• Sonuç bulunamadı

Birey-Toplum Açmazında “Oğullar ve Sevgililer”

Oğullar ve Sevgililer Lawrence’ın ilk yazarlık döneminin başyapıtıdır ve kendi yaşamında üst üste gelen bunalımlarla aynı döneme denk gelir. Bir “Bildungsroman”dır; yani bir gencin gelişimini anlatır. Bu açıdan ayrıca önemlidir çünkü Lawrence’ın görsel dili, romanda olay örgüsünün yerine geçer. Zira romanda aslında yalnızca Paul Morel isimli karakterin büyüyüp iki kadınla ilişki kurduktan sonra dünyada en değer verdiği varlık olan annesinin ölümünü okuruz (Kermode, 1989: 17-18, Urgan, 2016: 140-141). Fakat Lawrence’ın dil ve gerçeklik üzerine olan düşünme biçiminin onu dilin tuzaklarından kurtaran mücadelesinde oldukça etkin olduğunun hakkını vermek gerekir. Schneider’e göre (1986: 35) Lawrence’ın bu yönü oldukça ikna edicidir ve onu yapısökümcü düşünce biçimiyle ilişkili olarak göz önünde bulundurmamıza yardımcı olur. Schneider, Lawrence’ın bir yapısökümcü olduğunu iddia etmez hatta ona göre Lawrence çoğu zaman dilin düşünce ve mantığın hükmü altında olduğu görüşüne bağlıdır. Bununla birlikte, Nietzscheci düşüncenin merkezini teşkil eden fikir ile alakalı olası sonuçları görmede oldukça hızlı davranmış olması, onun, dilinde başvurduğu fevkalade hassasiyeti açıklar. Bu düşünceye göre dil, ideal bilincin bir aracıdır ve konuşmacının niyetiyle ya da varoluşla alakalı kaçınılmaz bir bağa sahip değildir. Dil, keyfi göstergelerden oluşan bir ağ olarak tanımlandığına göre dilin tamamı mecazidir; kelimeler söylediklerini demek istemezler veya demek isteneni söylemezler. Dahası, insan niyeti normalde, “yazı” ile ortaya çıkarıldığından çok daha sıklıkla maskelenir.

Romanda Walter ve Gertrude Morel, Paul Morel, Miriam Leivers ve Clara Dawes ana karakterlerdir ve Paul karakteri tüm yönlerden gelişimiyle romanın izleğinde ana odaktır. Dört çocuklu ailenin üçünü çocuğudur. İkinci kız çocuk dışında diğer tüm çocukların erkek olduğu ailede baba Walter Morel içkiye düşkün, kaba saba bir adam olarak karakterize edilir. Beklediği türden bir ilişkiyi maden işçisi kocası ile yaşayamadığını okuduğumuz Gertude Morel için en değerli varlıkları oğullarıdır. Okumuş bir kadın olan Gertrude, Walter’la evlenerek bozulduğunu düşündüğü sosyal statüsünü roman boyunca oğulları üzerinden yeniden kazanmaya çalışacaktır. Bununla birlikte, kapitalist ekonominin ayak sesleriyle birlikte mekanikleşen bireyin hikâyesi sadece Paul Morel’ın hikâyesi olmaz. Sanayileşmenin baş verdiği İngiltere’nin

sosyolojik panoraması Lawrence tarafından kent-doğa, işçi sınıfı-orta sınıf, kadın-erkek, anne-baba, cehalet-eğitim, karanlık-aydınlık, vb. karşıtlıklar üzerinden çizilir. Roman bir yandan da endüstrileşmenin yozlaştırdığı ilişkilere yoğunlaşır. Genç ve yakışıklı Walter Morel daha ilk görüşte katı, yüksek-görüşlü ve tutucu bir ailenin kızı olan Gertrude’un dikkatini çeker ve bu maden işçisi gençten çok farklı olan ve “onun gözünde bütün erkeklerin simgesi olan babasının” (Lawrence, 2003: 15) yarattığı ezberi siler. Ve romanın en büyük çatışma zemini bu çiftin ilk karşılaştığı o dans sahnesinde kurulmuş olur. Çünkü maden gerçeği hayatlarını öyle bir ablukaya alacaktır ki, ne kadar çırpınırlarsa çırpınsınlar, onlar için, içinde nefes alamadıkları bir cendere olacaktır. Aslında yerin altı ve yerin üstü gibi fiziksel bir alegoriden doğan bu ayrım zamanla ailede başlıca çatışma unsuruna dönüşecek, ailenin her bireyinin ayrı ayrı verdiği mücadeleler çerçevesinde ardına düştükleri anlam okurun da sorgulama ağına takılacaktır. Paul ailenin üçüncü çocuğudur ve annenin ilgisinin üzerine yoğunlaşmış olduğu ferdidir. Aralarındaki bağ tipik bir Oedipius vakasının anlatımına dönüşür. Bu durum Paul’ün dışarıdaki hayatıyla evin içi arasında bağdaşıklık kuramadığı türden bir karakter gelişimiyle verilir. Romanda keşfedilmeyi bekleyen ana ilişkilerden biri pek tabi ki Paul ile Miriam Leivers arasında gelişen, ne var ki Paul’ün annesi Gertrude’un etkisiyle Paul, Miriam ve Clara Dawes üçgeninde serimlenen ilişki tipidir (Kermode, 1989: 10, Poplawski, 1996: 162-164, Urgan, 2016: 148). Aslında birtakım arayışlara dönüşecek olan bu ilişkiler kümesi ile kimlik oluşumunun bölünmeler ve arada- kalmalar yoluyla gerçekleştiğine tanık olur okur. Bu, kişinin ruhu ve bedeni arasında bölünmesi vesilesiyle “öteki”nin bize en yalın haliyle aktarılacak olduğu eksendir aslında. Birey bir şekilde alakadar olduğu tüm toplumsal unsurlar ile kendi arasında soyut bir iç dünyanın uzamında sıkışmıştır. Toplum bireyin dışında olduğu kadar içindedir de. Sonuç olarak Paul için annesi bu toplumun en başat iktidar sahibidir. Ve bunun hegemonik etkisinden kendi isteğiyle çıkamayan Paul’ün annesinin ölümüne değin süren oyunu zaman zaman çeşitli sebeplerle oyun dışı kalmış gibi gözüken -ama bunun aslında hiçbir şekilde gerçekleşmediği- diğer karakterler tarafından bozulur. Belki de Paul böyle olmasını ister. Çünkü bu oyunu başlatan da bir bakıma o değildir. Oyun arke-yazıdan beri vardır ve iz kendini bir şekilde yineler. Yapısökümü bu romanda kendilik sorunsalı ve arada-kalmışlık üzerinden okuyacak oluşumuz da bundan kaynaklanmaktadır.

Eğer tüm bu ilişkilerin her birini ayrı ayrı metinler olarak görürsek Derrida’nın öngördüğü gibi metnin dışına çıkmadan içeride kalan boşlukları görmemiz mümkün

olacaktır. Anlam bu üretken metin-zeminler üstünden kendini durmaksızın yenilerken, metin de kendi kendini yapısöküme uğratacaktır. Ne de olsa, Lawrence’ın sadece roman içinde olduğunu savunduğu gerçeklik yazının sonsuz zamansallığında bir iz, bir oyun, bir differance hareketinden başkası değildir. Kermode’a göre “Lawrence da bu nedenle metnin anlamını yapıttan soyutlanmış bir amaca dayandırmaktan kaçınmamız gerektiğini vurgular. Öyküye inanın, anlatana değil” (Kermode, 1989: 21).

Romanda maden olgusu üzerinden gelişim sağlayacak olan bir sanayi eleştirisinin ağırlığı daha en başta hissedilir. Önceleri “küçük kömür madenlerinde çalışan işçiler” sonra bulundukları bölgede, dev şirketlerce keşfedilen o büyük kömür ve maden damarlarında çalışmaya başlarlar. Walter Morel da bir maden işçisidir ve maden işçiliği romanın aslında ilk çatışma merkezidir denilebilir. Aslına bakılırsa maden üzerinden gelişen sembolik anlatım romanda yer bulan çatışma unsurlarının bir bakıma ana kaynağıdır. Maden işçiliği de bu bölümün ana başlığında belirtildiği üzere birey- toplum özelinde beliren ilk semboldür. Maden işçiliği bir toplumsal statü ise bireyin bu statü dâhilinde kendine biçtiği rol ve bu rolün farklı ilişki düzlemlerinde bulduğu karşılık bizi doğrudan ilgilendirmektedir.

Gertrude ilk tanıştıkları zaman Walter ona madenci olduğunu söylediğinde “hayret ve üzüntüyle” bakar ona. Walter fareler gibi yerin altında olduğunu söyler ve ama çok zor, dirayet gerektiren bir iştir bu ona kalırsa. Bunun ardından Gertrude’un tepkisi önemlidir:

Genç kadın irkilerek baktı ona. Bu gözünün önünde ansızın açılıveren yepyeni bir yaşam yoluydu. Yüzlerce madencinin yer altında ter dökerek akşamlan ortaya çıkabilen yaşamlarını kafasında canlandırdı. Walter soylu gözüktü gözüne. Her Allahın günü canını tehlikeye atıyordu, şen ve şakrak halinden bir şey yitirmeden” (Lawrence, 1986: 44-45).

Yerin altı ve üstü romandaki ana karşıtlık eksenidir. Bu, Walter ile Gertrude’un tanıştığı anda okuyucuya bir sınıfsal ayrımla sunulur. Walter madenin karanlık ama kutsal yüzünü Gertrude’a göstermiştir. Hatta Walter isterse onu ocağa indirebileceğini, anlattıklarını kendi gözleriyle de görebileceğini söyler. “Genç kadın katıksız bir alçakgönüllülükle, sanki biraz da af diler gibi bak[maktadır] artık Walter’a:

Genç adam sevgi dolu sıcacık bir biçimde, “İstemez misin?” diye sordu. “Ama herhalde üstün başın kirlenir.”

Gertrude’la o zamana dek hiç kimse böyle köylü ağzıyla senlibenli konuşmamıştı (45).

Diyaloğa Gertude’un “iyi, köklü, orta halli bir kasaba ailesinden gelme” (Lawrence, 2003: 12) olduğunu bilerek yaklaşıldığında ilerde Walter ile Gertrude arasında doğacak olan sınıf çatışmasının ilk izleri görülmüş olur.

Kermode (1989: 10) Lawrence’ın maden işçisinin gündelik hayatına olduğu kadar mitsel yanına yaptığı vurguyu ilginç bulur. Gerçekten de Lawrence romanı boyunca madenciliği daha çok Walter’ın karısı Gertrude üzerinden olmak üzere bir alt metin olarak sunar. Burada önemli olan Lawrence’ın düşünceleri ve anlatımlarından alışkın olduğumuz ikili görüşünü sürdürmesidir:

Sözgelimi, babasını, gizemli, ama uğurlu saydığı bir karanlıkla, cehaletle özdeşlerken, annesini, kişinin üzerinde kötü etkiler yaratan, uğursuzluğa yol açan eğitim ve kültürle özdeş görür. Bu türlü karşıt eğilimler arasında hep bir uzlaşmanın, bir dengenin varlığını düşlemiştir Lawrence; buradaki örnekte de bu üçüncü yönsemeyi kendisi temsil etmektedir (10).

Derrida’nın Batı metafiziği düşünce eleştirisi, mevcudiyet kavramını mitolojik söylem ve dolayısıyla logos üstünlüğü üzerinden yapısökümler (Derrida, 2017: 66). Lawrence’ın da idealizme karşı açtığı savaşı Schopenhauer, Nietzsche, Willliam James ve Henri Bergson dörtlüsü üzerinden gerçekleştirdiğini biliyoruz. Daniel Schenieder’in Sözmerkezciliğe karşı Lawrence’ın sunduğu alternatifleri incelediği makalesinde (1986:36) belirttiği gibi bu dörtlü Lawrence’ın, “bilgi”ye ve Derrida’nın “mevcudiyet miti” dediği şeye karşı aldığı tavırda ilham aldığı filozoflardır. Fakat yine de mitin Lawrence’ın, geliştirdiği karakterlerin ikilemlerini yansıtırken yardım aldığı bir kaynak olduğunu belirtmemiz gerekir. Tüm o yeniden anlamlandırmalar mitin bunu salık verişiyle mümkün kılınabilir. Barthes’a göre (1990: 165) “Söylen bir değer'dir, yaptırımı doğruluk değildir: hiçbir şey sürekli başka-yerdelik olmasını engellemez: elinin altında her zaman bir başka yer bulundurması için gösterenin iki yüzü olması yeter: biçimi sunmak üzere anlam, anlamı uzaklaştırmak için de biçim hep hazırdır”. Nitekim mevcudiyet metafiziği de en başta söz-yazı karşıtlığı olmak üzere karşıt unsurlardan beslenmiştir. Lawrence’ın da bu karşıtlıklar arasında bir denge çabası içinde olurken romanda oluşturduğu belirsizlik bizi onun yapıtlarında Derrida’nın “différance” adını verdiği devinim ile buluşturan unsur olacaktır.

Romanın mitik boyutu daha çok Miriam Leivers’ın ve annesinin romana kattığı spritüal çerçeve ile derinlik kazanır: “Miriam’ın en iyi arkadaşı annesiydi. İkisi de kahverengi gözlü, mistizime eğilimliydi. Dinsel hislerini içlerinde birer define gibi saklayarak nefesleriyle alıp veren, böylece de dünyayı neredeyse bir sis arkasından gören kadınlardandılar” (Lawrence, 2013: 155). Romanın karakter gelişimi üzerinde durduğu ve Lawrence’ın kendi yaşamından yoğun izler taşıyan Paul karakterinin roman boyunca hayatına giren iki kadından biridir Miriam. Paul’ün Miriam’la kurduğu ilişki kendiliğini en çok sorguladığı, sorgularken içinde olduğunu fark ettiği diğer tüm

benliklerinin ayrı ayrı izini takip ettiği ilişkidir. Paul bu izin peşini hiç bırakmasa da bulmayı istediği ama çok da umut etmediği o “iz”i bulamayacaktır. İz, Paul’ün zamanla kendi kendisine yabancılaşmasıdır. İz tabiileşmeden yok olacak olan kökendir. Çünkü Paul’ü kendisi kılan aslında çelişkileridir. Çelişkilerin arasındaki fark da onto-teolojik bir fark değil, différance’tır ve şimdiki zamanla geçmiş olan arasındaki temsil etmeye ve var olmaya dayalı ilişki içinde yer alacaktır. Différance, iz’in yerleşmesi ile birlikte silinişini belirleyen harekettir ve zaten iz bir ek’tir (supplement). Sözün ekinin yazı olması gibi iz de kökensiz bir ektir yani ekin ekidir (Akay, 1999: 15-16). Paul’ün Miriam ve onun ruhani dünyasıyla tanışması annesinin dünyasının da onun etrafında dönmeye başladığı zamanlara denk gelir. Annesinin o ana kadar tüm ilgisinin kendisinde olduğu en büyük oğul William, Nottingham’da bir işe girer. Ortanca olan Arthur büyüyüp serpildikçe o kadar aksileşir ki anne Morel “sonunda Nottingham’da bir ortaokul için parasız okuma sınavını kazandığı zaman onun orada kalmasına karar ver[ir]” (Lawrence, 2013: 122). Kız çocukları Annie de köy okulunda öğretmenlik yapmaktadır o sırada. “Gertrude Morel şimdi dört elle Paul’a sarılmıştı[r]” (122). Paul’ün annesiyle arasında gelişmekte olan sıra dışı bağın aşamaları roman boyunca verilir. Annenin çocukların dünyasında bıraktığı bu izin oluşmasında ailede hâkim olan baba figürünün de etkili olduğu rahatlıkla anlaşılır. Baba Morel ile çocukları arasında oluşan duygusal boşluk zamanla Walter’ın ailede tam bir yabancı gibi algılanmasına ve babanın varlığına olan tahammülsüzlüğe dönüşecektir.

Kocasının madenin tüm kiri pasıyla oturup kafa çekmesini, saatlerce çalıştıktan sonra eve dönüp yıkanarak yemeğini yiyecek yerde, meyhaneye çöküp boş mideyle sarhoş oluncaya dek içtiğini düşünmek Bayan Morel’i çileden çıkarırdı. Onun bu hissi çocuklarına da geçerdi. Zaten artık tek başma acı çekmiyordu; çocuklar da onunla birlikte dayanmaya çalışıyorlardı (Lawrence, 1986: 124).

Romanda dışarısı ve içerisi diğer bir karşıtlık ilişkisi olarak kullanılır. Aile ve ev/yuva kavramları yoluyla maddeselliği aşan bu ikilik Walter’ın yabancılaşması için yaratılan zemindir. Walter ailede dışarıda kalandır. “[...] babaları içeri girer girmez her şey dururdu. Evin her şeyi düzgün giden tekerine sokulmuş bir çomak gibiydi o” (126- 127). Bu dışarıda bırakılma hali Walter’ın farkında olup değiştirmek için çok da uğraşmadığı bir duruma dönüşecektir. Romanda, iç dünyasının derinliklerinde kayıp

kendisini arayan ilk kişi aslında Walter’dır. Bu durumda maden de Walter’ın

kendiliğinin bir yansıması olarak okunacaktır; saygıdeğer, yüce, güçlü fakat aynı zamanda yorucu, kasvetli, bencil tarafının. Walter’ın arada-kalmışlığı romandaki örtük sıkışmadır.

Morel çocuklarının onunla da konuşmalarını çok istiyordu, ama onların elinden bir şey gelmiyordu. Bazan anneleri:

“Bunu babanıza da anlatın,” derdi.

Paul bir keresinde bir çocuk gazetesinin açtığı kompozisyon yarışmasında armağan kazanmıştı. Herkes sevinçten uçuyordu.

Bayan Morel, “Gelince babana da anlatsan iyi olur,” dedi. “Biliyorsun nasıl söyleniyor, ona bir şey anlatmıyorsunuz diye.”

Paul, “Peki,” dedi; ama babasına söylemektense armağanından vazgeçmeyi yeğlerdi. “Bir yarışmada armağan kazandım, baba,” dedi.

Morel dönüp ona baktı:

“Öyle mi evladım? Nasıl bir yarışmaydı bu bakalım?” “Hiç. Kompozisyon işte, tarihte ünlü kadınlar üzerineydi.” “Peki, aldığın armağan ne kadar?”

“Bir kitap.” “Ya, öyle mi?” “Kuşlarla ilgili.” “Hum!”

İşte hepsi bu kadardı. Babayla aileden başka bir kimse arasında konuşma olanaksızlaşmış gibiydi. Morel ailenin yabancısıydı. Kendi içindeki Tanrıyı inkâr etmişti o (126-127).

Miriam ve ailesinin yaşadığı Willey çiftliğine annesiyle yaptığı ilk ziyaretten sonra Paul’ün hayatı tam bir savaş alanına dönecektir. Kendisi ile giriştiği savaşın alanıdır bu. Savaşı ise zaman zaman kendine karşı Miriam ile birlikte ya da Miriam’a karşı kendini dışarda bırakarak verecektir. Önce ağabeyi William’ın ölümüyle sarsılır Paul. Lawrence bunu romanda tokat atar gibi aniden iletir okura. Romanda varlık ve yokluk başka bir çatışma alanı olarak ölüm-yaşam ya da karanlık-aydınlık ayrımları ile dikkat çeker. Lawrence’ın bu zıtlıklar arasında bulmaya çalıştığı denge kendi deyimiyle “ilintili olma” (relatedness) ile açıklanabilir. Ona göre (Lawrence, 1936: 525) yaşayan ya da yaşamayan her şey, kendi tuhaf, içiçe geçmiş sürekli hareketi içinde akmaktadır ve hiçbir şey, ne insan ne de insanın Tanrısı; insanın düşündüğü, hissettiği ya da bildiği hiçbir şey sabit ya da kalıcı değildir. Hiçbir şey, kendi etrafını çevreleyen evren ve bu evren ile akış halinde olanlar ile yine kendi yaşayan ilintililiği içinde olmadıkça, doğru, iyi ya da haklı değildir. Lawrence’ın tanımladığı bu hareketin Derridacı felsefede sıklıkla üstünde durduğumuz différance hareketine anlamca yakınlığı oldukça dikkat çekicidir. Bu durum aslında Lawrence’ın metin içerisinde kalarak kendi karakterlerinin hem kendilerine, hem ilişki içinde bulunarak ilintili (related) oldukları diğer karakterlere ve yine ilintili oldukları ve olup olmama durumlarının dahi sorgulanamayacağı dünyaya karşı aldıkları yapısökümcü tavrın işaretleridir. Bu işaretleri takip eden okur romandaki yapısal karşıtlıklarla tek tek yüzyüze gelerek Miriam’ın Paul’ü, Paul’ün kendini bulma savaşında annesi başta olmak üzere çevresindeki herkesi, annesinin kocası Walter’ı, Walter’ın tüm aileyi nasıl ters yüz ettiğine şahit olur. Lawrence kişilerinin ruhsal yapıları ve birbirleriyle ilişkileri üstünde

titizlikle durur (Urgan, 2016: 142). O ilintililikten doğan sonsuz hareketin karar verilemez ilişkiler silsilesine dönüştüğünü bize müthiş bir ustalıkla gösterir. Yine de Oğullar ve Sevgililer Mina Urgan’a göre (142) gerçekçi İngiliz romanı geleneğine az çok uygun sayılabilecek bir roman -hatta Lawrence’ın bu gerçekçi geleneğe en uygun tek romanı- olarak görülüyorsa bunun sebebi yoksul maden işçilerinin hayatının tam bir gerçekçilikle anlatılmasıdır. Lawrence’ın birey-toplum açmazını en yalın haliyle yansıttığı düzlemin maden işçiliği olduğu inkâr edilemez. Maden, bireyin içine oturtulduğu sosyal konum itibariyle sürüklendiği çaresizliğin nasıl bir çarpan etkiye dönüşebileceğini göstermesi bakımından Oğullar ve Sevgililer romanının temel direğidir. Öyle ki, romanın ana çatışma sahalarından biri de kadın ve erkek arasında kalan bölgedir ve bu bölge çocukların bulunduğu bölgedir. Thomas L. Jeffers’ın (2005: 137-138) Lawrenceçı bir perspektifle sunduğu tarihsel altyapıya göre Sanayi Devriminden önce kadın ve erkekler çiftiliklerde, küçük ölçekli (ev içi) üretim sanayiilerinde ya da dükkânlarda erkekler ile yan yana çalışmaktaydılar. Umumi arazilerin onyıllar içerisinde kuşatılarak kapatılması ve teknoloji kültürünün kaçınılmaz ilerleyişi erkekleri arazinin dışına; fabrikalara veya madenlere itmiştir. Bu gelişme kadınları evde tek başına, günün büyük bölümünde çocuk büyütmenin yalnız sorumluluğuyla bırakmıştır (Jeffers, 2005: 137).

Yan bahçeye çıktı. Kadınlar panayırdan dönüyordu, çocuklar da ya yeşil bacaklı beyaz

bir kuzu, ya da tahta bir at kucaklamışlardı. Ara sıra kaldırabileceğinden çok içmiş bir adam sallana sallana geçiyor, bazen de huzur içinde ailesiyle birlikte yürüyen iyi bir koca geliyordu. Ama çoğunlukla kadınlar ve çocuklar yalnızdılar. Evde kalan annelerse, alacakaranlık çökerken, dar sokak köşelerinde kollarını beyaz önlüklerinin altında kavuşturmuş kaynatıyorlardı. Bavan Morel yalnızdı, ama alışıktı buna. Oğluyla küçük kız: yukarıda uyuyorlardı, demek ki, göründüğü kadarıyla, yuvası kımıldatılamayacak ve sarsılmayacak bir biçimde arkasındaydı. Ama beklediği bebekten ötürü bezgin hissediyordu kendini. Dünyasına kasvet çökmüştü sanki. Hiçbir şey olamayacaktı bu dünyada; hiç değilse William büyüyünceye dek... (Lawrence, 1986: 35-36).

Çocukların gözünde işin ağır ve sert kısmı babanındır. Baba fabrikaların ve madenlerin maskülen dünyasına aittir. Böyle ailelerde kızlar daha şanslıdır. Onlar için annelerini model almak kolaydır. Jeffers’ın aktarımıyla (2005: 138) Robert Bly bu durumun erkek çocuklar için çok daha zor olduğunu düşünür. Babalarıyla karşılıklı güreşme yollu ve sert oyunlar içeren türde bir fiziksel temastan uzak olmaları ve böylelikle ilk aşk ilişkilerini babalarıyla maskülen bir iletişim biçimi halinde yaşama fırsatından yoksun olmaları onların ruh-eşi olarak kendilerine annelerini almalarına sebep olmuştur. Dolayısıyla romanda karşımıza çıkan Gertrude karakterinin neye

dayanarak Walter’ı domine etmeye çalıştığını anlamak için Lawrence’ın kendi ailesinde şahit olduğu kadın-erkek enerjisindeki dengesizliğe bakarak o sıralar İngiltere’de hüküm süren Sanayi Devrimi ve yarattığı psikolojik koşullarla bağlantı kurmamız da etkili olacaktır. Demek ki, Paul’ün arada-kalmışlığı, tarihsel koşulların toplumda yarattığı kriz ve bu krizin aile ilişkilerine etkisi bakımından da okunabilir. Bu açıdan Gertrude’un öncü bir karakter olarak Walter’ı ve Walter’ın kafasındaki kadın profilini yapısöküme uğratmış olduğu da bir gerçektir. Bu durumda Jeffers’a göre (2005: 138) Lawrence da yaratıcı bir baba figürü (Tanrı) ve onun üzerinden betimlenen metafiziği yerinden etme çabasıyla Kraliçe Viktorya ve Kral Edward zamanında ev işlerinde hâkim olan kadın figürünün tarihsel sonuçlarını kabul eder. Lawrence Eski İncil’de

Benzer Belgeler