İstanbul'un tarihi yarımadasında, Marmara kıyısı boyunca uza nan ve kenti çevreleyen surların etrafında dolaşırken kapılardan ka pı beğenip Samatya Kapı’dan giriyorum. Geçmişin kimliğine bürü nüyorum yine.
Megaralılann kumandanı Byzas, körlerin şehri karşısında kendi şehri Bizantion’u kurmak için bu kıyılara geldiğinde burada bir köy varmış. Byzas şehri kurmuş kurmasına ama bu köyün suriçine alın ması 4.yy’ın sonlarında olmuş. Kumluk bir kıyıya sahip bu köye da ha sonraları “kum” anlamına gelen Psamathos’tan türemiş Psamat- hion adı verilmiş. Bizans döneminde daha çok kilise ve manastırla rın bulunduğu yerleşimin az olduğu bir bölge imiş. 5.yy'da inşa edi len Studios Manastırı Samatya’nın bir din merkezi olarak gelişme sinde etkili olmuş. İstanbul’un fethinden sonra yüzyıllar boyunca Rum Ortodoks ve daha çok da Ermeni yoğunluklu bir semt olarak varlığını sürdürmüş. II. Mehmet zamanında Bursa Ermenilerinin di ni lideri Samatya’ya yerleştirilmiş ve Rum Ortadoks Patriğine tanı nan bütün haklar verilmiştir. 1640’lara kadar yaklaşık 2 yy boyunca Samatya’da kaldıktan sonra Kumkapı’ya taşınmış, lö .yy’da da Nah- cıvan ve Tebriz’den getirilen Ermeniler Yenikapı ve Kumkapı ile birlikte Samatya’ya yerleştirilmişler. Bu bölgenin Ermenilere veril mesiyle bölgedeki Ermeni nüfusu o kadar artmış ki bazı Rum Orto doks kiliseleri de Ermenilere tahsis edilmiş.
Samatya’daki Müslüman nüfus zamanla tekke ve mescitlerin çevresinde toplanmaya başlamış. Bu semtte tekke ve mescitlerin dı şında lö.yy'da yapılan Mimar Sinan yapılan da semtin Müslüman yapısmı kuvvetlendirmiş.
Samatya Kapısı’ndan geçtikten sonra ayağıma bulaşan kumlan temizlerken sağımda daracık bir sokakla karşılaşıyorum. Çocuk ses leri içeri çağınyor beni. Yeni uyanan Samatya'da sabah güneşinin aydınlattığı yanyana dizili, herbiri ayn bir güzellik taşıyan evlere ba ka baka ilerliyonım. Kiminin balkonunda çiçekli bir masa örtüsü, kiminin penceresinde dantel perde. Ama hepsinde salkım salkım çiçekler... Kapının arkasından çıkacak bir Ermeni kızını bekliyo rum. O da olmazsa bir Rum delikanlısı çıksın. Yoklar! Uzun pembe dantel elbiseleri içinde, yüzlerini dantel peçeleriyle örten, ellerinde yine şemsiyeleriyle Osmanlı kızları çıka gelse. Hiçbiri yok!. Birden gittikçe artan tren düdüğünün sesiyle kendime geliyorum. Çocuk lar vargüçleriyle bağırıyorlar. Onlarla konuştukça pencerelerden meraklı gözler beni izlemeye başlıyor. Boynumdaki fotoğraf
maki-YAZI VE FOTOĞRAFLAR: YELDA BALER’90
dan, merdivenler, yanan kebapçı dükkanı... Merdivenlerden ana caddeye çıkıp sola dönünce yol üzerinde büyük, küçük ki liselerle karşılaşıyorum. Samatya’da tam 17 tane kilise bulun maktaymış. İlginçtir, bunların yalnızca ikisine girebildim. Özel likle Rum kiliseleri kapalı. Haftanın bir günü belki açılıyorlar. Aya Yorgi Kilisesi’nin demir kapılarını açmaya çalışıyorum. Ka palı. Çan kulesini fotoğraflayıp denize doğru ilerliyorum. Studi- on Manastın'nın yüksek ama yıkık duvarlarının önündeyim. Bel li ki çok büyük bir binanın kalıntıları. Dışarıdan etrafını dolaş tıktan sonra içine girebileceğimi öğreniyorum mahalle sakinle rinden. Tahta kapıyı aralayıp içeri süzülüyorum. Manastırdan geriye kalan Ayios İoannis Kilisesi, İstanbul’daki en eski kilise olarak kabul ediliyor. 15.yy’da camiye çevrilen kilise 1894 dep remi ile yıkılmış. Girişteki avlunun bir kenarında bir yatır meza rı bulunmakta. Burayı geçtikten sonra gerçekten büyük bir nar- tekse geliyorum. Yerde mozaikler, solda yıkılmadan kalabilmiş sütunlar var. Sütunlar iskeleye alınmış. Restorasyon çalışmaları yapılıyor. Bu görüntüsü bile bütününün ihtişamını yansıtıyor. Çektikçe çekiyorum fotoğrafları. Birden “yasak kardeşim, çek mek yasak” diye bağıran bir sesle irkiliyorum. Nesi yasak anla mıyorum. Adamın bağıran sesini kulaklarıma asıp denklanşöre basa basa çıkıyorum dışarı. Kıvrılan sokaktan aşağı inerek kilise nin duvarlarının dibinde bir yere geliyorum. İçinde kocaman ağaçların bulunduğu bu yer zamanında 23 siitunlu koca bir sar nıçmış. Yakın zamana kadar boya atölyesi olarak kullanılan bu sarnıç, çıkan yangın sonucunda harabeye dönüşmüş. Buranın da ilerisinde şarap ve sirke şişeleme atölyesinin bodrumunda Studion manastırının ayazması bulunmaktaymış.
