• Sonuç bulunamadı

D. H. Lawrence ve Oğuz Atay romanlarında kendilik sorunsalı ve arada kalmışlık

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "D. H. Lawrence ve Oğuz Atay romanlarında kendilik sorunsalı ve arada kalmışlık"

Copied!
85
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

D. H. LAWRENCE VE OĞUZ ATAY ROMANLARINDA

KENDİLİK SORUNSALI VE ARADA KALMIŞLIK

Pamukkale Üniversitesi

Sosyal Bilimler Enstitüsü

Yüksek Lisans Tezi

Dil Bilimleri ve Kültür Araştırmaları Anabilim Dalı

Dil Bilimleri ve Kültür Araştırmaları Programı

Bahar ŞAHİN

Danışman: Prof. Dr. Mehmet Ali ÇELİKEL

Temmuz 2019 DENİZLİ

(2)
(3)
(4)

ÖN SÖZ

Bu çalışmanın her aşamasında; engin birikimi, tecrübesi, bilgisi, her an yönlendirmeye açık tavrı ve duyarlılığıyla çalışmama ve bana yön veren, umutsuzluğa düştüğüm anlarda sonsuz içtenliği ve sabrı ile desteğini son ana dek sürdüren çok değerli hocam Mehmet Ali Çelikel’e minnetim sonsuzdur. O olmasaydı bu çalışma da olmayacaktı.

Sevgili eşim ve yol arkadaşım Abdullah Şahin’in yardımları ise bu çalışmanın

nihayete ermesini sağlayan bir diğer eşsiz katkıdır. Yaptığı fedakârlıklar, bana hep cesaret vermiş olan; bazen gözleriyle bile kurabildiği o güzel cümleler ve elimi uzatsam orada olduğunu bildiğim o güçlü elleri öyle yorgunlukların üstesinden geldi ki, sabrı ve sevgi dolu kalbi için kendisine sonsuza dek teşekkür etmeliyim.

Aileme her an yanımda olduklarını hissettirdikleri ve bana olan inançlarını hiç kaybetmedikleri için büyük teşekkür borçluyum. Çalışma bitmeye yakın her an duyma ihtiyacı içinde olduğum sıcacık sesleri bitmesini istemediğim şarkılar gibiydi. Annem Füsun Çiftaş, kardeşim Pınar Balaban ve babam Saruhan Balaban’ın zarif temennileri ve tavsiyeleri kalbime şifa oldu. Onlar ve canım eşim benim için, benim yüzümden uykusuz kalabilen en büyük kahramanlarım; var olsunlar.

Bu çalışmanın filizlerini verdiği ilk günlerden beri pek çok duyguyu ve düşünceyi paylaştığımız; son ana kadar sorduğum onca sorunun hiçbirini cevapsız bırakmayarak deneyimiyle bana yol gösteren can arkadaşım Martı Esin Şemin’e ve bilgeliğiyle bana çok şey katmış lakin üstesinden gelemediği sağlık sorunları nedeniyle bize çok erken veda etmiş olan dostum Harun Reşit Soya’ya ayrıca teşekkür borçluyum.

Çalışmaya karar verdiğim bu konuya dair farkında olarak ya da olmayarak bana ilham verdikleri için Deniz Şanlı’ya o güzel oda kütüphanesi ve Yıldız Gezgin Hasboyacı’ya da başlattığı Oğuz Atay kardeşliği için özellikle teşekkür etmeliyim.

Son olarak bu süre zarfında türlü şekillerde bana desteğini ulaştırmış arkadaşlarım; Serpil Zanat’a, Seval Zanat Temirlenk’e, Sertaç Temirlenk’e, Derya Olgun’a, Alper Hasboyacı’ya, Tuba Pektaş’a ve Cihan Saka Karlı’ya sonsuz teşekkürlerimi iletirim.

(5)

ÖZET

D. H. LAWRENCE VE OĞUZ ATAY ROMANLARINDA

KENDİLİK SORUNSALI VE ARADA KALMIŞLIK

Şahin, Bahar Yüksek Lisans Tezi

Dil Bilimleri ve Kültür Araştırmaları ABD Dil Bilimleri ve Kültür Araştırmaları Programı Tez Yöneticisi: Prof. Dr. Mehmet Ali ÇELİKEL

Haziran 2019, 85 Sayfa

Modernizmin Aydınlanma Çağı akabinde Batı toplumlarını etkilemeye başladığı çağlardan günümüze dek farklı zamanlarda oluşan tarihsel koşullar, bireyin toplum içindeki konumunu önemli ölçüde etkilemiştir. Bu tez, bu etkiyi “arada kalmışlık” tanımı üzerinden Sanayi ve Türkiye Cumhuriyeti Devrimlerinin toplumları dönüştürmesi ekseninde ele almaktadır. Topluma karşı konumlanan bireyin iç dünyası D. H. Lawrence’ın Oğullar ve Sevgililer ve Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanları üzerinden irdelenecektir.

Birey ve Toplum etkileşimi, Lawrence ve Atay romanlarında bir çatışma ağına dönüşmekte, bu tez kapsamında yapısalcı yaklaşımın post-yapısal öğelerce sorgulandığı bir alan yaratmaktadır. Bu alan bireyin içinde bulunduğu çağın gereklerine uyum çabası olarak yapısökümcü okumaya tabi tutulacak; bireyin kendilik arayışı incelenecektir. Göstergelerin sonsuz anlam devinimi içinde kaybolan insan Lawrence’ın ve Atay’ın metinlerinde kendini bulmaya çalışır. Bu arayış, karşılaştırılan eserler bağlamında onu mekanikleşmeye iten sosyo-kültürel yaptırımlara karşı insanın sürekli iç ve dış dünyası arasında kalarak var olma ve bir anlam bulma çabası olarak okunacaktır.

Anahtar Kelimeler: Kendilik, Arada Kalmışlık, Birey, Toplum, Çatışma, Yapısöküm, Ayıram, Lawrence, Atay, Derrida.

(6)

ABSTRACT

THE PROBLEMATIC OF THE SELF AND IN-BETWEENNESS IN

THE NOVELS OF D. H. LAWRENCE AND OĞUZ ATAY

Şahin, Bahar Master of Arts Thesis

Department of Linguistics and Cultural Research Linguistics and Cultural Research Program Supervisor: Prof. Dr. Mehmet Ali ÇELİKEL

June 2019, 85 Pages

Historical conditions which occurred at different times throughout the ages from the time when modernism started to affect Western Society after the Age of Enlightenment to the present day have significantly influenced the position of the individual in a society. This thesis handles this impact through the definition of “in-betweenness” within the perspective of Industrial and Turkish Republic Revolutions which have transformed the societies. Individual’s inner world situated against the society will be studied within the scope of Sons and Lovers by D. H. Lawrence and Tutunamayanlar by Oğuz Atay.

Individual-Society interaction turns into a web of conflicts and it creates an area where structrulist approach is questioned by post-structuralist elements. This area will be an issue for deconstructivist reading and thus, individual’s search for self will be examined. Man who is lost in the endless movement of signifiers is set in motion to new meanings and tries to find his own self inside the texts of Lawrence and Atay. Within the context of these novels, this search will be read as Man’s effort to exist and reach a meaning by being caught in-between his inner and outer world against the socio-cultural sanctions which push him to act mechanically.

Key Words: Self, In-Betweenness, Individual, Society, Conflict, Deconstruction, Différance, Lawrence, Atay, Derrida.

(7)

İÇİNDEKİLER

ÖN SÖZ………... i ÖZET……… ii ABSTRACT……… iii İÇİNDEKİLER……….... iv GİRİŞ………... 1

BİRİNCİ BÖLÜM

YAPISÖKÜM VE ARADA KALMIŞLIK

1.1. Yapısal - Post-Yapısal Ayrımında Dil: Saussure, Lévi-Strauss, Derrida ... 5

1.2. Kararverilemez Anlam ... 16

1.3. Post-Yapısala Geçiş: Derrida, Barthes ve Metin ... 20

1.4. Arada Kalmışlık ve Différance İlişkisi ... 26

İKİNCİ BÖLÜM

BİREY-TOPLUM AÇMAZINDA “OĞULLAR VE SEVGİLİLER”

2.1. Çelişkiler Odağı D. H. Lawrence... 30

2.2. Birey-Toplum Açmazında “Oğullar ve Sevgililer” ... 32

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

BİREY-TOPLUM AÇMAZINDA “TUTUNAMAYANLAR”

3.1. Olasılıkların Yazarı Oğuz Atay ... 48

(8)

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

ATAY VE LAWRENCE ESERLERİNİN KENDİLİK SORUNSALI

ve ARADAKALMIŞLIK ÜZERİNDEN KARŞILAŞTIRMASI

4.1. Atay ve Lawrence Eserlerinin Kendilik Sorunsalı ve Arada Kalmışlık Üzerinden

Karşılaştırması ... 63

SONUÇ... 71

KAYNAKLAR... 73

(9)

GİRİŞ

Çağdaş toplumlara özgü değişim sorunu, günümüzde post-modern durumda karşılığını bulur. Değişim başkalaşmaktır ve bu, toplumları olduğu kadar bireyleri de ilgilendiren devinimsel bir süreçtir (Sarup, 2004: 189-190). Bu sürecin günümüzde de karşılığını bulabilecek bir takım kavramlarla anılır olması kitleleri farkındalık yönünde etkilemesi bakımından önemlidir. Bu noktada “modernleşme” bu tezin tartıştığı konu bakımından tanımlanması gereken bir kavramdır:

Bu terim çoğunlukla sanayileşmede temellendirilmiş toplumsal gelişim aşamalarına gönderme yapmak amacıyla kullanılır. Modernleşme genişleyen kapitalist dünya pazarının sürüklediği bilimsel keşifler ile teknolojik yeniliklerin, sanayideki ilerlemelerin, nüfus hareketlerinin, kentleşmenin, ulus devletin ve kitlesel siyasal hareketlerin oluşumuyla birlikte ortaya çıkan sosyo-ekonomik değişimlerin çeşitliliğinin bir birliğidir (187).

Sanayi Devrimi ve yankılarının küresel anlamda toplumların dönüşümüne olan katkısının çağımız gerçekliğine dönüşmesi yazın dünyası gerçekçiliğinin algısını da yönlendirmiştir: “20. yüzyıl başı modernist romanı, edebiyatta alışılmış tüm ölçütleri ters yüz eden devrimci yapıda bir gelişmedir. Bu metinsel devrimde roman, bir anti-roman durumuna gelir. Romanın geleneksel ana teması yolculuk dıştan içe yönelir” (Ecevit, 2001: 42). Sanayileşme ile birlikte insan kas gücünün tarla-fabrika yönlü evrimi, burjuvazinin bir sınıfa ait olmak ile olmamak arasında gidip gelen değer algısı, tüm bu dinamikler dâhilinde ve haricinde duyulan bireyin çığlıkları kendilik tartışmasını D. H. Lawrence – Oğuz Atay eserlerinde yankılamaktadır.

İlk bölüm yapısökümcü okuma pratiklerini; metin, anlam, aradakalmışlık/kendilik kavramları üzerinden ele alırken bu yöntemi geliştiren ve böylelikle yeni bir düşünce biçimini başlatan çağdaş Fransız düşünürü Jacques Derrida üzerinden tartışır. Sonrasında, yapısökücülüğün oluşmasında etkisinin özellikle bu tezin çalışma kapsamında çok önemli olduğu yapısalcılık da Ferdinand de Saussure ve Claude Lévi-Strauss incelemesiyle yer bulur. Bu iki ismin düşün sistemlerinin kıyaslanarak post-yapısalcı yaklaşıma evrilişinin izlendiği bu bölümde son olarak Barthes “çoğul metin” kavramı ve yazar-metin ilişkisine olan yaklaşımı ile yapısökücülük paydasında irdelenen diğer bir teorisyendir. Bu tezin ana izleğini oluşturacak olan arada kalmışlık nosyonuna referans teşkil eden différance hareketi Eagleton’ın (2014: 144) deyimiyle “yapıbozumcu eleştirinin bazı metinlerin nasıl kendi egemen mantık sistemlerine ters düştüklerini gösterme” noktasında devreye girmektedir.

(10)

Derrida’da anlamın kararverilemezliği bu tezin çalışma eksenini ciddi ölçüde etkileyecektir. Arada-kalmışlık üzerinden kimlik ve kendi olma durumlarının irdeleneceği bu çalışma için saptanan çatışma unsurları, içinde bulundukları düalist yapı gereği yapısalcı bir kategorizasyona olan ihtiyacı da beraberinde getirmiştir. Ne var ki, incelenen eserlerde serimlenen dönemler, bu dönemlerin kendi iç dinamikleri, durmadan değişen ve değişecek olan dünya, azalmayıp artan beklentiler, yerleşik olmaktan çok uzak toplum yapıları ve bu yapılara uyum sağlayamayan bireyler bu çalışma eksenini çatışma diyalektiğine doğru kaydırmıştır. Dolayısıyla mevcut çelişkili yapılar tespit edilmiş olup analizinin yanı sıra yapısökümüne de gidilmiştir. Zira yapısalcı analizin belirgin sınırları, hikâyeleri çok temel ana hatlara indirgeyişi, Klages’in yorumuyla (2011: 33-34), edebiyatı karmaşık anlam ağlarını yorumlayarak okumaya alışkın bizler için fazlaca indirgenmiş ve insan olmaktan uzaktır (dehumanizing). Aslında, yapısalcılık kendini insanlığın bilimi olarak tanımlamakta ve insanın düşünüp algıladığı, hissettiği her şeyi belirten tüm yapıları ortaya çıkarmak için çalışmaktadır. Hatta denilebilir ki doğruyu bulmak için sadece insan deneyimine ihtiyaç duyan hümanizmden hiç de geri kalmaz. Gerçek dünyayı çok fazla ayrı birim ve türe bölünmüş bir aşırı-gerçeklik (too much reality) olarak görür ve bunu bir çeşit gramer ya da sistem vesilesiyle düzenlemek için insan zihninin düzenleyici kapasitesinden faydalanır ve bunu evrensel düzlemde tüm dil ve kültürlerin ortak paydaları üzerinden açıklamaya çalışır.

İkinci bölüm Lawrence’ın Oğullar ve Sevgililer romanında mevcut madencilik olgusunun kapitalist ekonomi eleştirisi dâhilinde bir çatı kavram haline gelmesini inceler. Lawrence okurun ilgisini mekanikleşen bireyin iç dünyasına doğru çeker. Okur, aile bağlarının toplum elinde nasıl bir yozlaşmaya dönüştüğüne dilin dolaysız kullanımında adeta tanıklık eder. Lawrence’ın, bu manzarayı yansıtırken bireyin iç dünyası ve çelişkileri ile baş başa bıraktığı bizler gündelik ve mitsel olanın örüntüsünde kendisinin de istediği gibi anlatanı değil kendimizi dinler gibi oluruz. Lawrence’ın, sanayileşmeyi yaşadığı çağın en büyük felaketi olarak görmesi, yine sanayileşmenin bir ürünü olan doğduğu çevrede kendi tutsaklığına, romanlarında ise bireyin tutsaklığına dönüşmüştür (Urgan, 2016: 9). Anlam arayışı halinde yansıttığı bireyin toplumla olan mücadelesi; aile, sevgili, burjuvazi gibi kavramlar çerçevesinde verilir. Bu bağlamda,

Morel ailesinin parçalanmaya giden yolculuğu yapısökücülük özelinde incelenir. Yanı

sıra, başta ailenin ikinci oğlu ve romanın başkahramanı Paul Morel olmak üzere karakterlerin kendilerine ve dış dünyaya olan yabancılaşması ile bu iki uzam arasında

(11)

sıkışması, bu çalışmanın odağında Derrida’nın différance (ayıram) kavramı üzerinden çözümlenmeye çalışılır. İncelememizde kendilik sorunsalı olarak ele alacağımız bu temel kavram, bireyin toplumla olan çatışmasını eritme gayreti içinde oluşunu doğrular durumdadır.

Üçüncü bölüm de Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar adlı romanında yer alan ana karakterlerin (Selim Işık ve Turgut Özben) Oğullar ve Sevgililer’de olduğu gibi, iç içe geçen öyküsünü yine Derridacı perspektiften yorumlayacaktır. Bir önceki bölüm gibi bu bölüm de bireyin kendisiyle ve toplumla olan savaşını analiz edecektir. Bölüm, ayrıca, karakterlerin dış dünya ile çatıştıkları alanlarda verdikleri mücadelenin onları nasıl bir parçalanmaya ittiğini göstermeyi amaçlarken yine yapısökümü baz almaktadır. Derridacı yapısökümde geçen différance hareketi, bu bölümün de izleği olacak, anlamın belirlenemezliği noktasında Atay’ın oyun kavramıyla eşleşecektir.

Son ve dördüncü bölüm bu iki eserin ayıram’ı (différance) açımlayan temel unsurları bakımından karşılaştırılacaktır. İki romanın çoğunlukla benzer yönlerinin irdelendiği bu bölüm; biri İngiliz, diğeri Türk Edebiyatından olan bu iki önemli yazarın kendi yazın biçimleriyle dönemin edebiyat ezberlerini nasıl ters yüz ettiklerini yapısökümcü anlayışla aktarır. Oğuz Atay anlatısında arada kalmışlık, Lawrence gibi kendi yaşam öyküsünden beslenir ve romanda Türkiye’ye Batı’dan ithal edilen modernite üzerine inşa edilmiş toplum yapısı sarmalında yer bulur. Türkiye’de Cumhuriyet sonrası uygulanan Batılılaşma politikalarının, Türkiye Burjuvazisinin

devrimine dönüştüğü tarihsel süreçte yaşanan çatışmalar Atay yazınında okuduğumuz

toplumsal gerçeğimizdir aynı zamanda. Bu çatışmalar, bu tezin de inceleyeceği temel eserlerden biri olan Tutunamayanlar’da bireyin kendine ve topluma olan mesafesi gerçeğinin aydın kimliği üzerinden tanımlandığı bir söylemle aktarılmaktadır. Her iki yazarın modernist yaklaşımı kendi gerçeklik algısı ile yorumlaması ve göstergelerin sonsuz anlam zincirinden faydalanarak yarattıkları dünya yapısökümcü kuramda karşılığını bulur. Varlığı ve hakikati sorgulama formundan yazının üstünlüğüne uzanan bu yaklaşım, bu yazarlar için yaşadıkları çağ ölçeğinde bir kişisel savunu durumunu doğurur. Derrida’nın yorumuyla yazının, yazarın söyleyebileceği her şeyi söylemesine izin vermesi koşulu gerçekleşmiş olur.

Oğullar ve Sevgililer ve Tutunamayanlar romanlarında kendilik probleminin, arada kalmışlığın ve hatta yapısöküm analizinin çalışıldığı makaleler, tezler, vb. mevcuttur. Bunlardan bazıları hali hazırda bu tezin de yararlandığı kaynaklar arasında

(12)

olup bazılarına ise erişim sağlanamamıştır. Erişim sağlananların büyük bir çoğunluğuna tezde ve kaynakçada yer verilmiştir. Diğerleri arasında ise Amit Chaudri’nin “D. H.

Lawrence and Difference”, Denis Patrick’in “Lawrence’s Second Self in Sons and Lovers” örnek olarak belirtilebilir. Tezlerden de Lawrence çalışması yapanların dışında

Süreyya Doğan’ın “birey ve toplum arasındaki uyumsuzluğun nedenleri” ile “bölünmüş benlik” üzerine çalıştığı basılmamış tezi “Oğuz Atay’ın Romanlarında Bireysel

Temalar” burada belirtilmesinin faydalı olacağı kaynaklardandır. Liste uzatılabilir, zira

Birey-Toplum teması bu yazarlarımızın anlatılarında özellikle işledikleri temalar olduğundan bunların çalışmasını yapmak isteyen pek çok araştırmacının da ilgisini çekmiştir. Fakat bu tezin ulaşılabilen kaynaklar ölçüsünde diğerlerinden ayrıldığı nokta, kendilik ve arada-kalmışlığın bu yazarların eserlerinde doğal bir döngünün getirisi olarak sunulduğunu gösterme çabasıdır. Arada-kalmışlık, kendimizi aradığımız bu anlamlar dizgesinde asla ulaşamayacağımız o aşkın gösterilene ulaşma çabamızdır. Bu tez hiçbir şeyin sadece karşıtıyla var olmayacağını, göstergelerin sonsuz izler oyununda sonsuza dek anlam üreteceği boşluklar aracılığıyla birbirinin yerine geçtiğini bu iki eserde arada kalan bireyler aracılığıyla göstermeye çalışır. Bunu yaparken sürekli olarak referans aldığı différance hareketi ise bu tezi bu kapsamda yürütülen nadir çalışmalardan biri kılmaktadır.

(13)

BİRİNCİ BÖLÜM

YAPISÖKÜM VE ARADAKALMIŞLIK

1.1. Yapısal - Post-Yapısal Ayrımında Dil: Saussure, Lévi-Strauss, Derrida

Yapısöküm, Batı felsefe geleneğini yeniden konumlandırarak bu geleneğin var olma pratiğini bu yeni konum üzerinden sorgulama ve okuma biçimidir. Özellikle yapısalcı düşünce biçimlerine karşı kapsayıcı olduğu kadar eleştirel bir tutum izlemesiyle bilinir. Fransız Filozof Jacques Derrida ile vücut bulan bu kavram, Derrida’nın bilim eleştirisine kazandırdığı bir terim olarak bilinse de varlığını Heidegger’in Destruktion terimine borçludur. Derrida’nın eleştirisinin olumlayıcı bir çaba içinde olduğunun altını çizilmelidir. O nedenle, Derrida, Fransızcada Nietzscheci anlamda yıkmak, yerle bir etmek ve hiçlemek anlamlarıyla olumsuz bir indirgeme içeren bu sözcüğü (destruction) dışlar ve onun yerine yine Fransızca deconstruction sözcüğünü tercih eder (Küçükalp, 2015: 599). Yapısöküm kavramının Charles Ramond’un (2011: 58) hazırladığı Derrida sözlüğündeki anlamı şu şekilde verilir:

Bileşik sözcük. Sözcüğün çelişkili görünüşü doğal olarak istenmektedir: yapıbozum hem “yıkma” (destruction) hem de “kurma”dır (construction). Bu iş olanaksızmış gibi görünmektedir; ama yine de eşzamanlı “yıkma-kurma”nın bilindik örnekleri yok değildir. En basiti de kuşkusuz “parçalara ayırma” (découpage) ve “yeniden parçalara ayırma” örneğidir. [...] Şu halde yapıbozum öncelikle bu ‘kurucu parçalama’ mantığının felsefe ve edebiyat metinlerinin (daha sonra göreceğimiz gibi hukuki, siyasi, idari metinlerin de) okunmasına ve yorumlanmasına uygulanması olarak tanımlanabilir.

Ramond (59), Derrida’nın yapısökümünü yenilikçi, gizemli ve şiddetli diye tanımlar ve onu felsefe tarihindeki en eski jeste benzetir; “[...] zira Platon’un dediği gibi, doğru felsefe yapmak bir şeyi doğal eklemlerine göre ‘kesip biçmek’tir.” Yapısöküm geleneksel başlığı altında toplanabilecek tüm görüşleri sarsarken hiyerarşiye ve ayrıştırmaya karşı gösterdiği direnci en çok söz ile yazı arasında uygular.

Derrida mevcudiyet metafiziği olarak adlandırdığı Batı Felsefesi düşünce geleneğinin yazıya karşı edindiği kuşkucu mesafeyi sesmerkezlilik (phonocentrisme) terimi ile açıklar. Bu aynı zamanda Derrida’nın anlamın tek bir merkez üzerinden koşullandığı eleştirisini besleyen sözmerkezlilik (logocentrisme) kavramının da öncülüdür.

Yapısöküm, metni karşıtlıklar üzerinden değerlendirmekle yetinen yapısalcı zihniyete karşıt gelişmiştir. Zeynep Direk’in1 yorumuyla metnin imkânsızlaştırdıklarını

(14)

görür, kenarlarında gezinir, çifte okuma yaparak kullanılmayan kelimeleri kavramsallaştırır, metni ihlal edip ötesine geçer; aşırılaştırır, bir imkânı belirtirken yazarın aynı durum üzerinden imkânsız olanı da gösterdiğini imler, an’ların tespiti yapılır ya da tüm bunlar bir karar verilemezlik ile sonuçlanabilir. Yapısökümcü okumada Simon Glendinning’e (2014: 80) göre artık anlamın ne kadar şeffaf ve kendi olarak kaldığının bir işlevi olmaz; önemli olan mükemmel kavramsal açıklık değildir. Derridacı düşünüşte önemli olan az çok bildiklerimizin yanı sıra günlük yaşama düşünseme yoluyla göğüs gerebilmeyi öğrenmektir. Glendinning bu durumu şöyle açıklar: “Derrida’nın différance (a harfiyle) dediği yeni bir sözcükle formülleştireceği bir kimlik içinde gerçekleştirdiği indirgenemez (sınırsız da denebilir) bir oyun ile imlenmiş ve kökensel olarak “kayıtsal bir uzam”, bir metin içindeki varlığımızdır bu.”

Bu bağlamda yapısökümün yapısalcılıktan ayrı düşünülmesi imkânsızdır. Burada belirtmek gerekir ki, bu tezde yapısöküme/yapısökücülüğe bir edebiyat kuramı olarak yaklaşılırken yapısalcılığın katı görünüşünün altındaki yumuşak zemin ile olan ilişkisinin tez açısından gerekli görüldüğü kadarıyla gözden geçirilmesine de bu sebeple ihtiyaç duyulmuştur.

Yapısalcılık, temelde, Frye’ın “özgür olabileceğimiz tek alan” olarak tanımladığı edebiyat tanımından beslenir. Ona göre “insanoğlu denen kolektif özne” edebiyatın kaynağıdır ve insanoğlunun kolektif bir özne olarak tanımı, bu tezin incelediği eserler bağlamında temel çalışma konusu olan insanın hem bireysel hem de toplumsal konumunun belirlenmesi açısından büyük önem taşımaktadır. Bir rahip olan Frye, edebiyatı dinin farklı bir versiyonu olarak görür. Edebiyat artık muhafazakâr dini ideolojinin eksiklerini özgürlük mitleriyle gidermektedir. Yani yapısalcılık da bir bakıma özne olarak bireysel insanın konumunu sarsarken bir merkez fikrine karşı çıktığının ilk işaretlerini verir. Bunun yerine edebi sistemi bir merkez olarak belirlese de bu merkezin odağına yazarı yerleştirmez; yani Frye’ın itkilediği bu yeni kapalı sistem salt yazarların kendilerini ifade ettiği bir merkez değildir. Zaten gelişmekte olan klasik yapısalcılık da Frye’ın anlatım kategorilerini temel alan çalışmasına karşı mesafeli olacak ve tek tek fenomenleri yasaların bazı bölümlerine indirgeme eğilimi yerine tekil birimlerin kendi aralarındaki ilişkilerin sistemi anlamlı kılacağı inancına dayanacaktır (Eagleton, 2014: 105-106).

Bir eleştirel kuram olarak, anlamları, kodlara ve kategorilere bölen yapısalcılığın kaygan anlam zeminleri üzerinde post-yapısalcılığa dönüştüğü süreçte göstergelerin birbirleriyle olan ilişkilerini; Ferdinand de Saussure, tanımladığı dil sistemi ile Claude

(15)

Levi-Strauss da mit gibi çeşitli kültür bileşenleri ile açıklar. Her ikisi de yapısökümün oluşmasına koydukları katkı ile birlikte aslında post-yapısalcı felsefenin ve yapısökücülüğün temelini kazmışlardır. Edebi yapısalcılık, Saussure’ün dili “artzamanlı” [diachronical] değil de “eşzamanlı” [synchronical] bir sistem olarak addettiği göstergeler kapalı sisteminden doğmuştur (Eagleton, 2014: 108-109). Göstergenin bir gösteren [signifier] (ses imgesi ya da grafik eşdeğeri) ile bir gösterilenden [signified] (kavram ya da anlam) oluşması, bir anlam-yapı mecburi ortaklığını da beraberinde getirmiş olur. Nihayetinde, yapıya bir bağlayıcı kavram ve bir sistemin öğeleri arasındaki bağlamların bütünü olarak bakıldığında bu öğelerin, bir mananın taşıyıcıları olduğu yapısalcılarca savunulur. Onlara göre, “edebiyat bilimi alanında önce metin vardır ve metin öğelerin birbiriyle bağlanması sonucu yapıyı oluşturmuştur” (Aytaç, 2016: 148). Eagleton’a göre (2014: 109) yapısalcı analizin yapmaya çalıştığı bu göstergeleri birleştirip anlama dönüştüren temel yasalar kümesini yalıtmaktır. Bu tür bir analizde, göstergelerin gerçekte ne söyledikleri büyük ölçüde görmezden gelinir ve bunun yerine birbirleriyle ilişkilerine yoğunlaşılır. Yapısalcılık edebiyatı merhametsizce gizeminden arındırmış ve en mahrem deneyimimizin bile bir yapının sonucu olduğu şeklindeki hakikati göstermiştir. Bunu yaparken en çok da dili bireyden önceye konumlandırmasıyla post-yapısalcı sorgulamaların konusu olmuştur (118-120). Hümanizmin Romantik ayağı, yazarı; metnin kaynağı, yaratıcısı ve dolayısıyla başlangıç noktası olarak görürken, yapısalcılık yazılmış herhangi bir eserin ve/veya gösterge sisteminin bir kaynağa dayandırılamayacağını savunur. Buna göre yazarlar, onları belirgin birer söyleme (parole) dönüştürmelerini sağlayan önceden varolan yapıları (langue) ancak mesken tutabilirler ve tam da bu nedenle yapısalcılık bizim dili konuşmakta olduğumuzu değil, dilin bizi konuşmakta olduğunu öne sürer (Klages, 2011: 49).

Yapısalcıların edebi metni dilbilimsel bir yapı olarak ele alarak taşıdıkları merkezi nokta, edebiyatın aslında alışılmış, normal dilden uzaklaşma sayılması gerektiği ilkesince belirlenir. Edebiyat bir dil ürünü ise ona ancak bir dilbilim metoduyla yaklaşılabilir. Bu görüş Lévi-Strauss’un etnoloji çalışmalarında dilbilim metodunu uygulamasına benzer. Lévi-Strauss’a göre bu dilbilimsel yasalar; mimikler, imgeler, sesler, adetler, edebiyat ve sanat gibi bütün diğer anlatım sistemlerini de kurala bağlamaktadır (Aytaç, 2016: 149). Lévi-Strauss (2012: 60) sesbilimin sosyal bilimler üzerindeki etkisini nükleer fiziğin tüm kesin bilimler için oynadığı yenilikçi role benzetir. Bu devrimci rolün açılımını N. Troubetzkoy’un “la Phonologie actuelle”

(16)

metninden hareketle yapar ve sesbilimin araştırmasının bilinçli dilbilgisel olgulardan bilinçsiz altyapılara doğru kaydığının altını çizer. Lévi-Strauss, ayrıca sesbilimin terimleri bağımsız birer birim olarak ele almayı reddettiğini, bunun aksine terimler arası ilişkileri esas aldığını belirtir. Lévi-Strauss’un Troubetzkoy’dan aktardığına göre, sesbilim, genel yasaları bulma amacı doğrultusunda, sesbirimlerin her zaman bir sistemin öğeleri olduğunu ve bunların yapılarının da somut sesbilimsel yasalarla açıklığa kavuştuğunu da açıklar ve bu yasaların insan bilimlerine uygulanabilirliğini tartışır:

O zaman bir takım yeni ufuklar açılır. Dilbilimciyle sosyologun kendi köşesine çalışmaya çekilip ara sıra birbirlerine ilginç gelen şeyleri paylaştıkları sırf rastlantısal bir işbirliği söz konusu değildir artık. Sosyolog, akrabalık sorunlarını (ve kuşkusuz daha başka sorunları) incelerken, biçimsel olarak sesbilimci-dilbilimcininkine benzer bir durumla karşılaşır: Sesbirimler gibi akrabalık ifadeleri de anlam belirten öğelerdir; ancak sistemlerle bütünleştikleri ölçüde anlam kazanırlar; “sesbilimsel sistemler” gibi “akrabalık sistemleri” de bilinçdışı düşünce düzeyinde oluşur; bununla birlikte, dünyanın bazı uzak bölgelerinde ve oldukça faklı bir takım topluluklarda bazı akrabalık biçimleri, evlilik kuralları, ebeveyn türleri arasında olması istenen benzer davranışları (vb.) yeniden görülmesi, gözlenebilir olayların genel ancak gizli bir takım kurallara dayandığı görüşünü uyandırıyor. O halde, sorun şu şekilde ortaya konabilir: Başka bir gerceklik düzeninde, akrabalık olguları dilbilimsel olgularla aynı türdedir. Sosyolog, biçim konusunda (içerik konusunda değil) sesbilimin ortaya koyduğu yönteme benzer bir yöntem kullanarak, dil bilimlerinin kaydettiği gelişmeye benzer bir gelişmeyi kendi bilimine kazandırabilir mi (61)?

Lévi-Strauss’a göre bu derin yasaların kökleri, insanın kolektif zihniyetinin derinliklerine doğru uzamaktadır ve bu doğrultuda evrensel olarak tanımlanırlar. Eagleton (2014: 120), “Yapısalcılık, tek kelimeyle, tüyler ürpertici ölçüde tarih dışıydı” der ve ekler: “Saptadığını iddia ettiği zihin yasaları (koşutluklar, karşıtlıklar, tersine çevirmeler vb) insanlık tarihindeki somut farklılıklardan etkilenmeyen genel bir düzeyde işliyorlardı”.

Saussure ve Lévi-Strauss için eşzamanlılık tüm tarihsel değişimi ve barındırdığı gerçeklikleri dışarıda bırakmak anlamına gelmektedir. Yapısalcılık bu iki ismin oluşumuna zemin hazırladıkları hiyerarşik sistemi savunur. Bu durumda, dilin anlamı ve işleyişi tüm artzamanlı yaklaşımlara kapalıdır. Anlamlar genetik ya da gelişimsel bir öyküden beslenmez, mevcut bir göstergeler ve anlamlar sistemiyle ilgili olgular yoluyla açıklanmalıdırlar. Öznenin bilinçli anlam verme edimine de kapalı olan bu sistem, gösteren ve gösterilen arasındaki ilişkide farklardan beslenir ve tüm belirsizlikleri nötralize ederek anlamı göstergeler olan öğeler arasındaki farklılık gösteren ilişki ya da karşıtlıklara bağlar. Keza, Saussure gibi, Lévi-Strauss da toplumsal ve kültürel formların doğuş ve kökenleriyle açıklanayamayacağını savunur. Ona göre, toplumsal

(17)

hayatın akrabalık bağları ya da mitolojiler gibi çeşitli boyutları, yine öğelerin kendi ayırt edici kurallarıyla yapı halini almış sistemleridir (West, 1998: 227-230). Bu doğrultuda Kültür ve Doğa arasındaki farkın tam olarak nasıl belirlenebileceği üzerine kafa yoran Lévi-Strauss “İnsanı farklı yapan nedir?” sorusuna Rousseau’cu bir anlayışla yaklaşır ve cevabını insanın bir dil konuşabiliyor olması üzerinden geliştirir (Leach, 1985: 40-41): “İnsan demek dil demektir, dil demek de toplum demektir” (Strauss, 2016: 436). Bu doğrultuda Edmund Leach’in (1985: 41-42) aktardığına göre dilin ortaya çıkışı üzerine görüş bildiren yalnız Rousseau değildir. Rousseau dilin, hayvanlıktan insanlığa, doğadan kültüre geçiş ile birlikte geldiğini öne sürer. Ona göre bu, aynı zamanda duygusallıktan mantıksallığa geçiştir. Lévi-Strauss, Rousseau’nun şiir biçiminde olduğunu düşündüğü bu ilk konuşma biçimleri üzerine olan görüşlerini geliştirir ve insanın kendi bilincine varmasının bir karşıtlık kurma ilişkisi (İnsan-Hayvan) geliştirebilmesiyle doğru orantılı olduğunu savunur. Tam da bu noktada Leach, Rousseau’nun dillerin aslına ilişkin olan tezi ile Lévi-Strauss’un insana ilişkin evrensellikler arayışının karıştırılmaması gerektiğine dikkat çeker: “Sözcük kategorileri, insan beynindeki evrensel yapısal özellikleri insan kültüründeki evrensel yapısal özelliklere dönüştüren mekanizmayı sağlar. Ama eğer bu evrensel özellikler varsa, bunların oldukça derin bir düzeyde yaratılış özellikleri olduğunu kabul etmek gerekir”.

Kelimelerin birbiriyle olan ilişkisinin araştırılmasını konu edinen yapısalcılık, kapalı ve kurallara dayalı bir sistem üzerinden gelişmesi dışında özellikle Ferdinand de Saussure’ün dil sistemine getirdiği boyut üzerinden pek çok düşün tarzına kapı açmış; özellikle de Derridacı yapısökümün, gösterge kavramından hareketle ve aslında bu kavramın içinden doğduğu karşıtlıklar sisteminden hayli etkilenerek gelişmesini salık vermiştir. Derrida’nın “yapısalcı kabullerin genel çerçevesini yıkarken, yapısalcı bir dil ve anlam yorumunun felsefi sonuçlarını çıkarttığını” ifade eden West (1998: 245-246), Derrida’daki Saussure etkisini şu şekilde özetler:

Saussure’ün dil ve anlamı hala, az çok oturmuş bir karşıtlıklar sistemi olarak gördüğü yerde, Derrida, Saussure’ün bir farklılık gösteren karşıtlıklar sistemi şeklindeki anlam yorumunun basit ‘mevcudiyet’ olarak bir temsil görüşüne öldürücü bir darbe indirdiğine ve bir sonuç olarak da, dille düşünceyi istikrar ve oturmuşluktan tümüyle mahrum bıraktığına inanır.

Derrida’nın metafiziği dekonstrüksiyona uğratması işte tam da bu dil sistemi üzerinden geliştirilen ayrımlar vesilesiyle gerçekleşir. Eagleton (2014:139), postyapısalcılık tanımında, Saussure’ün gösterenler ve gösterilenler yoluyla olduğunu savunduğu anlamlama (signification) sürecini Derrida’nın görüşleri üzerinden

(18)

yorumlarken bitimsiz değil döngüsel olduğunun da altını çizer ve şöyle der: “Gösterenler sürekli olarak gösterilenlere, gösterilenler ise gösterenlere dönüşürler ve hiçbir zaman kendisi de bir gösteren olmayan nihai bir gösterilene ulaşamazsınız”. Derrida’nın oluşturduğu bu yeni Yazı Bilimi’nin devreye girdiği yer logos yani söz üzerinden geliştirilen bir merkezin varlığıdır. Bu merkez, mevcudiyeti temsil eder ve Derrida’ya göre gösteren ve gösterilenler arasında var olan sonsuz oyun; yapı düşüncesine ve bu düşüncenin sunduğu kapalılığa, ayrıca bu kapalılık dâhilinde belirlenen kurallar ile bu kuralların oluşturduğu karşıtlıklara ve pek tabi karşıtlıkların belirlediği kesin anlamlara göre belirlenebilecek bir dizge değildir. Derrida’nın

différance adını verdiği bu devinim, terim olarak bir farklılaşma / ertelenme olgusu

olarak tanımlanması dolayısıyla “[...] onun statik değil dinamik yönüyle alınan farklılık, kurulmuş değil kurulmak üzere olan farklılık olduğu söylenebilir.” (Ramond, 2011: 70). Sözmerkezlilik Derrida’nın (2017: 14) sorguladığı mevcudiyet metafiziğinde

yazının sürekli söz/ses karşısında ikincil bir konuma indirgenmesi gerçeği vurgusuyla

eleştirilir. Mevcudiyetin bir kesinlik bildirişi söz üzerinden yerleşikleştirilir. Söz yegâne merkezdir ve Derrida bunu oluşturduğu Yazıbilim ekseninde yapısöküme uğratır. Ona göre, yazı (ister iletişim, ilişki, ifade, imleme, ister anlam kurma veya düşünce olarak anlaşılsın) “[...] dilin sadece yardımcı bir biçimi olmayı; asıl “büyük” imleyenin dış zarını, özden yoksun kopyasını, imleyenin imleyenini göstermeyi bırakarak, dilin kaplamından taşmaya başlıyormuş gibi olup bit[er]”. Derrida’nın yorumuyla dil daha da başka bir boyuta taşınmış olur, artık yazı tarafından kapsanır. Çünkü yazılan bir “köken” kendini silebilir ve imlenen aslında baştan imleyen konumuna taşınır. Yani yazıya uygun görülen ikincillik aslında her türlü imlenen için de geçerli olur ve oyuna girdikleri anda onları hâlihazırda etkilemiş, onların bir özelliği haline gelmiş olur.

Derrida'ya göre, Platon, Rousseau, Saussure ve Levi-Strauss gibi farklı düşünürlerin hepsi yazılı sözcüğü ikincil olarak belirlemiş ve bunun tam aksine, anlamın saf iletiminin şekli olarak ise konuşmaya değer yüklemişlerdir. Ortaya koydukları sav da, konuşulan kelimelerin zihinsel deneyimin temsilleri olduğu, yazılı kelimelerin ise bu hâlihazırda var olan temsillerin temsilleri olduğudur. Bunlar, konuşmanın temsili olarak, iki kez türemişlerdir ve dolayısıyla kişinin kendi düşünce bütünlüğüne iki kat uzaklıktadırlar (Reynolds2).

(19)

Yapısalcılık göstergenin yapısı daha iyi incelenebilsin diye nesnenin kendisini (gönderge) dolayısıyla da maddi dünyayı ve o dünyanın içinde bulunduğu tarihsel değişimi görmezden gelir (Eagleton, 2014: 121). Göstergenin yapısının daha iyi incelenebilmesi eşzamanlılık ilkesi ile gerçekleşir. Çünkü Saussure dilin artzamanlı yani tarihsel gelişimi içinde değil; tarihin belli bir noktasında bütün bir sistem olarak incelenmesi gereken bir göstergeler sistemi olarak görür (109). Lévi-Strauss için de durum farklı değildir. Aynı karşıtlık dizgesi onun yapısalcı yaklaşımı için de geçerlidir. Bir göstergenin diğeriyle arasındaki fark sayesinde bir anlam elde ettiği savına dayalı bu anlayışın getirdiği yasalar insanlık tarihindeki somut farklılıklardan etkilenmeyen genel bir düzeyde işler (120). Lévi-Strauss’a göre de dil eğer bir noktada “doğmuşsa”, “bir çırpıda” doğmuş olmalıdır. Eagleton (124), bunu bir spekülasyon olarak görmekle birlikte okura bu noktada Roman Jakobson’un iletişim modelini hatırlatır: ”Roman Jakobson’un iletişim modeli, iletilen mesajın kaynağı olan bir hitap eden kişiden yola çıkar; ama bu hitap eden kişi nereden çıkmıştır? Bir mesaj iletebilmesi için kişinin zaten dil tarafından yakalanmış ve kurulmuş olması gerekir. Başlangıçta Söz vardı.” Bu durum, Derrida’nın (2017: 15) tarihin değişim vurgusunu birincil bir yazı üzerinden yapmasına sebep olur. Üstelik bunu yaparkenki amacı olayın kronolojik önceliğini vurgulamak değildir. İşitsel öğeler üzerinden betimlenen Batılı dil kavramı (sözmerkezlilik), “[…] bugün o birincil yazının kılığı ya da kılık değiştirmesi olarak ortaya çıkıyormuş gibi yürü[mektedir]: bu dönüşümden önce basit bir ‘söze eklenti’ (Rousseau) sayılan yazıdan daha temel bir yazının.” İşte aynı nedenle Rousseau’yu da eleştirmektedir Derrida. Bu nedenle, yazının hiçbir zaman bir “eklenti”den ibaret

olmadığını veya yeni bir “eklenti” mantığı kurmanın acil bir zorunluluk olduğunu dile

getirir. Bu kılık değiştirmeyi ise olağan görür ve Phone’ye (sesbirim) tanınan ayrıcalığı da tüm dünya tarihine bir bütün halinde hakim olma fikri noktasında eleştirir:

Bu kılık değiştirmeler hayranlıkla ya da üzüntüyle karşılanabilecek tarihsel zorunsuzluklar değildir. Bu hareket mutlak surette, yargılanmak üzere hiçbir merciin önüne çıkarılamayacak bir gereklilikle, gerekli olmuştur. Phorıe'ye tanınan ayrıcalık kaçırılabilecek bir seçime bağlı değildir. Ekonomi'nin (diyelim “hayatın”, “tarihin” veya “kendiyle ilişki olarak varlığın”) belli bir anına karşılık gelir. Kendini dışsal-olmayan, dünyasal-dışsal-olmayan, dolayısıyla görgül olmayan ve zorunsuz-olmayan olarak sunan ses ortamı içinden “kendi konuştuğunu işitme” sistemi, bütün bir devir boyunca dünya tarihine hakim olmuş olsa gerektir; hatta dünyasalla dünyasal-olmayan, dışla iç, ideallikle yad-ideallik, evrenselle yad-evrensel, aşkınsalla görgül vb. arasındaki farktan yola çıkarak, dünya fikrini, dünyanın kökeni fikrini de o üretmiştir.

Yazının söze karşı indirgenmiş konumunun ters-yüz edilmesi Derrida’nın yapısöküm pratiği ile gerçekleşir. Buna olan ihtiyaç ise “sözün ayrıcalıklı bir konumda olması,

(20)

anlamı anında yakalaması ve tam da bu nedenle mevcudiyete gönderme yapmasıdır.” Derrida’nın söz karşısında takındığı bu tavır aynı zamanda mevcudiyet kavramı ile birlikte yapının yapısallığının sorgulanması anlamına gelir. Bu sorgulamanın oluşmasına zemin hazırlayan ise batı metafiziğine hâkim olan söz/yazı, erkek/kadın, doğa/kültür, gösteren/gösterilen, insan/hayvan, varlık/yokluk vs. gibi karşıtlıkların yarattığı dışlayıcı, hiyerarşik şiddettir. Derrida, tüm bu kavramları ters-yüz etme oyununa alarak sürekli bir merkezsizleştirme halinde yapısöküme uğratabileceğini göstermeye çalışır (Aydınalp, 2017: 155) ve konuşmanın merkezlileştiren ve hatta dışlayıcı hegemonyasına karşılık yazıyı koyar:

Tarihselliğin kendisi de yazının olabilirliğine bağlıdır: uzun zaman yazısı olmayan ve tarihi olmayan halklardan söz edilmesine gerekçe olan o özel yazı biçimlerinin ötesinde, genel olarak yazının olabilirliğine. Yazı, bir bilimin -tarihsel bir bilimin- nesnesi olmadan önce, tarihin -tarihsel oluşun- alanını açar” (Derrida, 2017: 44).

Glendinning (2014: 75) bu eleştirel tutumundan dolayı Derrida’yı köklerini reddeden biri olarak görmememiz gerektiğinin altını çizer. Derrida asla bu mirası (metafizik) dışlamaz, yazıyı Batı metafizik tarihinin kendi içinde mevcut açmazlarını sınaması için bir değişimin habercisi olarak sunmaya çalışır:

Sesçil yazı metafiziği içine hapsolmuş göstergeler çağını temsil eden bir ‘kuramsal matris’ çerçevesinde, Derrida’nın kendisi de modern gösterge ‘dili’nin abartılışı karşısında saf tutacaktır. Ve, ona göre en önemli, radikal ve ilginç olan, dilbilimsel dönemeç’in kendisi değil, ama tarihsel akış içinde gelişen yazıbirimsel bir dönemeç’in emareleridir.

Derrida’ya (2017: 17-18) göre, şimdiye dek insanlar eylem, hareket, düşünce, refleksiyon, bilinç, bilinçdışı, deneyim, duygusallık gibi şeyler için dil demişlerdi. Şimdi ise bütün bunlar ile birlikte başka birçok şey için yazı deniyor:

Sadece alfabetik, piktografik veya ideografik yazım işinin fiziksel jestlerine değil, bunu mümkün kılan şeylerin bütününe; sonra, imleyen yüzün ötesinde, bizzat imlenen yüze; oradan da herhangi bir "kaydetme" olayına meydan veren, harfli (littéral) olsun olmasın her şeye, hattâ uzaya dağıttığı şey insan sesi olayına yabancı bile olsa: sinematografi, koreografi elbette ama resimsel, müzikal, yontusal vb. «yazı» da var. Aynı şekilde, atletik yazıdan ve bugün bu alanlara hakim olan teknikler düşünülürse daha emin biçimde, askeri ve siyasi yazıdan da söz edilebilir. Bütün bunlar yalnız bu etkinliklere ikincil olarak bağlanan notasyon sistemini değil, bizzat etkinliklerin esas ve içeriklerini betimlemek için kullanılıyor. Yine bu anlamdadır ki, biyolog da bugün, canlı hücredeki en temel "bilgi aktarım" süreçleri konusunda, yazıdan ve pro-gramme'dan bahsediyor. Son olarak, asal sınırları olsun olmasın, sibernetik programın kapsadığı tüm alan da yazı alanı olacaktır. Sibernetik kuramının vaktiyle insanı makineden ayırdetmeye yarayan tüm metafizik kavramları -ruh, hayat, değer, seçim, bellek, gibi kavramlara varmcaya kadar- içinden çıkarıp atabileceği varsayılsa bile, tarihsel-metafizik aidiyeti de açığa vuruluncaya kadar, yazı, iz, gramma veya yazıbirim (grapheme) kavramlarını koruması gerekecektir.

Derrida ana hatlarıyla değerlendirildiğinde anlamlamanın daima diğer imleri işaret ettiğini ve sadece kendisini işaret eden hiçbir ime ulaşılamayacağını öne sürer:

(21)

“Yazı, imin imi değildir, meğer ki aynı şey bütün imler için söylensin, ki bu da esastan doğru olurdu. Her im bir başka ime gönderme yapıyorsa ve “imin imi” de yazı anlamına geliyorsa, bundan kaçınılmaz biçimde bazı sonuçlar çıkar [...]” (Derrida, 2017: 65). Bahsi geçen, dar anlamıyla, bir sayfa üzerinde bulunabilecek yalın bir ibare/yazım halinde sınırlı bir yazı formu değildir. Derrida, buna arke-yazı (arche-writing) der. Arke-yazı daha genelleştirilmiş bir yazı kavramına karşılık gelir. Bu düşünce, yazılı olanın asıl iletilmek istenen (anlam) ile gerçekte iletilen (anlam) arasında bir gedik (bozulma) oluştuğu yönünde ısrar eder. Bu özde varolan gedik, mevcudiyet (self-presence) düşüncesi de dâhil olmak üzere kutsal kabul edilip korunan her şeyi derinden sarsar (Reynolds3).

Yazı, tanımı gereği, olmayan birine yazıldığından bir yokluğu gerektirir. Yani Derrida’ya göre aslında her türden iletişim biçimi bir yokluğu/namevcudiyeti gerekli kılar dolayısıyla her iletişim biçiminde, hatta mevcudiyet görünüşünde bile zorunlu bir

yazı bulunmaktadır. Görünenin tersine her türden iletişim bir “farklılaşma/ertelenme”

halinde, bir yokluk durumunun içinde gerçekleşir (Ramond, 2011: 23).

Burada derinden sarsılan aslında o göstergeler dizgesince sabitlenen yapılar ve o yapıların dayandığı mevcudiyettir. Anlamın merkeziliği belirlenebilir olmaktan uzaklaştıkça Derrida’nın arada-kalmışlığı anlatan çelişkileri ortaya çıkardığı yapısökümü de devreye girer. Örneğin Derrida (1982: 315) yazıda alıcının yokluğu üzerine şöyle der: “Alıcının yokluğunda yazılı bir im sunulur. Peki, bu yokluk neye göre yokluk olarak değerlendirilmelidir? Mesela, yazdığım sırada alıcı benim o an algılayabileceğim bir alanda/mesafede olmayabilir. Ancak bu yokluk sadece uzak, ertelenmiş, ya da, o veya bu şekilde, kendi temsilinde idealleştirilen bir varlık olmaz mı?” Bu sorulara verdiği cevaplar mevzu bahis çelişkileri örnekler niteliktedir çünkü “Pek de öyle görünmüyor,” dedikten sonra şöyle devam eder: “yazının yapısının oluşturulması (eğer bir yazı olduğunu varsayarsak) için en azından bu mesafenin, bölünmenin, ertelemenin, ayıramın (différance) salt (mutlak) bir yokluk derecesine getirilebilmeye meyilli olmaları gerekir.” Bu noktada Derrida için, yazı artık mevcudiyetin (ontolojik) değişiminden çok daha farklı bir şeye dönüştüğü andır. Bu an, Derrida’nın hem farklılaşmak hem de ertelemek anlamında kullandığı ayıramın (différance) gerçekleştiği andır. Çünkü Derrida’ya göre yazılı iletişim, önceden belirlenmiş her bir alıcının yokluğunda dahi okunabilir olması gereken; böylelikle bir

(22)

yazı işlevi görebilecek olan; yani böylece okunabilir hale gelecek olandır. Başka bir deyişle, alıcının ya da tecrübeyle saptanabilir alıcı gruplarının mutlak yokluğunda dahi

yinelenebilir (iterable) olmalıdır.

“Yazı” dediğimiz şeyin olgusal olarak ortaya geç çıkması, saptanabilir bir gönderici veya alıcının şimdide varoluşuna ihtiyaç duymayan bir imin en nihayetinde ortaya çıkışı bizi yanıltmamalı. Çünkü ilkesel olarak bu çıkışı mümkün kılan, yokluk olasılığının dilsel ya da değil, insan ya da değil, ama her anlamda, her göstergenin mantıksal yapısını ve genel olarak her “iletişim aracı”nı mümkün kılan koşulların bir parçası olmasında yatar. İşte, bu nedenle, Derrida gibi, “yazılı yazı”yı mümkün kıldığını düşündüğümüz “yazı yazı olmadan önce” hakkında bir şeyler söyleyebiliyoruz. Dolayısıyla, Derrida’ya göre, esas mesele, dilin “ne çeşit olursa olsun, yazının genel varoluş olasılığı üzerine inşa edilmiş bir olasılık” oluşunun ve bu şekilde kavranmasının gerekliliğidir. (Glendinning, 2014: 102-103)

Derrida, ayrıca ertelemeyi (deferral) yazılmış olan (written) için sembolik (typical) olarak değerlendirir. Bunun sebebi belli bir yazının anlamının asla şimdiki zamanda olamayacağını ve asla bir eleştirmen tarafından açıkça saptanmak üzere yakalanamayacağını daha iyi göstermektir. Metnin anlamı geleceğin imgelemi için özneleşir. Ancak bu sözüm ona geleceğin kendisi şimdiki zaman halini aldığında (eğer biz geleceği belli bir zaman veya olayı referans ile deneyip belirliyorsak) doğal olarak onun anlamı da gerçekleşmeyecek ve asla şimdiki zaman olamayacak başka bir geleceğin öznesine dönüşecektir. Hatta metnin açıklaması/anlamı yazarın kendisi için dahi şimdiki zamanda değildir çünkü yazılmış olan anlamını daima erteler. Dolayısıyla, bizim de Derrida’ya “metnin dışında hiçbir şey yoktur” (2017: 242) derken neyi kastettiğini sorma imkânımız da yoktur (Reynolds4). “Bu bağlamda yazı, öteden beri

kavranıldığının tersine konuşmanın, sözün, doğruluğun ya da aşkın gerçekliğin aracısı olmadığı gibi, anlamın taşıyıcısı ya da ileticisi de değildir” (Fırıncı Orman, 2015: 71-72).

Yapısalcılığın tüm akademik edebiyat uğraşını sağlam temellere oturtma ve kodların masum olmadığını gösterme çabası başka soru(n)ları tartışmaya açmıştır. Kodları inceleme nesnesi olarak ele almak artık bütünün sıradışı incelemelere tabi tutulacağı anlamına mı gelecektir; yoksa bunlar edinilmesi gereken teknik bilgiler olarak bir araştırmacının kaydetmesi gereken aşamalar mıdır? Yeterli bir okurun tam olarak neye tekabül ettiği bilinmemektedir. Saussure’ün ara terimlere müsaade vermeyen dil sistemi konuşmacıların ayrı ayrı değil bütün olarak ele alındığı bir modeldir. Lévi-Strauss ise mitlerin de diller gibi birimlere ayrılıp yine dilin yapısındakine benzer gramatik bir yasa sistemi yoluyla yönetildiğini savunur. Ve

(23)

böylelikle anlatı yüzeyinin en derininde yatan hakiki anlama ulaşılabileceği savı, gerçeklikleri sınıflandırıp zihinleri evrenselleştirir. Ona göre insanlar mitler aracılığıyla düşünmez, tersine mitler insan aracılığıyla düşünür.

Başka bir ifadeye göre, yeni özne gerçekte sistemin kendisine dönüşür. Oysaki edebi metinler “kod onaylayıcı” oldukları kadar “kod üretici” ve “kod bozucu” da olabilmektedirler. Bu durumda sistemin kendi kendine dahi yetemeyeceği anları Derrida bize yapısöküm ile hatırlatmış olur (Eagleton, 2014: 115-134).

Bu koşullar altında, söz konusu olan yazma eylemi ise, bilinçli bir öznenin kontrolünden bahsetmek mümkün değildir. Dekonstüksiyon da metne dışarıdan müdahale ile bir öznenin gerçekleştirdiği bir eleştiri değildir. Derrida bu durumu Paul De Man’ın Rousseau’nun metinlerinin yapısöküme ihtiyaç olmadan kendi kendilerini yapısöküme uğrattıkları tespitinden yola çıkarak şöyle açıklar (Küçükalp, 2015: 601): “Her zaman bütün metinlerde hâlihazırda iş başında olan bir yapısöküm vardır; özellikle de edebi metinlerde. Yapısöküm, olaydan sonra ve dışarıdan modernitenin teknik bir aracı olarak uygulanamaz. Metinler bizzat kendi kendilerini yapısöküme uğratırlar.” (Derrida, 1989: 123). Yapısökümün amacı herhangi bir metinde örtük halde bulunan hiyerarşileri meydana çıkarmaktır. Zira bu hiyerarşiler çeşitli muhtemel anlamları dışlayıp ikincilleştirip sakladıkça gerçekliğe yukarıdan bir düzen dayatarak gizli bir baskı uygulamaktadırlar (Lamont, 1987: 590).

Derrida için metin dışı olan şey aslında ne yazan kişiler ne de onların ete kemiğe bürünmüş varlıklarıdır. O “gerçek hayat”ın kendisini, “saptanmış bir metinsel sistem içinde kayıtlı” olarak görür. Metinsel sistem ile kastettiği kesinlikle dilbilimsel bir sistem değildir. Glendinning (2014: 66-67) durumun böyle olmadığının ısrarla altını çizer. “Metin-dışı (içerik) yoktur” (Derrida, 2017: 242) derken kabul etmemiz gerekenin “yazının yapısıyla ilişkili bir ‘yazma biçimi’” olduğu vurgusu bu çalışmanın da belirleyici hatlarından biri olmuştur. Sözel dilin yazılı olana üstünlüğüne ilişkin geleneksel düşüncenin Derridacı yaklaşımla yapısöküme uğratılması dilin hegemonyası altında olduğu düşünülen tüm o sözcüklerin, bilindik anlamıyla yazmanın, konuşmanın, işaretlerin, kuralların, göndermelerin ancak yazının yapısı vesilesiyle açıkça anlaşılır hale geldiğini gösterir. Dolayısıyla yazı dili kapsar (Derrida, 2017: 17). Sözün kesin hükümlerini ve bütünlüğü temsil eden kitap da Derrida felsefesinde yazının sonsuzluğuna evrilir ve metin serbest kalır.

Kitap idesi, imleyenin sonlu veya sonsuz bütünlüğünün bir idesidir; imleyenin bu bütünlüğü ise, ancak ünlenenin kurulmuş bir bütünlüğü ondan önce geliyorsa, onun yazılışına ve imlerine göz kulak oluyorsa ve idealliği içinde ondan bağımsız

(24)

kalıyorsa, olduğu şey -yani bir bütünlük- olabilir. Her zaman doğal bir bütünlüğe gönderme yapan kitap idesi, yazının anlamına temelden yabancıdır. Yazının kırıcılığına karşı, aforizma üretici enerjisine karşı ve genel olarak "ayrıma" (différence) karşı, teoloji ve logosantrizmin ansiklopedik korunma aracıdır. Metni kitaptan ayırt ediyorsak diyeceğiz ki, kitabın yıkılışı, bugün her alanda görülmeye başladığı şekliyle, metnin yüzeyini küreyip temizliyor. Bu zorunlu şiddet, daha az zorunlu olmayan başka bir şiddete karşılıktır. (Derrida, 2017: 30)

1.2. Kararverilemez Anlam

Yapısöküm, Batı kültüründe derinlerde gizli belli felsefi varsayımların ve önyargıların anlaşılmasına ciddi katkılar sağlamıştır. Derrida, tüm sözmerkezci bilgi teorilerinde bilen kişi ile bilinen arasında yanlış bire-bir eşlemeler (correspondence-homoiosis/adaequatio) oluşturulduğunu öne sürer. Bunlar, Derrida’nın varolduğuna inanmadığı sabit, objektif bir doğrunun kaynağından beslenen hatalı bir inanç üzerine kurulurlar. Ona göre mümkün olan tek doğru kararverilemezliktir ve o da yine kararverilemezlik ilkesi gereğince kendi doğruluk durumunu sıfırlar. Anlam, bilen ile bilinen arasında öncül (a priori) bir epistemolojik eşleme/örtüşme üzerine kurulmaz. Çünkü bu eşlemenin genelde önceden varolduğu düşünülen kelimeler ve onların göndergeleri arasında (mesela gösterenler ile gösterilenler arasında) anlambilimsel bir uyuşmazlığa dayalı olduğu düşünülür. Daha çok, muhtemel anlamın tamamı bilen ile bilinen arasındaki “eşleme yetersizliği”nden doğar ki bu da kelimeler ve onların göndergeleri arasında varolan bu öncül, anlambilimsel uyuşmazlığın bir sonucudur. Derrida da kendi anlam teorisini betimlemek adına “différance” terimini üretmiştir. Buna göre kişi bir gösteren ve gösterilen arasındaki herhangi bir ilişkide kimliğin yalınlığından (Saussure usulü) ziyade, bir farklar sonsuzluğu (Aristotle üsulü) keşfeder. Bu nedenle, tüm anlam, yalnızca “farkların oyunu”ndan oluşur. Anlam, tabanı olmayan bir satranç tahtasıdır. (Borody, 1998: 2-3). Borody’nin (22) bu noktada Derrida’nın “Felsefenin Kenarları” (Margins of Philosophy) isimli çalışmasında yer alan “Différance” makalesine ilişkin eklediği yorumuna bakılırsa Derrida, yeniden yazım yoluna giderek ürettiği bu sözcüğü sözmerkezciliğin ve sesmerkezciliğin “kimlik” temelciliğine yönelik saldırısında bir metafor olarak kullanır. Ayrıca, Derrida’nın yazılarında différance terimi şüpheci kararverilemezlik felsefesinin kendisini temsil eder ve bu makale ile birlikte oyun da Derrida’nın “Yazıbilimi”ni tartıştığı “Gramatoloji”de sıkça kullandığı bir metafordur. Ve tüm bu metaforlar, yazarlarımızın “İnsan”ı anlama çabalarını çözümleyeceğimiz bu çalışmanın kilometre taşları olacaktır; zira Glendinnig’e göre (2014: 72):

(25)

Varlığı ideal olabilecek bir logos veya iyi yazıya dair klasik kavrama, okült (yani gizli) ve yalnızca dünyevi ve dışsal olduğu için kötü ilan edilen yazıyı aşan, önceden var olan ‘tinsel alem’ kavramına -İnsan’ın ancak ‘tinsel’ bir varlık olarak idrak edebileceği saf anlaşılırlık ilkesine dayalı düzen- günümüzde pek itibar edildiği söylenemez. ’İnsan’ı anlamak için ‘insan’ ve logos-merkezci bir düzen artık eskisi kadar sağlam değil.

Derrida bu minvalde, yazıyı, sözün mutlak karşıtı olarak görmez. Onun için kararverilemezlik, terimleri birbirinin içine koyamamak ama farklı kendilikler halinde de görmemektir. Bu nedenle yazı söze eklenmiş olur ve Derrida bu durumu “ilavelilik mantığı” olarak adlandırır (Lucy, 2003:174-175). İlave/Ek “-a eklenen, -e katılan şeyi gösterir ve dolayısıyla bir başka’dır; ama -in yerini tutandır da ve dolayısıyla aynı’dır (ve Rousseau’nun bazı metinlerinin yapısının bozulduğu terimdir) (Ramond, 2011: 174). “Bu da sadece söz/yazı karşıtlığında değil, her türden belirleyici, kavram, kimlik ya da yapı kavramının temeline gider. Çünkü ilavelilik mantığı diye adlandırılan şey her yapının doğasında vardır.” (Lucy, 2003: 174-175). Böylece Derrida’nın da ifade ettiği gibi (2017: 372) eklentisellik insana özgü diye nitelendirdiğimiz her şeyi (söz, toplum, tutku, vb.) mümkün kılabilir. Bu noktada Derrida “insana özgü olan”ı sorgulamaya başlar. Böyle bir şeyden söz edeceksek bu, insandan önce ve insanın dışında düşünülmelidir; çünkü insan, eklentisellik sayesinde kendini kendine bildirebilir. Dolayısıyla eklentisellik insanın ne özü, ne de tözüdür. Çünkü eklentiselliğin kendisi de tam olarak mevcudiyet ile namevcudiyetin oyunudur ya da hiçbir metafizik ya da ontoloji kavramının kapsayamadığı bu oyunu başlatandır.

Bu yüzdendir ki, bu "insana özgü olan", insana özgü bir şey değildir; genel olarak "özgü"nün parçalanması, kendine- yakınlığın imkânsızlığı -dolayısıyla arzusudur; saf mevcudiyetin imkânsızlığı, dolayısıyla arzusudur. Eklentiselliğin insana özgü olmaması, sadece ve aynı radikallikle bir "özgü" olmadığı anlamına gelmez; aynı zamanda işleyişinin insan denen şeyden önce geldiği ve onun dışına da uzandığı anlamına gelir. İnsan ancak "öteki"sini tümleyicilik oyunundan dışlayan sınırlar çizerek kendine insan adını verir: yani doğanın, hayvanlığın, ilkelliğin, çocukluğun, deliliğin, tanrılığın saflığını. Bu sınırlara yaklaşmaktan hem bir ölüm tehlikesi varmış gibi korkulur, hem de bu yaklaşma ötelemesiz (differance) hayata erişme yolu olarak arzulanır. İnsan adını taşıyan insanın tarihi bütün bu sınırların aralarında eklemlenmesidir. Bir yad-eklentisellik belirleyen tüm kavramların (doğa, hayvanlık, ilkellik, çocukluk, delilik, tanrılık, vb.) açıkça bellidir ki hiçbir hakikat değerleri yoktur. Bunlar -zaten hakikat fikri de birlikte olmak üzere- eklentisellik çağma aittirler. Ancak oyunun kapanışında anlam taşırlar. Yazı da, gittikçe daha net olarak, bize bu eklentisellik yapısının bir başka adı olarak görünecektir. (Derrida, 2017: 372-373)

Derrida, kitabın ölümünü yazı çağının başladığını ilan etmek için anlatır. Çünkü artık o bütünlüğün korunduğunu iddia etmeye devam etmenin bir manası kalmamıştır. Mananın ta kendisidir sorgulanmakta olan. Kitabın bütünlüğü denilen şeyin sarsılarak yerinden edilmesi yazı ile söz karşıtlığının ötesinde fark üreten ve saçan bir hareket

(26)

olarak düşünülür (Direk, 2014: 7). Bu bağlamda Derrida’nın “La Dissémination” (Dağılım) isimli kitabının “Platon’un Eczanesi” (La Pharmacie de Platon) isimli bölümünü hatırlamak faydalı olacaktır. Derrida’nın bu metni Phaedrus diyaloğunu oluşturan yapısal zorunlulukları araştırmak için yazdığı bilinir.

Derrida’nın “ilavelilik mantığı” olarak adlandırdığı şey, bir kavramın kendini belirleyici olarak görme edimi süresince dâhil olduğu oyundur. Yani, yazı söz için bir ektir. Konuşma dilinin saflığı, yazının teknolojisi ile kayda geçer fakat bu ilavelilik işlevi sözlü dilin gerçeği-söyleme gücü için gereksiz ya da aşırıdır. Platon bu noktayı, Phaedrus’ta işler ancak bu, yazının sözün yerine geçmesine ilişkin bir uyarıdır çünkü yazı özmevcudiyeti (sözü) ancak taklit edebilir. Lakin Derrida’nın belirttiğine göre Platon’un pharmakon için belirlediği kısıtlı anlam yazı tarafından tamamlanmaya muhtaçtır; dolayısıyla “sözün birimsel orijinalliği, yazının ilaveliliğine dayanır” yani “ilave hem bir ek, hem de ikamedir.” Derrida’nın da buradan varmaya çalıştığı sonuç dışarıda bırakmanın hiçbir zaman başarılı bir biçimde bütünselleştirici olmadığıdır. Bu karşıt terimler arasında görülebilen ikircim yüzünden değil “karşıt terimler” nosyonunun kendisi ile alakalıdır. Bu karşıtlık çok daha köktenci bir sorunsaldır ve onu sorunsallaştıran da her yapıyı yapılandırabileceği söylenen kararverilemezlik yapısının ta kendisidir (Lucy, 2003: 171-174). Bu yapının karşılığı Derrida’nın Platon’un Eczanesi adlı makalesinde irdelediği Phaedrus diyaloğunda, Platon tarafından dile getirilen mitte bulunur. Bu mitte tanrı Theuth yazıyı bulmuştur ve ona bir değer atfetmesi için bulduğu sanatı tanrı-kral Thamus’a sunar. Ancak, bu hediye (yazı) hâlihazırda sözünün egemen kılındığı kral Thamus tarafından hor görülür ve tehlikeli bulunur (Göksel, 2006: 42). Theuth yazıyı bir ilaç, bir deva (pharmakon) olarak sunar ve bu ilaç bilgiyi artıracak, unutkanlığı azaltacaktır. Fakat kral yazı pharmakon’un

mnémé’ye (yaşayan ve bilen belleğe) değil, hypomnesis’e (tekrar-bellemeye,

hatırlamaya, emanet etmeye) iyi geldiğini söyleyerek etkisinin tam tersine dönebileceğini öne sürer. Buradan anlaşılabilir ki, Platon yazıyı gizemli bir güç olarak sunma eğilimindedir. Bu da pharmakon sözcüğünün hem deva/ecza/ilaç hem de hastalığı daha da kötüleştirebileceği için zehir anlamlarına gelmesinden ileri gelir. Bilimin, tekniğin, terapik nedenselliğin saydam akılcılığını dile getirmesi ile “deva” (ecza ve ilaçtan farklı olarak) şeklinde çevirilirse gücü temsil eden bu sözcük kralın repliğiyle ters bir anlama kavuşur ve zehir’i temsil eder. Dolayısıyla, pharmakon sözcüğü (yani yazı) bir anlamlar zinciri oyununda (s)istemsiz bir şekilde kendi döngüsünde hareket halindedir. Derrida bu durumu şöyle açıklar: “Metinsellik

(27)

farklardan ve farkların farklarından inşa edilmiş olduğundan, doğası yüzünden mutlak bir şekilde heterojendir ve onu yürürlükten kaldırmaya eğilimli güçlerle durmaksızın uyuşur” (Derrida, 1999a: 74-75).

