• Sonuç bulunamadı

İnsanı anlatmayı düşündüm. ... Ben, kahramanlarımın iplerini istediği gibi oynatarak insanlardan kuklalar yaratan büyük romancıların yeteneklerinden yoksunum. Roman kahramanlarıma uygulayacak büyük nazariyelerim, onları peşinden koşturacağım ülkülerim yok (Atay, 1972)6

Tutunamayanlar (1971, 1972) Oğuz Atay’ın Türk edebiyatına kazandırdığı en önemli eserler arasında sayılmaktadır. Yayınlandığı ilk yıllarda pek ilgi çekmeyen bu roman 1990’lı yıllarda Jale Parla’nın (1998: 204) deyimiyle Türk okurunu sarsmıştır:

Oğuz Atay’ın okurunu metinselleştirdiği bu romanda aydınlar ilk kez çarpıcı bir gerçeğin, kendilerinin değişik dil ve söylemlerden oluşmuş birer ‘sözel yapı’ olduklarının farkına vardılar. Çağlar Keyder’in daha ince bir şekilde söylemiş olduğu gibi, bu romanda, “aydının bilincinin ve söyleminin katmanlarını arkeolojik bir titizlikle ortaya çıkarma” çabasını buldular. Bu “katmanlar” Atay’ın gerçekleştirdiği farklı dillerin parodileriyle öylesine üst üste yığılmıştı ki kitabın baş kişileri Selim ve Turgut ‘tutunamayanlar’ kadar ‘ezilenler’ diye de tanımlanabilirdi.

Roman yukarıda bahsedilen gerçekliğin reddi tavrının hakkını verecek şekilde bir gerçeklik-kurmaca algısı ölçüsünde kurgulanmıştır. Belli eleştirmenlerce uygun bulunmayan karışıklığı, aslında onun çok-katmanlılık özelliğini tamamlamaktadır.

6http://www.edebiyathaber.net/oguz-atayla-tutunamayanlar-uzerine/ Erişim tarihi: 02.01.2019

Pakize Kutlu’nun Oğuz Atay’la yapmış olduğu röportaj metninin orijinali 30 Eylül 1972 tarihli Yeni Ortam gazetesinde yayınlanmıştır.

Sınırlara karşı çıkan bir roman olması özelliği ile edebi söylem hususunda belli tartışmalara zemin hazırlayan eserler arasında yer almıştır.

Biçim-içerik sorununun Yeni Eleştiri (New Criticism) ile birlikte edebiyat dünyasını meşgul etmeye başladığı dönemlerden bu yana eleştirmenler edebiyatın gerektirdikleri üzerine kafa yormaya devam etmektedirler. Eagleton edebiyat için “pragmatik olmayan söylem” tanımına olabilir gözüyle bakmaktadır. Biçimcilerin,

günlük dili çeşitli yollarla deforme etmesi gereği üzerinden edebiyata yükledikleri

“yabancılaştırıcı” etki sorumluluğu, günlük konuşma içinde körleşen gerçeklik algılarımızın “otomatikleşmesine” engel olmakta, dramatik farkındalığımızı perçinleyerek, bilindik tepkilerimizi tazelemektedir. Lakin bir takım kurallar koyar görünen bu kuram için normal olanın ölçüsü bilinmemekte, kültürel değişkenler hesaplanamamaktadır. Sıradan dil her toplumun kendi kesimlerine haiz üyelerinin kendi aralarında dahi değişkenlik gösterecektir. Bu nedenle kullanılması uygun bulunmayan türden yegâne bir sıradan dilin var olduğu düşüncesi ancak bir yanılsama olabilmektedir (Eagleton, 2014: 18-22).

Tutunamayanlar’da Oğuz Atay klasik beklentilerin karşısında durabilmekte bu kadar yetkindir. Romanlarında bireyin yalnızlığı, toplumdan dışlanma, toplumsal ahlak yahut kalıplaşmış düşünceler karşısında yabancılaşma temalarını işler. Freudçu insan ruhu denklemlerinin edebiyatta ses getirmeye başlaması, yenilikçi olmakla beraber Oğuz Atay’ın yazınında modernizmin sunduğu kalıplardan taşarak Türk romanında bir devrim etkisi yaratmıştır. Eserde gerçeklik öğeleri hikâye boyunca kurmaca öğelere dönüşürken bu dönüşümün okurda bıraktığı etki de “gerçekten koparken toplumsal olanla yüzleşme” şeklinde vuku bulabilmektedir.

Tutunamayan insanın olası hayat düzleminde sunulan hikâyesi aslında başka bir tutunamayanın hayatının içinden geçer. Bu durumu içsel konuşmalar, ruh çözümlemeleri, derin iç hesaplaşmaları ve içinde yaşadığımız dünyaya, çağa ait türlü ayrıntılar tamamlar.

Romanın başkahramanları Selim Işık ve Turgut Özben isminde iki yakın arkadaştır. Çok katmanlı bir yapısı olan Tutunamayanlar’da asıl öykü metninden önce okuru önce iki adet önsöz karşılar. Bu önsözler ve ayrıca romanın sonuna eklemlenen Turgut Özben’in mektubu asıl öykünün çerçeve metinleridir. “Sonun başlangıcı” isimli önsöz bir gazeteciye aittir. Gazetecinin önsözünden anlaşılan, bir tren yolculuğu sırasında Turgut Özben adında bir gençle tanışmış olduğudur. İki yıl sonra gazeteye döndüğünde ise çekmecesinde Turgut Özben’den gelen bir paket ile beraber bir mektup

bulur. Bu paket Tutunamayanlar’dır. İkinci önsöz ise yayımlayıcıya aittir ve dış çerçeveye dâhil ettiğimiz mektup da Turgut’un gazeteciye gönderdiği ve yayınlayacaksa kitabın sonuna eklemesini istediği mektubudur.

Kendisinin kaybolmuş bir insan olduğunu belirtiyor ve dünyaya benim aracılığımla, yazılmasında birçok insanın payı olan bir ‘eser’ gönderdiğini söylüyordu (Atay, 2013: 18).

Gazetecinin önsözü ile yaşadığını öğrendiğimiz kişilerin yayımlayıcının önsözü ile bir hayal ürününe dönüştüğünü görürüz. Birbirinin tersini iddia eden bu iki önsözü okuyunca bildiğimiz türden bir roman karşısında olmadığımızı anlarız.

Böylece Atay, romanlara önsöz yazmanın gerçekle ilgisi bulunmadığını, yalnızca bir konvansiyon olduğunu ve okurun elindeki kitabın da bir kurmaca yani bir tür oyun olduğunu anımsatmak istemiş herhalde (Moran, 2001: 269).

Burada Derrida’nın ertelenen anlam ile vermek istediğine Oğuz Atay metni yoluyla ulaşmak mümkündür. Oğuz Atay daha romanın başında okuru, bıraktığı ikilem ile bir ara-bölgede konumlandırmış olur. Derrida’ya göre (2017: 241) “ara-bölge, orta yer ve dolayım demektir, mevcudiyetin mutlak yokluğuyla mutlak dolunluğu arasındaki orta-terim demektir”. Bu bölge sonsuz anlam deviniminin de gerçekleştiği bölgedir.

Derrida, gösterge kavramının içinde bulunan ve gerçeklik (verite) koşulu olarak varsayılan -"farklılıkların sistematik oyununun dışında ondan bağımsız olarak bulunan"- bir tam-bulunuş (presence) veya mutlak anlam şeklinde bir "aşkın- gösterilen"in bugün artık, iyice şüphe ile karşılanması gerektiğini düşünür (Akşin, 1999: 46).

Anlam devinimi sistematik bir oyundur. Derridacı tabirle différance hareketidir.

[…] differance'ın ve onun hareketinin mantığını kavramak zor bir iş. Çünkü genel anlamda, güçler arası farklılıkların ürettiği sistematik farklılıklar olan, ve bu farklılıkların sistematik ilişkilerinin dışında (veya içinde) ve ondan başka hiçbir yetkeyi (veya tam-bulunuşu) tanımayan çifte bir yazının (iz'in) ilişkilerinin devinimini ve işlevini anlatan differance, bu genel devinimi içinde değişik bağlamlarda ve konumlarda değişik işlevler yüklendiği için farklı anlamlar almaktadır. İşte bu yüzden Derrida yazılarında, onun farklı anlamlarının simgesi olan başka sözcükler kullanarak differance'ın değişik anlamlarına gönderme yapmaktadır (49).

Bu anlamlardan biri, bizi tam da Derrida’nın belirttiği gibi metnin dışına çıkmadan bu noktada ilgilendirir. “Différance indirgenemez veya bağdaştırılamaz farklılıklar arasındaki görülmez, duyulmaz ama orada yer almakta olan farklılık (veya izlerin izi) anlamında bir ‘ortak zemin’”dir. Tıpkı izin yenilenebilir olması, kökenin kökeni haline gelerek sürekli bir diğerinin yerini alması gibi anlam da kayganlaşır. Bunu sağlayan

différance’tır. Böylece Atay anlatının daha başında karşıtlıkların altını oyarak okuru,

Derrida (1999d: 111) bir ilk anlatı biçimi olarak ele alındığında “masal”ı bir icat olarak tanımlarken onun edimsel ile saptayıcı arasındaki ayrımı yıktığını düşünür. Sonra bunu dilin yapısı üzerinde genişleterek istikrarsızlığın gereğini şöyle açıklar:

Edimsel ile saptayıcı, dil ile üst-dil, kurmaca ile kurmaca-olmayan, kendine -ve ötekine- gönderme, vb. arasındaki sonsuz derecede hızlı salınım sadece özsel bir istikrarsızlığa yol açmaz. Bu istikrarsızlık olayın kendisini, diyelim icadıyla, eğer bu söylenebilirse normları, mevkileri ve kuralları olağan bir şekilde rahatsız eden yapıtı kurar. Buradan, bu tür olayların gelme olasılığını göz önünde bulundurma ve onlarla boy ölçüşme yeteneğinde yeni statü ve uzlaşımların oluşturulmasına olduğu gibi, yeni bir kurama da çağrıda bulunur. Ne bugünkü basit Speech acte theory'nin sunum biçiminin, ne de biçimci ya da yorumbilgisi tarzındaki (anlamacı, izlekçi, entansiyonalist, vb.) edebi kuramların bu yetenekte olduğundan emin değilim.

Derrida’ya göre mükemmel bir şekilde kavranabilir ve dilbilgisi açısından bütünüyle normal çok basit küçük bir tümcenin dahi bu türden bir istikrarsızlığa ihtiyacı vardır. Böylece bu ve bunun gibi ayrımlara dayalı karşıtlık mantığı da yapısöküme uğramış olur. Dil zaten sürekli devinen ve içinden çıkamayacağımız bir göstergeler zinciridir. Aşkın bir gösterilen yoktur. Var olup olmadığından emin olamayacağımız fazlalıkların birbirine eklenmesiyle ve eklenerek ertelenmesiyle oluşan hareket, dili var eden ama anlamı belirlenemez kılan bir oyundur. Ve bu oyunda metnin dışı yoktur (Göksel, 2006: 33).

Anlatılan, temelde kendi küçük burjuva hayatının ona sağladıklarıyla yetinmeyi öğrenmiş genç mühendis Turgut Özben’in hikâyesidir. Roman otobiyografik olmasına rağmen birinci kişi ağzından yazılmamıştır.

Ne ki Turgut da öykünün kişilerinden biri olduğuna göre kullandığı anlatıcı Turgut'un bildiğinden fazlasını bilemez; Turgut'tan başka kimsenin iç dünyasına giremez, düşüncelerini okuyamaz. O da romanın dünyasını Turgut'un gözleriyle görmek zorundadır(Moran, 2001: 272).

Turgut Özben aslında kendisinin de başka bir hikâyenin parçası olduğunun farkındalığı okura verilmiş halde bir tutunamayanın peşinde kendi tutunamayışına şahitlik edecektir. Bahsi geçen farkındalık, kendisi ile ilgili yazılmış görünen bu hikâyenin basılmak üzere trende tanışılan bir yabancıya verildiğinin açıklandığı ve sonra bu hikâyenin teslim edildiği yayınevinin de kendi payına düşen itirafı yaptığı bölümlerdir. Gerçek ötesi gerçeklik sorgularıyla romanı okumaya başlayan okur önce soru işaretleri ile dolar ama bu dolambaçlı hikâyeyi merak etmek için yeterince güdülenmiştir.

Arkadaşı Selim’in intiharını bir gazete haberi ile öğrenen Turgut Selim’in intiharının ardında yatan nedeni bulmak ister. Roman boyunca Selim’in arkadaşları olan Metin, Esat ve Süleyman Kargı ile görüşür. Bu görüşmeler onun Selim’i daha yakından

tanımasını da sağlayacaktır. Süleyman, Turgut’a Selim’in yazmış olduğu ve şarkı adını verdiği 600 mısralık şiiri verir. Bu şiir ile Selim’in karşıt unsurlar barındıran ve gel- git’leri olan karakter yapısı belirginleşmiş olur:

Selim Işık tek ve Türk. Ve duygulu, amansız. Sabırsız ve olumsuz, yaşantısında cansız Sanılırdı; gerçekti, hayır gerçek değildi. Tutunamayanların tarihine eğildi. Kelime ve yalnızlık hayatın tadı tuzu

Kucaklamak isterdi ölümü ve sonsuzu (Atay, 2017: 114)

Turgut, daha sonra kendisiyle tanışmak isteyen Günseli isminde bir kadınla da görüşür. Selim’in arkadaşı olduğunu söyleyen Günseli Turgut’a Selim ile yaşadığı ilişkiyi anlatır. Günseli Selim’in toplumdan kopuşunu yarı romantik yarı trajik bir şekilde Turgut’la paylaşır. Turgut bu arada Selim’in günlüğüne ulaşır ve Selim’in intiharına sebep olan ne varsa ayıklamaya başlar. Selim’in ölmeden önce son günlerinde yazmaya başladığı Tutunamayanlar Ansiklopedisi de günlüğünün bir bölümünü oluşturur. Bu esnada Turgut’un tek yaptığı Selim’i intihara götüren sebepleri bulmak olmaz. Kendi benliğini Selim’in hayatındaki insanlar ve özellikle de yazdıkları üzerinden parçalamaya başlar. Kendisine dair aşina olduğu her şeye bir yabancıdır artık. Turgut Selim’i ararken kendisini yapısöküme uğratmaktadır.

Turgut Selim’in ölümünün ardında yatanları bulmaya çalışırken tanıştığı insanlardan etkilenmeyi, bunları kendisiyle özdeşleştirmeyi sürdürür. Okur bunu Turgut’un aralıksız devam ettiği monologlardan ve karışan aklının içinde dönüp duran çağrışımlardan anlamaktadır. Turgut’un yavaş yavaş kendiyle yüzleşmeye başladığına önce Selim’in evine yaptığı ziyarette şahit oluruz:

Bana anlatabilirdin Selim. Böyle bir durumda kim dinlemezdi ki seni? Ne yaptın son aylarda? Anlamasam da dinlerdim seni. Bir “hukukumuz” vardı hiç olmazsa. Ölümcül düşüncelerini hafifletirdi bir insanın varlığı belki. Belki de anlatmaya çalıştın birilerine. Kim bilir? Anlatamadın; belki o insanın yüzüne bakar bakmaz anlatmanın yararsızlığını gördün. Bu düşüncelerle çevresini, Burhan’ı, ona duyduğu sebepsiz öfkeyi unuttu; kendini bıraktı bir süre. Gözü, bir koltuğun üzerindeki dantele takıldı; hissetmeden ona baktı ve düşündü. Her gün birlikte yaşadıkları yılları düşündü. Nasıl bu duruma geldik Selim (89)?

Süleyman Kargı’yı bulduğunda kendi diye bildiği şeyin aslında O olmayan bir başkası, olması gerekenin dışında bir yabancı olduğu hissiyle kendiliğini sorgulamaya başlar:

Selim’in ölümü gene odayı kapladı. Güneş tutulması gibi bir şey. Kelimelerin dağıtamadığı bir ağırlık. Ona anlatmalıyım, diye düşündü Turgut. Sonra bu zamanı konuşmadan geçirdiğim için pişman olacağım. Buradan ayrılınca, her şey eski karanlığına gömülecek. Bu anlayışı arayacağım boş yere. “Büyük bir karanlık hissediyorum,” dedi. “Tanıdığım Selim’i göremiyorum bu karanlık içinde. Benimle konuşmuyor. Sorularıma cevap vermiyor. Beni suçluyor. Kendimi suçluyorum.” Sustu. Beni yanlış anlayacak; sonra hiç konuşmayacak. Aceleden şaşırıyorum.

Beklemesini bilmiyorum. Masanın yanındaki aynaya takıldı gözü. Orada zavallılığını gördü, “büyük ve güzel” şeylerin yokluğunu gördü yüzünde. Yıllarca yanıbaşında yaşayan Selim’in, bu yüzü güzelleştirmesine nasıl izin vermediğini, sunulan zenginlikleri nasıl kör bir inatla geri ittiğini gördü (111).

Metin’le buluştuğu bölümde ise “tutunamayan insan” kimliğini içselleştirmeye çalıştığını fark ederiz. Aynı zamanda böyle bir kimlik tanımının neye karşılık geldiği onun da hala sorgulamakta olduğu bir konu olup onu sıklıkla arada bırakmaktadır:

Bana haksızlık ettin Selim; açıklamalara Metin’i bile koydun. Kim bilir neden? İşte karşımda yarım saattir oturuyor bu şerefin farkında olmadan. Kaba ve melankolik bakışlı bir genç. Romantik buldu onu da kendisi gibi. Kantinde aramıza alsaydık şimdiye kadar çoktan foyasını çıkarmıştık ortaya. Burhan gibi onu da yerin dibine geçirmiştik. Güner ve Kenan da oldu mu, elimizden kurtulamazdı. Güner’le Kenan’ı da koymadın şarkılara. Çünkü neden? Çünkü onlar konuşurken ağızlarının kenarında böyle acı ve çarpık bir gülümseme belirmez de ondan. Bu kazma dişli, güreşçi suratlı Metin gibi ikinci sınıf milli Türk romanı kahramanına benzemezler de ondan. [...]Haksızlık etmeyelim: Metin’i ara, demezdi Selim. Hiç olmazsa çekinirdi. Acaba Metin de tutunamayanlara giriyor mu? Bir bakıma girer. Hepsi de sevimli olmaz ya. Belki çoğu değildir (247).

Turgut’un tüm bu görüşmeler ve Selim’in yazdıkları üzerinde ilerleyerek yaptığı yolculuğu boyunca kendisini aradığı anlaşılır. Roman boyunca Turgut’un bunu yaparken karşısında duran toplum en başta ailesidir. Aile onun için Turgut’un ait olduğu ama sonradan fark edeceği üzere asla ait olmayı istemediği ve bu nedenle sürekli yerdiği burjuvazidir.

“İlaveleri okuduysan bana verir misin Nermin?” Küçük burjuvanın pazar ayini esas itibariyle üç kısma ayrılır, oğlum Selim: “Pazar Gazetesi” –günlük olaylar, makaleler ve bilmece olmak üzere üç bölümdür- “Büyük Kahvaltı” ve “Akşamüstü Kime Gidelim” sıkıntısı. Bu sınıf yasası, her pazar, büyük bir özenle yerine getirilir. Bugün olduğu gibi, canınız sıkılıyorsa, ilaveye şöyle bir bakarsınız ve karınıza uzatarak: “Bilmeceyi sen çöz canım,” dersiniz büyük bir vazgeçişle. Nermin’in gözleri güldü ve: “Sahi mi?” dedi elini uzatarak (85).

Orta sınıf olmanın bir aydın yabancılaşması tavrı ile irdelendiğini görürüz. Toplum aynı zamanda mesai kavramıdır Turgut için. Memuriyettir. Süleyman Kargı’nın evinden çıkarken cebinde bir kartvizit bulur. Nermin uğramasını istemiştir oradaki adrese. Düşünceleri yine bir iç monolog halinde akmaktadır. O sırada mesleğinin ona tanımladığı kimlikten duyduğu rahatsızlığı anlarız:

Bu kartvizitte ne yazıyor bakalım? Nermin’in verdiği adres. Akşam yemeğini onlarda

yesem... mi? Çok sevinirler. Efendim, bir görevle bu güzel şehrinize geldim. Onlar yaşıyor ya, elbette güzeldir. Bir uğrasan iyi olur, demişti Nermin. Ben, balon muyum çocukları sevindirecek? Kimseyi sevindirecek halim yok. Sizlere uğramadan edemedim. Şehri çok güzel ve değişmiş buldum. Yeni taşındığınız evi bulmakta güçlük çekmedim. Oğlunuz çok büyümüş. İnşallah büyüyünce sen de Turgut Amcan gibi mühendis olursun. Daha beter olsun (246).

Selim’in arkadaşı Metin’i görmeye karar verecektir. Öncesinde yanına yaklaşıp kibriti olup olmadığını soran adam da eleştirdiği o toplumun bir üyesidir. İçinden geldiği gibi davranamaz. Olmak istediği kişi olamaz. Üstelik bu kişinin kim olduğunu bilmemektedir. O esnada çalıştığı daireyi anımsar. Etrafını saran mecburiyetleri içinde sıkışmıştır. İhtiyacı olan boşluğu bulmak için Selim’i aramaktadır:

Bir adam yaklaştı: “Kibritiniz var mı acaba?” Biraz önce sigaranı yakmıştık ya. Kutuyu uzattı: “Bende çakmak var. Sizde kalsın.” Bir daha isteyen olursa çakmağı da veririm: bu işten kurtulurum. Olmaz: Nermin’in hediyesi. Ne diyor Hulki Bey: insanlar yüzünüze bakınca, sizden bir şey koparabileceklerini düşünmemeli. Ticaretin ilk şartı. Turgut, demişti, bakışlarınla insanların cesaretini kıracaksın. Ya da buna benzer bir söz. Sayın patronum: ayakta, fenerin dibinde duruyordum, adres arıyordum. Yaklaştığını görmedim. Olmaz: duruşun da umut kırıcı olmalı. Hava karardı Hulki Bey; mesai bitti. Özel işlerimle meşgulüm: beni rahat bırak. Selim Işık’ın intiharı meselesi üzerinde duruyorum. Bu sözleri duyan bir Hulki Beyin suratını görmek isterdim. Buldum: Metin. Evet, Metin ve keman. Daha önce neden akıl edemedim (247)?

Turgut benzer dürtülerle Selim’in arkadaşı Metin’i de küçümser. Üstelik hayli acımasız ve sivri bir dille yapar bunu:

Sıcak olduğu halde koyu lacivert elbisesini giymiş. Siyah elbisesi olsaydı onu giyerdi. Üzülme ölmezsin. Seksen yaşını bulursun bu ıstırapla sen Metin Bey. Karını bile gömersin de, üzüntüden bir daha evlenmiş bulursun kendini. Kendinden daha basit kadınlar bulursun evlenmek için, foyan meydana çıkmasın diye. Güner ve Kenan’la evlenecek değilsin ya. Şimdi Güner olsaydı, tutardı senin bacağından, kocaman ayaklarına dar gelen ve yer yer taşan ayak parmaklarının baskısıyla biçimi bozulmuş siyah ayakkabılarını, kantin masalarından birine dayardı ve pantalonunu sıvayıp vişne çürüğü jartiyerlerini gösterirdi bizim çeteye. Neden baston yutmuş gibi oturuyorsun? Buldum: bütün acına rağmen, korseni giydin. Çünkü romantikler göbekli olamazlar: yasaktır. Ben sana gösteririm. Limonata-pastakomparsita düğünü yaparak evlendin; bir önceki unutulmaz aşkının elemini bir sonraki kızın kollarında unuttun ve Allah kahretsin, belki de bu kelimelerle anlattın durumunu kıza evlenme teklif ederken. Kızla dansederken nasırların da ayağını vuruyordu. Belki üzüntün ondandı. İlk gece de pek parlak geçmemiştir. Ne yapayım Selim? Henüz öfkemi kaybedemedim. Neden bu adamın karşısına oturttun beni? Küçük memur, karısı yeni doğurmuş, parası yok. Ben bu işi beceremeyeceğim Selim. Kirli bir geçmişim var: onu inkâr edemem. Yağlı, siyah bir kravatı üçgen mi bağlamalıyım Metin gibi (248)?

Atay romanını adeta çatışmalar üzerine kurmuştur. Öncelikle roman, “[…] içinde yazan ve yazma sorunlarını tartışan kişilerin yer aldığı, başka edebiyat ürünlerine göndermelerle dolu bir metindir. Bu bağlamda edebiyatımızda üstkurmaca özelliği taşıyan ilk romandır” (Ecevit, 2001: 101). Bu anlamda sahip olduğu çokkatmanlı yapı “anlamın metinde doğrudan yer almaması” (Ecevit, 2017: 319) adına olumlu bir durum teşkil eder. Atay’ın hedeflediği budur. Örneğin, Turgut’un Metin’le gittiği genelevde sarhoş olup “Hamlet’si bir tutumla krallığını ilan et[mesi]” Oğuz Atay’ın kendi yorumuyla bir soyutlamadır. Yıldız Ecevit’in aktardığına göre (2017: 319-320) Mehmet Şeyda bunu gerçekçi bulmaz. Ancak Atay’ın istediği de zaten iç dünya ile dış dünya

arasındaki karşıtlığı her an çökebilecek bir zemin üzerinde okuruna sunabilmektir. Genelev Turgut gibi bir insan için fazlaca maddeseldir ancak Turgut birden bu dünyanın karşısına dikilir. Onun egemenliğini yıkar. Bu gerçekliği yabancılaştırarak karşıtlığı

bozar. Zaten romanın geri kalanı boyunca onu hiç yalnız bırakmayacak olan iç sesi

Olric de tam burada ortaya çıkar (258). Olric, Turgut Özben’in iç sesidir ve roman boyunca bu yabancılaşmanın farkındalığını ona yaşatacak kendilik sorunsalıdır. Turgut iç monologlarını bu bilinmez karakterle yürütür. Turgut bilinç akımı ya da iç monologlarla kendini aramayı sürdürürken böyle zamanlarda okurun hikâyeyi takip etmesini sağlayan Olric olmaktadır. Bu özben’lik /eş-benlik konuşmaları Turgut’un zaman zaman kavga edip bastırmaya çalıştığı zaman zamansa onayına ihtiyaç duyduğu

ikinci kendisi ile gerçekleşmektedir.

Olric anlatabilirdi belki? Olric mi? Nasıl ayrı düştüm evimden böyle, Olric? Neden

Benzer Belgeler