Tekrar caddeye çıkıp Anarad Hığutyun Ermeni Katolik kili sesinin bahçesine giriyorum. Burada da restorasyon çalışmalan var. Yokuşları tırmanıyorum sonra. Cumartesi günleri kurulan pazarın içerisinde buluyorum kendimi. Yolun sağında kalan ta rihi bir binanın açık olan demir kapısından girdiğimde şaşkınlık tan donakalıyorum. Karşımdaki manzara olağanüstü. Kocaman bir avlunun içerisindeyim. Etrafımda binalar, ileride gölgelikte oturan, 60 yaşlarında 20 kadar erkek, ağaçlar, güvercinler ve te peden kuşbakışı görebildiğim Marmara kıyılan. Şaşkın bakışlan- mı görenler hemen tanıtıma geçiyorlar, Surp Kevork Ermeni Ki lisesi, bir ayazma ve bir de Ermeni Lisesi’nin olduğu bir komp leksin içindeyim. Sulu Manastır adıyla da biliniyor. Önce bura nın bekçisiyle konuşup kiliseyi geziyorum. Sonra sohbete dalı-nesini gören “hello” gönderiyor “merhaba” alıyor. Sonra başlı
yor “beni de çeksene”ler.
Çarşı içine doğru ilerliyonım. Saç ızgaranın önünde hamur açan teyze öğlen telaşını karşılamaya hazırlanıyor. Karşısında kokoreç ve midyeciler. Onlar da tezgah temizliyor. Balıkçılar da boş balık tablalarını sililiyorlar. Kediler aç bekliyor. Meydana geliyorum. Meydan da boş. Şu meşhur filmlerin çekildiği mey
yorum beylerle. Neşelen neşe katıyor bana. Bu kilise önceleri Rumlara aitmiş ya, Sultan Deli İbrahim zamanında Ermenilere verilmiş. Erkekliğiyle çokça övünen Deli İbrahim, 2000 kişiye ulaştığı iddia edilen haremindeki kadınlar yetmeyince “ülkede ki en şişman kadını bana bulup getirin” diye buyurmuş. Sonun da bulunan en şişman kadın Sultan’a götürülmüş. Şekerpare adı nı taktığı o çok şişman Ermeni kadını Sultan’ı öylesine mutlu edermiş ki her istediği yapılırmış. Bu kilise yerinin de Rumlar- dan alınarak Ermenilere verilmesi Şekerpare’nin bir isteği imiş.
Bu kiliseden de ayrıldıktan sonra ana cadde üzerinde köşe de Ayios Manias Rum Kilisesi’ne geliyorum. Bu kilisenin ilginç olan yanı bir Bizans kilisesinin üzerine yapılmasıdır. Şimdilerde çelik kapı imalathanesi olarak kullanılan bu yer belli ki zamanuı- da çok daha derin ve büyük bir yermiş.
Analipsis ve Aya Nikola Kiliselerinin önünden geçiyorum. Ne yazık ki buralara da giremiyorum. Samatya’daki en önemli yapılardan biri olan Ağa Hamamı’nın çatısı gözüme ilişiyor. Bü
yüklü küçüklü bir sürü kubbesi olan bu bina Mimar Sinan’ın bu rada yaptığı eserlerden biri. Gerçekten üzülerek görüyorum ki bu tarihi eser de özel kişilere ait ve imalathane olarak kullanılı yor. Can sıkıntısıyla arkamda bıraktığım Ağa Hamamı’ndan uzaklaşıyorum. Çarşı içine dönerken meydana inen merdiven den önce Ayios Manias Kilisesi’nin önünde bir merdivenden iniyorum. Üzeri sarmaşıkla kaplı daracık yolun başında, önünde önlüğü, elinde tepsisi bir bey gülümseyerek bakıyor. Oturup bir yorgunluk kahvesi içiyorum. Samatyahlann Yorgo Hocası önlüğünü çıkarıp yanıma geliyor. Sabah gördüğüm meydandan ve oradaki boş tezgahlardan söz ediyorum ona. “Sen bir de bu saatte gör oraları” diyor. Birden uyanıyor ve unuttuğum zamam hatırlıyorum. Gün akşama dayanmış meğer. Tüm yorgunluğu mu Y orgo’nun eski sandalyelerine bırakıp iniyorum renk cüm büşüne dönüşmüş meydana. Sabahtan eser yok. Herkeste bir te laş. Balıkçının tablaları dolmuş, kediler damlarında karınları tok. Cazırdayan yağ ve kızaran midyelerin kokusu yükseliyor
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi