• Sonuç bulunamadı

Dil davasında kati karara doğru:Istılahlar bahsinde temel hatalar

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Dil davasında kati karara doğru:Istılahlar bahsinde temel hatalar"

Copied!
1
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

c u m h u r i y e t

| Pil davasında kat’î karara doğru j

Istılahlar bahsinde

temel hatalar

^ Y a z a n :

\

İsmail Habib

f

O kadar zorla­ malara rağmen can­ lı dile bir şey ya- pılamıyacağı anla­ şılınca ıstılahlara

başvuruldu. Ne ko­ nuşmamıza karışa-

büöiler, ne yazmamıza. Dil ki anonim­ dir, umumun malıdır, gördüler ki o ferman dinlemiyor; halbuki ıstılahlar ferdiydi, öyleyse,., işte bütün dava bu- rsdşn çıkıyor, Ortada dil davası diye bir şey yok. Kudretler kudreti olan di­ lin kendi bildiği gibi akıp gidiyor. Bü­ tün dava ıstılahlarda ve o yoldan mek­ tebin ele alınışındadır.

Anonim ıstılahlar:

Bir kere ıstılahların ferdi olması mutlak değildir. Eskilen bırakalım. Son yıllarda bile halk tabakası tarafından yaratılmış ıstılahlara şahid olup duru­ yoruz. Otomobilden büyük ve otobüsten küçük olana halk «kaptıkaçtı» dedi, şıp diye tutuldu. Otomobilin kendi de üç türlü: Ne «hususi» ye, ne «taksi» ye uy- mıyan üçüncü tip kendi adını kendili­ ğinden haykırdı: «Dolmuş», Gündüz yokken gece peydahlanıveren ev yav­ rularına «gecekondu» deniverdi. Ordu­ ya gelen Mehmedcik «projektör» keli­ mesine dilini uyduramayınca ona «ışıl­ dak» diyip işin içinden çıktı. Bu sefer­ ki Cihan Harbinde «sığmak» gibi en güzel bir ıstılahı bulan da halktır. Bu ! halk patentli ıstılahların hepimize ver­

diği bir ibret dersi var. Belli ki sevilen tutuluyor ve gene belli ki tabiî olan se­ viliyor.

İki ayrı mahiyet:

Sonra ıstılahları tek cepheli ve tek hüviyetli sanmak büyük bir hata idi, Istılah denilen o melhumlar âleminin birbirinden çok ayrı iki mahiyeti var. Bunlar o kadar ayrı ki onlarda varıla­ cak hedeflerle tatbiklenecek prensipler başka başkadır. Bu iki nevi ıstılahtan birinci kısma dahil elanlar ilimlerin hususî sahalarında doğarak yaşarlar, ikinci kısma a olanım ise

,.a-dar inip canlı dil içinde umumun malı oluyorlar. Sadece ilmi mahiyetteki ıstı­ lahlarda en esaslı hedef onların delâlet ettikleri mefhumları en başarılı şekil­ de ifade edebilmeleridir. Bu cins ıstı­ lahları yaratmak için iik kaynak olarak da ana dile başvurulur. Eğer bu uygun düşerse ne âlâ; buna imkân olmazsa, bütün medeni dillerde olduğu gibi, baş­ ka kaynaklardan faydalanmanın yoluna bakılır. Hayata mal olan ıstılahlardaki hedef ise onların canlılıklarını muhafa­ za etmesidir. Zaten hayata mal olan ya­ şamak hakkını kendiliğinden kazandığı için biz istemesek de o gene yaşar.

inci yerine boncuk:

İlmî jtıîahL .da t i » İ3r kelimerün bir sahifelik söz söylediği oluyor. Me­ selâ hukukta «nu propriété» denen bir bahis var. Bu, bir mülkün tasarrufuna eahib olup da iradına malik olamamak demektir. Yani mülk kendinin amma menfaati kendinin değil. Bizim eski hu­ kukta buna «rekabe» denilir. Böyle bir kelimenin türkçeleştirilmeslnde mana olamaz. Çünkü onun halk dllile alâkası yok. Öyleyken frenkçeden yapılan ter­ cümeyle biz ona «çıplak mülkiyet» de­ dik. Bu, bir kere türkçeleştirmek değil­ di, mademki «mülkiyet» kelimesi arab- ca kıyafetile, başında agel, sırlında maşlah, olduğu gibi duruyor. Sonra bu, manayı aydınlatmak da değildi, madem ki hukuki İzahat verilmeyince ondan gene birşey anlaşılamaz. Halbuki «re­ kabe»; mazinin derinliğinden süzülüp gelen bu ıstılahta, tonlarla kömürün a- sırlık istifalarla bir katre elmas haline gelmesi gibi pırlatalaşan bir .tekasüf var. Bunun yerine öteki; hayır, bu, inci verip boncuk almağa benzer.

ğın tesirile dile dolup iki evli köye ka­ dar yayılanlar: mescid, cami, türbe, minare, sebil, tarikat, şeriat, dua, na­ maz, imsak, hutbe, sünnet,,. Hukuktan ve diğer ilimlerden: Vakfiye, ilâm, ica­ zet, fetva, hesab, hendese, tarih, coğraf­ ya, edebiyat, şiir, nesir... Bütün bu ke­ limeler mazinin kültüründen bir aile kafilesi halinde akıp geliyor. Onların hepsi müslümandılar. Kurumcular bun­ lara da el atmağa kalkarak «hesab» ı «aritmetik», «hendese» yi «jeometr» yap mak suretile onları «garblılaştırmak» İstediler Halbuki yapılan iş onları «tanassur» ettirmekti Ne garblılaştır- ma, ne türkçeleştirme emellle o cins kelimelere dokunamayız. Kubbelerimi­ zin üstünde nasıl, asırların elile örül­ müş, zaman denilen ayrı birer kubbe varsa o kelimeler de kendi bünyelerin­ de asırları taşıyorlar. Minarenin ‘¡irk- çesi olamaz, çünkü Türk bin yılın öte­ sinde ezan okumuyordu.

Garbdan ıstılah akını:

Akdeniz kıyılarına geldiğimizdenbeı i dokuz asırdır Garb milletlerde temas neticesi bir çok isimleri o isimlerin ge­ tirdiği cisimlerle beraber kabulleniyor­ duk. Yalnız «b» ile başhyanlar: Baraka, balye. banyo, baston, bomba, bilânço... Denizcilik ıstılahları! Kadırga, kalyon, gambot, borda, alabanda, alarga... Hele icadlara aid ıstılahlar: Telgraf, telefon, tiyatro, sinema, radyo... Derken bu ikinci Dünya Harbinden sonra, manine mamulatı gibi seri haline giren, İcadla- ıın türkçemlze de akın halinde dolma­ ğa başlaması: Radar atom, dedete, pe­ nisilin, sulfBitıldlcr... Bilmem neler? Te­ lâşa düşmek türkçenin büyük kudre­ tinden şüphelenmek demektir. «Anten« yerine «duyurga», «vantöz» yerine »çe­ ken», «vitamin» yerine «dirlmöz* ., Ha­ yır, vaklile «kalyon» un kendi yelken açıp gelirken nasıl ismini de beraber getirdiyse her yeni keşif de ismile ge­ lir. Onlara zorla türkçe karşılık ara­ mak, anten, vantöz, vitaminde olduğu gibi bizi türkçeye götürmez, sadece ma­ lûmdan kaldırıp meçhule götürür.

ilk adımda iki aksayışı

Istılah işine girerken atılacak ilk adım tabiî herşeyde» önce «ıstılah» ın öz türkçesini bulmaktı. Buna «terim» den­ di. Rahmefli İbrahim Necmi Dilmen «Ulus» un 9 nisan 1943 tarihli nüshasın­ da bu kelimenin türkçe olduğunu izah ederken onun muhtelif Türk leheele- riv dekt -teı-ınek» fiilinden geldiğini an ­ latmıştı. Bizim türkçemizde o fiil «der­ mek» tir. Öyleyse neye «derim» den­ medi? Çünkü biz «derim» i başka ma­ nada kullanıyormuşuz. Peki ama ister «termek». ister «dermek», derleyip top­ lama manasına öyle bir kelime ıstılah mefhumunu ifade edebilir mi? Edermiş. Çünkü ıstılah demek: «Bir bilim kavra­ mının bir çok ayrıntılarını kısaca top­ layan derlitoplu söz» demekmiş. Istılah bu demek değil elbet. Fakat ne çare, kelime ıstılaha uymayınca ıstılahı keli­ meye uydurmak lâzım geldi!

Tevillere lüzum yok, işin içyüzü «te­ rim» in fransızca «terme» e benzeme­ sidir, Sondaki «e» okunmadığı için frenklerin «term» dediğine bizim «te­ rim» dememiz; iki kelime İkiz kardeş­ ler gibi birbirine yakın, ıstılahlar işine girerken daha ilk adımda garblılaşmış görüneceğiz. Bu. garblılaşmak değil on­ lara imreniş, yani kendimizi küçük gö­ rüştür. Kelimede hem ıstılahı

karşılıva-mayış, yani güdük­ lük; hèni bir ecnebi kelimeyi taklid ediş, yani kalplık. Evet daha ilk adımda sun turlu iki aksayış var.

(laiklilik özenişi:

Zaten garblılığa özeniş Kurumea ade­ ta bir sistem haline konmuştur. Ahenk yerine «harmoni», menli yerine «nega­ tif», muvazi yerine «paralel», terazi ye­ rine «balans»... Hele frenkçe kelimele­ rin melezleştirilmesi; «application» dan «epükat», «exercice» ten «eksey», «nor­ mal» den «nomal»,,, «Kilo» ya uysun diye «blno», «kilogram» a benzesin di­ ye «binogram»...

Büyük Türk gramerinin yaratıcısı Jean Deııy o büyük Fransız âlimi «La Réforme actuelle de la langue Turque» isimli broşüründe «Lisaniyat tarihinde bunun emsali yoktur» diye bu hareke­ timizi acı acı lenkid eder. İngiliz müs­ teşriki Hony de türkçeye mal olmuş Arab ve Acem kelimelerini atarak on­ ların yerine «rötar», «rekolte» gibi garblı kelimeler alınmasına karşı şu teşbihi kullanıyor: «Bunlar ocaktaki ta­ vanın içinden kurtulmak isterken ate­ şin içine düşmekten başka bir şey de­ ğil.»

Sistemin bozukluğu:

Kuyumcuların «yeni terim yaratma» sistemi şu esasa dayanır: «Türk köküne Türk eki yamamak.» Bunu Kurumun merhum Genel Sekreteri Ulus’taki o makalesinde böylece ilân etti. Hem kök türkçe, hem ek türkçe. Buna akan su­ lar dururdu, eğer bu iş ölü eklerle ya- pılmasaydı. Dil ilminin şaşmaz bir ka­ nunu da şudur: «Olü kökler gibi ölü ekler de dirilemez.» Jean Deny demin ismi geçen broşürünün 19 uncu sahifesin de ölü eklerden bahsedip 24 üncü sahi- fesinde bizim «al», «sal» eklentili sun’i kelimelerimizden örnekler verir. Sekiz yı) evvelki seride de yazdıydım. Türk­ çemizde «uysal», «yoksul» gibi bir iki sıfatla «kumsal», «çatal» gibi bir İki isimde kalmış ölü eki kurumcular «sal», •sel» şeklinde geniş bir ıstılah mekaniz­ ması gibi kullanmağa kalktılar. Dilin bir iki kelimesindeki ölü ekten bütün bir ıstılah sistemi çıkarmak, bu, bir musluk suyundan nehir yaratmak gibi birşeydi!

«g» eki de böyle. Bu ek bizim tek he­ celi mahdud bir kaç kelimede görülür: ağ, bağ, dağ, yağ, çağ, sağ... Müteaddid heceli kelimelerde bunlar ya düşerler: Yayla, kışla, tuzla gibi; ya «k» şekline girerler, yaylak, kışlak gibi. Kurumcu­ lar dilin bu iki esaslı ameliyesini de dinlemiyerek «ğ» lerl müteaddid heceli kelimelere de tatbik ile ıstılah yaratı­ yorlar: duyuğ, görü g, işitlg, korkuş, ka tığ... Bunlara kelime değil Mongol tok­ mağı denir.

Hele frenkçenin «que» nisbetine im­ renilerek bizde de «k» ile ıstılah ııis- betleri yapılması: Cebrî yerine -ceb- rik», kutbî yerine «kutbik». Ve hele bu­ nun frenk kelimelerine de tatbik edili­ şi: Adedi yerine «nümerik!!» Halbuki fransızcanın kendi «que» sini olduğu gibi kullanınca hiç yadırgamıyoruz: pratik, sempatik, kübik, dinamik... işte dil ile dilcilerin arasındaki uçurum far­ kı: Dilin kendi bile, yapmacığı değil; dobra dobra olmayı istiyor.

İsmail Habib SEVÜK Fransız piyano virtüözü

Madleinc de Valaleta

Geçen sene şehrimizde bir konser vererek müzik severlerce pek çok takdir edilen Fran­ sız piyano virtüözü Madleine de Valalete, mart ayının başında şehrimize gelecek ve Melek sinemasında yalnız bir konser vere­ cektir.

İki misal daha:

Psikoloji yeni ilimlerdendir. Garbdan onu alırken ilkönce «Ilm-i ahvâl-i ruh» dedik. Bu, isim değil tarif gibi birşey­ di, sökmedi. Naim Efendi ona «Ilm-ün- nefs» dedi, o hiç beğenilmedi. En kısa­ sı «ruhiyat» demekti, öyle dendi, tuta­ cağa benziyordu, gene tutmadı. Şimdi «psikoloji» diyoruz. Lâzım olan böyle demekti. Onun mazide kendi yoktu ki ismi olsun. «Piyano» nasıl kendi ismini kendi gövdesile beraber getirdiyse psi­ kolojinin müsemması da ismile beraber gelecekti. Kırk yıl göğüs germemize rağmen neticede olması lâzım gelen ol­ du.

Psikolojide hafıza kanunlarından bi­ rine «assoeiation des İdees» denir. Buna aynen «Iştirâk-i efkâr» dedik, olmadı; «Teselsül-ü efkâr» dedik, gene olmadı. Bir defa bunun fransızcası delâlet ettiği mefhumu tam ifade edemiyordu. O ha­ fıza kanunu fikirlerin ne iştiraki, ne teselsülüdür. O, bir fikrin çliğer bir fik­ ri davet etmesiydi, işte rahmetli Naim Efendi ince bir buluşla davet kökünden «tedâi-i efkâr» deyince mesele fransız- casından daha doğru olarak halledilmiş oldu. Yalnız bu buluşta onun terkibli olması gibi bir ağırlılık ve o terkibde «ayın» yüzünden ileri gelen bir garga­ rd ık vardı. Hayat böyle şeye katlanır mı? «efkâr» kelimesi kendiliğinden atı- lıverince ortada terkib de kalmadı. Siz «tedai» deki hayatiılığa bakınız ki iki ke limelik o manayı tekbaşına ifade edip durduktan başka okur yazarların ko­ nuşma diline kadar girdi. Lâf arasında «bir tedai ile hatırladım» diyorduk, işte kırk yılın emeğile kazanılan bu eşsiz ıstılahın yerine Dil Kurumu şu karşılığı koydu: «Çağırışım!» islediğin kadar ça­ ğır, o çağırılışla hiç bir fikir diğer fikri yanma getiremez. Mananın mefhumu ifade etmediği bir tarafa. Zevk bakı­ mından da o ne sallapati gövdeli şey o. «Çağırışım» ,yani «ibrişim» in halatlaş- ması.

