. 175) diye düşünen Leyla, Konstantin gibi kişilerin kınana-mayacağını da belirtmiş olur.

İstanbul’un bir kültür, kimlik mozaiği olduğu, zengin bir tarihi birikime sahip ol-duğu, kentle ilgili hemen tüm çalışmalarda vurgulanan bir gerçektir. “Kuşkusuz yalnız başına bir Osmanlı geçmişi ve tarihi değil, İstanbul’a çok yönlü çehresini kazandıran, aynı zamanda Selçuklu devlet ve uygarlık birikimi; Bizans’ın devrettiği miras ve de-ğerler; tek bir büyük havuza akan hem Doğu (Pers ve Arap kültürleri) hem Batı (Eski Atina Devleti, Roma İmparatorluğu, Latin Krallığı, Haçlılar) etkileri.”24 İstanbul, söz konusu birikimi “katman katman taşıyan ve bunu birçok alanda yansıtan”25 bir kenttir. Tarihin izlerini hâlâ taşıyor olmasının yanı sıra, pek çok farklı yüzü ile bireyler için

24 age., s. 38.

(14)

farklı anlamlar ifade edebilmektedir. Leyla’nın Evi romanında da İstanbul’un hem tarihî birikimine hem de farklı yüzlerine, anlamlarına dair geniş bir malzeme yer almaktadır. Romandaki sınırlı, dar, kapalı mekânların gerisinde İstanbul, ana mekân şeklinde tüm anlatıyı kuşatmakta, kucaklamaktadır. “Mekân, uygarlık vitrinidir; doğru, ama toplumsal şartlar bireyin dramını daha önemli kılmış, öne çıkarmıştır. Bugünün romanı, bu drama taliptir: uygarlık vitrini, insanı yormuş, hırpalamıştır. Bireyin bu trajik konumunu anlatmak, bu gün daha geçerlidir. Dolayısıyla günümüz romanında mekâna dönük tasarruflar işlevseldir.”26 Romanda, Leyla’nın içine düştüğü trajik konum ana ekseni oluşturur. Verilen tespite uygun olarak, şehre duyduğu bağlılığa, sevgiye rağmen, İstanbul, paylaşılamayan bir vitrin olarak onu yormuş, hırpalamıştır. Romanda yalılara ev sahipliği yapması nedeniyle sıkça yer verilen Boğaziçi’nin yanı sıra Cihangir ve Beyoğlu semtlerinin adları da çokça geçmektedir. Anlatıcı, “o daracık sokakları, köhne apartmanları, travestileri, eşcinselleri, uzun saçlı ve küpeli rock müzisyenleri, takkeli bereli hiphopçıları, uzun tırnaklı fahişeleri, piercingli kızla-rı...” (s. 28) ile andığı Cihangir’e haksızlık yapmamak için orada aydınlar, gazeteciler, üniversite mensupları ve yabancı diplomatların da oturduğunu; ancak, bunların göze batmadığını dile getirir. Bu genel görünümüyle Leyla’ya çok farklı gelecek olan Ci-hangir, Beyoğlu ile benzer özellikler taşır. “Osmanlı döneminin bu şık Levanten semti, şimdi caz klüpleri, rock müzik yapılan kahveler, hiphop ve türkü barlarıyla dolmuştu.” (s. 29) Bazı kaynaklarda, İstanbul’un “geleneksel kimliğini koruyan mahalleleri” arasında sayılan Beyoğlu27 pek çok romanımızda yer bulan bir semttir. Yusuf için ise, geleneklerden uzaklaşmak, yeni ve farklı bir dünyada olmak anlamlarını taşır. “Bo-ğaz kıyısında geçen sakin çocukluğundan sonra”, Beyoğlu-Cihangir civarına taşınan Yusuf, “eski yaşamına geleneklerden oluşan bir sükunetin, yeni yaşamına ise şehvetin egemen olduğunu” (s. 31) düşünür. Yusuf’un bu düşüncesinde “... kızlı erkekli öğrenci kalabalığı, iki yana sıralanmış müzik dükkanlarından yükselen etnik müzik karmaşası, köftecilerden, hamburgercilerden yayılan kokular, genç kız kahkahaları, sinema afiş-leri, genç yüzleri parlatan ışıklar, sanat galeriafiş-leri, çevreyi şaşkın şaşkın süzen turistler, rock, caz, hiphop klüpleri, türkü barlar, pos bıyıklı erkekler, travestiler, uzun saçlı küpeli oğlanlar, pavyonlardan çıkan yıpranmış, ağır makyajlı konsomatrisler...” (s. 31) etkilidir. Beyoğlu, Türk romanında, genellikle, millî değerlerden, İstanbul’un genel manevi ikliminden uzak yaşantıların mekânı olarak yer bulur. Burayı, “hamlesi yarı yolda kalmış Paris taklidi”28 olarak gören Tanpınar, semtteki eğlence dünyasının geçmiş zamanlara dayandığını belirtir. “Beyoğlu’ndaki gece hayatı, Abdülmecid devrinde bir iki ürkek hareket ve teşebbüsle başlar ve yavaş yavaş tiyatrodan kafeşantana, otele ve

