Y
A SA R Nabl Navır. ölümünden çok yıllar önce bizle- ri ölüm acısına yakın üzmüş, ama geçirdiği ameli yattan sonra tamamen İyileşerek dolu dolu verimli yıllan âdeta cabadan yaşamıştı. Ondaki çalışma, yararlı olma duygusu o kadar güçlü, dünyadan İşini bitirmeden gitmeme İradesi o derece köklü idi kl tıpkı Marcel Proust’ta olduğu gibi hastalık, daha doğrusu hastalıklar ona âdeta mehil tanımışlardı. Ben onu 1925 yılında, yani meslek- daşlarımın hepsinden çok önce tanıdım. Galatasaray’da ilkokul üçüncü sınıf öğrencisiydim. Musiki hocamız, o tarihte sadece flüt çalan bir musiki muallim mektebi mezunu olan, sıcak ve tatlı bariton sesi ve operadaki büyük yeteneği henüz keşfedilmemiş bir hoca idi: Nurullah Taşkıran. O gün bize öğreteceği şarkının güftesini bizden beş sınıf büyük bir okuldaşımız olan Yaşar adında bir ağa beyimizin yazdığını söyledi. Biz şarkıyı öğrendik, söyledik, beğendik. Yazarını merak ettik. Büyüklerin bahçesi olan Grand Cour’a gitmemiz yasak olduğu için, onu ancak tesa düfen bir gün yemek koridorunda gördük. Dal gibi incecik, tam eski şair tipine uygun, hassasiyeti yüzünden belli bir gençti. Bazı şiirlerinin şurda burda çıkmaya başladığı söy leniyordu. Okulun İki şairi daha vardı kl bunlardan biri Cahid Sıtkı öbürü Ziya Osman Saba idi. Daha sonra bunlara Munis Faik de katılacaktı. Ziya Osman ve Yaşar Nabi daha sonra başta Sabri Esat Siyavuşgil olmak üzere Yedi Meşa- leciler adlı bir yenilikçi bir şiir grubu oluşturdular. Ne hik metse Ziya Osman hariç, daha sonra çoğu başsa edebiyat alanlarında ün yaptılar. Onunla daha yakın tanışmam onun artık yerleşmiş bir yayıncı, benim İse çiçeği burnunda bir hikâyeci olduğum döneme rastlar. Yaşar Nabi sabırla, inatla kendi dergisine sunulan yazıları, şiirleri dikkatle okurdu. Sonra da pek değişmeyen yüz mimikleri ile beğen memişse ne sert ve ne de yumuşak gerçeğin öz sesi gibi nötr bir sesle değerlendirmesini kısa iki cümle ile söylerdi. Beğendiği zaman da kimseyi şımarttığına tanık olmadım. “Sırası gelince basacağım” cümlesini yeterli bir takdir sayıpyetinmeliydiniz. Hele siz kapıdan çıkarken de “Başka hikâ yelerinizi de getirin” dedi mi, artık sevinçten uçmanız gere kirdi. O küçük odanın kapısını dışardan kaparken kaç defa bu eşsiz sevinci duymuştum, iki üç yıl sonra hikâye kitaplarımı basmava başlamışı Varlık.
ilk kitabımın telif hakkı olarak 250 lira vermişti. Bu onun o sıra verdiği en yüksek telif ücreti sayılıyordu. Unutmaya lım kl, yıllar 1950’yi göstermekte idiler. Yaşar Nabl’nln yetenekli şair kişiliğini, tiyatro yazarlığını bırakıp kendini yayıncılığa adaması, bu uğurda bir plonler olarak türlü güçlüklerle boğuşması, evini satıp parasını dergiye yatırması şu edebiyat dünyamızda isim yapanların yüzde doksanına destek olması çok yazıldı. Çok da yazılacak. Ben de gerek sağlığında kendisine “Kültür Bakanlığı Büyük ödülü” verildiği zaman gerek başka vesilelerle bu diğergâm meziyetlerini tekrar tekrar vurguladım. Bu kısa anma yazısında onları yinelemek istemiyorum. Yaşar Nabi, Türk kültürüne, Türk okuruna Haşan Ali Yücel’den sonra en fazla yararlı olmuş İnsandır. Şunu da unutmayalım ki birinin arkasında devlet vardı, öbürü her zaman tek başına İdi.