Canlı dildekiler:

Yalnız ilim sahasında kalmayıp asır­ lar boyu canlı dile kadar inerek hayata karışan ıstılahlar büyük kütlenin malı oldular. Halk onların terkibli olanlarını bal hamur edip kendi fonetiğine uy­ durarak meselâ tarihî ıstılahlardan

«Sadr-i a’zaro» ı «sadrazam», «Şeyhül­ islâm» ı «şeyhislâm», «Kaâdi-asker» i «kazasker» yaptığı halde tek kelimeli- leri olduğu gibi bıraktı: Padişah, müf-

liVıt

TclSmh-T A K S İ

M

SİNEMASINDA \

BUGÜN MATİNELERDEN

İTİBAREN

Mevsimin en güzel ve en zengin musikili filmi

Baş rolde: «Aşkın göz yaşları» filminin unutulmaz yıldızı NECAT ALİ Diğer oynıyanlar: Meşhur rakkase HACER HAMDI ve EMİRE EMİR

I""1—»" Güfteler: ■«—

i ...

Besteler;

— «»«ra

1 VECDİ

BİNGÖL

|

[K A D R İ ŞENÇALAR j

Yanlış anlaşma yüzünden birbirinden nefret eden iki hemşire.. Fenalık yaptığı insanlara sığınmaya mecbur kalan bir bedbaht... Küçük hemşi­ resi için kendini feda eden abla... Temiz bir aşkın daima iyi neticelendi­ ğini gösteren ibretâmiz bir eser.. Fena tesadüflere rağmen birleşen iki kalb.

Dinleyiciyi hayal âlemlerine götüren nağmeler. 8 Şarkı... Çeşidli rakslar.., Zengin Musiki... Büyük saz heyeti,, bale ve koro

Referanslar

Benzer Belgeler

Din aşkı ve san'at aşkı gibi iki yüce his ile dolu olan ve san'atı için yaşayarak, dini için ölmek isteyen bir adam iki aşkın daima çelişme halinde bulunduğunu

Her ne de olsa böylo zannolunur ki bugüne kadar hiç bir yerde Sent İrende fresk olduğu ne yazılıdır, ne de fresk sıvasına kömür konduğu bilinmektedir. Çalışmalar

Burada dört tane yatak odası, bir banyo, ayrıca hizmetçiler için servis merdiveni vardır.. Binanın etrafı kâmilen

Düz kirişlerin alt kalıplarının istinat ettiği direkler kamalar yardımile tanzim edilir ve ki- rişin kalıbına evvelâ makûs istikamette metre- de (2 veya 3 mm.) lik bir

nında eğleştiğiniz zaman, ölüm ün o kadar uzun süre kendini sizden uzak tutacağı bir başka büyük ozan bilmiyorum.

Ali Seydinin kamusu bile yazar ki bizim «güzel ve lâtif» manasma kul­ landığımız «ra’na» mn aslı arabcada «ahmak» demekmiş ve bizim gene küfür isnad

Mobil İmza özellikli sim kartınızı kullanarak ıslak imzanız ile kanunen eşdeğer kabul edilen Elektronik İmza atabilir ve e-Devlet Kapısı’na giriş yapabilirsiniz. Mobil

Tek başlarına anlamları olmayan, başka kelimelerle öbekleşerek değişik ve yeni anlam ilgileri kuran, birlikte kulla- nıldıkları kelimelere cümlede anlam ve görev