26 Tekin, age., s. 131.

27 Osmanlı Mahalleleri Atlası, s. 4. 28 Tanpınar, Beş Şehir, s. 120.

(15)

Avrupalı lokantaya, birahanelere doğru genişler.”29 Beyoğlu’nun romana yansıyan, günümüzdeki hâli, semtin ve şehrin tarihi kadar eğlence anlayışındaki değişimin de göstergesidir. Kendi evinden çıkarıldıktan sonra, Yusuf’un Cihangir’deki evine sığınan ve böylelikle bu süreçte daha çok Beyoğlu ve civarındaki günlük yaşamı gözlemleyen Leyla, kendisi için yeni olan bu dünyada “yeni Türkiye’nin çılgın enerjisini” bulur. Romanda, Beyoğlu, tüm karmaşasına, kokuşmuşluğuna rağmen günümüz Türkiye’sinin renkli, canlı ve İstanbul’daki kültür mozaiğini en iyi yansıtan semtlerden biri olarak değerlendirilir.

“Kültürel anıları içlerinde kapsayan mekânlar olarak Pera’nın pasajları, kent gezginlerini ve okurları, Levantenleri, bölgenin bu eski sakinlerini ve Musevi, Rum, Ermeni tüccarlarını anımsamaya davet ediyor.”30 şeklindeki tespitlerde Pera’nın eski sakinleri kültürel anılarla ya da renklilikle ilişkilendirilir. Romanda da benzer bir yaklaşım vardır. Hatta, Pera’daki sosyal yapı değişimi olumsuz bir durum olarak su-nulur. “Gayrimüslimleri atıp buraları Türkleştirelim dedikten sonra Kürtler geldi. Pera, Kürtleşmeye başladı. Yani sizin Cumhuriyet idareniz Bizans’ın yerine Mezopotamya kültürünü getirdi.” (s. 205) diyen Konstantin, Pera’da Levantenlerin, eski sakinlerin izlerinin gün geçtikçe silindiğini anlatır. O, bu durumu Bizans kültürü yerine Mezo-potamya kültürünün yerleşmesi, yerleştirilmesi olarak görmektedir. “Nedir Beyoğlu? Bizans devrinde Pera denirdi, bu ‘karşı’ demektir. Şehrin hayatıyla, devletin bünye-siyle alakası olmayan, uzaktan gelme insanların yerleşip yaşadıkları yer, Pera olarak görülürdü.”31 gibi değerlendirmelerde, Pera-Beyoğlu civarının hemen her dönemde, İstanbul’un yerli halkına “yabancılık” hissi vermiş olduğu ifade edilir. Romanda da, bu ifadeyi destekleyecek bir biçimde yer almışlardır.

Cihangir’in Leyla’ya anımsattığı ise, Şehzade Cihangir’in makûs talihidir. Aynı semtin farklı roman kişileri için bu kadar farklı anlamlar taşıması, daha önce de sözünü ettiğimiz mekânın yeniden üretilmesinin bir başka örneğidir.

Leyla’nın ilginç bulduğu, “Ermeni hocanın talebesinin bir Paleolog, onun öğrencisi-nin de bir Roman oluşu” (s. 204), “geçmiş yüzyıllarda dünyanın tek kozmopolit şehriydi burası” diye açıklanır. İstanbul’un renkliliği, zenginliği olarak görülen bu durumun değişmesinde milliyetçi anlayışla girişilen Türkleştirme, gayrimüslimleri kovma faaliyet-lerinin etkili olduğu düşüncesi dile getirilir. Bu düşünceye karşı, Cumhuriyet Türkiye’sini savunma ihtiyacı duyan Leyla, işgal günlerinde Rumların işbirlikçi tavrını hatırlatır.

İstanbul’un küreselleşmenin etkisiyle özgünlüğünü, özelliğini yitirdiği şeklindeki düşünceler de görülmektedir: “Bu kent hiç kimsenin. İstanbul da, küreselleşmenin pek

29 age., s. 176.

30 Gökberk, “Mekân Olarak Geçmiş: Walter Benjamin’in Das Passagen-Werk Çalışmasının İstanbul’un

Eski Levanten Semtlerindeki Yankıları”, s. 54.

(16)

çok büyüdükçe büyümüş kenti gibi, hiç kimsenin, hiç mekânlarından biri olmuş gibi gözüküyor. Sermayenin, malların, emeğin ve yaşama biçimlerinin küresel olarak esnek akışkanlığı sağlanırken, eski ve geleneksel mekânlar özgüllüklerinden, özelliklerinden arınmış bir mekân ve zamanı üreterek, bu zaman ve mekân ilişkilerini de değiştiriyor. Michael Sorkin’in ‘coğrafyasız kent’ dediği yeni mekân tipi karşımıza çıkıyor.”32 İstanbul’un belli bir coğrafi bölgeyle, o bölgeye ait niteliklerle değerlendirilmesinin artık mümkün olmadığı düşüncesi, “Artık, ne bir Doğu kenti İstanbul ne de Batılı bir kent!”33 sözlerinde de yankı bulan bir düşüncedir. Romanda, İstanbul’daki varlığına dikkat çekilen ve çoğunlukla iç göçler sonucunda oluşan gecekondu mahalleleri bu durumun bir yansıması olarak düşünülebilir. Kültürel entegrasyon iddiası taşımaları-nın kaçınılmaz olduğu bu mahalleler, sakinlerinin kopup geldikleri coğrafi bölgelere ait değerlerden, geleneklerden kolayca kopmazlar. Bu durum, yerel renklerin bir zenginlik olarak devamına olanak verdiği gibi, İstanbul’u “ne Doğulu ne de Batılı” kılan bir durumdur.

Romanda Leyla ve Ali Yekta Bey’in varlıklarıyla, İstanbul’un kültürel kimliğinin en güzel parçalarından biri olan konak-yalı yaşantısı yansıtılır. Bu yaşantı, her iki roman kişisi için de trajik durumlara kapı aralar. Ancak, asıl neden, söz konusu yaşantının manevi, kültürel, tarihi değerini göremeyen kişilerin varlığıdır. Necla gibi bu bilgiye, görgüye sahip olamayan kişiler, donanımlarına/donanımsızlıklarına ters düşecek bi-çimde maddi güç sahibi olduklarında, konak-yalı yaşantısını yalnızca “güzel, zengin, gösterişli ev” olarak algılayacak ve ona sahip olma hırsına kapılacaklardır. Romanda, Leyla gibi pek çok kişinin sahte raporlarla miras malı olan evlerini kaybettikleri, bu-nun düzenbazlar için nerdeyse bir iş kolu hâline gelmiş olduğu belirtilir. Böylelikle, Leyla’nın trajedisinin biricik olmadığı vurgulanır. Bu vurgu ise, İstanbul’un dürüst, namuslu, kendi hakkına razı olan kimseler için tuzaklarla dolu bir kent hâline dönüş-tüğünü ortaya koyar, bu da İstanbul’un romana yansıyan bir başka yüzüdür. Anlatıcı, yalının elinden çıkmasına neden olan sahte raporu düzenleyen tıp profesörünün, yaptığı işi mazur göstermek için, “Bu kadının nesebi gayri sahih.” (s. 157) deyişini de yine bu çerçeveye başarıyla yerleştirmiştir.

Yalılar genellikle Boğaziçi’nde yer alır. “İstanbul Boğazı, her ne kadar Haydarpaşa Limanı’yla Ahırkapı Feneri arasından başlatılabilirse de, Boğaziçi özelliğine Topha-ne-Salacak arasında kavuşur. Bu başlangıç Rumeli Feneri-Anadolu Feneri hattına kadar uzayabilmekle beraber Rumeli Kavağı-Anadolu Kavağı sınırında son bulur.”34 Leyla’nın Evi romanında da “Boğaz” olarak sözü edilen bu bölge, eski İstanbul kül-türü ile özdeşleşmiş bir niteliktedir. Leyla, Boğaziçi’nin fizikî sınırları ile ilgilenmez.

32 Akbal Süalp, Zaman Mekân (Kuram ve Sinema), s. 205.

33 Kökden, “Kentler Üreten Tarih-Tarih Üreten Kentler”, s. 42.

(17)

Boğaz’ın, karıştırdığı yabancı kitaplarda zaptedilme istekleri ile karşısına çıkması, ona göre, ilginç bir istektir. “Bütün dünya, onun çocukluğunu geçirdiği, balık tuttuğu, geçen gemileri seyrettiği özel kıyısı, evinin önü için savaş veriyordur.” (s. 176) Leyla için Boğaz, geçmiş zaman kadınlarıyla, yalılardaki naif yaşam biçimleriyle ve en çok da kendi ailesi ile özdeşleşmiş bir coğrafi mekândır.

Romanda, Leyla’nın babasının, henüz doğmamış kızına yazdığı mektupla, Boğaz’a Bosphorus adının verilmiş olması ile ilgili mitolojik motife de yer verilir. Yunan mi-tolojisine göre, Bosphorus adlandırması da yine bir kadınla, aşkla ilintilidir. Babası Teğmen Whitaker de, kızına, “Zeus’un, Hera’nın hışmından koruyabilmek için ineğe dönüştürdüğü sevgilisi”35 olan Io’nun adını vermek istediğini yazmıştır. Romanda, Io’nun, İyonya’dan buralara kadar gelen ve canını kurtarmak için yüzerek geçtiği sulara Bosphorus adının konmasına neden olan tanrıça olduğu belirtilir. (s. 140) “Boğaz’ın en eski yerleşimcilerinden olan Bizanslılar, buraya Bosporos (Yunanca: Βόσπορος) adını veriyordu. Bu sözcük inek ya da öküz anlamına gelen βοῦς (bous) ve yol, geçit anlamlarına gelen πόρος (poros) adlarının birleştirilmesiyle türetilmişti.”36 Teğmen, kızına bu adı vermek istemesinin nedenini ise açıklamamıştır. Boğaz’ın adlandırılışı ile ilgili bu mitolojik öykü de, romanda mekâna ilişkin tespitlerin, değerlendirmelerin ağırlıklı olarak kadının bakış açısından ya da onun üstünden verildiğinin bir örneğidir.

Romanda “Paris güzel bir salon, Londra güzel bir park, Berlin güzel bir kışla ama İstanbul güzel bir şehir.” (s. 56) olarak nitelendirilir. Tüm güzelliğine rağmen, İstanbul, içinde kötücül renkler, çirkin görüntüler, kötü insanlar da barındırmaktadır. Romanın günümüz İstanbul’una yerleştirilmiş bir olay örgüsünün bulunması, İstanbul’un gün-cel çirkinliklerinin de verilmesine kapı aralar. Genç yaşları nedeniyle Roxy, Yusuf ve Cemile bu çirkinliklerin öznesi ya da tanığı olmak durumunda kalırlar. Özellikle Roxy, seks salonlarındaki gösterileri, gece klüpleri ve barlarda çalışması, Beyoğlu’ndaki gece hayatının içinde yer almış olması gibi etkenlerle bu çirkinliklere tanık olmuştur. Roxy, İstanbul’a geldiği ilk hafta, “bu iğrenç şehrin Almanya’dan bile beter ol-duğunu” (s. 163) düşündürtecek bir olaya tanık olur. “O sırada önlerinde bir otomobil durdu ve içinden iki adam indi. Birinin sırtında parka vardı. Çocuğu ayağa kaldırdılar, sonra eteğini kaldırıp baktılar, mıncıkladılar, göğüslerini ellediler. Adamlardan biri çocuğu övüyor ve müşteriye satmaya çalışıyordu. Sonra kızı alıp otomobile götür-düler.” (s. 163) Bu iğrenç olaya tanık olan Roxy, adamlara engel olmaya çalışınca dayak yer, susması için “Bu iş böyle abla! Sen karışma, sonra çok fena yaparlar” diyerek onu uyaranlar da başka çocuklar olur. “... metropolisteki uyaran zenginliği nedeniyle, insanlar çekingenlik ve duygular karşısında kayıtsızlık tavrı geliştirmek zorundadır. İnsanlar, bu tür bir tavır geliştirmeselerdi, yüksek nüfus yoğunluğunun

35 Yörükân, Yunan Mitolojisinde Aşk, s. 359.

(18)

yarattığı deneyimlerle baş edemezlerdi.”37 Roxy’yi uyaran çocukların kayıtsızlığı, bu tür bir zorunluluktan ileri gelse de, henüz çocuk ruhların böylesine umarsızlaşmış olması Roxy’yi de derinden yaralayan bir durumdur. Romanda, İstanbul’un çirkin yüzü ile ilgili en çarpıcı sahne budur. Bu satırların devamında, Roxy’nin ağzından dökülen, “Nasıl olsa çok kız intihar etmiyor muydu burada?” sorusu da, benzer bir anlam içermektedir. Yazar, bu tür sahnelerle romanı bir İstanbul güzellemesi olmaktan çıkarır ve eserde bize yaşayan, değişen, kirlenen ancak, buna rağmen güzelliğini hâlâ koruyabilen bir 21. yüzyıl şehri sergiler.

Romanın ilk sayfalarında “birbirinin mülküne konma tarihi” olarak nitelenen İstanbul tarihinde, bu uğurda girişilen savaşlar arasında değerlendirilebilecek Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki işgal günleri de unutulmaz. O yılların Leyla’nın yaşamın-daki asıl önemi, anne ve babasının aşkına zemin hazırlamış olmasından kaynaklanır. Bu nedenle, işgal yılları geniş olarak anlatılmaz. Bununla birlikte, “Türkleri hor gören burnu havada İngiliz subaylar, Bulgar tercümanın alaylı gülüşleri, direnişçileri sorgu-lamak için kullanılan otel bodrumu, millîcileri ihbar eden ve işgal kuvvetlerine yardım eden Ermeni Madam Elmasyan” gibi ayrıntılar, işgal yıllarının panoramasını yansıtır. Bu tür ayrıntılarla yansıtılan da yine, mülk edinme kavgasının, Türk mülkü hâline gelmiş olan İstanbul şehrine el koymak için girişilen haksızlığın yol açtığı sıkıntılardır.

Romanda, İstanbul ile ilgili olarak yer bulmuş bir nokta da İstanbul ile Ankara karşıtlığıdır. Bilindiği gibi, Türk romanında sıkça yer bulmuş bir tema olan bu karşıtlık, her iki şehrin de simgesel değerleri ile ilişkilidir. Bu simgesel değerler, özellikle Millî Mücadele yıllarını konu edinen eserlerde yoğunlaşır. “Millî Mücadele sürecinde Ankara, manevi anlamda neredeyse kutsal bir şehir olarak algılanmaya başlar. İstanbul ise, aynı süreçte, en iyi ihtimalle ‘durup beklemenin’ şehridir.”38 İki şehir arasındaki simgesel karşıtlık yalnızca bununla sınırlı değildir. Ankara romanında Binbaşı Hakkı Bey’in sorduğu, “İstanbul kadınları bizi bir alay vahşi mi sanıyorlar?”39 sorusu, İstanbul’un Ankara’ya nazaran çok daha medeni bir şehir olduğu yolundaki yerleşik kanının ifa-desidir. Sayısı arttırılabilecek bu tür örneklerin çoğunda, İstanbul’un, İstanbullunun Ankara’yı taşra olarak gördüğü, “denizi bile olmayan” bu şehri çirkin bulduğu, “soğuk, gri” gibi sıfatlarla nitelediği görülür. Leyla’nın Evi romanında, Yusuf’un amcasının oğlu olan Milletvekili Hüseyin nedeniyle bu karşıtlık da yer bulur. “Ankara, bir erkekler kentiydi. Burada yemeklere İstanbul gibi kadınlı, erkekli çıkanlar azdı, daha çok erkek erkeğe yemek yeniyordu.” Yusuf’un gözlemlediği bu durum, özellikle Ankara’daki erkek egemen siyasi yapı ile ilgilidir, “politikaya gömülmüş başkentin İstanbul’la hiçbir

37 Urry, Mekânları Tüketmek, s. 22.

38 Akyüz Sizgen, Mithat Cemal Kuntay ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Romanlarında İstanbul, s.

271.

(19)

ilgisi yoktu” (s. 214). Ankara ile ilgili düşüncelerini şöyle sürdürür Yusuf: “Bu bozkır kenti, gece ışıklarıyla güzel görünüyordu denebilir. Yusuf yine de bütün İstanbullular gibi Ankara karşısında tuhaf bir kibre kapıldı ve ‘Ben burada oturamazdım.’ diye dü-şündü. Kendileri de köy kökenliydi ama sanki Ankara, köyden kente geçişin ilk durağı gibiydi.” (s. 216) Görüldüğü gibi, köy kökenli olan Yusuf bile, yıllarca İstanbul’da yaşamış olmanın verdiği alışkanlıkla Ankara karşısında kibre kapılır.

Yusuf’un, Ankara denince akla ilk gelen mekânlardan olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yoğun olarak gözlemlediği ayrıntılar da yine köylülüğün izleridir. “... köylülü-ğün en önemli göstergelerinden birisi de yemek yerken ortaya çıkıyordu. Tabağı önlerine çekmeyip ileride tutuşları, çatal ve kaşıkları kavrayış biçimleri, lokmayı ağızlarına kadar yükseltecek yerde başlarını iyice tabağa eğerek atıştırmaları, ağızları yemek doluyken konuşmaları, kendi babasında da gördüğü ve hiç de hoşlanmadığı bir görüntüydü.” (s. 218) Yusuf, milletin yansıması olarak değerlendirdiği milletvekillerinde gördüğü bunca köylülük göstergesinden sonra, Mustafa Kemal’in “halkı eğitmek” yolunu seçmiş oldu-ğunu ve son zamanlarda sıkça dillendirilen jakobenizm tartışmalarını düşünür.

Romanda mekâna yönelik özel ilginin yansımalarından biri de, anlatıcının “barın-ma, beslenme ve neslini devam ettirme içgüdülerinin birlikte yaşanması insanları ortak kılar.” (s. 227) cümlesidir. Roman boyunca öne çıkarılan ve tüm dertlerin müsebbibi olarak görülen barınak meselesi, insanları ortak kılan, onları yaşadıkları coğrafyaya bağlayan, aidiyet duygusunu oluşturan ana unsurlardan biri olarak görülür.

Romanın kadın kişileri İstanbul’un güzellikleriyle olduğu kadar çirkinlikleriyle de yüz yüze gelmişlerdir. İstanbul, her biri için farklı anlamlar ifade etse de, onların yaşamlarındaki en belirleyici, en derin iz bırakan unsurdur. Leyla için İstanbul, zengin bir tarihî ve kültürel birikim, estetik bir güzellik, uğruna savaşlara girişilen paylaşıla-mamış bir mücevher gibidir. Roxy ise, Leyla ve Yusuf’la tanışıncaya kadar İstanbul’un çirkinlikleriyle, kötülükleriyle yüz yüze gelmiştir; ancak, onlarla tanıştıktan sonra, iyi insanların da var olduğu gerçeğini fark ederek yaşadığı büyük değişim yine İstanbul’da gerçekleşir. Anne ve babasıyla birlikte yaşadığı zamanlarda Necla için, İstanbul, orta hâlli, sıradan, basit bir yaşam anlamı taşırken; Ömer’le birlikte güçlü olmanın, ezilen değil ezen tarafta olmanın simgesi hâline gelir. Necla’nın, taraf değiştirmiş olmayı özellikle mekâna yansıyan yüzüyle görmek arzusu, onun ölümüne kadar giden süre-cin de başlangıç noktası olur. Cemile için ise İstanbul, sınıf atlama fırsatları sunan, güzelliğiyle önce mest eden sonra ise o güzellikleri elde etme arzusuyla insana hırs veren bir cazibe merkezidir. Cemile’deki bu algı, İstanbul’daki sosyokültürel değişimin önemli nedenleri arasında yer alan iç göç ve gecekondulaşma meselelerinin romana yansıyan boyutunu da oluşturur.

Leyla’nın Evi romanı, adından başlayarak, mekâna yönelik özel bir ilgi barındırır. Yazar, farklı yaşam biçimlerinin, zaman dilimlerinin insanı olarak nitelendirilebilecek

(20)

Leyla ve Roxy’nin başlangıçta birbirine zıt olan, ancak, zamanla uzlaşan, uyuşan bakış açılarını mekân açısından da işlevsel kullanır. Mekâna yönelik özel ilgide, romanın diğer kadın kişileri olan Cemile ve Necla da önemlidir. Yazar, bu kişilerin mekânı farklı algılayışlarını bütün olarak İstanbul şehri üzerinden verdiği gibi, daha özel ve sınırlı mekânlara da yansıtır. Leyla’nın evi, bu mekânlar arasında öne çıkandır. Adı geçen kişilerin İstanbul şehri ve bu evle ilgili farklı anlamlandırmaları, mekânın duygusal değeri ve yeniden üretilmesi kavramları ekseninde değerlendirilmelidir.

Yazarın, farklı bakış açılarını yansıtma çabası ve kendi düşünce yapısını ortaya koyan, üstüne söz söylemek istediği pek çok konuya değinmiş olması farklı açılardan değerlendirilebilir. Romanı zenginleştirdiğini düşünebileceğimiz bu durum, diğer ta-raftan kişilere ve olgulara derinlemesine bakışı güçleştirmiştir. Özellikle Cemile adlı roman kişisi etrafında gecekondu mahalleleri, böylesi derinlikten uzak bir bakışla ele alınmıştır. Bunun yanı sıra, Ankara’daki milletvekillerinden ve onlardan yola çıkılarak girişilen jakobenizm tartışmasının da romanda eğreti duran unsurlar arasında olduğu söylenebilir.

KAYNAKLAR

Akaş, Cem, “Zaman Sularında Argos”, Cogito, S. 18, Bahar 1999.

Akbal Süalp, Z. Tül, Zaman Mekân (Kuram ve Sinema), İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 2004. Akyüz Sizgen Berna, Mithat Cemal Kuntay ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun

Roman-larında İstanbul, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2009.

Armağan, Mustafa, “İçimizdeki Ev”, Türk Edebiyatı, S. 388, Şubat 2006. Aslanoğlu, Rana A, Kent, Kimlik ve Küreselleşme, Bursa: Ezgi Kitabevi, 1998. Ayvaz, Emre, “... Çünkü Eşyaya Siner”, Türk Edebiyatı, S. 388, Şubat 2006. Bachelard, Gaston, Mekânın Poetikası, İstanbul: İthaki Yayınları, 2013. Cansever, Turgut, Osmanlı Şehri, İstanbul: Timaş Yayınları, 2010.

Dokgöz, Deniz, “Palimpsestanbul”, 1. Uluslararası Kent Araştırmaları Kongresi Bildiriler Kitabı, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2015.

Dursun, A. Haluk, “Yaşayan Boğaziçi”, İstanbul Armağanı 2: Boğaziçi Medeniyeti, İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, 1996.

Elçi, Handan İnci, Roman ve Mekân-Türk Romanında Ev, İstanbul: Arma Yayınları, 2003. Göka, Şenol, İnsan ve Mekân, İstanbul: Pınar Yayınları, 2001.

Gökberk, Ülker, “Mekân Olarak Geçmiş: Walter Benjamin’in Das Passagen-Werk Çalışmasının İstanbul’un Eski Levanten Semtlerindeki Yankıları”, Bellek Mekân İmge, yayına hazırla-yanlar: Mahmut Karakuş, Meral Oraliş, İstanbul: Multilingual Yayınları, 2006.

(21)

Kahvecioğlu, Hüseyin, “Mekânın Üreticisi veya Tüketicisi Olarak Zaman”, Zaman-Mekân, yayına hazırlayanlar: Ayşe Şentürer, Şafak Ural, Özlem Berber, Funda Uz Sönmez, İstanbul: Yem Yayınları, 2008.

Karakuş, Mahmut-Oraliş, Meral, Bellek Mekân İmge, İstanbul: Multilingual Yayınları, 2006. Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Ankara, İstanbul: İletişim Yayınları, 2003.

Kıran, Ayşe-Zeynel, Yazınsal Okuma Süreçleri, Ankara: Seçkin Yayıncılık, 2003.

Korkmaz, Ramazan, “Romanda Mekânın Poetiği”, Edebiyat ve Dil Yazıları, Mustafa İsen’e Armağan, haz. Ayşenur Külahlıoğlu İslâm, Süer Eker, Ankara: Grafiker Yayınları, 2007. Kökden, Uğur, “Kentler Üreten Tarih-Tarih Üreten Kentler”, Cogito, S. 8, Yaz 1996. Narlı, Mehmet, Şiir ve Mekân, Ankara: Akçağ Yayınları, 2014.

Ortaylı, İlber, Üç Kıtada Osmanlılar, İstanbul: Timaş Yayınları, 2007.

Osmanlı Mahalleleri Atlası, Atlas Keşif Kitaplığı Özel Koleksiyon, İstanbul: Doğan Burda Dergi Yayıncılık, 2011.

Sezal, İhsan, “Dönülmek İstenen Yer”, Türk Edebiyatı, S. 388, Şubat 2006.

Shaukland, Graeme, “Tarihi Değeri Olan Kentlere Neden El Atmalıyız”, Cogito, S. 8, Yaz 1996. Soykan, Ömer Naci, “Ev Üstüne Felsefece Bir Deneme”, Cogito, S. 18, Bahar 1999. Tanpınar, Ahmet Hamdi, Beş Şehir, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2006.

Teber, Serol, “Homo Sapiens’in Kendine Mekan Arayışı Serüveni”, Cogito, S. 18, Bahar 1999. Tekin, Mehmet, Roman Sanatı 1, İstanbul: Ötüken Yayınları, 2001.

Tepebaşılı, Fatih, Roman İncelemesine Giriş, Konya: Çizgi Kitabevi Yayınları, 2012. Urry, John, Mekânları Tüketmek, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2015.

Yörükân, Turhan, Yunan Mitolojisinde Aşk, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2000. wikipedia.org, İstanbul Boğazı maddesi, erişim tarihi 11.04.2017.

(22)

Referanslar

Benzer Belgeler

Abel Turnier ve Tülay Erduran'ın kayınvalidesi, Merhum Salahaddin Atakul ve Nermin Türkkan'ın teyzesi, Berrin Ekmekçi ve Ali Erdengiz'in halası, Murat-Pınar

Protokolü, daha sonra hemen bütün bürokratların inkar ettikleri anlaşılan tutanaklara göre, döne­ min Başbakanı Turgut Özal hayali ihra­ catla ilgili

Çok eğlenceli bir şehir de­ ğildi; tam am çok temiz, güzel bir yerdi ama, insanlar soğuk, arkadaş­ lık yapm ak çok zor.... Dolayısıyla orkestradaki çocuklar

Bulgular ebeveyn katılımlı bakım uygulaması ile hem bebek hem ebeveyn üzerindeki olumlu etkiler arasında doğrudan bir sebep sonuç ilişkisi olduğunu kanıtlamasa da

Henüz kuramsal bir çalışma olan araştırmaya göre az miktarda su bir saniyenin trilyonda birinin -pikosaniye- yarısı kadar sürede 600 o C’ye kadar ısıtılabiliyor.

Evet, besindir çünkü… (mümkün olduğunca açıklayınız) / Hayır bir besin değildir çünkü… (mümkün olduğunca açıklayınız)” sorusuna verilen cevaplara göre

Derin acılarla akan göz yaşları arasında halkevi müze şu­ besi Başkanı Vehbi Okay Atatürk’ün doğduğu günden başlıyarak bütün ha­ yatını ve hizmetlerini

Başbakan Turgut Özal’ın küçük kardeşi ve DPT Müsteşarı Yusuf Bozkurt Özal, sıcakların da etkisiyle dün Başbakan Özal’ın tabiriyle “ motoru­ nu