Zeynep Direk’in (2014: 8) sonrasında Türkçeleştirilen metnin (Platon’un Eczanesi) önsözünde belirttiği üzere, Derrida’nın üzerinde durduğu bu yapısal zorunluluklar, metinden hareketle belirlenen ya da Yunan Kültürüne özgü zorunluluklar değildir zira bu zorunlulukların hayata geçirilmesi felsefe ile mit arasındaki sıkı bağ ile de yakından ilgilidir. Burada Lévi-Strauss’un mitlere ilişkin çözümlemelerini anımsamak yerinde olacaktır çünkü Derrida “yapısalcılığı post-yapısalcılığa doğru aşarken [bunu] bu yapıları üreten hareketi ve o hareketin kendine özgü zorunluluğunu düşünmeye çalışarak” yapar. Açtığımız paranteze Derrida’nın (1999b: 173) Lévi-Strauss eleştirisi ile devam edecek olursak Lévi-Lévi-Strauss’un Güney Amerika mitolojisine ilişkin çalışmasını örnek verebiliriz. Lévi-Strauss Güney Amerika mitlerini çözümlemeye girişmeden önce herhangi bir envanter çalışmasına gerek duymaz. Gelen eleştirilere ilişkin de bu durumu savunur ve bir dilbilimcinin de, incelediği bir dilin gramerini kayda almak için o güne kadar telaffuz edilmiş ve sonrasında da edilecek olan sözleri bilmeksizin çalışma yapamayacağını varsaymamız gerektiğini öne sürer ve araştırmasını bir sözdizim çalışmasına benzetmiş olur. Derrida önce Lévi-Strauss’un “Çiğ ve Pişmiş” (le Crut et le Cuit) isimli eserinde bunu anlattığı kısmı alıntılar ve ardından Lévi-Strauss’un tümel; dolayısıyla da bir merkezi ve yapıyı savunan savını da sonsuz oyun kavramıyla yapısöküme uğratır:

Demek ki bütün/tümleme (totalisation) kah faydasız kah imkansız olarak tanımlanır. Kuşkusuz bu, bütünün sınırını düşünmenin iki tarzının olmasından ileri gelmektedir. Ve bir kez daha söyleyeceğim ki bu iki belirlenim Levi-Strauss'un söyleminde belirtik-olmayan bir biçimde birlikte-mevcuttur. Klasik üslup içinde bütünün/tümlemenin imkansız oluşuna hükmedilebilir: o durumda bir öznenin veya asla baş edemeyeceği sonsuz bir zenginliğin peşinde nafile yere nefes tüketen sonlu bir söylemin ampirik çabası akla gelir. Söylenebilecek olandan çok, epey çok şey var. Ama tümleme-olmayanı başka türlü belirleyebiliriz: artık ampirikliğe-özgü oluş anlamında sonluluk kavramının sağladığı bakış açısıyla değil ama oyun kavramının sağladığı bakış açısıyla. Eğer bu durumda bütünün/tümlemenin artık bir anlamı yoksa, bu, bir alanın sonsuzluğunun sonlu bir bakışla veya sonlu bir söylemle kuşatılamayacağından değil de alanın -yani, dilin ve sonlu bir dilin- doğasının bütünü/tümlemeyi dışlamasından dolayıdır: bu alan, gerçekte, bir oyunun alanı yani sonlu bir bütünün kapanmışlığındaki sonsuz ikamelerin alanıdır. Bu alan ancak kendisi sonlu olduğu için, yani ancak tüketilemez bir alan olmak yerine, [yani] klasik varsayımda olduğu gibi fazla büyük olmak yerine onda bir şey -yani ikamelerin oyununu durduran ve kuran bir merkez- eksik olduğu için bu sonu gelmez ikamelere izin verir.

Metafizik akıl yürütmemiz ve dünyayı bir düzen içinde algılama zorunluluğumuz bakımından ihtiyaç duyduğumuz bir şeydir. Bu açıdan bakarsak

(28)

metafizik deneyimi reddemeyeceğimiz aşikârdır. Anlamı anlamsızdan, esas olanı olmayandan ayırt edebilmek için karşıtlıklara dayalı bu akıl yürütme sistemine ihtiyacımız vardır: “Metafiziğin ne önemi olabilirdi, eğer bize sağlam temeller, güvenilir değerler ve bunlara uygun bir yaşam imkânı verebileceği vaadinde bulunmasaydı?” (Direk, 2014: 8-9) Gel gelelim, Derrida’nın asıl üstünde durduğu bu

metafizik fantezilerin nasıl üretildiğidir. Bunu anlamak için différance hareketini

anlamaya ihtiyaç vardır:

Yüzeyde birbirini dışlayan ve mantık işleyişimizi yönlendiren tüm bu karşıtlıklar alt katmanlarda tam bir akışkanlıktan beslenir, karar verilemezlikte kök salar. O halde différance veya arki-yazı, aynı zamanda metafizik öğeleri, ilişkileri, yapıları mümkün kılan, zemindeki o salınım olmalıdır (8).

Bu hareketin farkında olmak, bu fantezilerin imkânsızlaştığını görmemizi de sağlar. Böylelikledir ki, anlam saçılır, dağılır, kaybolur hatta tükenir. Tüm o kesin, durağan ve bir merkeze bağlı oluşan yapıların, değerlerin aslında çift değerlilik ve karar verilemezlik ekseninde salındığını görmek hiç de zor olmamalıdır (9). Dolayısıyla Derrida da pharmakon terimi yoluyla yazı (ve söz) sorunsalının metnin örgütlenişindeki önemini anlatır ve pharmakon’un hakikatle olan ilişkisinin de diyalog vesilesiyle sorgulanmasına çalışır. Sonuç olarak söz ve yazı karşıtlığını bir eksik gidermeye (ilavelilik) dönüştürmesi différance hareketi ile ilişkilendirilmiş olur. Pharmakon’un yarattığı bu durum kararverilemezlik açısından tezin “arada-kalmışlık ve kendilik sorunsalı” temasının açıklandığı bölümde tekrar karşımıza çıkacaktır.

1.3. Post-Yapısala Geçiş: Derrida, Barthes ve Metin

Post-yapısalcılık; 1960’larda Fransa’da gelişmeye başladıktan sonra Jakobson, Saussure ve Lévi-Strauss gibi düşünürlerce dizgeleştirilen klasik yapısalcılığa karşı bir tepkidir. Post-yapısalcılığın temel argümanı var-olan yapıların ve söylemlerin durağan, kalıcı ve sağlam olmadığıdır. Tarihsel kopukluklar ve kırılmalar yapıların oluşumunda belirleyicidir. Aslında her türden “yapı” kavramı, “ölçünleştirici değer tasarımları” ve “bütünselci kuramlar ve ilkeler” eleştirel değerlendirilir. Tekleştirici temel yapılara karşı da mesafeli bir tutum içinde olan postyapısalcılıkta “[...] önemli olan kapsayıcı ve bütünleştirici felsefi kuram ya da kuramlar değil, düşünsel bir tutum, bir yöntem ya da çözümleyici bir yaklaşımdır” (Kula, 2010: 53). Onur Bilge Kula (54) Post-Yapısalcılık ile Romantiklik ve onun güncel türevi Post-modernite arasında belirgin koşutluklar görür. 1980’lerde yine Fransa’da gelişen post-modernizm moderniteye bir seçenek oluşturma amacı taşır. Post-modernizm modernitenin tekçi savlarına karşı “eleştirel

Referanslar

Benzer Belgeler

Ton- sil aspiratlarında üreyen patojenler tonsil merkez kültürlerinde üreyen patojenlerle vakaların %88’inde (24/27) benzerlik gös- termektedir.S.aureus her üç kültürde de

Öte yandan, hemen her konuda "bize benzeyeceksiniz" diyen AB'nin, kendi kentlerinde yüz vermedikleri imar yolsuzluklar ını bizle müzakere bile etmemesi; hemen tüm

birçok bitkide çeşitli stres koşulları altında yapılan denemelerde, α tokoferol artışının bitki dokularının oksidatif strese karşı savunulmasında önemli

For the whole period from 1957 to 2001, after adjusting for age shifts in the general population, the proportion of TB patients had significantly increased in persons 65 years or

DSP lideri Ecevit, bugün toprağa verilecek gazetemiz yazan için mesaj yayımladı: Çelik Güiersoy’ım aralı dikilm eli.. Gülersoy’un ölümü üzerine yayımladığı

Veri sudrma, bir bilgisayar tesisinden veya depolama alanrndan bilgi galmayr kapsayan diler bir bilgisayar sugudur.Birgok kurulug, raporlann velveya manyetik ortamln

Biliyorum ama sadece benim babam şapkasının altında kâğıttan küçük bir kuş götürüyordu.. Annem ağlamasa diğer kadınlar ve çocuklar ağlamasa

Horizontal göz hareketlerinin düzenlendiği inferior pons tegmentumundaki paramedyan pontin retiküler formasyon, mediyal longitidunal fasikül ve altıncı kraniyal sinir nükleusu