Pazartesi Konuşmaları
■ >
CAHİD SITKI İÇİN
Yazan: Bedri Rahmi Eyiîboğlu
Dünkü gazeteye bakmadan birkaç dakika önce dilimde Cahidin bir şi’ri vardı:
Her mihnet kabulüm yeter ki
Gün eksilmesin penceremden
Mihnetlerin, derdlerin en belâlısına en affetmezine tutulmuştu. Felç ko- lunu kanadını kırmış, sevgili dostu muzu tanınmaz bir hale getirmişti.
Ankaıada yattığı hastanede bizi oda sına sokmadılar. Kapısının alt tara fındaki camdan onu beş on dakika seyrettik. Henüz kundağı çözülmüş bir bebek gibi kımıldıyordu. Gör. düğüm Cahid tanıdığımın dörtte biri kadar birşeydi. Zaten ufaktefek yapılı Cahidi derd tanmmıyacak kadar d e ğiştirmişti. Yalnız gözleri parlıyor du. Gün henüz penceresinden eksil- memişti. Eş dost bu derdin aman verir derdlerden olmadığını biliyor ama ilmin, yeni buluşların, yeni te- davi usullerinin dostumuzun imdadı na yetişeceğini umuyorduk.
* * *
Orhan Veliyi, Said Faikı, Cahidi hemen hemen aynı zamanlarda, aynı dost yüzler,, aynı dost çevrelerde ta nıdım.
Üçü de birbirlerini hem sever, hem sayarlardı.. Cahidle Saidi 1934 te Be- yoğlunda, şimdi yerinde bankalar açılan kahvelerden birisinde tanı, mistim. O zamanlar her ikisini sık sık beraber görürdüm. Bir çok me seleler üzerinde konuşmadan anla şan, bir bakışta aynı adam hakkında aynı karara varan ikiz davranışları vardı.
Paristen yeni dönmüştüm. Onlara çiçeği burnunda Mon Parnas hikâye leri anlatıyordum. Yaşta benden bü yük oldukları halde tatlı tatlı dinli yorlardı.
Daha sonraları her ikisine de sık sık Babıâlide rastlardım. Aynı kün yelerde, aynı köftecilerde, o eyyam her ikisi de içkiye pek düşkün de7 ğillerdi. Ama bütün sokakların ba. şında sanat adamlarının yolunu gö zetleyen alkol çoğumuz gibi onlara
da kancayı takacaktı.
On, on beş senedenberi Cahide An- karada rastlıyorduk. 943-44 senelerin, de idi. Ankaıada bir resim sergisi açmağa hazırlanıyorduk. Davetiyeler basılıp gönderilmiş, ertesi günü sergi açılacak ama resimler henüz çerçe velenmemiş. Ankaradaki ağabeyinim küçücük evi tepeleme resim çerçevesi dolmuş. Kırk elli tane kocaman han tal çerçeve on iki saat içinde boyana, cak, camları, kartonları, halkaları, sicimleri takılarak ertesi gün açıla cak sergi salonuna asılacak. O ey yam Ankarada ağabeyimin küçücük evinde ne büyük dostluklar bağlan mış, ne güzel, ne tadına doyulmaz sanat sohbetleri uzayıp gitmişti. Orhan Veli ile Cahid hemen hemen hcrgün burada idiler. Gündüz uğra mazlarsa akşamları, gecenin herhangi bir saatinde çat kapı gelirlerdi.
Ama biz camlarımız, çerçeveleri miz, kartonlarımızla minicik evi öy lesine kaplamıştık ki. resimden ede biyata pek yer kalmamıştı.
Mutfakta, Eren tutkal kaynatıyor, boya hazırlıyor, ben de kocaman fır. çalarla habire çerçeve boyuyordum. işimiz öyle öldüresiye yorucu bir iş değildi. Fakat hem yerimiz dardı, hem vaktimiz. Bu yüzden olacak ağ zımızı bıçak açmıyordu.
Vakit gece yarısını geçmişti. Üs tümüz başımız, yüzümüz gözümüz boya içinde çalışırken kapının eşi ğinde yüzünün yarısı aydınlıkta bi risinin bizi dikkatle seyre daldığım gördüm. Birden tanımadım. O da be
nim kendisini farkettiğimi görmedi. Dikkatle bakınca Cahid Sıtkıyı gör düm. Gözlerinden yaşlar boşanıyor, du. Bu yaşları silmiyor, gözleri tut kal çanağına yapışmış kalmış.
— Hoş geldin reis! Hadi sana da bir fırça verelim giriş. Bu gördüğün hengâme yarın sabaha kadar hazır olacak da sergiye yetişecek.
Bu tatlı gözyaşlarını ona bizim ha- limizin döktüreceği aklıma gelme
mişti. Kimbilir nereye ne için efkâr- lanmıştı. Cahid, hiç telâş etmeden kıravatmın düğümünü düzeltircesine gözyaşlarını elinin tersile sildi:
— Ben fırça sürmeyi beceremem ki! dedi. Yahu yarım saattir, kapının şurasında sizleri seyrediyorum. Öy le dalmışsınız ki geldiğimi duymadı, nız bile. Bu ne belâlı iş böyle? Çer
çevelerinizi hep siz kendi elinizle mi hazırlarsınız?
— Reis bunları boyamak çocuk oyuncağı. En belâlısı ne biliyor mu sun? Bunların camlarını takmak. Bir belâlı ağaca rastlarsın çat!. Gitti bir cam. Sonra bunları sergiye taşımak, klâsik şoför kavgaları. Bir de bakar sın on resimden ikisinin camı sîzlere ömür.
Bizimki yeniden tatlı tatlı ağlamağa başlamaz mı? Nerdeyse ben de işi gücü bırakıp onunla ağlayacaktım. Kendi halimize değil de onun başka larının derdi ile derdlenen. başkala rının tasası ile tasalanan içli, candan haline.
Bir başka geceyarısı. Ne geceyarısı sabahın dördüne beşine doğru onu evine kadar götürdüm. Güçbelâ adım atabiliyor, ikide bir duruyor. Kırık dökük mısralar mırıldanıyordu. Bir ara:
— Dur dedi. Şimdi hatırladım, ha ni şu senin kırk odalı konaktaki kü çük kız:
Bir bayram sabahı
En güzel urbalarını giydirdiler Saçlarını badem yağıyla sımsıkı ta
radılar Onu çok güzel bir yere götüreceklerdi
Unuttular
— O küçük kız yok mu o küçük kız. Ben onu öyle tanıyor, öyle sevi yor, ona öyle acıyordum ki.
Cahid Sıtkınm benim şi’rimden bir parçayı ezbere okuması beni nasıl sevind irmezdi.
— Sağ ol. reis! dedim.
— Ama dur. Ben sana bir şey söy- liyeceğim. İster darıl bana, ister gü cen. Ama bunu söylemezsem içim rahat etmez ki. Bu şiir güzel. Bunu ne kadar seviyorum bilmezsin. Ne zaman okusam gözlerim dolar. Ama ne olursun sen resmi bırakma. Şiir yüzünden asıl mesleğin olan resmi ihmal etme. Sen herşeyden önce res samsın bunu unutma!... Kendi elinle kendi kendini ikiye bölme. Kendine acı.
Onu kucakladım öptüm. Dostun iyisi böyle konuşur işte. O gene tatlı tatlı ılık ılık ağlıyordu.
— Yapma!... diyordu. Yapma, ya zıktır.
* * *
Saidle arasıra çekiştiğimiz olurdu. Hatır gönül dinlemeden birbirimize kıı-asıya sözler söylediğimiz olurdu.
Cahid Sıtkmın kimseyle kavga et tiğini, paldır küldür bir söz ettiğini, kimseyi gücendiğini, kimseyi çe kiştirdiğini bir defa olsun görmedim. Duymadım. Onun bu kadar tatlı bir insan olması ne tarafa çekersen o ta rafa giden insanlardan olduğundan değildi. Her zaman iyiden, güzelden, her zaman kimsesizlerden, fakir fu karadan yana idi.
Bu sabah gazeteyi açmadan dili min ucunda onun şu şi’ri vardı:
Her mihnet kabulüm yeter ki Gün eksilmesin penceremden
Bu şi’ri, sessiz sadasız kanımıza karışan davula, zurnaya, borazana ihtiyacı olmıyan gerçek şi’re örnek vermeği düşünüyordum. Zaman za man hepimiz yalnız yüksek seste söylenebilen şiirlere özendik. Çeşidli sebebler, çoğu zaman öfke; çoğumu, zu yüksek sesle okunabilecek şiirler yazmağa zorladı. Bağıra bağıra ve belirli bir tempo ile okunduğu za man yaşıyan ama fısıltıya, mırıltıya
davanamıyan bir şiir vardır:
Ok atılır kalasından Hak saklasın belâsından Kriroğlunun narasından
Meydan gümbür gümbürlenir
işte yalnız bağıra bağıra söylendi ği zaman tadı çıkan şiir.
Cahid Sıtkı bu gümbürtüye hiç bir zaman özenmedi. O şi’rin kardeş sanatlardan hele hele müzikten hiç faydalanmadan var olabileceğine inanmış en usta şairlerimizden biri idi.
Güle güle sevgili Cahid Sıtkı. Se nin tatlı gözyaşlarını ömrümün so. nuna kadar unutmıyacağım. Dilim den eksik olmıyan şiirlerini bu gözvaşları her zaman sımsıcak tu tacak.
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi