• Sonuç bulunamadı

Roman sosyolojisi açısından Milli Mücadele romanında kurtuluş söyleminin farklı yansımaları

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Roman sosyolojisi açısından Milli Mücadele romanında kurtuluş söyleminin farklı yansımaları"

Copied!
174
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI

ROMAN SOSYOLOJİSİ AÇISINDAN MİLLİ

MÜCADELE ROMANINDA KURTULUŞ SÖYLEMİNİN

FARKLI YANSIMALARI

Hüseyin ÇİL

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Danışman

Doç. Dr. Mahmut Hakkı AKIN

(2)
(3)
(4)

ÖNSÖZ

Türk romanı ortaya çıktığı günden bu yana hiçbir dönemde sadece edebiyatın konusu olarak düşünülmemiştir. Ülkenin içinde bulunduğu sürekli değişim ve gelişim sürecinden o da nasibini almış ve bunu tekrar içinden çıktığı topluma yansıtmıştır. Kimi zaman toplumu olduğu gibi yansıtma kimi zamansa toplumu dizayn etme çabasında olan roman, sosyal bilimlerin başta da sosyolojinin önemli bir konusu olmuştur. Son yıllarda bu alanda yapılan çalışmalar bunun en iyi göstergesidir.

Ülkemizde son yıllarda edebi alanda dikkati çeken önemli bir husus da tarihi romanlara gösterilen ilgideki artıştır. Yakın ya da uzak tarih anlatıları toplum tarafından büyük bir talep görmüş ve bu romanlar yüksek satış rakamlarına ulaşmıştır. Bu durum sosyologlar için göz ardı edilecek bir durum değildir. Bu çalışma tarihi romanlara ilginin arttığı günümüzde yakın dönem tarihimizin en önemli olayı diyebileceğimiz Milli Mücadele’yi konu alan romanları konu almıştır. Seçilen altı roman üzerinde yoğunlaşan bu çalışma bu romanlardaki farklı dönemlere, dünya görüşlerine göre farklılaşan kurtuluş anlatısını sosyolojinin imkânlarıyla okumayı amaçlamıştır.

Şahsım adına bilim dünyasına atılmış ilk adım diyebileceğim bu çalışma, bütün bilimsel çalışmaların en büyük destekçisi diyebileceğim bilimsel eleştirilere açık ve aynı zamanda onlara muhtaçtır.

Çalışma sırasında benden bilgi ve desteğini esirgemeyen değerli hocam Doç. Dr. Mahmut Hakkı AKIN’a, Selçuk Üniversitesine adım attığım günden beri benden güler yüzünü ve yardımlarını esirgemeyen değerli hocam Doç. Dr. Köksal ALVER’e desteklerini devamlı arkamda hissettiğim aileme, yine tez süresi boyunca bana yardımcı olan değerli arkadaşım ve meslektaşım Afra DAYI’ya teşekkür etmeyi bir borç biliyorum.

Hüseyin ÇİL Konya, 2013

(5)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Ö

ğr

enc

ini

n

Adı Soyadı Hüseyin ÇİL Numarası: 104205001005

Ana Bilim / Bilim Dalı

SOSYOLOJİ

Danışmanı Doç. Dr. Mahmut Hakkı AKIN

Tezin Adı Roman Sosyolojisi Açısından Milli Mücadele Romanında Kurtuluş Söyleminin Farklı Yansımaları

ÖZET

Tarih, bir toplumu oluşturan temel kuruculardan birisidir. Bu nedenle etkisi sadece kendisiyle sınırlı değildir. Sosyal bilimlerde yapılan diğer çalışmalarda da tarih sürekli olarak bir veri kaynağıdır.

Sosyal bilimlerin iki yakın kolu olan tarih ve edebiyat sürekli etkileşim içerisinde olmuştur. Milletlerin tarihi hem tarihçiler hem de edebiyatçılar tarafından sürekli anlatılmıştır. Türk tarihi açısından birkaç dönüm noktasından birisi diyebileceğimiz Milli Mücadele; tarihin, edebiyatın ve siyasetin önemli bir konusudur. Milli Mücadele başladığı günden beri tarihçi, edebiyatçı ve siyasetçiler tarafından hep farklı şekillerde yorumlanmış ve farklı şekillerde anlatılmıştır. Ülkenin içinde bulunduğu sosyal ve siyasi ortam bu durumu oluşturan en önemli etken olmuştur.

Bu çalışma Milli Mücadele’yi anlatan farklı romanları konu edinmiştir. Bu romanları incelerken sosyolojinin romanları incelemede sağladığı imkânlardan yararlanılmıştır. Çalışmada romanlar Türk siyasi ve sosyal hayatını etkileyen üç düşünce ekseninde(Kemalizm-Milliyetçilik-Sol) gruplandırılmıştır. Bu üç farklı yaklaşımın yansımaları açıklanırken çıkış noktası olarak romanlardaki “Kurtuluş Söylemi” kullanılmıştır. Romanların sosyal ve siyasal ortama göre nasıl farklılaştığı

(6)

Kurtuluş Söylemi bağlamında incelenmiştir. Ayrıca çalışmada romanların incelenmesine geçilmeden önce konunun teorik altyapısını oluşturması amacıyla tarihi romanlar ile sosyoloji arasındaki ilişki tartışılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Tarihi Roman, Roman Sosyolojisi, Milli Mücadele, Kurtuluş Söylemi.

(7)

Ö

ğr

enc

ini

n

Adı Soyadı Hüseyin ÇİL Numarası: 104205001005

Ana Bilim / Bilim Dalı

SOSYOLOJİ

Danışmanı Doç. Dr. Mahmut Hakkı AKIN

Tezin İngilizce Adı Different Reflections of Discourse of Liberation in the National Struggle Novel İn terms of the Sociology of Novel

SUMMARY

History is one of the basic founders of the society. Whence, its effect is not only limited with itself. History is a permanent data source in other works of Social studies.

The two close branches of Social studies, history and literature, are interacted with eachother continuously. History of nations have been told continuously both by the historicians and the man of letters. The History of National Struggle, that can be named as few milestones of the Turkish history, is an important subject of literature and policy. Since the start of the History of National Struggle, it has always been explicated differently by the historicians, the man of letters and politicians.The social and political state of the nation is the most important factor for this.

In this study, different novels upon The History of National Struggle have been explained. While studying these novels, the potential of sociology have been used. In this study, novels have been grouped in three thought axis (Kemalism-Nationalism-Left Wing),that have affected Turkey’s political and social life. As starting point, while explaining the three different reflections of the approaches, discourse of “liberation” in the novels, was used. How the novels show difference according to the social and political facts has been studied from the piont of

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

(8)

discourse of “liberation”. Also, before passing to study the novels, relations between historical novels and sociology have been discussed to prepare a theorical basis for the subject.

Key Words: Historical Novel, Sociology of Novel, National Struggle, Discourse of Liberation.

(9)

İÇİNDEKİLER

BİLİMSEL ETİK SAYFASI... i

YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU ... ii

ÖNSÖZ ... iii ÖZET ... iv SUMMARY ... vi İÇİNDEKİLER ... viii GİRİŞ ... 1 I. BÖLÜM: ROMAN VE TARİH İLİŞKİSİ ... 6

1.1. ROMAN SANATI VE TARİH ... 6

1.1.1. Roman Sanatı ... 6

1.1.2. Tarih ... 9

1.2. ROMANDA TARİH ... 13

1.3. TARİH YAZIMI VE ROMAN ... 16

1.4. TARİHİ ROMANIN TANIMI VE ÖZELLİKLERİ ... 20

1.5. TARİHİ ROMANIN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ... 23

1.6. TÜRK EDEBİYATINDA TARİHİ ROMAN ... 25

II. BÖLÜM: TARİHİ ROMANLARIN SOSYOLOJİK YÖNÜ ... 28

2.1.TARİHİ ROMANIN TOPLUMSAL İŞLEVİ ... 28

2.2.TARİHİ ROMAN, GERÇEK, GERÇEKÇİLİK VE HAKİKAT ... 33

2.3.TARİHİ ROMAN VE İDEOLOJİ ... 38

2.4.TARİHİ ROMAN VE KİMLİK ... 44

III. BÖLÜM: MİLLİ MÜCADELE’NİN NİTELİĞİ VE ROMANA YANSIMASI ... 48

3.1. MİLLİ MÜCADELE’NİN NİTELİĞİ TARTIŞMALARI ... 48

3. 1. 1. KEMALİST YAKLAŞIM AÇISINDAN MİLLİ MÜCADELE ... 55

3. 1. 2. MİLLİYETÇİ YAKLAŞIM AÇISINDAN MİLLİ MÜCADELE ... 59

3. 1. 3. SOL YAKLAŞIM AÇISINDAN MİLLİ MÜCADELE ... 62

3.2. MİLLİ MÜCADELENİN ROMANA YANSIMASI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME ... 66

(10)

IV. BÖLÜM: MİLLİ MÜCADELE ROMANLARINDA KURTULUŞ

SÖYLEMİNİN FARKLI YANSIMALARININ İNCELENMESİ ... 72

4.1. MİLLİ MÜCADELE’Yİ ANLAMADA AÇIKLAYICI BİR KAVRAM OLARAK “KURTULUŞ” SÖYLEMİ ... 72

4.2.KEMALİST YAKLAŞIMI YANSITAN ROMANLARDA KURTULUŞ SÖYLEMİ ... 74

4.2.1.KEMALİST KURTULUŞ SÖYLEMİNİN ÖNCÜLERİ: YEŞİL GECE VE VURUN KAHPEYE ROMANLARI ... 77

4.2.1.1. Eski Zihniyetten Kurtuluş: Modern Kimliğin İnşası ... 83

4.2.1.2. Eski Kurumlardan ve Mekânlardan Kurtuluş ... 95

4.2.1.3. Tebaa’dan Kurtuluş: Makbul Vatandaşın İnşası ... 100

4.3.MİLLİYETÇİ YAKLAŞIMI YANSITAN ROMANLARDA KURTULUŞ SÖYLEMİ ... 105

4.3.1. MİLLİYETÇİ SÖYLEMDE EZELİ DÜŞMAN ANLATILARI: KÜÇÜK AĞA VE FİRAVUN İMANI ROMANLARI ... 107

4.3.1.1. Mazlumların Nankörlerden Kurtuluşu ... 110

4.3.1.2. Moskof Tehlikesinden Kurtuluş ... 120

4.3.1.3. Sahte Aydınlardan Kurtuluş ... 125

4.4. SOL YAKLAŞIMI YANSITAN ROMANLARDA KURTULUŞ SÖYLEMİ ... 127

4.4.1. YENİDEN DOĞUŞUN DESTANSI ANLATILARI: TOZ DUMAN İÇİNDE VE VATAN DEDİLER ROMANLARI ... 130

4.4.1.1. Geri Toplumsal Yapıdan Kurtuluş ... 131

4.4.1.2. Emperyalist İşgalcilerden Kurtuluş ... 140

SONUÇ VE ÖNERİLER………145

KAYNAKÇA ... 150

(11)

GİRİŞ

Tarih ve edebiyat birbirleriyle yakın ilişki içerisinde olan iki ayrı disiplindir. Ancak bu iki ayrı alanın ayrı çalışma sahaları olması, onları tarih boyunca birbirinden ayıramamıştır. Toplumlar, milletler yaşadıkları olayları tarih disiplini aracılığıyla kaydetmişler bir yandan da edebiyat gelenekleri aracılığıyla yaşadıkları önemli olayları anlatma, aktarma ihtiyacı hissetmişlerdir. Böylece edebiyat geçmişten bugüne faydalandığı alanlara tarihi de hiç çıkmamacasına eklemiştir. Tarihin ve edebiyatın yakın ilişkisinden doğan destan, efsane gibi türler her milletin kültür hayatında yerini almıştır. Ancak bu türler çeşitli nedenlerle eski önemini yitirmiş ve edebiyat sahnesinden yavaş yavaş çekilmeye başlamıştır. Bu noktada değişmeden kalan şey edebiyatın tarihe ilgisi olmuştur. Tarihle edebiyatı ilişkili kılan en önemli eserlerden birisi de tarihi romanlardır.

Tarihi roman ilk defa 19. yy’da İngiltere’de ortaya çıkmıştır. Daha sonra tüm dünya edebiyatlarında ilgi gören bir tür haline gelmiştir. Bunda, tarihi olayları, tarihin sıkıcı anlatımından kurtarması, onları ilginç hale getirmesi, hoş vakit geçirmeyi sağlaması gibi nedenler etkili olmuştur. İlgi görmesinde bu özellikleri ve edebi yönü kadar sosyo-politik yönü de önemli rol oynamıştır. Tarihi romanlar çoğu zaman edebi yönünün yanında tarih bilinci uyandırmak, tarihe ilgi uyandırmak, insanlara ait oldukları milletleri ve tarihi tanıtmak, dostunu, düşmanını tanıtmak, vatan sevgisi oluşturmak gibi amaçlarla da yazılmış ve okunmuştur.

Bizim edebiyatımızda da tarihi roman, roman türünün edebiyatımıza girişinin hemen ardından ilk örneklerini vermeye başlamıştır. Bizdeki ilk örneklere de bakıldığında tarihi romanın sadece edebi yönden değerli olduğu için ya da hoşça vakit geçirmeye yardımcı olduğu için tercih edilmediği aşikardır. Bu ilk tarihi romanlarımızda işlenen konular ve kişiler belli sosyo-politik tercihler gözetilerek anlatılmıştır. Tarihi romanların bu durumu disiplinler arası ilişkilerin bilimsel çalışmaların önemli bir destekçisi olduğu günümüzde diğer bilim dallarının dikkatinden kaçmamıştır. Edebiyat sosyolojisi alanında yapılan çalışmalar tarihi romanları da sosyolojik incelemenin kapsamına almayı gerektirmiştir. Ancak bir edebiyat sosyolojisi ya da roman sosyolojisi çalışması olarak tarihi romanların

(12)

sosyolojik yönünü ortaya koyan çalışmaların sayısı sınırlıdır. Tarihi roman gibi sosyologlara bol miktarda malzeme sunan bir alanın göz ardı edilmesi veya büyük bir eksiklik olacaktır.

Milletlerin hayatında milat denilebilecek olay ya da kişileri kendisine konu edinen tarihi romanlar anlatılarını kendi yaşadıkları dönemin şartlarında oluştururlar. Bu da ister istemez birtakım değişimlere veya sapmalara neden olur. Bu değişim ve sapmalar tarihi romanların sosyal siyasi boyutunu oluşturur ve onu sosyal bilimlerin ortak bir konusu haline getirir.

Bizde önemini artarak devem ettiren tarihi roman geleneği, özellikle son dönemde ülkemizde çok da ilgi gördüğünü söyleyemeyeceğimiz kitapların bir endüstri haline gelmesine önemli katkılar sağlamaktadır. Türk tarihinin uzak geçmişinden başlayarak yakın dönemin önemli olaylarını konu edinen tarihi romanlara her gün bir yenisi eklenmektedir. Eklenen her tarihi roman -istisnalar dışında- yukarıda bahsettiğimiz değişim ve sapmaların bir örneğini bize sunmaktadır. Burada en büyük etken yazarın içinde yaşadığı dönem ve tarihin bizatihi kendisinin tartışmalı yapısı olarak belirmektedir. Çalışmamızın hareket noktalarından brisini de bu görüş oluşturmuştur.

Öte yandan Türk tarihi içinde birçok olay, kişi ya da dönem tartışma konusu edilmiş ve birçok araştırmanın ve romanın konusu olmuştur. Bunların içinde en önemlilerinden birisi de Milli Mücadele yılları olmuştur. Yakın tarihimize ve hatta günümüze damgasını vuran olaylardan birisi olan bu savaş güncelliğini hiç yitirmemekte her türden edebi, bilimsel ya da siyasi çalışmaya geniş bir atıf dünyası sunmaktadır.

Tarihimizin bu kritik dönemi üzerine birçok edebi eser yazılmıştır ve hala yazılmaya devam etmektedir. Bunlar üzerine üniversitelerin edebiyat bölümlerinde azımsanmayacak nitelikte çalışmalar yapılmıştır. Ancak bu çalışmalar Milli Mücadele üzerine yazılan eserleri birer edebi eser olması dışındaki bağlamlarda değerlendirme noktasında doğal olarak sınırlı kalmaktadır. Bizde Milli Mücadele’yi konu edinen romanlar üzerine yapılmış müstakil bir sosyolojik araştırma yoktur. Ancak var olan araştırmalar içerisinde az da olsa konunun bu yönüne değinenler

(13)

olmuştur. Yaptığımız bu çalışmanın önemini de bu mevcut durum teşkil etmektedir. Türk Edebiyatının, Türk romanının yakın tarihle imtihanı diyebileceğimiz Milli Mücadele romanları üzerine yaptığımız bu çalışma, alandaki bir eksikliğin kapatılmasına katkıda bulunmayı amaçlamaktadır.

Çalışmamız Goldmann’ın (2005: 13) “Kültürel yaratıların gerçek özneleri izole olmuş insan değil, sosyal gruplardır” tezinden yola çıkarak hazırlanmıştır. Goldmann (2005: 75) bireyin özne olarak kabul edilmesi durumunda eserin incelenen en büyük bölümünün rastlantı olarak kalacağını ve roman üzerinde yapılacak incelemenin akıllıca ya da ustaca yapılmış bir incelemeden öteye geçmeyeceğini vurgulamaktadır. Çağdaş eleştiri kuramlarının bir kritiği olan bu ifadeler çalışmamızın rotasını da sunmaktadır. Çağdaş eleştiri kuramlarının gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan “metinselcilik” diyebileceğimiz esere dönük eleştiri kuramı edebiyat eleştirisinde onun işlevine uygun olmayan yöntemleri reddeder. Bu görüş eleştirinin amacının eserin kendisini incelemek olarak açıklar. Yazarın amacını bilmenin, eserin ne şartlarda yazıldığının başka bir deyişle arka planının bir önemi yoktur ( Moran, 2004: 208). Edebiyatın sosyolojik yönü ise ileri sürülen bu görüşe karşı bilimsel bir duruşun ortaya konmasıyla belirginleşir. Edebi eserlerin özelde de romanların incelenmesinde yukarıda bahsedilen görüşün benimsenmesi bir ihmalkârlık ya da es geçme olarak tanımlanabilir. Bu da eserin içinden çıktığı topluma haksızlık etmek olur. Aynı zamanda yaptığı incelemeyle bilimsellik iddiasında olan araştırmacıyı hep eksik bırakır. “Çünkü edebiyat ve sanat ürünleri yalnızca kendi alanları içinde serpilip gelişmemekte; edebiyat edebiyatı, sanat da sanatı yaratmamaktadır. Bu gibi sorunlar somut bir tarihte ve toplumda o toplumda var olan maddi üretim tarzının, iktidar ilişkilerinin ve ideolojilerin karmaşık ilişkileri üzerinde yükselen bir kültürün ürünleridir”(Türkeş, 2004: 137). Marksist edebiyat eleştirisinin bir ürünü olan bu tespit özellikle tarihi romanlar açısından düşünüldüğünde son derece önemlidir. Tarihi romanlar için, yazarın niyetini asla bilemeyeceğimiz ön kabulünden hareketle sadece metin odaklı bir değerlendirme yapmak alana katkı açısından iyi niyetten öte geçmeyen bir girişim olarak hep eksik kalacaktır.

(14)

Bu bağlamda Milli Mücadele romanlarını edebiyat-kimlik-siyaset üçgeninde incelemeye çalıştığımız bu çalışmada romanları bu üçgen içine oturtmada açıklayıcı bir kavram olarak “Kurtuluş Söylemi”ni kullandık. Milli Mücadele Dönemine dönük hâkim anlayışın bütünsel anlamaya ve kavramaya yönelik gayretten çok dönemin “mitler, semboller, figürler ve söylemler üzerinden ele alınması ve tartışmalara polemiklerin hâkim olması şeklinde gerçekleşmesi (Şeker, 2009: 1163) bizi bu şekilde bir söylem üzerinden romanları incelemeye teşvik etti. Böylece farklı dönemlerde yazılan romanlar içinde kurtuluş söyleminin nasıl değiştiğini ifade etmeye çalıştık. Bu söylem üzerinden daha çok “Kurtuluş Savaşı’nın kimler tarafından kimlere karşı verildiği” sorusunun farklı dönemlerdeki farklı cevaplarını romanlar aracılığıyla açıklamaya çalıştık. Cevapların farklılaşma biçimini açıklarken Türk siyasi ve sosyal hayatını şekillendiren üç farklı düşünce sisteminden(Kemalizm, Milliyetçilik ve Sol) yararlandık.

Bu türden çalışmalarda hep görülen bir sorun çalışmada örnekleri oluşturma sorunudur. Seçilen roman sayısını fazlalaştırmak çalışmanın niteliğini olumsuz yönde etkilerken sayıyı sınırlandırmak da, fazlaca alıntı yapma ve sonuçları sınırlı kılma gibi bir eksikliğe neden olabilmektedir. Bu türden bir sorunu engellemek için çalışmada dört farklı yazarın altı romanı üzerinde niteliksel metin analizi şeklinde oluşturduk. Örneklerin zenginliğini sağlamak açısından seçtiğimiz altı romanın dışında benzer nitelik taşıyan farklı romanlardan da yararlandık. Romanların, içinden çıktıkları sosyo-politik ortamı yansıtır nitelikte olmasına özen gösterdik. Çalışmanın derinliğini sağlamak amacıyla metinleri Cumhuriyet Döneminden 1980’lere kadar olan dönemdeki siyasal ve toplumsal tartışmalar bağlamında okumaya çalıştık.

Eagleton’un dediği gibi (2011: 27) bütün edebiyat eserleri, okuyanları tarafından bilinçsiz biçimde de olsa yeniden yazılır. Hiçbir eser ve onun hakkında yapılan hiçbir değerlendirme süreç içinde belli bir değişime uğramadan yeni insan gruplarına aktarılamaz. Her edebiyat sosyolojisi incelemesinde olduğu gibi bu çalışma da Eagleton’un belirttiği bu doğal süreçle maluldür.

(15)

“Roman Sosyolojisi Açısından Milli Mücadele Romanında Kurtuluş Söyleminin Farklı Yansımaları” başlıklı bu çalışma dört bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde romanın tarihle ilişkisi incelenerek tarihi romanın ortaya çıkış süreci ele alınmıştır. Tarih yazımı ile tarihi romanın yazımı arasındaki benzerlik ortaya konmuş, tarihin romanda nasıl bir forma dönüşebileceği tartışılmıştır.

İkinci bölüm tarihi romanların sosyoloji bilimi açısından sağlayacağı imkânlar tartışılmıştır. Tarihi romanın toplum için ne tür işlevler gördüğü; ideoloji, kimlik gibi sosyolojinin konu alanı olan temel kavramlarla tarihi roman ilişkisinin boyutları bu bölümde ortaya konmuştur.

Üçüncü bölümde romanların oluştuğu toplumsal zemini ortaya koymak amacıyla Milli Mücadele’nin niteliği üzerine ülkemizde yürütülen tartışmalar üzerinde durulmuş ve Milli Mücadele’nin farklı dünya görüşleri tarafından sosyal ve siyasal şartlara göre nasıl yorumlandığı açıklanmaya çalışılmıştır.

Dördüncü bölüm seçilen romanlar üzerine niteliksel metin analizine ayrılmıştır. Bu bölümde romanların yazar, eser, toplum bağlamında analizi yapılmıştır. Türkiye’de siyasetin üç önemli kolu olan Kemalizm, Milliyetçilik ve Sol görüş çerçevesinde yazılan romanlarda, Milli Mücadele’nin kime karşı kimler tarafından yapıldığı sorusu ekseninde sadece metin merkezli değil aynı zamanda toplum merkezli bir okuma yapılmaya çalışılmıştır.

Sonuç bölümünde ise çalışmadan elde edilen bulgular ışığında bir değerlendirme yapılmış ve daha sonra yapılacak benzer nitelikli çalışmalar için önerilerde bulunulmuştur.

(16)

I. BÖLÜM: ROMAN VE TARİH İLİŞKİSİ 1.1. ROMAN SANATI VE TARİH

Ortaya çıkış tarihi tam olarak belirlenemeyen “edebiyat” ya da “edebi eserler” geçmişten günümüze insanoğlunun vazgeçilmezleri arasında yer almıştır. Toplum için neye karşılık geldiği, insanlar için ne ifade ettiği ya da neye yaradığı bir yana, insanlık için edebiyat da bilim kadar önemli olmuştur. Toplumlara farklı iki koldan hizmet eden bu iki alan(bilim ve edebiyat) insanlığın gelişimi ile birlikte daha da önem kazanmış ve kimi noktalarda birbirleriyle çakışır hale gelmişlerdir. Öyle ki özellikle beşeri bilimlerin birbirleriyle ilişkisi açısından bakıldığında edebiyatın nerede başlayıp bittiği veya bilimin nerede başlayıp bittiği, birbirinden hangi kesin çizgilerle ayrılmaları gerektiği tartışma konusu olmuştur. Özellikle söz konusu olan, edebiyatın bir kolu sayılan roman ve bilim olup olmadığı hala tartışılan tarih olunca bu sınırlar belirgin olmaktan gittikçe uzaklaşmaktadır.

Çalışmamızın bu bölümü roman ve tarih arasındaki ayrımı bilim ve sanat bağlamında ortaya koymaya ayrılmıştır. Ancak baştan söylemek gerekir ki daha sonra açıklayacağımız nedenlerle bu iki başlık arasındaki farkları keskin çizgilerle ortaya koymak zor olacaktır.

1.1.1. Roman Sanatı

Edebiyat, dile bağlı bir sanatın adı mıdır yoksa edebi eserlerin ve onlara ait araştırmaların bilimi midir? “Edebi bir eseri araştıran inceleyen onların bünyesinden çıkan kavram ve terimlerle metotlar oluşturan insanlara edebiyat bilimcisi denmektedir”( Tural, 1993: 13). Bu tanımdan hareketle edebiyat bilimcilerin konu aldıkları malzemeye de bilim demek yanıltıcı bir tespit olur. Edebi eserler bilim alanında değil sanat alanında değerlendirilirler.

Yazılı bir eser –roman ya da şiir- yazılış amacı ne olursa olsun, hangi kaygıyla kaleme alınırsa alınsın edebi olarak adlandırılır. Örneğin Necip Fazıl’ın Sakarya Türküsü şiiri savaşı konu edinse de destansı bir üslupla yazılsa da edebiyatla uğraşanlar için edebi eser niteliği taşır. Konusunu savaştan alan ve edebi olmayan yüzlerce benzer metin varken bu şiiri edebi yapan nedir? Bu soruya verilecek cevap yine bu eserlerin kendinde gizlidir. Bir metni edebi yapan diğer bir deyişle onu

(17)

sanatsal kılan nokta onun dilidir. Dil edebiyatın hammaddesidir. Edebi dil dolaylı anlamlar taşıyan, çağrışımlı bir dildir. Sadece bizi anlatacağı şeye götüren bir yapıya sahip değildir. Edebi dilin tesirli, kendine has bir ifade özelliği vardır. Konuşan ya da yazan kişinin havasını ve tutumunu taşır. Gene bu dil söyleyeceği şeyi sadece ifade etmekle yetinmez, okuru etkilemek ve ikna etmek ister (Varren ve Wellek, 2001: 9-10). Bu dilin çağrışımlı olması edebi esere ister istemez öznel bir nitelik kazandırır. Bütün edebi eserlerin ortak özelliği öznel olmalarıdır. Bir edebi eser olarak roman da öznel nitelik taşır. Bu nedenle oluşturucusundan ve okuyucusundan bağımsız olarak değerlendirilemez. Nermi Uygur (2009: 15), edebi eseri benzerlerinden ayıran en önemli özellik olarak onun insan açısından yazılmış olmasını vurgulamaktadır. Yazar, bilimsel yazılarda konuşucu diye bir şeyin olmadığını ve bilimsel yazıların kişisiz yani öznesiz, edilgen yapıda olduğunu söylemektedir.

İdeal bilim dili bütünüyle tek ve doğru anlamlı bir dildir. Bilim dili işaret edenle işaret edilen arasında teke tek bir uygunluğu amaçlar. İşaret tamamen keyfidir, dolayısıyla eşit bir işaretle yer değiştirebilir. Aynı zamanda saydamdır. Dikkati kendine çekmeksizin bizi tek bir anlama gelecek şekilde işaret ettiği şeye yöneltir(Varren ve Wellek, 2001: 9). Rita Felski, edebi eserlerin dilini bilim dilinden ayırmak için edebi eserlerin diliyle ilgili şunları ifade eder: “ Metinler kendi etkilerini yasalaştırma gücünden yoksundur, bir edebiyat eserinin iç özellikleri onun nasıl anlaşıldığı konusunda bir şey söyleyemez. Estetik nesneler farklı bağlamlarda farklı anlamlar kazanabilir. Metin ile okur arasındaki alışveriş değişken ve çoğu zaman da öngörülemezdir.”(Felski, 2010: 18). Öyleyse bir insan teşekkülü olan edebi eser her şeyden önce sübjektiflik niteliği ile karşımıza çıkmaktadır. Bu durum ise bilimin kesinlikle kabul edemeyeceği bir niteliktir. Bilim, edebiyat yapıtlarındaki biricikliği(öznelliği) yasaklayan bir uğraştır. “Bilim teke tek önermelerden hareketle kuşatıcı bütünler kurma çabasındadır” (Uygur, 2009: 32).

Edebi eserlerin öznellik başlığı altında verdiğimiz temel niteliği şüphesiz romanlar için de geçerlidir. Ancak romanı sanat eseri haline getiren etken sadece öznellikle sınırlandırılamaz. Romanı roman yapan en önemli özelliklerden birisi de onun “itibari” oluşudur (Aktaş, 1991: 15). Aktaş’ın itibari tabirini yerinde bulmakla

(18)

birlikte daha açıklayıcı olması açısından bundan sonraki bölümlerde yerine kurgusal ya da kurmaca tabirini kullanacağız.

Kurmaca anlatımlar hemen hemen ilk yazılı belgeler kadar eski bir tarihe sahiptir. Fakat bunlar bugün bizim romanla ilişkilendirdiğimiz pek çok özelliği taşımazlar. Çünkü genelde nesir değil nazım şeklindedirler. İkinci olarak ise geçmişle ya da yaşanan gerçek hayatla ilgilenmezler bunun yerine tanrıların ya da efsanevi karakterlerin hayatını tasvir ederler (Özdemir, 2000: 22). Hayal gücünü esas alan edebiyat bir kurgudur, hayatın söz yoluyla sanatkârane bir taklididir. Her taklit gibi roman da gerçeğin ta kendisi değil benzeridir. Bu nedenle olabilir olan, edebiyata, olmuş olandan daha yakındır ve esasen edebiyat daha çok olabilir olanla ilgilenmelidir (Varren ve Wellek, 2001: 20). Zaten hiçbir romanın tarihi ve yaşanmış bir olayı olduğu gibi dikkate sunduğu iddia edilemez. Gerçekler değişikliğe uğrayarak edebi eserin dünyasına girmektedir. Bu nedenle hayatın gerçeği ile sanatın gerçeği birbirinden farklıdır. En gerçekçi olduğu iddia edilen eserler bile yaşanmış olanı değil gerçeğe uygun olanı anlatmaktadır (Aktaş, 1991: 16). Tökel’e göre (2010: 206), “ Metinde yazarın tartışılmaz varlığı şüphesiz olanı olduğu gibi anlatan tarihçi ya da gazetecinin anlattıklarındaki kesinliklerle örtüştürülemez. İkinciler olandan bağımsız bir durumda naklediciyken, sanatçı anlatılandan bağımsız değildir. Aksine anlatılan zaten onun var ettiği bir varlık alanıdır.” Bütün bu kurgusal özelliklerine, olana değil de olabilecek olana yakınlığına rağmen roman herhangi bir sanat şeklinden çok daha fazla ve tutarlı biçimde insan hayatını yansıtmaya muktedirdir (Stevick, 2004: 10). Bu nedenledir ki ortaya çıktığı zamandan beri diğer edebi türlere nazaran hep daha fazla ilgi görmüş ve daha fazla insana hitap etme şansı yakalamıştır. Ayrıca bütün kurmaca metinlerde de olduğu gibi roman bilimsel metinlerin aksine günlük hayatın ve bilimin gerçekleriyle doğrulanmak zorunda olmadığından tazeliğini ve güncelliğini koruyabilmiştir. Bilimsel metinler ise sürekli değişen şartlar sebebiyle zamanla gerçekliklerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalabilmiştir (Çıkla, 2010: 106).

Romanı bir sanat olarak ele aldığımız bu bölümde yukarıda bahsettiğimiz diğer özelliklerinin yanında onu sanat yapan bir başka boyut da estetiktir. Romanda

(19)

estetiklik popülerlikle birlikte hep tartışılagelen bir konu olmuştur. Sanatın halk için mi olduğu yoksa sanat için mi olduğu sorusu onun aynı zamanda estetiği mi popülerliği mi önceleyeceği sorusunun cevabı olmuştur.

Yazarı açısından estetik bir gaye güdülmeksizin kaleme alınan; yazılıp yayınlanmasında başta ticari kaygı olmak üzere, sanat dışı sebepler bulunan, okurun fikrinden çok duygu ve heyecanlarını harekete geçirmeye çalışan çok sayıda okura ulaşmayı hedefleyen romanlara popüler roman; estetik bir gaye ile yazılan yazarı tarafından ciddi bir uğraş olarak görülen, yayınlanması sadece ticari sebeplere dayanmayan, okurda belirli bir kültürel ve estetik seviye arayan romanlara estetik roman diyebiliriz (Sağlık, 2000: 23). Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur ki bir romanın estetik olmayıp popüler özelliklere sahip olması onun edebi olma niteliğini azaltsa da tamamen sona erdirmeyecektir. Bu bağlamda değerlendirildiğinde, özellikle günümüzde çoğu kez estetik kaygıların dışında popüler nitelikte ve ticari kaygılarla kaleme alınan tarihi romanlar; öznel olması , kurgusal olması gibi nedenlerle bölümümüzün başlığını taşıyan “roman sanatı” kapsamı dışına çıkarılmamalıdır.

1.1.2. Tarih

Tarihin neliği konusuna Heredotos’tan başlayarak yanıt aramak bu çalışmanın kapsamını aşacaktır. Bu nedenle daha yakın zamanlardan hareketle tarihin bilimler içindeki yerine bakmak daha uygun olacaktır.

Tarih kelimesi ile aralarında yakın ilişki ve bağlantı bulunan ancak içerik itibariyle birbirinden farklı iki şey kastedilir. Birinci anlamıyla tarih yaşanmış bir geçmiş olup fiziki zaman içerisinde insanlar tarafından yapılıp edilen şeyler, olgular ve olayların toplamıdır. Buna karşılık ikinci anlamı ile tarih ise tarih ilmi olup belirli bir geçmiş zamanda insanlar tarafından yapılıp edilen şeyler hakkında bu belirli zamandan sonra insanlar eliyle yapılan bir inşadır (Hocaoğlu,2011a: 23). 18. yy’a kadar tarih, edebiyat gibi bir tür yazı çeşidi olarak tanımlanmış ve 18. yy’ın sonlarına dek retoriğin içinde incelenmiştir. Tarihçi, araştırmacı ya da bilim adamı olarak değil bir yazar olarak kabul görmüştür (Oppermann, 2006: 34). Ancak bilimin altın çağını yaşadığı 18. ve 19.yy’larda toplumsal ve tarihsel olguların bir takım yasalara bağlı

(20)

olduğu bundan ötürü toplumsal ve tarihsel olguların doğa bilimlerinde yapılan türden bir incelemenin konusu olabileceği düşünülmüştü. Tarih süreci doğal bir süreçmiş gibi görülmüş, tarih rastlantılarla yönetilen bir olaylar topluluğu olmaktan çıkarılmıştır. Fizik bilimleri doğadaki olayları yöneten yasaları nasıl ortaya çıkarıyorsa tarihin de tarihsel olayları yöneten yasaları ortaya koyabileceği düşünülmüştür (Dinçer, 2011: 260). Bu anlayış pozitivizmin insanlık dini olarak görüldüğü bu dönemde normal olarak algılanmıştır. Zira bu dönemde sadece tarih değil diğer bütün beşeri bilimler aynı yasalar ışığında açıklanmaya çalışılmıştır. Doğa bilimlerine ait yasaların her bilim alanında uygulanabileceği fikri bu dönemin bilim dünyasında egemen bir görüş halini almıştır. Bu da tarihi doğa bilimlerinin katı nedensellik(determinizm) ve nesnellik fikrine itmiştir.

Tarih hakkında yakın diyebileceğimiz bir tarihte yapılan bu türden mülahazalar neredeyse tarihin ortaya çıkışıyla eş zamanlı olarak ilerlemiştir. Milattan önceki tarihlerde dahi bu günkü anlamda tarihin nesnelliği tartışma konusu olmuştur. Tarihçi Thukydides(M.Ö 455-400) anlattığı olaylar üzerine yargıda bulunmasının yanlış olmayacağını belirtirken bir tarih eserinin sadece olayların kayda geçirilmesinden ibaret olmayıp tarihçinin yorumunu da içermesi gerektiğini vurgulamıştır. Ona göre tarihçinin görevi sadece olayları nakletmek değil aynı zamanda olanları değerlendirmektir (Aktaran: Safran ve Şimşek, 2011: 316). Yine bu konuda Doğan Özlem (2010: 58) 17. yy’da filozof Pierre Bayle’in tarih için yalan yanlış aktarmalar deyimini kullandığını belirtiyor. Ona göre tarihsel olaylar tarihçilerin kendi mutfaklarında pişirip tadını kendi beğenilerine göre biriktirdikleri yemek malzemelerinden farksızdır. 19. yy’a gelindiğinde Nietsche (2003: 46), “Salt bilim olarak düşünülmüş ve egemen olmuş bir tarih insanlık için bir tür yaşamının bilançosu ve hesabının kapanışı olurdu. Öyleyse tarih kendisi egemen olduğu veya kendisi yönettiği zaman değil ancak yüksek bir güç tarafından yönetildiği ve o gücün egemenliğine girdiği zaman gelecek için güven sağlar.” diyerek, tarihin bilim olmaktan uzak olduğunu ve iktidar aracı olduğunu vurgulamıştır.

Tarihin nesnelliği, bilimselliği konusunda doğa bilimlerinin yöntemlerine karşı en sistemli itiraz Wilhelm Dilthey (1833-1911) tarafından geliştirilmiştir.

(21)

Bilimlerin bağımsızlıklarını kazanmaya başladıkları Ortaçağın sonunda toplumu ve tarihi konu alan bilimler çok uzun bir süre hatta 18.yy’a kadar metafiziğin güdümünde kalmışlardır. Fakat öbür yandan da doğa bilimlerinin serpilen gücü bu bilimleri kendi güdümüne sokmuştur. Auguste Comte ve pozitivistlerin tarihsel gerçekliği doğa bilimsel kavram ve yöntemlere uydurmak uğruna gerçekliği çarpıtmış ya da tahrif etmiştir (Dilthey, 1999: 15). Dilthey’in şiddetle karşı çıktığı bu yaklaşım onu yeni kavram ve yöntem arayışlarına itmiştir. Dilthey, tin bilimleri alanında genel yasalı açıklamalar yapılamayacağını bu alanın deneysel olgular alanı değil anlaşılmayı bekleyen simgeler, düşünceler, tasarımlar, kurallar, normlar kısacası tinsel bir anlam dünyası olduğunu ileri sürmüş ve her tarihsel olayın kendi tekilliği içerisinde anlaşılması gerektiğini belirtmiştir (Dinçer, 2011: 260). İnsan kendi iradesi dahilinde gerçekleştirdiği eylemleri anlarken kendi iradesi dışında gelişen olayları açıklamaktadır. Dilthey’in böylelikle dile getirdiği doğa bilimleri için açıklama, tin bilimleri için anlama kavramı, tarihe ve toplumsal bilimlere bakışta yeni bir perspektif oluşturmuştur. Carr’a göre bu yeni perspektifi oluşturan durum toplumsal bilimlerde özneyle nesnenin aynı bölümlere ait unsurlar olarak birbirini etkilemesidir. Doğa bilimleriyle toplumsal bilimler arasında yapılan bu ayrım sürekli olarak güçlendirilmiştir. Doğa bilimlerindeki yöntemlerin tarih için uygunsuzluğu sürekli vurgulanır olmuştur.

Bunların dışında, tarihle ilgili algıları derinden etkileyen bir başka kuram Yeni Tarihselcilik Kuramı olmuştur. Tarihe bir anlatı olarak bakan yeni tarihselcilik kuramı tarihin metinselliği üzerinde durmuştur (Oppermann, 2006: 3). Tarihin metinselliği, kurgulanabilir bir disiplin oluşu, onun sadece dil içerisinde gerçekleşebileceği kabulü, kaydedilmiş gerçeklerin bile tarihçi tarafından yorumlanarak yeniden ortaya çıkması süreci, tarih kavramının geleneksel anlamını temelden sarsmış ve tarihe yeni bir anlam kazandırmıştır (Yalçın-Çelik, 2005: 25). Bahsedilen geleneksel anlam tarihin nesnelliğidir ve bu kuramla tarihin nesnelliği üzerindeki şüpheler daha da artmıştır. Çünkü yazılı metinler aracılığıyla bize ulaşan tarihin dille gerçekleştirilen bir anlatı olması onu neredeyse tamamen göreceli kılmıştır.

(22)

Öte yandan Leopold von Ranke’in öncülük ettiği 19. yy’daki tamamen belge ve arşivlere dayalı tarih anlayışı yerine, Annales Okulu arşivdeki belgelerin gerçeği eksiksiz olarak içeremeyeceğini ve dolayısıyla tarihsel gerçekliğin yeniden inşasının olgusal gerçek olarak belgelerin tek tek bulunmasına bağlı olmadığını vurgulamıştır. Böylece tarihin diğer sosyal bilimlerle arasındaki sınırlar silikleşmiştir. Artık söz konusu olan pozitivizmin etkisiyle diğer sosyal bilimlerle aradaki sınırı korumak değil tarihle diğer sosyal bilimler arasında kurulması savunulan işbirliğine yönelik çalışmalar olmuştur (Sönmez, 2011:387). Annales Okulu, ekonomik ve toplumsal hayat hakkında uzun süreye yayılan istatistiki bilgi ve somut veri peşinde koşan, zamandizinselliğe (kronolojiye) sadık anlatı tarzlarını kullanan ve politik/askeri olaylara vurgu yapan tarih yazıcılığına karşı çıkmıştır ( Kafadar, 2009: 41).

Şu ana kadar tarih bilimi başlığı altında bahsettiğimiz konuların yöntem üzerinde olduğu dikkat çekecektir. Tarihin bilim olup olmadığı sorusuna kullanılan yöntemden hareketle cevap aramaya çalıştık. Bu da bizi tarihin bilimsel niteliği hakkında bazı şüphelere götürdü. Ancak bu şüpheler sadece kullanılan yöntemle de sınırlı değildir. Çünkü tarih bilimin olduğu kadar siyasetin de bir malzemesi konumundadır. Bu nedenle çoğu zaman tarih geçmişin bizatihi kendisi değil, geçmişin insan hafızasının dolambaçlı yollarından geçerek gelen yazılı anlatımlar şeklindedir. Gerçek geçmişte olaylar elbette ki tek şekilde olmuştur; ancak bunun yeniden hatırlanışı, sonraki zamanlara taşınışı, gelecek kuşaklara aktarılışı son derece göreli, öznel ve siyasi ihtiyaçlar doğrultusunda kurgusal olabilmektedir (Erdem, 2010: 20). Bu durum da onun üzerindeki şüpheleri bir kat daha artırmaktadır.

Tarihin birincil koşulu toplumsallıktır. Ortak yaşama kültürüne sahip insanların üzerinde uzlaştıkları bir geçmiş algısıdır. Bu algı asla geçmişin nesnel bilgisinin bir ifadesi değildir. Bir toplumun var olmasını sağlayan amillerden birisi o toplumun ihtiyaç duyduğu ortak bir geçmişin hikâyesidir. Bu hikâye belli insan gruplarının birbirleriyle münasebetlerini temellendirebildikleri, bir aradalıklarını belli bir geçmişe ve hukuka dayandırabildikleri bir hikâyedir (Aktay, 2010: 28). Bu nedenle tarih denilince geçmişte olan biten olayların deposunu anlamak doğru değildir. Tarihin örgüsünü, yöneldiğimiz gelecek doğrultusunda geçmişin olaylarına

(23)

yüklediğimiz anlam oluşturur. Bizdeki tarih duygusunu harekete geçiren geçmişe bağlı kalma tutkumuz değil hangi geleceğe yöneldiğimiz konusundaki kaygımızdır (Özel, 2009: 163). Oluşturmak istediğimiz geleceği tasarlarken tarih bize eşsiz malzemeler sunduğu gibi bunları üretme potansiyelini de içinde barındırır. Bu potansiyel sürekli olarak kullanıma hatta istismara açıktır. Onun kullanıcısı olan tarihçi ya da siyasetçi bu günden geçmişe doğru yola çıkarak istediği malzemeyi devşirme fırsatına sahip olur. Çünkü geçmişi ancak günümüz açısından inceleyebilir, geçmiş anlayışımızı bu günün gözleriyle oluşturabiliriz (Carr, 1996: 31). Bu tür bir durum, tarihin gerek kullandığı yönteme bağlı nedenlerle gerekse siyasi amaçların bir vasıtası konumunda olması açısından bilim olma hüviyetinden gittikçe uzaklaştırmaktadır. Bu durum onu bilim dışındaki tıpkı kendisi gibi nesnellikten uzak olan kurgusal anlatılara yakınlaştırmaktadır. Edebiyatın kapsamı içerisinde değerlendirilebilecek bu anlatılardan en önemlisi romandır. Roman ile tarih arasında kurgusallık, öznellik, bireysellik gibi nedenlerle yakınlıklar kurulabilmektedir. İsmet Özel, tarih ile efsaneyi karşılaştırırken bu noktaya işaret etmiştir. “Efsanenin tarihten farkı yalnızca üslupla sınırlıdır”(2009: 135). Yazarın işaret ettiği bu nokta aynı amaca hizmet etmek için oluşturulan iki aracın birbirine ne kadar da yakın olabileceğini göstermektedir.

1.2. ROMANDA TARİH

Bir önceki bölümde birbirine uzak gibi görünen roman ve tarih alanlarının hangi sebeplerle zaman zaman birbirlerine yakın kabul edilebileceğini ortaya koymaya çalıştık. Ancak yine de daha önce belirttiğimiz gibi bu iki alan arasındaki yakınlık ve uzaklık belirgin olmaktan uzaktır. Bunda önemli bir etken de eskilerin deyimiyle romanın “ağyarını mani efradını cami” bir tanımının yapılamıyor olmasındadır. Bazen hayatın bir parçası, bazen ondan küçük bir kesit bazen ise hayatın ta kendisi olma iddiasındaki roman çok geniş bir yelpazede biçimlenip okuyucunun önüne gelmektedir. Roman, içinde pek çok unsurun bulunduğu bir edebi türdür. Deneme, tarih, biyografi ve buna benzer pek çok kaynaktan edindiği unsurları içinde bağdaştırır (Stevick,2004:10). Abdülhak Şinasi Hisar’ın yerinde tespitiyle roman: “ Tarihin, destanın, felsefenin, şiirin, masalın bir mirasyedisidir. İstekleri

(24)

günden güne artan sınırları günden güne genişleyen ve her yeni deha ile kendine bir dünya, bir kıta, bir bilim daha bulan romanı bütün kapsamıyla anlatan bir tanım bulmak güç değil olanaksızdır. Roman şudur oysa bu değildir yollu tanımların hiçbiri onu anlatmaya yetmez. Çünkü daima böyle belirlenen sınırların dışında kalan birçok değerli eserler bu sözlerin yeter bir kapsamı olmadığını gösterecektir.”(Hisar, 1964: 641).

Romanın ilişkide olduğu alanlardan birisi de tarihtir. Tarihi konulu roman ve gerçeklik çeşitli vesilelerle tarihi roman etrafında yapılan tartışmalarda üzerinde en çok durulan konudur. Çoğu zaman romanın doğasına aykırı bir çıkışla tarihi roman tarih bilgisi karşılaştırmaları yapılarak eserin hangi noktalarda tarihten ne kadar uzaklaştığı, tarihe ne kadar sadık kaldığı başka bir söyleyişle romancının tarihi ne kadar tahrif veya takip ettiği ortaya konmaya çalışılmaktadır. Aslında romandan beklenen tarihin yerine geçmek olmamalıdır. Zaten roman da böyle bir duruma aday değildir. Tarihi bilinen şekliyle anlatmayı hedeflememektedir. Bu durumda öğreticilik tarihi romandan beklenen bir haslet olmaktan uzaklaşmaktadır. Çünkü roman kendine özgü ve yeni bir gerçeklik kavramı etrafında oluşmuştur (Argunşah, 2010: 459). Tarih, romanların bazen konusu bazen yazılış amacı da olabilmektedir. Romanın tarihle ilişkisi, romanın çekirdeği kabul edilen edebî türlerin dönemine kadar dayanmaktadır. Roman öncesi tahkiyeye dayalı edebî metinler olarak kabul edilen destan ve romansların da ana kaynakları tarihî olaylardır (Coşkun, 2007a). Roman, tarihi kendine bir malzeme olarak seçerken, bu malzemeyi işleyecek olan romancının tavrı ayrı bir önem kazanmaktadır.

Roman gerçekte yaşanmış tarihi bir olayı anlatıyor olsa da kurgunun varlığı olmazsa olmaz bir öge olarak görülmektedir. Ancak kurgunun işlevi konusundaki tartışmalar hala devam etmektedir. Tartışmalar belgelerden hareket eden bir yazarın yaratma özgürlüğü üzerinde yoğunlaşır. Yani sorun bir anlamda çıkış noktası belgeler ya da tarihsel bir gerçeklik olan yazarın kurguyu nasıl kullanması gerektiği noktasında düğümlenmektedir (Gögebakan, 2004: 23). Roman ile tarihin ilişkisinde önemli iki nokta şöyle ifade edilebilir. Birincisi tarihin kurgusal bir çerçeveye oturtularak daha ziyade öğretilme maksadıyla işlenmesi ve tarihin hareket noktası

(25)

olarak kullanılıp yazarın ele aldığı tarihî unsuru kendi bakış açısı çerçevesinde yeniden inşa etmesidir. Tarihin ikinci tür işlenişi, hem tarihin farklı bir bakış açısıyla ortaya konulması hem de tarihe estetik bir hüviyet kazandırılması noktalarında önemlidir. Ancak tarihin romanda işlenme biçimi hassas olduğundan, bu çerçevede yazılan romanların çoğunda bu hassasiyet, tarihin aleyhine bozulmaktadır. Tarihi, aslından çarpıtarak işleyen romancılar bu durumda, yazdıklarının roman olduğunu, tarih olmadığını söyleyerek savunmaya geçmektedirler. Ancak tarih, toplumun her hangi bir unsuru olmaktan öte, toplumun kimliğinin asli unsuru olma özelliğinden dolayı, nasıl işlenirse işlensin, toplum tarafından çoğunlukla ‘doğru’ zannedilmekte ve ona göre bir yaklaşım ortaya konulmaktadır (Coşkun, 2007a). Dolayısıyla romanda tarihin işlenmesi oldukça hassas bir konu halini almaktadır. Romanın estetik yönünü göz ardı etmeden tarihi onun içinde harmanlamak oldukça zor bir uğraştır. Belge ve bilgilerin işaret ettikleri mi yoksa roman yazarının hayal ettikleri mi eserin özünü şekillendirecektir? Şunu kabul etmek gerekir ki her edebi eser konusunu kaynağını nereden alıyor olursa olsun edebi eser olmaktan kaynaklı bazı özellikleri taşır. Bunların en önemlisi ise ona asıl değerini kazandıracak olan yazınsallıktır. Roman bir edebiyat türüdür ve tarihi tarihsel olarak değil bu olayların insan üzerindeki etkileriyle anlatır. Yani insanları anlatır. Roman bunun dışına çıkarsa edebiyatın da dışına çıkmış olur (Fethi Naci, 2002: 56). Tarihsel bilgi ve belgeler de roman için ancak roman gerçekliğince benimsendikleri, roman sanatının bünyesine uyum gösterdikleri ölçüde sanatsal değer taşıyabilir ( Gümüş,1991: 41).

Tarih olmuş, bitmiş ve bu güne bakan herhangi bir yönü bulunmayan hadiseler yığını değil, bir şahsiyet dünyasıdır. Tarihî roman, işte toplumun bu şahsiyetini ‘anlamaya’ eğilmekte; toplumun sadece bir anını veya bir olayını değil, o an veya olay etrafında örgülenen bütün şahsiyetini söz konusu etmektedir (Coşkun, 2007a). Coşkun’un bu tespiti önemlidir. Ancak bu tespit daha çok milli kimliği ön plana alan tarihi romanlar için geçerli durumdadır. Bunun dışındaki tarihi romanlara böyle ağır sorumluluklar yüklemek edebiyat açısından hoş karşılanabilir bir durum değildir. Çünkü böyle söylemek tarihi anlatan romanlara

(26)

tarih kitabı görevi yüklemekle eş değerdedir. Semih Gümüş’e göre (1991: 41) “tarihin öyküsü ile tarihi anlatan romanın öyküsü ne çakışır ne kesişir ne de paraleldir. Olguların tarihi değişmez özelliği ile sanatsal bir gereç olamaz ve tarihi romana doğrudan yol açmaz. Olguların tarihselliğini tarih yazıcılığı ile bu güne aşınmadan gelen belgelerle tanımlamak belki olasıdır. Ama o bilgi ve belgeler aynı döneme uzanan bir romanın tarihsel yaklaşımı için ölçüt değildir. Bu yaklaşım tarzı tarihi romana özerk bir alan tanımış onu malzemesi olan tarihten azade kılarak serbestleştirmiştir.” Bu tarz, tarihi romanlar açısından yeni sayılabilir. Geleneksel tarihi romanlarda ise durum oldukça farklı hatta neredeyse tam tersidir. Geleneksel tarihi romanlarda romanın tarihle ilişkisi üç ana başlıkta özetlenmiştir (Çetintaş, 2011: 489).

1. Tarihsel bireylerin, olayların ve nesnelerin metindeki konumları sorgulanabilir olmakla birlikte, resmi tarihe ters düşmemelidir.

2. Anlatılan dönemin dünya görüşünün ve kültür kavramının tarih yazımıyla çelişmemesi gerekir. Anakronizm olmamalıdır.

3. Tarihsel kurmacaların gerçekçi anlatılar olması gerekir. Masal veya büyülü gerçekçilik tarihsel roman türüne uygun değildir.

Geleneksel yaklaşımın bu ölçütleri resmi tarih anlayışı açısından faydalıdır. Ancak bu romanın görev alanı dışındadır. Geleneksel yaklaşım romanı siyasi mülahazaların malzemesi yapacaktır. Bu ölçütlere göre yazılacak tarihi bir roman vakanüvislikten öteye geçmeyecektir. O zaman ortada sanat ve edebiyat adına söz edecek fazla bir şey kalmayacaktır.

1.3. TARİH YAZIMI VE ROMAN

Heredotos’la (M.Ö 460-395) başlatılan tarihçilik ve tarih düşüncesi zaman içinde değişim geçirmiştir. Çünkü tarihe verilen değerde ve tarih kavramına yüklenen anlamda dönemlere göre beliren farklılaşmalar meydana gelmiştir. Yani en genel anlamda geçmişe ilişkin toplumsal anlamda değerli bulduklarımızdan seçip uyarladıklarımızla şimdide inşa ettiğimiz gerçeklikler ve bu gerçeklikleri inşa süreci olarak tanımlanabilecek tarih, her dönemin ruhuna uygun olarak şekillenmiştir ( Şimşek, 2011: 1). 19. yy’la birlikte bütün dünyaya egemen olmaya başlayan ulus

(27)

devlet fikrinin temel yapı taşlarından birisi ortak tarih olmuştur. Ulus devletlerin yükselişi aynı zamanda tarihe duyulan ilginin de daha önce olmadığı kadar yüksek olduğu bir dönemi beraberinde getirmiştir. Ulusçuluk fikri üzerine düşünen, eserler veren Ernest Gellner, Benedict Anderson, E.J. Hobsbawm gibi kuramcıların üzerinde mutabık kaldığı önemli bir nokta ortak bir gelecek için ortak bir geçmiş tasarımıdır. Milletlerin millet olma hikâyelerine bakıldığında bunun böyle olduğu büyük ölçüde doğrulanabilir. Ancak bu, tarih ortaklığının geçmişte kurulduğu ve bugün bunun nesnel olarak insanlara bir ortaklık oluşturduğu anlamına gelmez (Aktay, 2010:25). Eğer bu ortaklık önceden değil de şimdi, bugünde tarih üzerinde tahrifat yoluyla oluşturuluyorsa orada tarihin yazımından çok tarih tasarımından bahsetmek daha yerinde olacaktır. Bu durumda, kabaca geçmişe ait bilgi olarak tanımlayabileceğimiz tarih, üzerinde değişiklikler yapılabilecek kadar göreceli olabilmektedir. Cemil Koçak’a göre (2010: 9-10) tarihi bilgilerin bir kısmını hiç olmamış kabul ederek, olmayanları olmuş kabul ederek, olmuş olanları değiştirerek saptırabilmek mümkündür. Walter Benjamin ( 1995:36), belli bir dönemde iktidara sahip olanların daha önceki bütün galiplerin mirasçısı olduğunu, bu durumda da galip gelenle özdeşleşmenin tüm iktidar sahiplerinin işine geldiğini söylemektedir. Bu özdeşleşmeyi sağlayabilecek yegâne araç ise tarihtir.

Tarih üzerindeki mevcut bilgilerimizin çoğu yazılı kaynaklara dayanmaktadır. Yazılı kaynaklar söz konusu olduğunda ise akla ilk gelecek olan nesnellik sorusudur. Yazılarak aktarılan tarih nesnel olabilir mi? Sözlü aktarımla kıyaslandığında yazılı aktarımda elbette nesnellik daha mümkün gibi görünmektedir. Ancak sözlü anlatımda olduğu gibi yazılı anlatımda da aktarıcı insandır. Birisi konuşan diğeri yazan insan. O halde olayların aslına riayet ne kadar mümkündür? Carr’a göre (1996: 28) tarihi olgular bize hiçbir zaman “arı” olarak gelmezler çünkü arı biçimde var olmazlar. Her zaman kayıt tutanın zihninden kırılarak bize ulaşırlar. Bu nedenle bir tarih eserini ele alınca, ilk ilgileneceğimiz içindeki olgular değil onu yazan tarihçi olmalıdır. Çünkü “hiçbir belge bize o belgeyi yazanın ne düşündüğünden-neyin olmuş olduğunu düşündüğünden, neyin olmuş olması gerektiğini ya da olabileceğini düşündüğünden yahut belki yalnızca

(28)

başkalarının onun neyi düşündüğünü sanmalarını istediğinden hatta kendisinin ne düşündüğünü sandığından başka bir şey söylemez”(Carr, 1996: 22).

Görüldüğü gibi tarihyazımının nesnelliği, gerek tarihin bugünden tam olarak bilinemezliğinden gerekse tarih yazıcısının nesnelliğinden hiçbir zaman emin olamayacağımızdan sürekli olarak şüpheye açıktır. Bu nedenle her ülkede bazı tarihi olaylar tahrif edilme, çarpıtılma gibi suçlamalarla karşı karşıya kalabilmektedir. Bütün bu suçlamalarda kullanılan en önemli argüman gerçeklerin yansıtılmadığı fikridir. Bu durum göz önüne alındığında, gerçekleri aynıyla yansıtmak gibi derdi olmayan roman ile tarih arasında bir bağ kurmak mümkün görünmektedir. Her ikisi de nesnellikten uzak ama kurgulanmaya yakın olan tarihyazımı ile roman yazımı birbirine yakınlaşabilmektedir. Çünkü geçmiş her ne olursa olsun bütünüyle yazılı olarak kaydedilemeyeceği için günümüze getirilemeyecektir. Dolayısıyla geçmişin büyük bir bölümünün kaybolmuş olması olası görünmektedir. Bu durumda tarihçi, kaybolmuş veriler içinde kopuk kopuk bağlantılar kurmak yoluyla, geçmişi yeniden kurgulama işini yapmaktadır (Yalçın-Çelik, 2005:26). Böylece her ne kadar amacı bu olmasa da roman yazarına yaklaşmaktadır. Ayrıca bunun dışında roman yazarı ve tarihçinin her ikisinin de kısmen olayların anlatımı, durumların betimlenmesi ve karakterlerin çözümlenmesi aracılığıyla bir resim kurma noktasında da benzer nitelik taşırlar. Ancak bu resimler kurulurken arada farklılıklar vardır. Romancı anlattığı şeyleri tutarlı, anlamlı bir resim haline getirmek zorundadır. Doğruluk gibi bir endişesi yoktur. Buna karşılık tarihçi hem tutarlı ve anlamlı bir resim oluşturmak hem de bu resim içinde anlatılan olayları gerçekte olduğu gibi yansıtılmasına dikkat etmek zorundadır(Collingwood, 1990: 242-243). Bu durumun aksine konusunu tarihten alan bir romanın bazen tarih kitaplarından daha nesnel olabileceğini savunan görüşler de mevcuttur. Semih Gümüş’e göre (1991: 64) tarih yazımının bilim düzeyinde ele alınmasına karşın tarih karşısında öznellikten kurtulamayacağı gerçeği karşısında, tarihi roman, tarihe kurmaca düzeyinde yani ön yargılardan bağımsız çok daha nesnel bir tarih kavramına yol açabilir. Burada yazar bu cesur yorumu, romanların okuyucular tarafından peşinen kabul edilmiş kurgusallığından hareketle yapmaktadır. Okuyucu

(29)

tarafından kurgu olduğu daha baştan bilinen romanın nesnellik gibi bir kaygısı olmadığından okuyucular tarafından ön yargısız olarak kabullenilmektedir. Oysa aynı okuyucu bilimsel olarak adlandırılan tarihi metinlere aynı yaklaşımı sergileyememektedir. Ona karşı daha şüpheci davranabilmektedir. Bu durumda tarihi roman tarihi yeniden yazan bir tarih yazıcısı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Konumuz tarih yazımı olunca ilk kısımda bahsettiğimiz Yeni Tarihselcilik Kuramını tekrar hatırlamakta yarar var. Tarihe bir anlatı olarak bakan bu kuram tarihin metinselliği üzerinde durmaktadır. Tarihsel bağlam ise metinler aracılığıyla kurulan, yazılan ve yoruma açık bir kavram olarak irdelenir. Tarihin metinselliği yani tarihin dilsel bir gerçekleşme olduğu varsayımı tarih kavramının geleneksel anlamını temelden sarsmış ve tarihe yeni bir boyut kazandırmıştır. Bu görüşe göre geçmiş olaylara erişmemizin ve geçmişe erişebilmemizin tek yolu yazılı metinlerden geçmektedir. Bu nedenle tarihi gerçekliği metin dışında aramak olanaksızdır. Çünkü tarih yazılı metinler içinde biçimlenmektedir (Oppermann, 2006: 3). Tarih anlatısı da tıpkı edebiyat metinleri gibi yazınsal (edebi) kurallara bağlı kalınarak yazılır. Tarihçi bu yüzden bir roman yazarından pek de farklı çalışmamaktadır. Aralarındaki en önemli fark tarih yazarının geçmişte olmuş olayları roman yazarının ise hayalinde canlandırdığı olayları aynı yazınsal düzeni ve yazım yöntemlerini kullanarak yazmasıdır (Oppermann, 2006: 3). Yeni Tarihselcilik Kuramının bu görüşleri geleneksel tarih yazımı ve romananlayışına ters düşmektedir. Geleneksel anlayışta tarihi roman yazarı ile tarihçi arasında büyük fark vardır. Tarihçi geçmiş döneme ait bir olayı şahsi görüş

ve yorumlarını bir kenara bırakarak objektif olmak, belgelere bağlı kalmak ve işlediği konunun olaylarını kronolojik bir sistemde anlatmak mecburiyetindedir. Tarihi roman yazarı ise tarihi belgelerin ortaya koyduğu tarihi olayları öğrendikten sonra kendini etkileyen unsurlar arasında ayıklama yaparak sanatkâr üslubunun etkisi ve yaratma gücü ile elindeki malzemeye can verir (Çalık, 1996: 79). Ancak bu iki kutuplu anlayış son dönemde eleştirel tarih anlayışının gelişmesiyle geçerliliğini yitirmiştir. Tarihin objektifliği üzerinde artan şüpheler onu bilim

(30)

olmaktan uzaklaştırırken dille gerçekleştirilen bir aktarım oluşu, metinlere bağlı kalışı, kurgusal oluşu nedeniyle edebiyata, özelde de romana yaklaştırmıştır.

1.4. TARİHİ ROMANIN TANIMI VE ÖZELLİKLERİ

Roman türünün kendi içinde sınıflandırılması sonucu, tarihi roman diğerlerine göre tartışmaların hep odağında yer almasına rağmen herkesin kabul edeceği bir tanıma ulaşılamamıştır. Öyle ki bu türden romanlar, “tarihi roman”, “tarihten söz açan roman”, “tarihe dayanmış roman”, “tarih romanı”, “tarihsel roman” gibi terimlerle adlandırılmaya çalışılmıştır. Terimleştirmedeki bu güçlük, romancının tarihe bakışından, tarih karşısındaki duruşundan, tarihe mesafesinden kaynaklandığı kadar tarihi romanların değerlendirilmesi sonucu ortaya çıkan özelliklerden de kaynaklanmaktadır (Doğan, 2000: 142). Tarihi romanı isimlendirmede ortaya çıkan bu karmaşıklık elbette ki onu tanımlarken de kaçınılmaz olacaktır. Bunda yukarıda belirtildiği gibi yazarın tarihe bakışı, siyasi tutumu, romanın gerçekle olan ilişkisi, eserin yazıldığı zamanla olayın yaşandığı zaman arasındaki farklılık gibi birçok unsur etkili olabilmektedir. Bu nedenlerle çoğu edebiyatçının kendine göre bir tarihi roman tanımı ortaya çıkmaktadır. Bu tanımlardan bir kaçına burada yer verirsek tanım üzerindeki çeşitlilik daha net anlaşılacaktır.

Özön’e göre tarihî roman, “geçmiş yüzyıllarda oluyormuş gibi birtakım olaylar icat etmek, bu olaylara çerçeve olarak bir çağın olaylarını ve yaşayışını vererek, hayalî kahramanlara gerçek süsü vermek, böylelikle tarih ve romanın ayrı ayrı uyandıracağı ilgiyi sağlamak demek olan tarihî roman, romantizmin meydana getirip, usûl, kural ve geleneğini kurduğu bir çesittir” (Özön, 1985: 25).

Boynukara, “Modern Eleştiri Terimleri” isimli eserinde tarihî romanı şöyle tanımlar: “Yazıldığı zamanla ilişkili olarak, ‘tarihî’ olan bir zaman kesiti içerisine yerleştirilmiş romanlara verilen addır. Anlatımda geçmiş zaman kipi kullanılabileceği gibi,anlatım, eserin geçmişte veya arada bir zamanda yazıldığını ima edecek tarzda, bir baska zaman kipine de dayanabilir. Konusu hem toplumsal, hem de bireysel olabilir. Kahraman ya geçmişte yaşamış gerçek veya geçmiş olayları yaşamış kurgusal bir kişi olabilir” (Boynukara, 1997:224).

(31)

Argunşah’a göre tarihi roman, “başlangıcı ve sonucu geçmiş zaman içinde gerçekleşmiş hadiselerin, devirlerin ve bu devirlerde yaşamış olan insanların hikayelerinin edebi ölçü içerisinde yeniden inşa edilmesidir”( Argunşah, 2010 : 458). Tarihi roman genel olarak roman kavramı etrafında düşünüldüğü şekliyle tarihi gerçeğin yorumlanmasıdır. Böylece tarih daha anlaşılır olmakta, sadece olayların tespiti olmaktan uzaklaşılarak ilave edilen insan ögesi ve hisler dünyası sayesinde olayların tarihi olmaktan çıkmakta ve insanın tarihi haline gelmektedir ( Argunşah, 2010 : 454).

Yukarıda belirtilen tarihi romanla ilgili tanım ve tariflere yenilerini bolca eklemek mümkündür. Ancak tarihi romanı tanımlarken asıl yapmamız gereken ortaya bolca tanım koymak değil onu tarihi roman yapan özelliği ya da özellikleri ortaya koyabilmektir. Bu maksatla bize göre tarihi romanı ortaya koyarken onu tarihi yapan hususun net bir şekilde tanımlamak elzemdir. Bu husus da onun yazılış zamanı ile anlattığı olayın zamanı arasındaki ilişkidir. Bir eserin tarihi bir nitelik kazanabilmesi için yazma eylemiyle olay arasında ne kadar zaman aralığı olması gerektiği tarihi romanın ilk ortaya çıktığı coğrafyada ve daha sonra da bizde tartışılmıştır. Bu tartışma bizde en çok Milli Mücadele Dönemi romanı üzerinden yürümüştür. Sadık Kemal Tural’ın görüşleri konu hakkında daha aydınlatıcı bir ufuk açmaktadır: “Tarih konulu romanların özelliklerinden birincisi, geçmiş bir hakikate dayanmasıdır. Çağını konu edinen eserlerden farkı, işlenilen vak’anın, halde devam etmesi yerine başlangıç ve sonucu gözlenebilen zamandan önceye dayanmasıdır. Bu açıdan Küçük Ağa (Tarık Buğra) tarihî roman olduğu halde, Yaban (Yakup Kadri Karaosmanoğlu) tarihî roman sayılmaz. Bu ölçü ile Halide Edip Adıvar’ın Milli Mücadele devrini işleyen romanları da tarih romanı sayılamayacak, buna karşılık Kemal Tahir’in aynı devri konu edinen eserleri tarih romanı çerçevesi içinde düşünebilinecektir.”(Tural, 1982: 225).

Aynı konuda görüş belirten başka bir edebiyatçı ise Hilmi Yavuz’dur:

“Şu anda, bir saniye öncesi bile tarihtir bizim için. Dolayısıyla tarihin mutlak bizden çok daha önceki çağlarda olması gerekmiyor. Mesela, Kemal Tahir mütareke İstanbul’unu yazıyor. Bu roman tarihseldir. Peki tarihselliğin boyutu ne, kaç yıl? 50

(32)

yıldan eski olan romanlara tarihsel romanlar diyoruz. Böyle bir şey olabilir mi? Tarihsel romanın belli zamanla sınırlandırılmasına itirazım olduğunu söylemek istiyorum. O zaman ölçümüz ne olacak? Bundan beş yıl öncesini anlatmaya kalksam bu tarihsel bir roman olmayacak mı? Sınır nedir? Tarihselden neyi anlıyoruz. Mutlak tarihsel olan bir şeyi mi? Örneğin benim bundan 5–10 yıl öncesine ilişkin yaşadığım bir toplumsal olay, tarihsel bir olay sayılmayacak mı? Zaman çok önemli. Bu sorulardan yola çıkarak belli bir yere varabiliriz. Elbette Atatürk ya da Napolyon dönemiyle ilgili bir roman yazıldığında bunlar tarihi romanlar; çünkü bunlar tarihtir.”(Yavuz, 1997 : 69).

Ortaya konulan bu iki görüş birbirine zıt niteliktedir. Özetle biri tarihi roman yazımını niceliksel olarak tarihe bağlı şekilde ifade ederken diğeri bu niceliksel sınırlandırmaya karşı çıkmaktadır. Bizim görüşümüze göre Hilmi Yavuz’un tarihi romanda yazılış zamanı ile ilgili söyledikleri daha makuldür. Çünkü tarihi romanlar Gögebakan’ın (2004: 15) dediği gibi çoğunlukla kriz niteliği taşıyan olay ve dönemlere yönelir. Onun önemi üç yıl önce ya da beş yıl sonra yazılmasıyla değil yansıttığı geçmiş olayların bizim için ne ifade ettiğiyle ölçülebilir.

Tarihi roman terimi iki uçludur. Bir uçta tarih, diğer uçta ise roman yer alır. Bu iki ucu birleştiren unsur aynı zamanda onları ayırır. Tarih olup bitenin bilgisi olarak tanımlandığında önceliğin ona verildiği de kabul edilmiş olur ; fakat olup bitenin ne olduğunu kim bilebilir? Klasik tanımı ile roman yaşanmış ya da yaşanması mümkün olayların anlatıldığı bir türdür. Tarih karşısında romancı yaşanmışla yüz yüzedir. Yaşanması mümkün olan ise tarihteki boşlukları doldurarak gerçekleştirir. Tarihi romanın beslendiği en önemli nokta da tarihte bulunduğu düşünülen bu boşluklardır ( Doğan, 2000: 140). Belirtilen bu boşlukları doldurmak, romancıya tanınmış bir özgürlüktür. Ancak bu özgürlüğün sınırları çizilmelidir. Bu sınırların nasıl çizildiği aynı zamanda tarihi romanda bulunması ya da bulunmaması gereken durumları yani onun özelliklerini ortaya koyacaktır.Tarihi romanın yukarıda belirtilen tanımlarından sonra bir tarihi romanda bulunan ve bulunması gereken özellikler şu şekilde sıralanabilir (Korat,2009:24):

(33)

2. Tarihi romanda tarihi kişiler ya da tarihsel önermeler kurmacanın önüne geçerse, yapılan iş siyaset ve propaganda olur.

3. Tarihi roman yazarın kendi yaşadığı tarihten geriye doğru baktığı varsayımsal bir geçmiş bilgisine dayanır. Romancı geçmiş üzerinde fikir yürütürken bile şimdiki zamanın bilgisiyle geçmişi tartıştığını unutmaz.

4. Tarihi roman bu günden geçmişe uzanan bir sürecin mantıksal ve kavramsal çapta tanımlanması işi değil(bu tarihin işi olabilir) varsayımsal bir tarih zemini üstünden yaratılan estetik bütünün, geçmişte olduğu ifade edilen yaşam hallerinin duyular ve imgelem düzeyinde çözümlenmesi işidir.

5. Büyük tarihsel kişiler hakkında yazmak, büyük roman yazmak anlamına gelmediği gibi, tarihte hiç duyulmamış kişiler hakkında yazmak da önemsiz şeyler yazıldığı anlamına gelmez. Tarihi roman yazan kişinin estetik normları, genel roman estetiğinin normlarından hiçbir biçimde ayrılmaz.

1.5. TARİHİ ROMANIN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ

Dünyada her olayın olduğu gibi tarihi romanın da ortaya çıkışını sağlayan bazı sosyal şartlar olmuştur. Romanın bizatihi kendisi belli sosyal şartların ürünü iken bir roman türü olan tarihi romanın bundan ayrı düşünülmesi mümkün değildir.

Tarihi romanın bir tür olarak ortaya çıkışı aslında daha önceki sayfalarda kısmen bahsettiğimiz tarihin bir bilim olarak ortaya çıkma şartlarından bağımsız değildir. Tarihi roman da tıpkı tarih bilimi gibi bir ihtiyacı karşılamak üzere ortaya çıkmıştır. Tarihin geçmişle kurduğu, insanların gururunu okşayan bağlantı tarihi romanda da kendini göstermektedir. Milliyetçilik akımının doğurduğu gelişmeler, roman ve tarihin yollarını sık sık bir araya getirmiştir. Fransız İhtilali ile birlikte yayılan ulusçuluk dalgası karşısında ülkeler, kendi tarihlerini ve köklerini aramaya başlamışlar, bu merak insanları tarih ilminin kapılarına getirmiştir. Onları tarihle uyum içinde yaşatmak ve onlara geçmişlerini benimsetmek için de roman türüne müracaat edilmiştir. Yeni tasarlanmış fikirler, edebiyatın taşıyıcı fonksiyonu ile yerlerine ulaşabilecektir. Entelektüel plandaki ürünlerin her okuyucuya seslenemediği zamanlarda da edebiyat ürünleri devreye girecektir(Çetindaş, 2006: 98). 1789 – 1814 yılları arasında Avrupa’da her ülke şu ya da bu şekilde bir

(34)

değişime maruz kalmıştır. Uluslar hem Napolyon işgallerinin uyandırdığı intikam duygusu hem de dönemin genel karakteri haline gelen ulusçuluk akımı nedeniyle olayları o güne değin görülmemiş şekilde algılamaya başlamışlardır. Hem ilk tarihsel romanın 19. yy’da yazılmış olması hem de tarihsel romanın en parlak dönemini 19. yy’da yaşaması bir rastlantı değildir(Gögebakan, 2004: 19). Bu durumu Almanya üzerinden açıklamaya çalışan Györg Lukacs şöyle demektedir: “... ulusal yeniden doğuş umudu kısmen geçmişin ulusal büyüklüğünün yeniden inşasından güç alır; ulusal büyüklük için sürdürülen bu mücadele ise Almanya’nın mahvoluşunun bölünmesinin tarihsel nedenlerini araştırmayı ve sanatsal olarak tasvir etmeyi talep eder. Böylelikle daha önceki yüzyıllarda tarihsel değişimlerin sadece nesnesi olan Almanya’da sanatın tarihselleştirilmesi iktisadi ve siyasi olarak daha gelişmiş batı ülkelerinde olduğundan çok daha önce ve çok daha köklü şekilde meydana gelir.”(Lukacs, 2010: 25).

Yukarıda bahsedilen zaman dilimi aynı zamanda romantizm akımının etkilerini güçlü bir biçimde hissettirdiği döneme rast gelir. Dünyada romantizm akımının doguşu ve etkisini artırmasıyla birlikte tarih, edebî eserlerde bir malzeme olarak kullanılmaya başlamıştır. Romantizm, Fransız İhtilali’nin yaydığı ulusçuluk akımı ile birlikte ortaya çıkan ve sanatta katı sınırları kaldırmayı amaçlayan bir akımdır. Romantizm akımının yaydığı duygusallık, milliyetçilik, melankoli ve hüzün duygusu, sanatta coşkun bir manzara doğurmuş ve kişiler içlerinde bulundukları ortamdan vazgeçerek, geçmişlerine yönelmişlerdir. Kaçıs duygusunun yoğunluğu, insanları tarihe, tabiata ve ıssız mekânlara yöneltmiştir. Tarihî roman destanlar devrinin devamında, romantizm ekolü ile kendine bir çığır daha açmış ve romantik söyleme ulaşmıştır. Tarihî romanın ilk örneğini Walter Scott’un Waverley’i(1814) ile görürüz. Scott, tarihî romanın ilk planını vermiş ve ilk örneklemeyi yapmıştır. Bu ekolde tarih, ya romanların arka fonunu oluşturan ayrıntı ya da kurmacayla iç içe geçen gerçek tarihtir (Çetindaş, 2006: 86). 17. ve 18. yy’da da tarihsel konulu romanlara rastlamak mümkündür. Hatta ilk çağ öyküleri ve efsanelerinde de tarihi romanın izlerini sürmek mümkündür. Ancak bu eserlerde tarihsel roman olgusunu tam olarak ortaya koyacak örnekler bulmak imkansızdır. 17. yy’da yazılan tarihsel

Referanslar

Benzer Belgeler

Bu kitapta da şiir tahlilinden önce Tanzimat öncesi ve Tanzimat dönemindeki siyasi ve sosyal yapı hakkında bilgi verilerek dönemin tarihsel panoraması çizilmiş,

Although Musharakah Financing is an investment that is realized in the form of participation in terms of Islamic Law, it is followed as a loan type. This situation

Son Osmanlı Mebusan Meclisinin toplanması ve Misak-ı Milli kararlarının alınması üzerine İtilaf Devletleri İstanbul’u işgal etmişlerdir. Mebusan Meclisini kapatmışlar,

Temsil Heyeti’nin Ankara’ya Gelmesi => Mebusan Meclisi’nin Anadolu’da değil de İstanbul’da açılması kararı üzerine Mustafa Kemal, İstanbul ve Batı

Bunlar benim kişisel görüşlerim.’ Tarcan’ın pekçok konuşması bu tümce ile bi­ terdi: "bunları kişisel olarak söylü­ yorum..." 1980'lerde büyük

[r]

Dokuz yıl önce İtal- ya Alplerinde bulunan 5000 yıllık taş devri adamının yaklaşık 45 mil- yon saat donmuş durumda kaldık- tan sonra kısa bir süre için yeniden

—Sayın Altar, bir zamanlar An­ kara Radyosu’da İzahlı Batı Müziği Programları’nı hazırlar ve sunardınız.. Yumuşacık sesi­ niz ve sakin anlatımınız sanırım